6 Nisan 2007
Alınca’dan bir sonraki durak olan Bel’e iki yoldan gidilebiliyor. Bilmediğim iki yol arasında seçim yapmam gerekiyor. Alınca’dan Bel’e Sidyma üzerinden mi gideyim, Gey üzerinden mi? İnsanlarla konuşunca anladım ki, Alınca’dan bakınca Gey Mahallesi görünüyor, dümdüz bir yol, çoğunlukla da araba yolundan gidiliyor sanırım. Sanki Gey yolu sıkıcı olurmuş gibi geldi. İnternetteki bazı yazılardan da diğer parkurun daha ilginç olabileceğini okumuştum. Bir de tarihi şehir var o yolda. Ancak yol biraz uzun geldi gözüme. Tek başına yürüyüşün ikinci günündeyim, kendi performansımı, sınırlarımı henüz pek de bilmiyorum.
Gece yine ertesi günün bilinmezliğinin endişesiyle yattım. Sabah Bircan kahvaltıdan sonra “İstersen Boğaziçi’ne minibüsle git” dedi. O gün Pazar varmış ve sabah 8de araba gidiyormuş. Haritadan yolun Boğaziçi’ne kadar neredeyse tümünün araba yolunda gittiğini biliyorum, “Tamam” diyorum. Minibüs yolculuğu 20 dakika kadar sürdü. Şoför epey yavaş gitti ki çevreyi görebileyim. Yol çok güzel. Zaman varsa, hal varsa, rahatlıkla yürünebilir. Pek de araç geçmiyor- en azından o sabah geçmedi. Ancak ne olsa araba yolu.
Alınca’dan bir sonraki durak olan Bel’e iki yoldan gidilebiliyor. Bilmediğim iki yol arasında seçim yapmam gerekiyor. Alınca’dan Bel’e Sidyma üzerinden mi gideyim, Gey üzerinden mi? İnsanlarla konuşunca anladım ki, Alınca’dan bakınca Gey Mahallesi görünüyor, dümdüz bir yol, çoğunlukla da araba yolundan gidiliyor sanırım. Sanki Gey yolu sıkıcı olurmuş gibi geldi. İnternetteki bazı yazılardan da diğer parkurun daha ilginç olabileceğini okumuştum. Bir de tarihi şehir var o yolda. Ancak yol biraz uzun geldi gözüme. Tek başına yürüyüşün ikinci günündeyim, kendi performansımı, sınırlarımı henüz pek de bilmiyorum.
Gece yine ertesi günün bilinmezliğinin endişesiyle yattım. Sabah Bircan kahvaltıdan sonra “İstersen Boğaziçi’ne minibüsle git” dedi. O gün Pazar varmış ve sabah 8de araba gidiyormuş. Haritadan yolun Boğaziçi’ne kadar neredeyse tümünün araba yolunda gittiğini biliyorum, “Tamam” diyorum. Minibüs yolculuğu 20 dakika kadar sürdü. Şoför epey yavaş gitti ki çevreyi görebileyim. Yol çok güzel. Zaman varsa, hal varsa, rahatlıkla yürünebilir. Pek de araç geçmiyor- en azından o sabah geçmedi. Ancak ne olsa araba yolu.
Fotoğraf bir günlük yürüyüş arkadaşım Rita Schumann'ın albümünden:
Boğaziçi Köyü’nü çok sevdim. Arkasını dağlara dayamış, yemyeşil bir köy. Tam ortada bir bakkal. Gireyim de bir şeyler alayım, ufacık da olsa bir katkım olsun, param karışsın istedim. Çeşitler sınırlı, hiç duymadığım, görmediğim markalar var. Tümü kuru gıda, temizlik malzemesi. Meyve sebzeyi köylü ne yapsın, kendi bahçesinde yetiştiriyor zaten. İki gofret aldım, kâğıt mendil sordum, yokmuş, bir paket peçete çıkardı. Yolculuğun başlangıcındayım çantaya zor sığıyorum, “Teşekkür ederim, taşıyamam” dedim. Bakkal peçetenin içinden bir tomar çıkardı, verdi. Borcumu sordum. “50 kuruş” dedi. Daha fazla vereyim diye geçti içimden ama yapamadım. İçime bir sıcaklık yayıldı, insanın güzel doğasını yansıtan her davranış kalbime derinden dokunuyor. Bu güzelliğe tanık olmaktan, verilen destekten dolayı minnet duygularıyla çıkıyorum oradan. Dilimin döndüğünce, gönlümün kapasitesi el verdiğince iyilikler, güzellikler diliyorum ben de bakkala ve bu köye.
Bakkalın hemen karşısından patika tırmanıyor. İşaretler gayet güzel, bir kere kısa bir belirsizlik hariç, çok rahat vardım Sidyma’ya. Yavaş yavaş yürüdüğüm halde kitapta yazan süreyle tam örtüştü.
Sidyma/ Dodurga:
Sidyma’ya vardım diyorum ama gördüğüm yalnızca birkaç mezar. Kitapta tarif edilen tiyatronun, kilisenin nerede olduğunu anlamadım önce. Etrafa bakındım. İşaretleri izlemeye devam ettim. Zaten tarihi mezarların hemen arkası yerleşim yeri: Dodurga Köyü. Bizim işaretler de köye gidiyor.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:
Yolda köylü bir genç kızla karşılaştım. Harabeleri sordum. Köyün içindeymiş. Biraz konuştuk. Toprakları yokmuş, 4–5 koyunları varmış, onunla geçiniyorlarmış, nasıl bilmiyorum, sütlerini satsa, ne kadar gelir olur ki! Çaya davet etti. Nedense kararsız kaldım, bir yandan da yürüyoruz. Derme çatma evlerinin önüne gelince yol, kaynanası ile karşılaştık. Biraz huzursuz oldu gibi kaynanası beni görünce. Ben de kıza teşekkür edip yola devam ettim. Daha birkaç adım atmıştım ki köyün imamı ile karşılaştım. Beni caminin bahçesine davet etti, camiyi gezdirdi. Uzun uzun sohbet ettik. Gerçekten uzun, bu köyde tam 4 saat kalmışım. İmamın hanımı çok güzel yemek yapıyor. Bana karanfilli çay ikram etti önce, karnımı doyurdu, kahve yaptı.
Caminin büyükçe bir bahçesi var. İmam kendi gayretleriyle camiye bir alaturka, bir alafranga tuvalet yaptırmış. Alafranga tuvalet için biraz homurtular olmuş ama “Turistler zorlanıyordu”, diyor. İmam yaşamın akışı ile uyum içinde göründü bana, internete bağlanmak için işlemler yapmış, “Gelen giden internete de girebilsin” diyor. 18 senedir buradaymış. Web sitesi yapmak istiyor, ancak destek gerekiyor. Beraber oturup, bir web sitesinde ne gibi bilgiler olabilir diye başlıkları çıkardık. “Dışarıdan gelenlerin dinlenebileceği, konaklayabileceği bir köy evi olsa”, diyor. Buradaki köy çocuklarına İngilizce eğitim verilmesine ilişkin bir teklif gelmiş, ancak her şey organizasyon istiyor, bilemiyorum bu projeyi çalışır hale getirecek enerji var mı köyde. Orada imamla uzun uzun konuşurken, “Böyle yollarda yürüyorum, insanlarla bağlantı kuruyorum, acaba buralara nasıl bir katkım olabilir?” diye de düşünmeye başladım.
Dodurga köyü 40 hane kadarmış. Köyün muhtarı yok, daha doğrusu burası idari olarak mahalle sayılıyormuş, birkaç mahalleye de bir muhtar bakıyormuş. Muhtar başka bir köyde oturuyor. O nedenle burayı imam temsil ediyormuş.
Camiden biraz ilerleyince, tiyatroya giderken hemen karşıda köyün çeşmesi var. Çeşmeleri özellikle yazıyorum. Yürüyüşte en önemli meselelerden biri su, sonradan bunu tecrübeyle daha iyi anlıyorum :)
Tiyatronun bulunduğu konum bence çok güzel, taş sıralardan birine oturdum- benden önce aynı yere kimbilir hangi tarihlerde kimler oturdu. “Enerjiler kaybolmaz, orada kalır” derler. Otururken birden üst üste binmiş enerjileri düşündüm, bir tuhaf oldum. Binlerce yıl önceden başlayarak nice kadın, erkek, çocuk, sevinçli, üzgün, kızgın, bıkkın, şefkatli çeşit çeşit ruh hali, üst üste bindirilmiş resim kareleri gibi. Sanki “an” katman katman açılıyor gibi, geçmiş ve şimdi “an”da bir arada gibi. Bir tuhaf yoğunluk hali.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:
Tiyatronun karşısındaki manzara harika! Cep de burada çekiyor…
Evler tarihi eserlerle iç içe. Kitapta söylenen bazı yerleri bulamadım ama çok da aramadım doğrusu. Evler çok eski, derme çatma. Nüfus genelde yaşlıymış. Geçim kaynağı sınırlıymış. İmamda okumak isteyenler için, Sidyma’ya ilişkin çeşitli kitaplar, gazete kupürleri var.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:
Sidyma’da eski eserlerin önünde nelere baktığımızı anlatacak tabelalar aradım. Göremedim. Ben mi göremedim, yok muydu bilmiyorum. İmama sormayı unuttum. Broşür sordum, yokmuş. Oysa otobüslerle turistler geliyormuş burayı gezmeye, keşke tabelalar, broşürler olsa. Hatta aklıma bir de tanıtıcı kısa film geldi. Turlar geldiğinde böyle bir film izlemeleri ne kadar güzel olur. Alt tarafı bir bilgisayar ve de bir projektör gerekiyor. Bunun gerçekleştirilebileceği çok uygun bir bina da var köyde. Kültür Bakanlığı ilgilenir mi acaba?
Epey uzun bir süre kaldım imam ve eşinin yanında. Onları da “insan manzaraları”na ayrıca yazmayı düşündüm ama görevleri gereği belki uygun düşmez, onlara sıkıntı verebilir diye vazgeçtim. Ancak zihnimdeki ‘nasıl katkıda bulunabilirim’ düğmesine bastılar, yolda epey düşündüm, önüme çıkan katkı fırsatlarını da değerlendirdim ama daha kimbilir yapabilecek neler var!
Sidyma- Bel parkuru:
O gün Cuma, Cuma namazı var camide. Meğer Bel’de kalacağım kişi Cuma namazına gelmiş, benim yola çıktığımı söylemişler. Yanımda bir motosiklet durdu. “Bize geliyormuşsunuz, atlayın, götüreyim” dedi Ali Bey. Teşekkürler ettim ancak yürümek istediğimi söyledim. Bir anlam veremedi, sonunda beni değil ama sırt çantamı götürmesi orta noktasında buluştuk. Yaşamdan gelen bu desteğe de teşekkür edip, yola devam ettim.
Sidyma’dan sonra yol kuru bir dere yatağından ormana giriyor. Ağaçlıklı, çok güzel bir yol. Orman yolu papatya tarlası gibi. Kayaların arası papatya dolu. Böyle güzellik görmedim. Hoplaya zıplaya neşe içinde yürüyorum.
Bir ara Kate’in kitapta “Siklamenlerden, süsen (iris) çiçeklerinden parkuru bulursunuz” dediği yere geliyorum, haklı. Her yer süsen çiçeği ve siklamen dolu.
Sırt çantamı verirken, bel çantamda acil durumda gerekecek her şey var diye düşünmüş, içim rahat yola çıkmıştım. Ancak Murphy kuralları devam ediyordu. Uzun, yaşlı ağaçların olduğu çok güzel bir yere varmıştım ki, yağmur çiselemeye başladı. Tabii yanımda yağmurluk yok. Önümde ne kadar yol olduğunu da bilmiyorum. Bu ders olsun bana diyerek, hızlı hızlı yürüdüm. Çok güzel çayırlıklar geçtim. Zihinde endişe olduğunda nasıl da güzellikleri göremediğini fark ettim yine. Oysa endişelensem de, endişelenmeyip güzelliklerin keyfine varsam da, ne olacaksa o olacak. Islanacaksam, ıslanacağım. Endişelenince de daha hızlı yürüyemiyorum zaten. Hızım her iki halde de aynı. Yaşamda olanı değiştiremediğimiz hallerde, bu süreci hangi ruh iklimiyle yaşayacağımız kendi elimizde. Sanırım özgürlük de bu demek.
Yürüye yürüye bir toprak araba yoluna vardım. Bir süre sonra da tam bel gibi bir yerde evler göründü. Yağmur çiselemekle kaldı, pek ıslanmadım.
Bel’de konaklama- Ali Yaraş’ın evi:
Çantam benden önce baş köşeye kurulmuş. Ali Dayı beni hep gülen yüzüyle karşılıyor. Kızı Emine sessiz sessiz babasının arkasından beni süzüyor. Tam bir köy evi. Akan su yok. Musluklu bidondan akan suyla eller yıkanıyor. Sandaletlerimi giyiyorum ve Yasin’e vardığımı haber verebilmek için cep telefonunun çektiği bir yer bulmak üzere Emine ile tepelere doğru yürüyoruz. Emine Likya yolu karakterlerinden biri. Temiz gönlü beni etkiliyor.
Evde tüp, ocak yok. Yemekler odun ateşinde. Yemeği yer sofrasında ortak tabaklardan yiyoruz. Tabaktakiler azaldıkça Emine içeri gidip biraz daha koyuyor. Emine çok özeniyor. Beni rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor. Çeşit çeşit yiyecekler var. Tavuk ve patates kızartması da var. Tavuk yemediğimi fark eden Emine, bunun kısmetim olduğunu ve yemem gerektiğini söylüyor. Bir parça tavuk yiyorum, 16 sene sonra ilk defa- Emine’nin hatırına. Ona bunu söylemiyorum.
Odun sobası var. Tek oda ısınıyor. Gece hep beraber sobalı olan odada televizyon seyrediyoruz. Hava durumunu merak ediyorum, zira buraya gelirken hava iyi bir çiselemişti. Tam hava durumunu gösterecek, televizyon simsiyah oluyor. Hemen evin oğlu uydu alıcısına koşuyor, bir oradan vuruyor, bir buradan. Hiç tık yok. Ali Dayı üzülüyor ama ne fayda. Alıcı iyice bir hırpalanmakla kalıyor.
Sohbet ediyoruz. Ali Dayı “Bu köyden bir memur çıkmadı” diyor. Oğlu Cumhur sessiz, utangaç bir çocuk, okuyor. Matematik öğretmeni olmak istiyor. Ali Dayı “Şu köyden bir memur çıksa” deyip dizine vuruyor, bir yandan da muzip muzip oğlu Cumhur’a bakıyor. Cumhur’un dolduruşa gelecek hali yok, kendi halinde, kendi odağında bir genç gibi duruyor. Yolu açık olsun.
Ali Dayı, askerliği piyade olarak yapmış. Askerdeyken, görevli olduğu geminin epey büyükçe bir maketini yapmış, üzerine de kibritler yapıştırmış. Nasıl müthiş bir emek. Yıllar içinde orası burası kopmuş ama flamaları, topları, kapıları ile ciddi bir maket. Gururla gösterdi. Ben de hayranlıkla, saygıyla baktım. Sabır ürünü her şeye büyük hayranlık duyuyorum. Zira sabırlı olmanın bazen benim için ne kadar zor olduğunu yaşadım, biliyorum.
Sonra uzun uzun aile fotoğraflarını gösteriyorlar. Turistler çekmiş çoğunu ve göndermişler. İyi ki de sözlerini tutup göndermişler, şimdi ailenin elinde birçok fotoğraf olmuş.
Saatler ilerleyince, Emine yer yatağı serdi, incecik bir şilte. Üzerime de bir yorgan verdi. Benim kaldığım odada soba yok. Soğuk. Uyku tulumumu çıkarıyorum tabii. Yer sert. Gece belim çok ağrıdı, ağrıdan pek az uyuyabildim. Burma’ya inziva için gittiğimde, biraz da kendi yanlış anlamam nedeniyle 5 hafta tahta üzerinde incecik bir hasırla uyumuştum. Şimdi nasıl oluyor da bir gece bile sert zeminde bel ağrısından uyuyamıyorum! Her şey nasıl da değişiyor, koşullar aynı kalmıyor. Sağlığın kıymetini bilmek gerek, hatta sağlıkla çalışan tüm organları ara ara kutlamak gerek. Oysa hiç aklımıza gelmiyor değil mi! Yaşamın koşuşturmasında, hay huyunda ancak bizi zorlayanları görüyoruz da, aslında yaşadığımız mucizeleri görmüyoruz. Dönüşte ajandama yazayım, hiç olmazsa haftada bir randevu vereyim bedenime, tek tek organlara teşekkür edip, gülümseyeyim hediye kabilinden.
Ali Dayı’ların evinde telefon var, ancak şehirlerarası aramaya kapalı, İstanbul’u arayamadım. Yine de şehir dışından onu aramak mümkün. Kendisiyle irtibata geçmek isteyenlere telefon numarasını verebilirim.
Bel:
Köyün çoğu, özellikle genç nüfus domates seralarında çalışmak üzere köyden gitmiş. Köyde su yok, tankerle başka bir yerden geliyor. O yüzden doğru dürüst tarım yapılamıyormuş. Kendilerine kadar sebze, hayvanlarına kadar fiğ (hayvan yemi olarak kullanılan mor çiçekli bitki) ekmişler. Dağların ortasında tam ismine uygun bel gibi bir yerde. Havası çok güzel hakikaten. Güzel bir enerjisi var. Mahalle statüsünde olduğu için, kendi muhtarı yok, başka bir mahalledeki muhtara bağlılar. Bir de köy dedikodusu (gerçi keşke dedikodu olsaydı, oysa gerçek): 4 dönem muhtar gelmiş geçmiş, sağlık ocağını tamamlayan olmamış. Dünya kadar da para alınmış anladığım, inşaat şimdi öyle çürüyormuş.
Cep telefonu çekmiyor. Ancak tepede bir yerlere tırmandık Emine ile, uzun uğraşlar sonucu bir yerde birkaç saniye çekti, sonra sinyal yine kayboldu.
Öyle güzel anlatmışsınız ki sanki insan yaşıyor. Özellikle organlara teşekkür kısmı güzel bir hatırlatma oldu:)
YanıtlaSil