6 Eylül 2007 Perşembe

Fethiye – Kayaköy – Ölüdeniz

1 Nisan 2007

Gece fırtınayla yattık, ertesi günü ne yapacağımızı bilemiyorduk. Konuşmadık da aramızda. Tamamen akışa bıraktık. Sabah pırıl pırıl bir güne uyandık. Sanki hiç fırtına olmamış gibi. Hava güneşli, bir önceki günle hiç ilgisi yok. MFÖ’nın bir şarkısı vardı, “5 dakikada değişir bütün işler”, öyle hakikaten. İyi ki gece endişelenip, kendimizi boş yere yormamışız. Değerli bir yaşam dersi...

İlk iş resepsiyondan Dalaman otogarının telefonunu istedim. Verdiler. Açan olmadı. Dün elimin adeta kendi kararıyla aldığı karttaki bir numarayı aradım ve kısa sürede yağmurluğu unuttuğum minibüs şoförünün numarasını buldum. Aradım. 1 saat kadar sonra beni arayıp, yağmurluğu minibüsle Fethiye’ye yolladığını söyledi. Haydiii… Dersi aldık, mesajı gördük herhalde…

Lale’yle Fethiye’nin kaya mezarlarını gezdik bir süre.


Fotoğraf bir günlük yürüyüş arkadaşım Rita Schumann'ın albümünden:

Sonra yağmurluğu aldık, şoföre teşekkür yazdım. Yolunun hep hayırlı ve açık olmasını diledim. Lale’nin ‘duacı teyze’ dediği hal böylece başlamış oldu, sonra bu halim hiç durulmadı… Şoförden de “sağolun, ben teşekkür ederim. Görevimizdi” diye bir mesaj geldi. Bana çeşit çeşit ders veren öğretmenlerden biri görevini tamamlamıştı anlaşılan :)

Terminalden Ovacık minibüsüne bindik. Likya yolu Ovacık’ta başlıyor. Biz yürüyüşe yarın başlayacağız hava izin verirse. Bugün kitapta alternatif parkur dediği Kayaköy ve Ölüdeniz’i yürüyeceğiz “çantasız”. Hem ısınma turu gibi, hem de ne haldeyiz görelim diye. Yarın çantalı yürüdüğümüzde ise boyumuzun ölçüsünü alacağız…

Minibüs bir yerde bir süre bekledi. Şoför beklerken sıkılmayalım diye birer gazete verdi. Şöyle bir göz gezdirdim, okuduğum yegâne köşe yazısından:

“Karşılıklı ve sonsuz tek aşk, doğa ile insan arasında geçendir. Eğer meydana gelirse tabii…” Metin Münir- 1 Nisan 2007- Milliyet

Söze gerek var mı? Yaşam her yerde konuşuyor… Kalbim sevinç içinde…

Şoför bize bir otel (Ramos Oteli) önerdi, tam da önünde indirdi. Henüz sezon açılmamış, bizden başka kalan yok. Eşyaları bırakıp Kaya Köye doğru yürüyüşe koyulduk. Bizi getiren şoför ile yolda karşılaştık, hemen durdu, bize yemek yiyebileceğimiz bir yer ile Ölüdeniz patikasını tarif etti, cep numarasını verdi, bir terslik olursa diye. Kolaylık, kolaylık… Tüm yolculuk boyunca görünür, görünmez ellerin desteğini hissettim üzerimde. Sevgiyle aldım, sevgiyle verdim.

Kayaköy yolu arabaların geçtiği bir yol, ancak yürümesi gayet keyifli. Hep yokuş aşağı, ara ara çam ağaçları arasından gidiliyor, 5 km.lik kısa bir yol. Hemen girişinde bir gözlemecide karnımızı doyurduk, ayaklarımızı dinlendirdik. Çikolatalı bir gözlemeyi paylaşarak da kutlama yaptık :)

Kayaköy’e daha önce geldiğimi hatırlamıyorum. Okuduklarımdan birçok medeniyetin kalıntıları olduğunu biliyorum burada. Bizim hemen ilgimizi çeken yolun solundaki bir tepenin üzerindeki evler. Mübadele zamanında terk edilmiş bir Rum köyü. Artık dört duvarı kalmış, yan yana birçok ev. 1000 kadar ev varmış. Bir o kadar aile yaşamış demek burada. Güneşin tüm neşesine rağmen, Kayaköy üzgün ve kaybolmuş bir halde duruyor gibi geldi bana. Kimbilir ne sevinçler, ne acılar yaşandı, kimbilir evlere hoşçakal derken ne çok gözyaşı döküldü. Kimbilir yaşamlar nerelere savrulup gitti. Mübadeleyle yer değiştirmek zorunda kalan bir aileden geldiğim için, yaşanan bazı dramları dinlemişliğim var. Bazen yaşam dersleri çok zorlu deneyimlerle öğreniliyor. Sabır gibi, bilinmeyene açıklık gibi, esneklik gibi, bağımlılıkları serbest bırakma gibi. Kimbilir neler öğrenildi bu yolculuklarda. Ya insanlık yaşam dersi alıyor mu acaba, yoksa acı hep acı mı doğuruyor? İnsanlık olarak bu döngüden çıkmak için ne yapıyoruz?

Kayaköy’de en çok hoşuma giden, evlerin mimarisinde birbirlerinin manzara ve ışığını engellememeye gösterdikleri özen oldu… Bir anlamda herkesin ihtiyacının karşılandığı stratejilere harika bir örnek… Acaba yaşamlarımızda da birbirimizin ışığını engellemeden yaşamak mümkün olabilir mi, yani gölge etmeden bir yaşam, kimseyi gölgede bırakmayan bir yaşam…

Kilisesi, böyle yerlerde gördüğüm en büyük kiliselerden biriydi. Bahçede siyah beyaz çakıl taşlarından geometrik desenler oluşturulmuş. Birileri benzer boylarda bunca beyaz ve siyah çakıl taşını sabırla toplamış demek. Birileri de bunları sabırla dizmiş. Ne emek. Kilisenin bahçesinde çiçeklerin ortasında oturduk Lale ile. Yüreğimizi açtık güzelliklere.

Sonra Ölüdeniz patikasına girdik. Daha Kayaköy’den çıkmamıştık ki, yolu kaybettik. Epey zorlandık. Tırmandık, indik, söylendik, yine tırmandık. Gözlerimiz de daha kırmızı beyaz işaretlere uyumlanmamış. Sonunda bir taşın üzerinde işareti gördük. Derin bir oh! Daha ilk günden kaybolursak, vah halimize. Hele de çanta yok bugün. Neyse ki sık sık işaret vardı sonrasında, zorlanmadık.


Fotoğraf sonradan bir günlük yürüyüş arkadaşım olan Rita Schumann'ın albümünden: İşte işaret işaret dediğimize bir örnek


Bir beli aşarken, içimizde yoğun sevinç hissettik. Durduk, bütüne ya da başka bir deyişle ‘tüm emeği geçenlere’ teşekkür ettik. Hepimiz için iyi dileklerde bulunduk dilimiz döndüğünce.

Yol boyu manzara harikaydı. Yürümek insana bazı manzaralara çok değişik açılardan bakabilme fırsatı veriyor, bu hoşuma gitti çok. Patika da rahattı, ilk gün için güzel yürüdük. Ölüdeniz’de ayaklarımızı denize soktuk. Sonra da bir çay bahçesinde ayaklarımızı uzatıp, portakal suyu içerek güneşin batışını izledik.

Otele minibüsle döndük. Akşam da inanması zor ama Ovacık’taki Çin Lokantası’nda yemek yedik… Yaşamın keyfini çıkarmak tam anlamıyla bu herhalde…

3 yorum:

  1. Bu bölümden aldığım düşünme konusu "birbirimizin ışığını engellemeden yaşamak" oldu.

    YanıtlaSil
  2. Birbirimizin ışığını engellemeden yaşamak nasıl olur? Peki kendi ışığımızı engellemeden yaşamak nasıl olur? Bunun için ne yapmak ya da yapmamak yararlı olur?

    YanıtlaSil
  3. Bu an-a kadarki deneyimleri ve içsel sesi birleştirdiğimde ortaya her ikisi için de tek bir cevap çıkıyor (benim açımdan): içinden geleni dışarı yansıtmak. bir anlamda içinden geldiği gibi olmak, Mevlana'nın şu meşhur; "olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol" düsturu gibi. Mesela pek çok kez durumun içinde sırf karşımdaki üzülmesin diye halimi-tavrımı kontrol etmeye, içimden geldiği gibi değil de, karşımdakinin ihtiyacını anlamaya çalışıp ona göre davranmaya kalktığımda sonucun ne onu ne de beni mutlu etmediğini deneyimleşimdir. Oysa bize öğretilen biraz böyledir, aman elalem ne der, aman kimseyi rahatsız etme vs.. Oysa gerçekten içimizden geleni dışarda da o şekilde yaşayabilsek, bu kimi zaman karşımızdakileri üzecek gibi gözükse de aslında o üzücü duyguların bile o insanda bir ışık yakabileceği, o üzüntüyü neden duyduğu ile ilgili dönüp kendine bakabilme fırsatı yaratacağı için (burdan 4 ekim Halil Cİbran alıntısına bile bağlanabiliriz)diğer haldeki "varsayımlarla hareket ederek hem kendi hem de başkalarının yaşamına gölge düşürme" durumunu ortadan kaldırıyor...gerçeğin ayıbı olmaz demişti bir arkadaşım :) gerçek tanımımıza bir bakmak mı gerekir: kendimce "-an-da içte olan hissediş" (o hissedişi oluşturan çeşitli düşünceleri de katıyorum)eh böylesi bir gerçeği kendimizden bile saklamayı başarabiliyorsak (ki bir dönem bu konuda 5 pekiyim vardı)demek ki yine iç-ten dış-a doğru açılarak kalksın bu gölgeler :)

    YanıtlaSil