29 Eylül 2007 Cumartesi

Antalya, Geriye Dönüp Bakış ve Yaşama Teşekkür

28 – 29 – 30 Nisan 2007

Sundance’te gömlek yakma merasimi :) sırasında, ateş yaktığımı düşünüp, merak eden birkaç yabancı genç geldi yanıma. Konuştuk biraz. Birisi bu yürüyüş yolunu ortaya çıkaran Kate Clow’un yeğeni çıkmasın mı? Üstelik Kate yeğenini Antalya’ya götürmek üzere bir sonraki gün Sundance’e geliyormuş. Ben de zaten Antalya’ya yüzümü dönmüştüm. Böylece herhalde kozmik bir düzenleme ile Kate’le tanışmış oldum, beni de minibüsle Antalya’ya bıraktılar. Kısa karşılaşmamızda, ona hayallerini takip ettiği için teşekkür etme fırsatı buldum.

Kate’in önerisi ile Antalya’da Kaleiçi’nde Sabah Pansiyon’da (0242 247 53 45 - http://www.sabahpansiyon.8m.com/ ) kaldım. Rahattı. Açık büfe kahvaltısı da epey zengindi. Hatta çok şanslıydım, sahibinin hazırladığı kırmızı biberli değişik bir humusu yemek de kısmet oldu, çok lezzetliydi. Pansiyonun yakınında birkaç internet cafe var. Civarda en azından 3 hamam var. Bu yolculuğun tozunu ancak hamam paklar diye düşündüm ama yine de İstanbul’a bıraktım hamamda terleme işini…

Antalya’yı tanımıyormuşum, hep başka yerlere gitmek için, gelmiş, hemen gitmişim. Gezdim biraz. Kaleiçi’nde çok güzel eski evler var, çoğu restore edilmiş. Kaleiçi’nin hemen altı da liman. Limanın iki yanında güzel çay bahçeleri var. Manzara harika. Karaalioğlu Parkı da çok güzel. Hem palmiyelerin, çamların, selvilerin gölgesi altında oturmak mümkün, hem de deniz göz alabildiğine uzanıyor insanın önünde. Karşıda dağlar karlı karlı. Öyle heybetliler ki, önlerindeki binalar minicik kalıyor, oyuncak gibi.

İstanbul’a yumuşak bir geçişle dönüyorum yani.

Antalya’da karnımı doyurmak biraz mesele oldu. Her yer kebapçı görebildiğim. Etsiz bir yemek aramaktan bıkmış bir halde öylesine dolanırken, minik bir lokantanın (Kerasus Restaurant- 0242 248 23 66) tabelası dikkatimi çekti, nohut pilav gibi bir şeyler yazıyordu. İçeri girdim. Etsiz bir şeyler yemek istediğimi söyledim. Giresun’dan gelmiş bir karı koca işletiyor burayı. Bana özel olarak kiraz kavurması hazırladılar. Hiç duymadığım bir yemek. Çok değişik ve güzeldi. Bildiğimiz kiraz meyvesini kavurarak yapıyorlar bu yemeği, ancak onların kullandıkları sarı renkli kiraz anladığım. Meğer kirazın anavatanı Giresun’muş. Uzun uzun da sohbet ettik sahipleriyle, Giresun’a ilişkin, Türkiye meselelerine ilişkin. Ertesi gün için de beni karayemiş (taflan) kavurması yemeye davet ettiler. Gittim, o da lezzetli bir yemekti. Ne yiyeceğim diye dolanırken, karşıma ne güzel hediyeler çıktı. Lokantanın sahibi Tuncay Bey’in eşi bana bir de 207 çeşit turşusu olan Yeşil Fıçı Turşucu Restaurant diye bir yer önerdi. Dedeman yolundaymış. Ama oraya gidecek fırsatım olmadı.

Döndükten sonra

Şimdi geriye dönüp de baktığımda, neyi farklı yapmak isterdim?

Sanırım çok daha fazla gündoğumunda kalkmayı ve güneşin doğuşunu seyretmeyi isterdim.

Zihnimin yürüme hevesini duyar ama bedenimin dinlenme ihtiyacını da karşılayacak fırsatlar yaratırdım. Daha çok dururdum yani. Daha çok seyrederdim.

Bilinmeyen korkusu geldiğinde, bu korkuyla şefkatle otururdum. Hiçbir şey yapmadan, öylece, şefkat ve sevgiyle otururdum yanında.

Daha da bir şey yok, dahası can sağlığı.

Bir de daha sonra DAG’ın eğitimlerinde öğrendiğim teknik birkaç uygulamayı farklı yapardım.
* Yürümeye başlamadan 1-2 saat önce 200 gr kadar karbonhidrat ve protein almak uygun, dediler.
* Susuz kalmak (dehidre olmak) sonuçları tehlikeli olabilecek bir durum. O yüzden 30 dakikada bir 200 cc gibi su içmenin uygun olduğunu anlattı Ural eğitimde, buna dikkat ederdim.
* Beden saf suyu tutamıyor, elektrolitler bedenin suyu tutmasında önemli. Baharatlar, tuz, şeker elektrolit dengesini sağlıyor. Buna dikkat ederdim.
* Bir de “1.5-2 saatte bir büyük bir mola verebilirsiniz”, demişti Mustafa. “Aralarda da çok kısa süre durabilirsiniz.” Ancak çok sık büyük mola vermek kasları soğutacağı için uygun değilmiş. Ben daha ziyade mola vermeyerek diğer uca gitmişim.

Yaşama Teşekkür

Kate Clow’a şahsen de teşekkür edebilme fırsatım oldu, ama bir de mesaj yazdım döndükten sonra. Kendi olma cesaretini gösterdiği, hayalinin peşinden gittiği, onca sene sabırla emek verdiği ve bu süreçte karşılaşmış olabileceği engellere takılmadığı, hayalini eyleme geçirdiği için gönülden teşekkürüm var ona. Onun hayalini gerçekleştirmesi benim de hayalimi gerçekleştirmeme etki etti. Belki benim de hayalimi gerçekleştirmem, bu satırlara gözü değen içinizden birilerini de etkileyecek. Kimbilir.

Kate’in yanında bu yolu işaretlemiş olanlara ve işaretlerin bakımını yapanlara da teşekkür. Hatta kırmızı beyaz boyalı işaretlerin olmadığı yerlerde üst üste taşları koyarak yol gösteren nice meçhul kişilere de can-ı gönülden teşekkür. Bu sistem beni çok etkiledi. Tam bir ekip çalışması ve tamamen gönülden gelen bir eylem. Kimse o taşları kimin koyduğunu bilmeyecek, hatta belki kendisi de o yoldan bir daha geçmeyecek ama bu katkı ardından gelenlerin yolunu çok kolaylaştıracak. Ne harika bir bilinç. Üstelik bunu yapmak her zaman da kolay değil. Bazen işaret olmadığında bir sonraki işareti bulabilmek için epey yürümek gerekiyor. İşareti görebildiğin yerde bu taşlarla işareti yapmanın bir manası yok, o yüzden tüm o yolu geri yürüyüp, bir önceki işaretten rahatlıkla görülebilecek bir yere bu taşları dizmek gerekiyor. Tüm bu emeği gösterenlerin de kendi yaşam yollarında destekleri, kolaylıkları bol olsun.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:

Garanti Bankası yolun sponsorluğunu yapmış. Şimdi de parkurların girişlerindeki tabelaların bakımı için sponsorluk yapıyormuş. Anladığım kadarıyla rehber Ersin Demirel bu tabelaların bakımını özenle yapıyormuş. Garanti Bankası’na da, Ersin Demirel’e de teşekkür. Gönül isterdi ki, Garanti Bankası işaretlemeler için de her yıl sponsor olsa. Zira işaretleri uzun süre aramak zorunda kaldığım yerleri yazdım, belki bir düzelten olur diye. Kate iki yılda bir kez gönüllülerle bakım yaptıklarını söyledi. Yolu en başta açmak çok önemli, ancak onu açık tutmak ve geliştirmek de bir o kadar önemli. Böyle bir çalışma ne kadar sponsorluk gerektirir ki? İlgilisine ulaşması dileğiyle.

Kültür Bakanlığı da Likya Yolu’nun ortaya çıkma ortağı anladığım kadarıyla. Araya seçimler girdi, teşekkür yazamadım daha. Türkiye’nin tanıtımı için çok güzel fırsatlardan biri. Bunu yalnızca yabancılara değil, Türkiye’de yaşayanlara da tanıtmak için çalışmalar yapılıyordur belki, daha da gelişir umarım.

Dönüşte yazıştığım Ersin Demirel 2000 yılında NTV desteğiyle yaptıkları Likya Yolu belgeselini gönderdi. 9 bölümde anlatmışlar yürüyüşü. Metinler, görüntüler, müzik harika. Seyrederken, yüreğim kabardı, genişledi, coştu yine. Emeği geçenlere çok teşekkür.

Kıvılcımı getiren ve yolculuğa birlikte başladığım Lale’ye, yolculuğumu İstanbul’dan gün gün takip eden Yasin’e, Ayşe’ye, Jale’ye, bilgi desteği için DAG grubuna, yol sırasında bilgi desteği için Kemal Bey’e, Özkan Bey’e, yol arkadaşlığı ve harika fotoğraflar için Rita’ya, yine derin sohbeti ve fotoğrafları için Itzik’e, yolda nice paylaşımlar yaşadığım fark ettiğim, fark etmediğim tüm varlıklara, bu satırları yüreklerini açarak okuyan herkese gönülden teşekkür.

Her son bir başlangıç

Hepimizin özgürlük yolunda cesaretimizin, azmimizin, desteğimizin, neşemizin bol olması dileğiyle…

28 Eylül 2007 Cuma

Tekirova- Phaselis- Tamamlama

26 Nisan 2007

Tekirova’nın merkezinden ana yola doğru çıkarken, sağda Belediye binasını ve Jandarma’yı geçtikten sonra, yine sağda Likya yolu tabelası var. Phaselis 3 km yazıyor. O yolu dümdüz takip ettim, bir yerde sağa saptım, o sapakta Sundance’in tabelası var, ‘1700 metre kaldı’ diyor. Portakal çiçekleri kokusuyla mest olduğum o yolu bitirince, sola saptım.

Tam Sundance’e gelmeden hemen önce solda bir çayırlık var, aklım gitti. Doğa ressamı abartmış diyeceğim, öyle bir manzara, ‘onu da koymuş, bunu da’. Geniş bir çayırlık canlandırın gözünüzde, ortada herhalde iki insanın zorlukla kucaklayabileceği kalın gövdesiyle yaşlı bir çınar ağacı, şimdi de çayırlığı beyaz papatyalar, kırmızı gelincikler, parlak sarı çiçekler, koyu mor çiçekler, yeşilin çeşit çeşit tonu ile doldurun. Yetmedi üzerinde de tarçın renkli atlar otlasın. Arkada da yemyeşil yumuşak kıvrımlı, kat kat tepeler olsun. Uzun uzun içime çektim bu güzelliği, yine kalbim doldu doldu taştı.

Yola çıktıktan 45 dakika sonra Sundance’teydim.

Sundance Konaklama

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden: Ağaç evler

Oldukça rahat bir yer. 45 dakika kadar ilgili kişiyi bekledim bahçede. Ama acelem yok zaten. Burası bu uzun yolculuğu tamamlayacağım yer, iyice anladım. Küçük bungalovlar var. Bir de her yanı açık ağaç evler. Çadır da kurulabiliyormuş. Çevresi orman, önünde sahil var. Yanından bir dere geçiyor. Yemekleri güzel.

(Sundance: Gülden Miller - 0242 821 41 65- 821 55 27 http://www.sundancecamp.com/ )


Tamamlama

Tüm yolculuk boyunca ilk defa denize girebildim. Phaselis ile Sundance arasındaki ilk kumsaldayım. Arkam çam ormanı, onun arkasında Tahtalı Dağı görünüyor denize girince. Koyun iki yanı da çam ormanı. Dalga sesinden başka ses yok. İleride bir balıkçı olta atıp duruyor. Phaselis’i gezmeye giderken, “Rastgele” demiştim, dönüşte bana bir portakal verdi. Kumsalda oturup, onu yedim. Güneş güzel ısıtıyor. Denize bakıyorum, denizin içinde yüzlerce gökkuşağı çubuğu. Daha önce pek çok kez gördüğümü hatırlıyorum bu harika ışık oyununu, ancak bu kez kalbime dokunuyor. Kumların içinde papatyalar açmış. Koyu gri kumların içinde beyazı iyice patlamış papatyalar… Sağım solum önüm arkam sevgi…

Sundance’te iki gün kaldım. Günlüğüme şöyle yazmışım; “Çantasız hayat öyle hafif ki- hani 5 kilo verir de kuş gibi hafif hisseder ya insan, yürüyüşü bile değişir. Bugün baktım kendime, sekiyorum resmen :)” Çantam ile birlikte zihnimdeki çeşitli yükleri de bırakmış olabilir miyim…

Phaselis’i gezdim bir gün. Tiyatroda oturdum uzunca. Siyahlı beyazlı bir kedi de üst sıralardan birinde uyuyordu, gösteriyi beğenmemiş olacak! Phaselis’te gül yağı üretirlermiş. Her yer güldü demek ki, gül kokusu içinde bir şehir. Konum olarak da harika. Yalnız şehir halkının namı pek hoş değil, açgözlü oldukları dedikodusu varmış. Ne ilginç, doğayla iç içe olmanın insanın sevgi kapasitesiyle doğrudan ilgisi yok belki de. Gül yetiştirmek, gül yağı yapmak ne kadar insanın gönlünü açacak bir iş gibi görünüyor ama herkes şelaleden kabı oranında ışık alıyor…
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Phaselis


Kuş kitabı buldum Sundance’in kitaplığında, hemen yolda gördüğüm kuşlara baktım, bir kısmını buldum sanırım. Ama tabii kitabın bana sorduğu pek çok soruyu cevaplayamadığım için, bazı kuşları adsız sevmeye devam edeceğim…

Bir de ağaç kitabı buldum. Oradan da yolda gördüğüm ve hatırlayabildiğim ağaçların isimlerini bulmaya çalıştım. Eh, birkaçıyla tanıştım ama diğerleri isimsiz kahramanlar…

Krishnamurti’nin bir nesneye isim verdiğimiz an’da ona ilgimizin söndüğüne ve artık onu fark etmemeye başladığımıza ilişkin bir tespiti var. Nerede okuduğumu hatırlayamadığım için, kelime kelime yazamıyorum. Yine Thich Nhat Hanh buna güzel bir örnek verir: “Geçen yıl ormanda bir grup çocukla yürürken, küçük kızlardan birinin uzun uzun düşündüğünü fark ettim. Sonunda bana şöyle sordu, “Bu ağacın kabuğu ne renk?” “Gördüğün renkte” dedim. Onun tam önündeki harika dünyaya girmesini istiyordum. Başka bir kavram daha eklemek istemiyordum.” (Buda’nın Öğretisi, s.68)

Bunları biliyorum, diğer yandan bir kuşu ya da ağacı tanımlamaya çalışırken, onunla nasıl bağlantı kurduğumuzu da biliyorum. Nasıl daha dikkatli baktığımızı, baktıkça yabancılığını, ayrılığını kaybettiğini biliyorum. Gözlem gücünü geliştirdiğimizde, her şeyi daha açıklıkla görebildiğimizi ve yaşama da o açıklık, netlikten gelen tepkiler verebildiğimizi biliyorum. O yüzden bir fırsat olursa, bir dahaki sefer yanımda ağaç ve kuş kitabı götürmek niyetindeyim.

Yolun başında bir liste yapmıştım: “iyi dilek listesi”. 14 yıldır tanıdığım, İngiliz annem diye sevdiğim Mrs. Twiss’in böyle bir dua listesi varmış, onu son ziyaretimde benimle paylaşmıştı. Her sabah kalkar o listedekilere dua edermiş. Hoşuma gitmişti. Bu yolculukta ben de böyle bir “iyi dilek listesi” yaptım. Ailem, dostlarım, tanıdıklarım, yolda tanıştıklarımla uzunca bir liste. İçimden geldiği her yerde bu kişilere iyi dilekler göndermiştim. Bu kez kumsalda oturup, her biri için uzun uzun dileklerde bulunup, denize birer taş attım adlarına. Onlara ulaştırmak üzere de birer taş aldım.

Böyle böyle tamamlama yolunda ilerliyordum. Neredeyse bir aydır yoldayım, kendime birkaç soru sordum kumsalda:

* Bende ne kaldı bu yolculuktan?
* Neleri geride bıraktığımı düşünüyorum?
* Yaşama ne taşıyorum bu yolculuktan?

İçime gelenleri yazdım.

Daha önceki inzivalarımdan deneyimlediğim, kimliğimdeki, yaşamımdaki değişimi ancak birkaç ay içinde görebildiğim, hatta daha ziyade başkalarının görebildikleri. Dönüşüm Oyunu’nun en eski kolaylaştırıcılarından Judy McAllister‘in bu konudaki tespiti bana çok yakın gelmişti. Demişti ki Judy, “Kendimdeki değişimi günlük yaşamda yakalamam her zaman mümkün olmuyor, zira sürekli kendimle yaşadığım için küçük değişiklikleri fark etmiyorum. Ancak ne zaman ki eskiden yoğunlukla yaptığım ama bir süredir yapmadığım bir şeyi yapıyorum, değişiklikleri netlikle görebiliyorum.” Ben de günlük yaşam içinde tutumumdaki, zihnimdeki, eylemimdeki değişiklikleri göreceğim herhalde.

Yine de yola çıktığım niyetle ilgili neredeyim diye bakıyorum ve aslında tüm yolculuk boyunca bu niyeti dolu dolu yaşadığımı fark ediyorum. Tüm yol boyunca canlılık hissettiğimi fark ediyorum.

Sizlerle paylaşabileceğim birkaç değişiklikten biri, merak duygusu. Merak duygusu yaşamı canlı kılan ve bilgelik yolundaki gelişmemizde de önemli yeri olduğunu düşündüğüm bir duygu. Ancak burada elbette ki sağlıklı meraktan söz ediyorum. Vipassana inzivaları sırasında nasıl nefes alıyorum, nasıl görüyorum, nasıl yürüyorum, kızdığımda bedenimde neler oluyor diye merakla gözlem yapıyordum. Ancak bu yürüyüş sırasında fark ettim ki, günlük yaşamımda bu merak duygusu körelmeye başlamış. Zen öğretisinde “başlangıç zihni” diye bir kavram vardır. Benim anladığım, bunun anlamı yaşama önceden bir yargı, düşünce olmadan, saf bir zihinle bakabilmek. İşte merak da sanki bunun bir özelliği.

Yol boyunca gelişen bir yanım da bilinmeyen karşısındaki rahatlık duygusu. Yaşamımın birçok döneminde kendi güvenlik alanımdan çıktığım nice vesile oldu. Ancak hala gelişecek ne çok yer varmış. Buna biraz şaşırdım, biraz da korkunun üzerimizdeki etkisini daha yakından bir kez daha görme fırsatım oldu.

Connecting with Nature kitabında (s.8) der ki, “Doğayla bağlantımız yalnızca bedensel değildir, zihnimiz, kalbimiz ve ruhumuzla da bağlantıdayız doğayla. Ve hepimizin çevremizdeki yaşamla iletişim kurma, sırlarını anlama, anlamlı ve hizada yaşamamıza yardımcı olacak bilgi ve içgörülere ulaşma yeteneğimiz var.” Ne demek istediğini daha derinden anlıyorum şimdi.

Yolda işaretleri izlemeye çalışa çalışa, kaybolup, tekrar bula bula, yaşamda da işaretleri izleme becerimin geliştiğini fark ettim. Hele dönüşte bu daha da belirgin oldu.

Bir de yaşamımın belki de hiçbir döneminde olmadığı kadar rahat alabildiğimi, kabul edebildiğimi ve verebildiğimi gördüm. Daha önce de yazdım ya, kendimi bir arı gibi hissettim çoğu zaman. Oradan oraya malzeme, bilgi, enerji taşıyıp durdum. Yolda gördüğüm birçok insan, hayvan, bitki de bana birçok şey ikram etti. Gönül rahatlığıyla ve büyük bir keyifle bunları kabul edebildim. Ne büyük özgürlükmüş kabul edebilmek. Ve aslında kibirin insanın üzerinden pul pul dökülmesiymiş.

Ve kalbimin nasıl büyüdüğünü hissettim yol boyunca. Nasıl sevgiyle, şükranla, şefkatle, anlayışla dolduğunu. Daha ne isteseydim ki.

Bambaşka bir insan oldum mu? Bilemem ancak şimdi bunları yazarken biliyorum ki başka bir yerdeyim kaç aydır ve bilincim de geri düşmedi şimdiye kadar. Zira yine inzivalardan biliyorum ki, bazen farkındalık artıyor, frekans yükseliyor ancak orada odaklanamadığım için, kalıcı olmuyor. Tabii ki o deneyimleri yaşamak çok önemli. Ancak kalıcı değişiklikler için, odaklanmak şart. Farkındalık çalışmalarında verdiğim örneklerden biriydi: Bir yemek pişirmek istiyorsak, ocağın altını ikide bir de açıp kapamak olmaz. Yemek o zaman pişmez. Ancak belli bir süre belli sıcaklık odaklanırsa, yemek pişer. Hepimiz de kendi üzerimizdeki çalışmalardan biliriz, kalıpları kırmak, değişiklik gerçekleştirmek için, belli davranışları bir süre yapmak ya da belli bir gerçekliğini belli süre görmek gerekir. Gerekir demek istemiyorum da, ancak böyle değişiklik olduğunu görüyorum diyeyim. Hatta bir bilgiye göre beyinde istenilen yeni nöronların oluşması için 21 gün sürekli aynı davranışı yapmak gerekirmiş.

Bu hesaba göre 1 aylık yürüyüş birkaç nöron değiştirmiştir herhalde beynimde :) Burada iki nokta üst üste ve açık parantez yetmedi, içimdeki kahkahayı da yazayım: ha ha ha…

İlk soruya verdiğim cevapların ancak bu kadarını paylaşabiliyorum sizinle.

İkinci soru; ‘Neleri geride bıraktığımı düşünüyorum?’ idi. Cevap çok basit oldu:
Geride kalanlar.

Üçüncü soru: Yaşama ne taşıyorum bu yolculuktan?
İlk soruya verdiğim cevapları ve kendim olma cesaretini.

Son gece de bir küçük ritüel yapmak istedim tamamlamaya dair. Gömleğim epey yıpranmıştı. Ve bu yolculuğun benim için bir nevi “gömlek değiştirme” olduğunu tahmin ediyordum. Yılanların dar gelen derilerini değiştirmeleri gibi yani. Gülden Hanım’a odamdaki sobada gömleğimi yakıp yakamayacağımı sordum. Bahçede ateş yakılan yerin daha uygun olacağını söyledi. Son gece ortada kimsecikler yoktu, gömleğime ve tüm emeği geçenlere teşekkür ederek, gömleğimi yaktım. Yolculuk tamamlanmıştı bana göre…

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:


Her tamamlama, bir başlangıç belki… Yaşam bir süreç, devam ediyor…

Son günlerde ‘şimdi ne olacak düşünceleri’ de zihnimi ara ara istila etmeye başlamıştı. Dönüşte ne yapacağım? Nereye akacağım? Yaşamım epey bir zamandır beyaz sayfalarla dolu bir macera gibi. Şimdi açılan sayfaya ne yazacağım?

Ayrılacağım günün sabahında bahçede keyif kahvesi içiyordum, bir yandan da notlarımı yazıyordum. Orada tatil yapan bir kız geçti yanımdan. Bir saat kadar önce ata bindiğini görmüştüm, önde hocanın atı, arkada bu kız kızıl bir atta, epey keyifli görünüyordu. Yanımdan geçerken, bu görüntüye ilişkin bir şeyler söyledim, biraz lafladık. Ata binerken, kendisini en çok neyin etkilediğini sordum. “En önemlisi kontrolü ata bırakabilmek, korkuyu bırakmak”, dedi. “Teslimiyet yani”, dedim. “Evet” dedi. “İkincisi de ritim”, dedi. “O ritme uyabilmek çok önemli”…

Eh yaşam derslerinin nereden geleceği belli olmuyor. Bundan sonrası için yaşama teslimiyet gerekiyor belki de her zamanki gibi… ve yaşamın ritmine uymak…

26 Eylül 2007 Çarşamba

Likya Yolunda Korktuklarım

Bu yolculuğa ilişkin önceki yazıları okuduysanız, yalnız başına yürümeye başladığım ilk günlerde bilinmeyen korkusunun ziyaretine evsahipliği ettiğimi hatırlarsınız. Bir de çoban köpeklerine ilişkin çok tedirgin olduğumu da yazdım birkaç kez. Yolculuğun bu anına kadar da hiç bir köpek saldırısına uğramadığımı da gördünüz. Bugün de bu yolculukta beni başka neler korkuttu, onları paylaşayım istedim.

Bir keresinden Bel’den yola çıktım. Tepeye vardım, ormanın içine girdim. Muhteşem bir ortam. Yaşlı, upuzun ağaçlar arasından yürüyorum. Arkamdan pat pat bir ses. Durdum, döndüm, ilerideki çalılıkların ardına bakmaya çalıştım. Bir şey göremedim. Ses de kesildi. Tekrar yürümeye başladım. Kısa bir süre sonra tekrar pat pat. Yürüyorum ses var, duruyorum ses kesiliyor. Sanki biri bir tenekeye vuruyor. Aklıma “Dağda akli dengesi yerinde olmayan biri var herhalde, benimle dalga geçiyor” düşüncesi geldi. Huzursuz oldum. Allahtan kısa sürdü. Zira ansızın bu pat pat sesinin çantamın serbest kalmış kayışlarından geldiğini fark ettim :))))

İkinci bir olayda ise, bir patikada yürüyorum. Hafifçe tıslama gibi bir ses geliyor arada. Yılan falan olur diye ürktüm. Ara ara böyle bir ses çıkıyor, anlık geriliyorum. Ama yola da devam ediyorum. Sonra bu sesin gömlek cebimdeki düdüğün içindeki bilyeden çıktığını anlayınca, kendime uzun uzun güldüm tabii.

Yine korktuğum anlardan birisi de yürürken, birkaç kere garip bir fıs sesinin çıkmasıydı. Aman derken, bir bakayım ki içi sünger gibi olan bir dalın üzerine basmaktaymışım, o fıslıyormuş.

Bir keresinde de yine tıngır mıngır yürüyorum. Tuhaf, boğuk bir ses beni takip ediyor. Her zaman değil ama ara ara duyuyorum. Yine kulakları diktim, ne oluyoruz diye alarma geçtim. Neymiş? Çantanın iç kısımlarındaki yarı boşalmış su şişesinin içindeki su sesiymiş.

Hatırlayabildiğim korkuların da hepi topu bunlar işte. Yani anlayacağınız, beni korkutanlar yine kendi çıkardığım seslerdi… Yolda başka da korkutucu bir şeyle (köpekleri hariç tutarsak) karşılaşmadım…
Yaşam da böyle değil mi? Yaşamda bizi en çok korkutanlar gerçekler değil de, kendi zihnimizin hikayeleri değil mi! Hangimiz gerçek tehlikelerle karşılaşıyoruz ki? Karşılaşsak da, Allah aşkına tüm yaşamımızda kaç defa? Gerisi hep zihnin hikayesi, hep zihnin hikayesi...

25 Eylül 2007 Salı

Çıralı- Tekirova

25 Nisan 2007

Patika çok güzel başlıyor. Arkada Çıralı, Olympos kumsalı. Harika görüntüler. Yol boyu mor çiçekli karabaş otu, sarı çiçekli geven. Güzel kokular geliyor burnuma. Aşağı yukarı 45 dakika sonra geldiğim yer daha da muhteşem. Tahtalı Dağı tüm haşmetiyle duruyor. Tahtalı Dağı’nın asıl adı Olympos’muş, yani Uludağ. Aynen öyle ulu ulu duruyor. Önünde çam ağaçlarıyla kaplı tepeler denizi kucaklamış; deniz yeşil, lacivert, krom-mavi ebruli. Manzara yüreğimi kabartıyor. Bir yandan da deniz şıpırtısını duyuyorum, sesli bir tablo gibi. Bu güzellik yüreğime sığmıyor, yüreğimin kabı küçük kalıyor. Güzellik yüreğimi genişletiyor sanki, fiziken bile hissediyorum bu büyümeyi…

Şimdilerde var mı bilmiyorum, çocukluğumda kar manzaralı kartpostalların üzerine sim yapıştırırlardı. Patikanın iniş kısmında yollar aynen öyleydi. Hatta bir ara “aman yollarıma sim dökmüşler” diye havalara girdim :)

Bu yolculuk boyunca Tahtalı Dağı’na önceleri pek önem vermedim. Bir dağ diye baktım. Ama sonra sonra bir yol arkadaşı oldu bana. Yollarda kayboldu mu gözüm arar, ortaya çıkınca da sevinir oldum. Yaşamda da insanın böyle referans noktalarına ihtiyacı oluyor galiba. Bunlar yitince, bir kaybolmuşluk hali hissediliyor. Niye böyle diye düşündüm. Yine tanıdıklık, bildiklik duygusunun verdiği güven hissine vardı düşüncelerim. Yaşamda her şey değişiyor, değişmediğini düşündüğümüz bir şeyin olması bizi rahatlatıyor belki. Benim için de yolda manzaralar değişiyor, ancak ‘hah Tahtalı orada, bildik bir yüz’ deyip rahatlıyordum belki. Değişimin akışına kendimizi bırakmak pek kolay değil galiba… Oysa başka ne gelir ki elimizden, her şey değişiyor, her an “bilinmeyen” bir alan… Güvenli, bildik alanları terk etmeden, kendimizi nasıl keşfedeceğiz? Belki de referans noktası diye seçtiğimizin ne olduğu önemli, mekan mı, kişi mi, mal mı, iş mi, para mı, ün mü, ilkeler mi, farkındalık mı?

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:



Yol epey iniş çıkış ama manzaralar çok güzel. Maden Koyu’na vardığımda birkaç balıkçı kulübesi gördüm. Denizde balık üretimi yapılıyor, büyükçe yuvarlak ağlar var. Beni gören üç balıkçı kulübeden dışarı çıktı. Ayaküstü lafladık. İçlerinden biri pek komikti. Bana oldukça ciddi bir yüzle: “Bu yolu yürümeye mecbur musunuz?” dedi. Birkaç cümleyle niye yolda olduğumu anlatayım dedim, meydan vermediler: “Devlet mi size ‘yürü’ dedi? Araştırma mı yapıyorsunuz? Kitap mı yazacaksınız? Tarih öğretmeni misiniz?”. Açıklamaya çalıştım. Yine o komik olan, bu kez biraz acıklı da bir ifadeyle, “Niye tatili zehir ediyorsunuz kendinize?” dedi. Başka bir balıkçı da, “Buradan çok yürüyen oluyor, çoğu yabancı. Onlara soramıyoruz niye yürüyorsunuz diye, size soralım bari” dedi. “Doğa, güzellikler, sessizlik, keşif, farkındalık, hık mık” dedim, nafile. Esprili balıkçıya kendisinin nasıl bir tatil hayal ettiğini sordum. “Beş yıldızlı bir otelde kalmalı tatilde. Parmağını şıklatacaksın, yemeğini getirecekler. Bütün gün yatacaksın.” dedi. Güldük biraz. Daha ziyade onlar benim halime güldü. Arkamdan neler konuştuklarını tahmin bile etmek istemiyorum. Bense hayırlısıyla böyle bir tatili en kısa sürede yaşamalarını diledim içimden. Ve ilginç olan, Maden Koyu harika bir koydu. Sanırım pek çok kişi öyle bir ortamda tatil geçirmek ister. Ancak kimbilir ne kadar süredir orada dış dünya ile çok az bağlantı ile yaşıyorlar. Yerleşim yerine epey uzaklar ve her gün aynı rutini yaşıyorlar diye tahmin ediyorum. Yine de zihin sadece yatmak istiyor tatilde; gezeyim, dolaşayım, yenilikler yaşayayım demiyor. Zaten istese zamanının bir kısmını cennet gibi bir yerde yatarak geçirebilir, belki geçiriyor da. Kimbilir gerçekten, derinden özlediği ne!

Maden Koyu’ndan sonra yukarı tırmanış var. Daha tırmanışın başında bir yabancı grupla karşılaştım, bana tırmanışın epey süreceğini söylediler, olsun dedim içimden. Ancak doğrusu bu kadarını beklemiyordum, o kadar çok tırmandım ki. Tam şu köşeyi geçince artık tırmanış bitecek diyorum, başka bir tepeye geçip, onu tırmanmaya başlıyordum. Ancak yol toprak araba yolu, o yüzden kaybolma endişesi yok. Keyfim de yerindeydi.

Bu harika fotoğraflar Rita Schumann'ın albümünden:


Krom koyuna -ki yerel halkın verdiği isim farklı, maalesef unuttum- gelmeden önce yoldaki işaretleri yine kaybettim. Uzun uzun aradım, sonradan bir şekilde kıyıya ulaştım. Kumsala bir balıkçı barınağı yapmışlar.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


Bir adam vardı, kafa dinlemeye gelmiş. Oraya kadar epey yorulmuştum, işaretleri de kaybettiğim için sabırsızdım, biraz da saatin akşamüstüne yaklaşmasıyla endişeliydim. Adamcağız bu halime, “Daha çook uzun yolun var, yetişemezsin hava kararmadan” diye tuz biber ekti. Likya yolu işaretlerini sordum. “Beni takip et” dedi, barınağın arkasında dik bir sırta getirdi, “Buradan çıkıyor yürüyüşçüler” dedi. İşaret falan görmedim. Ancak bir an önce de yola çıkmak istediğim için, tırmanayım bari dedim. Ama keçi olmak lazım. Adamcağız benim halime bir acıdı, “Siz epey yorulmuşsunuz, orayı hemencecik tırmanıyorlar” deyip duruyor arkamdan. Bir yandan sırtımda çanta, bir yandan nereye tutunacağımı kestirmeye çalışıyorum, diklikten burnum neredeyse yere değiyor, yorgunum, arkamı dönmeden “Ben keçi tipli değilim” dedim dişlerimin arasından. Sonra bir baktım adam ortada yok. Oflaya puflaya, iki el, iki ayak vantuz gibi yapışarak tırmandım. Ayaklarım nasıl ağrıyor.

İki Taş Koyunu (diş gibi iki taş var denizin ortasında) görünce epey ümitlendim ayaklarımı sokar dinlendiririm diye. Harika görünüyordu. Martıların dinlendiği bir kumsal. Yürüyorum, yürüyorum, bir türlü girişini göremedim. Meğer koyun girişi öbür uçtaymış, bilmediğim için öncesinde dayanamayıp mola verdim. Koyda durmadım sonrasında. Bu kumsalda kamp yapmış arkadaşlarla konuştuğumda epey akrep gördüklerini söylediler. Belki dikkatli olmak gerek.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


Yol çok keyifli olmasına rağmen, yorgunluğum ve ayaklarımın ağrısı sebebiyle bir ara artık keyif alamadığımı, zihnimin an’dan uzaklaştığını fark ettim. O zaman durdum ve kendime dedim ki “Şimdiki koşullarımız bu, yürümek zorundayım, zira gece olmadan meskûn bir yere varmak istiyorum. Otostop çekeceğim bir vasıta yok. Ayaklarımı daha rahat ettirebileceğim bir imkânım yok. Şu anki gerçeğim ayakların ağrısı. Ancak aynı zamanda bu yolun keyfini de çıkarmak istiyorum.” Çok ilginçtir ki, bedensel koşullarımın değişmemesine rağmen, zihnimin iklimi değişiverdi, kabullenme enerjisi sızlanma enerjisini yuttu.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


10 saat sonra Tekirova’nın 3 km dışında olan patikanın başlama, bana göre bitiş yerine vardım. Likya yolu tabelasına göre bu yol 19 km imiş. Balıkçılar yolun 24 km olduğunu söylediler. Hangisi doğru bilmiyorum ama epey uzun bir parkurmuş. Tekirova’nın merkezine varmak için bu son 3 kilometreyi nasıl yürüyeceğimi düşünürken, bir minibüse denk geldim. Atladım hemen, nereye gittiğini bilmeden. Tek yolcu olduğum için, minibüs şoförü beni pansiyonun önüne kadar bıraktı :) Saat yediyi geçtiği ve ayaklarımın üzerine basmakta zorlandığım için, o akşam için kalmayı düşündüğüm Sundance’e yürümeyi aklıma bile getirmedim.

Tekirova Konaklama

Gayet konforlu bir pansiyon Tekirova Pansiyon. Daha tam anlamıyla açılmamıştı. Ama sıcak suyu var, banyo içerde. Duşakabinli. Televizyonlu. Telefonu, buzdolabı, kliması var. Dışarıda küçük bir havuzu bile var. Üstelik merkezi. Hemen yanında internet cafe var. Bankamatiklere, lokantalara, bakkala çok yakın.

(Tekirova Pansiyon- 242 821 45 24 - http://www.tekirovapension.com/)

Tekirova

İçini pek gezmedim, ama gördüğüm kadarıyla epey turistik bir yer, çok da yapılaşma var. Sanırım tüm bankaların bankamatiği var. İş Bankası, Garanti Bankası, Vakıfbank, Yapı Kredi Bankası görebildiklerim. PTT var. Çamaşırhane var. Birçok internet cafe var.

Akşam yemeğe Jandarmanın karşısında Dallas Restaurant diye bir yere gittim. Yemekleri çok lezzetliydi, fiyatları da makuldü. Servisi de beni rahat ettirdi. Sabah kahvaltıya da yine oraya gittim, kahvaltı eh işte idi.

Pansiyonun karşısındaki marketi işleten hanım ile çok güzel bir sohbetimiz oldu, 40 yıllık ahbapmış gibi konuştuk, güldük. Birbirimize iyi dileklerde bulunduk uzun uzun. Son günlerde kendimi daha kolay gülerken, kahkaha atarken buluyorum. Daha neşeliyim, açığım, konuşkanım, içtenim, daha bir akıştayım sanki.

24 Eylül 2007 Pazartesi

Adrasan – Olympos parkuru

23 Nisan 2007

Uzun bir parkur olduğu ve ayaklarımın nasıl tepki vereceğini bilemediğim için sabah 7’de yola çıktım. Ancak parkurun başlangıcını bulmakta o kadar zorluk çektim ki. Bir ara bir köylüye sordum, “Sizinkiler geçeli biraz oldu, sen arkada kalmışsın”, dedi. Meğer ODTÜlü 30 kişilik bir grup bu parkuru yürüyormuş. Ben de bozuntuya vermedim, “Yetişirim şimdi ben”, dedim. Ama nerede, adamcağızın tarif ettiği yoldan biraz gittim, yine kayboldum. Herhalde en uzun kaybolmalarımdan biriydi. Bir ara ümitsizliğe kapıldım ve herhalde bulamayacağım, vazgeçeyim dedim ilk defa. Tam o sırada bir işaret gördüm ve yolun ucunu buldum. Sonrası rahat geldi.

Patika başladıktan hemen sonra insanın gönlünü coşturan manzaralar var. Zamanım olsa iyice bir içime doldurmak isterdim oradaki güzelliği. Ama bu günkü parkurun uzun olduğunu biliyordum, yükseğe tırmanmam gerektiğini de. O yüzden pek durmadım yolda. Çam ağaçları içinde bir vadinin yamacında yürüyordum. Parkurun büyük bir kısmı tırmanma idi. Ama yol o kadar güzeldi ki, yürümeye kesinlikle değer. Özellikle ağaçların yapraklarını neredeyse şeffaflaştıran güneş ışığı, kalın gövdeli yaşlı ağaçlar, kocaman gölgeli büyük ağaçlar, tepedeki düzlükteki kır çiçekleri muhteşemdi. Keyifle yürüdüm.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


Birkaç yıl önce Bora ile bir yaz okulunda çocuklara “ekoloji atölyesi” hazırlamıştık. Programı çalışırken, Burcu bize Sharing Nature with Children diye bir kitap önermişti. Ruhuyla, uygulanabilirliği ile, sadeliği ile çok yararlandığımız bir kitap olmuştu. Orada okuduğum bir çalışmayı hatırlıyorum. Bir ağacın kalp atışlarını dinlemek adında bir etkinlik idi. Özellikle ilkbaharda, ağaçlar tam da özsuyunu dallara pompalarken, bir stetoskobu ağacın gövdesine dayayın ve sessizce bekleyin, diyordu. Bir gün bunu yapmayı çok istiyorum. Şimdi ise Nisan ayının bu harika günlerinde yürürken, doğanın kalp atışlarını duyuyorum sanki gönül stetoskobumla.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Çok hoşuma gitti, iki farklı kişi aynı kareyi aynı açıdan çekmişler :)


Tepedeki çoban kulübesine gelmeden, ilk düzlükten sonra solda nefes kesen bir manzara noktası vardı. Tahtalı Dağı ve karlı tepeleriyle dizi dizi dağlar muhteşem görünüyorlardı. Orada oturup, yemeğimi yedim. Biri Türk, biri Alman iki kişi geldiler. Sohbet ettik. Türk olan meğerse değişik doğa sporları turları organize eden bir firmanın sahibiymiş. Bana çeşitli bilgiler verdi. Dağın tepesinde bile yaşamın bunca desteği kalbimi sevinçle doldurdu.

Çoban kulübesinden sonra ağaçların ve altındaki bitkilerin yapısı tamamen değişti. Sanki yeşillikten, donuk bir enerjiye geçiş oldu. Sarp bir tepede dar bir keçiyolundan yürümek zorunda kaldım, o kadar çok rüzgâr vardı ki, bir ara epey tedirgin oldum. Yükle dengeyi sağlamak her zaman kolay olmuyordu. Allahtan cep çekiyordu, Yasin’e koordinat bildiren bir mesaj attım.

Sonrasında bir kanyondan aşağı indim. Fethiye’den bu yana herhangi bir yerde böyle sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Sıcaklık sanki arttı. Bir ara durduğumda kafamda bir uğultu duydum. Bu uğultu ve kafamdaki zzz hissi epey bir süre devam etti. İniş çok uzun sürdü, dinlenecek de bir yer yoktu. Sıkıldım, sıkıldım. Tek ilgimi uyanık tutan sandal ve defne ağaçlarıydı. Sandal ağacını çok seviyorum. Arada da defne yaprağı koparıp, kokladım, içime ferahlık verdi. Niye sıkıldım diye baktım, mantıklı bir açıklama bulamadım, ben de sabırla sıkıntı bulutunun içinden geçtim. İki buçuk saat kadar sonra patika genişledi, kanyonun ağzı açıldı, etrafı görebilir oldum. İçim de rahatladı. Patikanın geri kalanı çok iyiydi. Olympos’ta bilet kulübesinin deniz tarafına indim.

Olympos konaklama

Olympos’ta mı kalsam, Çıralı’ya mı gitsem, kararsız kaldım. Bir işaret istedim. İşaret Olympos tarafına çıktı. Orada da Kadir’in yerinde kalmaya karar vermiştim zaten. Daha önce Olympos’ta başka bir pansiyonda kalmıştım ve rahat da etmiştim ama Kaş’taki rehberler ille de Kadir’in Yeri’nde kalmamı önerdiler. ‘Haydi onları dinleyeyim’, dedim. O kadar yukarıdaymış ki, yürü yürü bitmedi. Bu meşhur yer tamamen yanmış ve yeniden yapıyorlarmış. Ben gittiğimde inşaat hala sürüyordu, ancak kalınabiliyordu da. Ağaç evleri epey konforlu yapmışlar. Banyosu içinde. Yataklar harika, yorgan, yastık, nevresim yepyeni ve bembeyaz, sanırım benim odadakini ilk ben kullandım. Yorgan tüm yolculuk boyunca en iyi ısıtan yorgandı. Ertesi günü bunu resepsiyondaki kıza söylediğimde, şaşırdı, böyle bir geri bildirim hiç almamıştı herhalde. Ancak öyle çok akşamı üşüyerek geçirmiştim ki.

Sıcak suyu var. Çok yorulmuşum, hemen duş alıp, öylece yattım yemekten önce. Bedenimde, zihnimde olanları izledim. Çok iyi geldi. Bugün ilk defa dizlerim ve topuklarım da ağrıdı.

Yarım pansiyon 25 ytl, fiyatı da çok makul. Akşam yemeği de nasıl güzeldi. Et yemediğim için, bazen böyle hallerde zorlanıyorum ama nohut, pilav, domates çorbası, karışık güzel de bir salata vardı. Harika. Et yiyenler için mantı da vardı. Her daim çay, kahve hazır.

Ortada bir ateş yaktılar, müzik de var. Hareketli bir yer. Öyle yorgunum ki erkenden yattım, müziği falan bir süre sonra duymaz oldum.

(Kadir'in Yeri: 0242 892 12 50 - http://www.kadirstreehouses.com/ )

Olympos’tan Çıralı’ya: (24 Nisan 2007)

Fotoğraflar Itzik Dagai'nin albümünden:


Ertesi gün Çıralı’da kalmaya karar verdim, iyi ki de öyle yapmışım, Kadir’in yerinden Çıralı’daki Emek Pansiyon’a bir saatte yürüdüm. Emek Pansiyon gerçekten söyledikleri gibi Çıralı’da Tahtalı’ya doğru en uçta. Tabii bir sonraki gün için iyi bir başlangıç noktası. Pansiyona yerleştim. Denize girmek istiyorum ama hava rüzgârlı, deniz de soğuk.

Çıralı’da sahilde biraz zaman geçirdim. Ulupınar’a yürüsem mi diye düşünüyorum bir yandan, bir yandan da yola devam edeyim istiyorum. Olympos’ta birkaç gün kalsa mıydım diye düşündüm, olabilirdi, ama sanki doydum gibi. Kalıp da kafamı dinleyeyim halim yok. Kafamı dinlemiş gibi hissediyorum. Dönüşe ilişkin düşünceler kafama üşüşüyor bir yandan. Zihnim iyice hareketlenmeye başladı. Dönüşte tam ne yapacağımı bilmiyorum, belki yoldaki gibi, bir sonraki işarete odaklanmak en doğrusu.


Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Kumsalın hemen üstündeki alanda tek başına duran yaşlı ağaçlar var, uzun uzun onları izledim...


Çıralı'da dolanırken, bir araba durdu yanımda. Yabancı, genç bir çift. Olimpos'a gidiş yolunu sordular. Tarif ettim. Sonra Çıralı'nın sahiline nasıl gidebileceklerini sordular. Tam o sıra birdenbire bir köpek sürüsü üstümüze doğru koşmaya başladı. Ne olduğunu anlamadım. Hepimiz tedirgin olduk. "İsterseniz, arabaya binin" dediler. Bindim. "Bari size yol ayrımına kadar yolu göstereyim" dedim. Birlikte arabada giderken, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz lafladık. Tek başıma yolda olduğumu duyunca çok şaşırdılar tabii. Gece Yanartaş'ı görmeye gidip gitmediğimi sordular. Daha önceki bir gezide gündüz oraya yürümüş olduğumu, bu kez gece gece tek başıma gitmeyi düşünmediğimi söyledim. Onlar gideceklermiş, "Bize katılmak istemez misin?" dediler. Eh, kısmet, "Haydi" dedim. Akşam beni pansiyonun önünden aldılar, sayelerinde Kimera'yı gece de görmüş oldum :)

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Yanartaş

Fotoğrafı birlikte Yanartaş'ı görmeye gittiğimiz Portekizli çiftten Rui Negrao çekti:


Çıralı Konaklama

Emek Pansiyon oldukça rahattı. Yemekleri de güzeldi. Parkurun başlangıcına yakın olması avantajı.

(Emek Pansiyon: Kazım + Orhan Emek - 0242 825 70 32 - 0536 3911554 http://www.emekpansiyon.com.tr/)

23 Eylül 2007 Pazar

Demre – Karaöz

20 Nisan 2007

Rehber Özkan Bey Demre Finike arasını yükseklik nedeniyle tek başına yürümemin uygun olmadığını söylediği için, bugünkü yolun çoğunu arabayla gideceğim. Finike’den sonrası da hep araba yolu, epey de sıkıcı. Bu yüzden Demre’den minibüs ile Kumluca’ya geldim. Yaşam yolumu kolaylaştırıyordu, Mavikent minibüslerinin hemen önünde indim. Şoföre “Şuradan bir bisküvi alıp gelecek zaman var mı?” diye sordum. Şoför yaşlıca bir amca, bana “Bak şu pastanenin yanında gözleme yapıyorlar, bugün başlamışlar, bisküvi yiyeceğine ondan ye”, dedi. Yaşamın desteğine bak. Şimdi detaylı yazmayacağım ama başkasına niyet edilmiş bir gözleme ve ayran hemen elime geliverdi. Minibüs kalkmadan karnımı doyurabildim. Yaşamdaki desteğe uzun uzun teşekkür edip, durdum.

Mavikent minibüsü Karaöz sapağında indirdi beni. 10 km imiş Karaöz. Yolun başında solda dikkat çekecek güzellikte bir bahçe vardı. Ne kadar sağlıklı, çeşitli, rengârenk çiçekler. Daha iyileri olsun! Sahipleri bahçede çalışıyordu. “Cennet gibi yapmışsınız, ellerinize sağlık” dedim. “Öbür dünyamız da öyle olsun inşallah” gibi bir söz söyledi. Ben de amin dedim, ne diyeyim :) Kadıncağız Karaöz’e yürüyeceğimi duyunca, “Ne güzel, denizi seyrede seyrede gidersin” dedi. Hayret birisi de beni yürüyüşten vazgeçirmeye çalışmadı!

Yol hakikaten çok güzel, solda çam ormanı, sağda deniz. Mis gibi çam kokusu var. Yol kıvrıla kıvrıla gidiyor. Ancak asfalt bir yoldan yürünüyor, pek araba geçmiyor ama motosikletine atlayan genç yola çıkmış. Vızır vızır. Beni turist zannediyorlar, laf atıyorlar. Yanımdan birkaç kez geçiyorlar. Tedirgin olduğum anlar oldu. Bazı tipleri hiç gözüm tutmadı. Sanırım tüm yol boyunca tedirgin olduğum tek yürüyüş parkuru idi. Bir kadın olarak tek başına yürümek sanırım uygun değil bu yolda.

Oysa yolu çok sevdim. Her an düşecekmiş gibi duran kayaların yanından yürünüyor kimi yerde. Çok estetik. Sanat galerisi gezer gibi. Kargıderesi diye bir piknik alanını geçtim, çamlar içinde, küçük de bir plajı var. Biraz daha ilerde Papaz İskelesi dedikleri başka bir mesire yerine vardım. Çeşmeyi görünce, girdim. Nasıl güzel bir su, kana kana içtim, boş şişeleri doldurdum. Ayağım ağrıyor epey. Denize bakan bir tepede oturdum, dinlendim. Güzel bir kumsalı var. Kumsalın tam ortasında 2–3 katlı ev yüksekliğinde kocaman bir kaya var- aynı beyine benziyor, beyin gibi kıvrımlı. Değişik, hoş bir görüntü. Deniz çok hafif dalgalı, turkuaza dönük yeşil renkte. Koyun iki yanı da çam ormanlarıyla kaplı tepeler. Nasıl huzurlu ve sakin bir yer. Çam kokusu doluyor ciğerlerime bir yandan. Şükürler ediyorum ardı ardına.

Karaöz:

Karaöz yazlık evlerin yapıldığı bir köy anladığım kadarıyla. Konumu çok güzel, arkasını yüksek bir dağa dayamış, etrafı çam ormanı bir köy. Ancak yapılaşma çok bana göre. Nedense pek de ısınamadım bu yere.

Karaöz Konaklama:

Hem Kate’in, hem de Kaş’taki rehberlerin önerdiği Çingenem Pansiyon’a sonunda ulaştım. Ayağım iyice ağrıyor. Saat geç olmuş. Karnım aç. Çam ormanının hemen yanında çok güzel bir konumda pansiyon. Büyük bir hevesle bahçeye giriyorum, kimse yok. Etrafa bakıyorum, kimse yok. Oturdum bir sedire, dinleniyorum. Ortalık karman çorman. Tam adına uygun diye düşünüyorum. Biraz bekliyorum ama gelen giden yok. Tabeladan cep telefonu numarasını alıyorum, arıyorum. “Biz Kumluca’dayız, bir saat sonra geliriz”, diyor pansiyon sahibi. Açım, ancak başka bir yere yürüyecek durumu yok ayağımın. Çantadaki erzakı boşaltıyorum. Kendime bir çorba yapıyorum. Neden sonra geliyorlar. Meğer bu pansiyonu kapatıyorlarmış, başka bir yere taşınıyorlarmış. O gece için bana yer veriyorlar. Biraz iletişimde zorlanıyoruz, ben o akşam da, sabah da bir şey yiyemiyorum. Orada bir gece daha kalmak istemiyorum, köyde başka pansiyon da yok. Galedonya Feneri’ne, oradan da Adrasan’a yürümeyi çok istiyorum ama ayağın yürümesi mümkün değil, üzerine basmakta zorlanıyorum. Sabah pansiyondan azıcık kırgın ayrılıyorum. Bu yolu yürüyemediğim için üzülüyorum.

Adrasan’a arabayla gideyim diye düşünüyorum ama sokaklarda bir kul yok. Hiç kimse. Neredeyse köyün sonuna gelmiştim ki, bir köylü kadın ile karşılaşıyorum. Derdimi anlatıyorum. Beni evine davet ediyor, sahanda yumurta ile peynir ikram ediyor. Nazik olayım kaygım falan yok, afiyet ile yiyorum. Meğer onlar da gerekirse turist ağırlıyorlarmış. Telefonları bende mevcut. Sonra kocası beni arabayla Adrasan’a bırakıyor.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Adrasan


Adrasan Konaklama

Adrasan’da kalacağım yeri biliyorum: Papirüs Oteli. Vipassana kursları organizasyonunu devrettiğimde, arkadaşların ilk seçimi bu otel olmuştu. Memnun da kalmışlardı. Birkaç hafta sonra yeniden orada bir kurs yapacaklarını biliyordum. Gidip bir bakayım dedim. Herhalde kaldığım yerler içinde en lüks denilebilecek olan yerdi. Yatak harika. Duşakabin var. Oda mis gibi kokuyor. Kliması, balkonu var. Banyoda tek kullanımlık banyo terliği bile var. Kraliçe gibi hissettim :) Henüz yeni sezona hazırlanıyorlardı, tamirat vardı. İstanbul’lu bir çift. İki gün kaldım orada hem ayaklarımı dinlendirmek için, hem de ikinci gün yağmur yağdığı için. Dinlendim, notlarımı düzenledim, ayaklarıma dinlenme fırsatı verdim. Sahipleri çok sıcak insanlardı. Birlikte yemek yedik. Nazife Hanım’ın yemekleri harikaydı. Ruhum da doydu. Fesleğenli makarna ile börülce salatasının ne kadar lezzetli olduğu hala aklımda. Sohbet ettik uzun uzun. İşlerini ne kadar özenerek yapıyorlardı, yoruluyorlardı belki ama kendilerine bir cennet yaratmışlar gibi geldi bana.

Bahçede tespih ağaçları vardı, mor, mis gibi kokan çiçekler açmıştı ben oradayken. Bir de Adrasan’da yaşamımda ilk defa, harika mavi tüyleri ile hemen dikkatimi çeken mavi karga gördüm.

(Papirüs Hotel: Yücel - Nazife Konuralp - 0242 883 10 46 http://www.papirushotel.com/ )

22 Eylül 2007 Cumartesi

Üçağız – Çayağzı – Demre

19 Nisan 2007

Üçağız’da o sabah insanın içine huzur veren sabahlardandı. Yolun ilk kısmı çok güzeldi, muhteşem deniz manzaraları açılıyordu önümde. 'Rüzgâr bir başladı mı, üç gün sürer burada' demişlerdi ama benim yola çıktığım saatte deniz sütlimandı yine. Güzelliklerle yüreğimi tıka basa doldurdum.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:

Kale mevkiine geldiğimde, sivrisinekler yedi bitirdi beni. Birkaç evin arasından içerilere doğru yürümeye devam ettim. Ağaçlıklı bir yerde mola verdim. Nasıl güzel kuşlar geldi, sarı incecik, çok narin kuşlar. Kuyruklarını aşağı yukarı sallıyorlardı. Sanırım sarı kuyruksallayan kuşuydu. Seyretmeye doyamadım.

Ormanın içinden epeyce yürüdüm. Tekrar denizin başladığı yerde barakamsı bir yer gördüm. Yaklaşınca, kızlı erkekli birkaç gencin kahvaltı ettiğini fark ettim. Beni görünce çok şaşırdılar. Orada kalınabiliyormuş ama daha yeni gelmişler, henüz açmamışlar. Seçtikleri yer muhteşemdi bence. Herhalde tekne ile ulaşımı vardır, bir fırsat olursa birkaç gün kalınır belki diye geçirdim içimden. Masal diyarı gibi bir yerdi.

Kitapta tekne evi (boathouse) diye tanımlanan yerde artık bina yok, bir beton düzlük var, o kadar. Denizde pek çok yat vardı. Benim dilimin anlatmayı beceremeyeceği kadar harika manzaralar arasında yürüdüm. Derin nefesler alarak, bu güzellikleri içime doldurmaya niyet ettim.

Bir süre orman içinde yürüdüm. Öğle yemeği molasını Kapaklı’ya henüz gelmeden verdim- çok güzel bir ağacın altında.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Parkur başlangıçlarında böyle levhalar var.

Kapaklı’ya uzaktan bakarak yürümeye devam ettim, tam çıkışta iki köpeğin bana doğru koştuklarını gördüm. Epey yaşlı bir amca gördüm. “Amca köpekler bir şey yapar mı?” diyorum, bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum, bana doğru gelmeye çalışıyor ama nasıl yavaş yürüyebiliyor. Köpekler durup bana havlamaya başladı. Amca bir şey yapmazlar da demiyor, öyle durup gelmesini bekliyorum. Beyazımsı köpek gitti, siyah köpek çılgınca bağırıyor, epey yanıma yaklaştı. Amca hala uzakta. Birden aklıma köpekle -daha önce de denediğim- empatiyle bağlantı kurmak fikri geldi. Şiddetsiz iletişim konusunda epey çalışmışlığım var, haydi bakalım şimdi mahareti gösterme zamanı. Başka da pek bir çarem yok. Köpekle sakin bir sesle konuşmaya başladım. Köpek aniden sakinleşti. Oturdu, sanki hiçbir şey olmamış gibi tüylerini temizlemeye başladı. Sonra pusup bir yere, mahcup gözlerle baktı. Çok ama çok şaşırdım. Artık o sırada işe yarayan neydi, ne oldu bilmiyorum, çok da sorgulamaya niyetim yok. Sonunda amca geldi. Biraz konuştuk. Beyaz köpek zararsızmış ama siyah köpek ısırırmış, “İyi ki buradaydım” dedi. Hımmm…

Yola devam ettim. Büyükçe bir kuş gördüm, siyah, uzun kanatlı, epey yüksekte uçuyor. Kanatlarını pek çırpmıyor. Tak diye de bir ses çıkarıyor. Nedense bu kuşu görmek beni etkiledi. Sanki bana güç verdi, destek verdi.

Güzel bir yürüyüşten sonra, çakıl plajına geldim. Adı gibi tam çakıllı bir yer, o kadar ki taşların üzerinde dengede duramadığım için ayaklarımı denize sokamadım. Biraz soluklandım burada. Kimseler yok. Arkada bir kulübe var ama yaşayan yok herhalde. Yolun devamına bakayım ki, sarp bir tepe, tepenin denizle buluştuğu yerde de büyükçe taşlar var. ‘Aman’ dedim, ‘bu taşların üzerinden mi yürüyeceğim yoksa!’. Başka bir yol, iz görünmüyor. Biraz kendime söylendim, ne işin var bu yollarda, bekleseydin minibüsü, zaten niye çıktın ki yola, otursaydın evinde. Neyse Allahtan pabuç bırakmıyorum bu sözlere, onlar zihnimde kendi kendilerine konuşuyorlar, ben işime gücüme dönüyorum, kısa bir sürede patikanın ucunu buldum. Bir kere de böyle Bezirgân yolu üzerinde yanılmıştım hatırlarsanız. İşte şimdi de o sarp gibi görünen tepenin üzerinde çok rahat yürünen, harika bir keçiyolu varmış yine. Çoğu zaman algıladıklarımız gerçeklerden çok farklı olabiliyor. Çok sevdiğim bir vipassana hocası olan Thich Nhat Hanh acılarımızın çoğunun algımız nedeniyle oluştuğu konusunda bizi uyarır ve ara ara kendimize “Emin miyim?” diye sormamızı öğütler. Yol olmadığı konusunda kendimle çekişirken, önce bu soruyu sorsaydım, zihnimi boş yere yormamış olacaktım. Olanı olduğu gibi görebilmek ne büyük özgürlük ve dinginlik…

Yorgundum ama denizden epey yukarıda giden bu patikada güle oynaya yürüdüm. Uzakta Çayağzı’ndaki gemiler görünüyordu. Bir süre sonra o patika daha açıklık bir yere geldi, bir keçi ağılı gördüm ve işaretleri kaybettim. Oraya buraya yürüyüp işaret ararken, hop bir beyaz kuyruk gördüm. Köpek! Tam o sırada işareti de görmeyeyim mi, köpeğin bulunduğu yerde. Hayret köpekler iyi koku alır derler, kokumu almadı. Usul usul yukarı doğru yürümeye başladım. Ağılın yanında bir baraka var, barakanın penceresine bir insan kolu dayanmış, biri var içeride. Merhaba diye bağırdım. Genç biri çıktı, şaşkın gözlerle. Hemen köpekleri sordum. Alelacele kardeşine bağırdı, “Siyah köpeği tut” diye. Meğer burada da siyah köpek tehlikeliymiş, ne varsa bu siyah köpeklerde. Köpeği bağladılar. Çok yaşlı bir anneyle, iki oğul burada keçi bakıyorlarmış. Anneleri nasıl misafirperver, “İlle soluklan, bir çay ikram edelim”, dedi. Hazırda çay var sandım, meğer bana özel yapacaklarmış. Vazgeçirdim. Beni keçi kılından dokunmuş bir küçük kilim üzerine oturttular. Şimdiye kadar gördüğüm en muntazam dokunmuş, rengi ve deseniyle çok güzel bir kilimdi. Teyze kendi dokumuş. Hayran kaldım. Kışın burada kalıyorlarmış, yazın Elmalı’ya göçüyorlarmış. Naylondan yapılmış gibi bir barakada yaşıyorlar. Su, elektrik var mı bilemiyorum, kuşkuluyum olduğundan. Teyze “Ya biz burada olmasaydık ne yapardın, bu siyah köpek sana saldırırdı”, dedi. Köpekler bir şey yapmaz diyenlere ne diyeyim ben şimdi diye geçirdim içimden. Biraz daha hoş beşten sonra, izin isteyip, kalktım. Bana yolu tarif ettiler. Çoban kardeşler derenin üzerine bir köprü yaptıklarını söylediler, “Rahat geçersin” dediler. Sevinçle yola devam ettim.

Bir süre sonra derenin yanına geldim ve köprüyü gördüm. Aman Allahım, ne olacak şimdi! Köprüyü el bileğim kalınlığında ağaç dallarından yapmışlar. İki dal arasında da 40 – 50 cm aralık var kimi yerlerde. Bir tarafa tutunacak yer yapmışlar ama dengeyi sağlayamasam dallar arasından kayarım rahatlıkla. Sırtımda yük. Hiçbir yerde ayak iki dala birden basamıyor. Hep tek dala basmak gerek. Eğreti bir köprü. Bir de Türk bayrağı dikmişler köprüye. Çok gururlanmışlar belli yaptıkları işten. Aslında ben de minnettarım, aksi halde karşıya nasıl geçerdim bilmiyorum. Zira su derin görünüyor. Zaten Kaş’taki rehber Özkan Bey, “Sakın girmeye kalkma, bataklık gibidir, telaş yaparsın” demişti. Hımm, bütün dikkatimi toplayıp, köprüyü sağ salim geçtim.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Şu meşhur köprü :)


Kocaman bir kumsal var şimdi önümde. Ayakkabılarımı çıkardım, ayaklarımı denize soktum. Deniz epey sığ kıyıda, uzun uzun yürüyebildim. Ayaklarım bayram etti. Denizin ıslattığı kumlarda telaşla yürüyen kuşlar vardı. Bayıldım. Tombulca, uzun bacaklı, karnı göğsü beyaz, kanatları kırçıllı kahverengi. Nasıl pıtır pıtır yürüyorlar, içimi neşe doldurdular. Böyle dikkatli bakıp, bir de not aldım ki sonradan kitaplara bakayım ne kuşuymuş diye. Tabii kuş gözlemiyle olan tanışıklığımın üzerinden 15 yıldan fazla geçmiş, unutmuşum. Sonradan kitaba baktığımda, kitap bana sordu, gagası nasıldı, kuyruğu nasıldı, kafasının tepesi nasıldı. Sorulara cevap veremeyince, farkındalığımın, gözlemimin sığlığını görmüş oldum…

Bugün epey uzun yürüdüm. Sabah 8de yola çıktım, 5te Çayağzı’na varmıştım: 9 saat.

Toparlanıp, Çayağzı’na yürüdüm, bir köprü daha geçtim, asfalt araba yoluna çıktım. Niyetim bir araca atlayıp, Demre’ye gitmek. Ancak araba geçmiyor. Bir motosikletli amca yardım etmek istedi ama yükle cesaret edemedim. Oradan Demre’ye kadar araba yolundan yürüdüm, o kadar yolun üzerine tam 5.5 km daha. Epey uzun bir yürüyüş oldu bugün de.

Çayağzı’ndan ana yola yürürken, sağ tarafta bir sulak alan vardı, antik bir şehrin kalıntılarını da gördüm uzaktan. O kadar güzel kuşlar vardı ki, hayran kaldım. Sonradan Demre Kuş Cenneti tabelasını gördüm zaten.

Demre konaklama

Demre’de Kate’in web sitesinde önerdiği Şahin Otel’e gittim. Aslında salaş görünen ama bence konforlu bir oteldi. Çok rahat ettim. Harika sıcak suyu vardı. Banyo odadaydı. Televizyonu, kliması vardı. Yemek yiyebileceğim bir yer sordum, yandaki lokantayı önerdi resepsiyondaki genç. Nasıl güzel bir yemek yedim anlatamam. Minik acı biber turşuları vardır, pek acı yiyen biri olmadığım için bu biber turşusunu hayatımda hiç tatmadım desem doğru olur herhalde. Fakat burada yedim, acıydı ama acısı bir tatlı geldi bana. Karnım, ruhum doydu.

Gece çok rahat uyudum. Sabah ezanı (belki de sela idi tam bilemiyorum) nasıl güzeldi. Uzun zamandır böyle güzel bir sesin ezan okuduğunu hatırlamıyorum, kadife gibi, su gibi akıyor ses, yüreğime dokundu.

Otelin arkada büyükçe bir bahçesi var. Sanırım tek müşteriydim. İstediğim bir masaya oturdum. Portakal çiçeği kokuyor. Muhteşem bir kahvaltı geldi. Hem miktar olarak doyurucu, hem de peyniri, zeytini lezzetli. Otellerde, pansiyonlarda zeytinin lezzetlisini yemek çoğu zaman mümkün olmuyor. Şaşırdım. Üstelik de çok taze kurabiyeler koymuşlar dört tane. Büyük bardak çay. Keyfim keyif. Tadını çıkardım. Demre bana çok iyi baktı.

(Şahin Otel: Ömer Uzay - 0242 871 45 76 - 0542 380 90 19 uzaykolcu@yahoo.com )

Demre:

Noel Babayı ziyarete gittim kahvaltıdan sonra. Yaşamın bana verdiği nice hediye için teşekkürler ettim. Tanıdıklara, tanımadıklara iyi dileklerde bulundum uzun uzun.

Myra’ya çok yıllar önce gelmiştim, o yüzden bu kez gitmeyeyim diye düşündüm. Otelde bir görevli ile konuşuyordum, “Biz sizi motosikletle bırakırız” dedi, öyle olunca Myra’yı tekrar gezdim. Myra’daki tabelada Likyalılar ile ilgili şöyle bir bilgi yazmışlar: “Özgürlüklerine son derece düşkün olan Likyalılar dışarıdan gelen bütün saldırılara karşı koyabilmiş, Roma İmparatorluğu döneminde dahi birlik halinde kalabilmiş tek eyalet olmayı başarmışlardır. Heradot Likya’da anaerkil aile yapısı olduğunu bildirmiş. Kayra ve Girit gelenekleri karışımı bir kültürleri varmış. Deprem ve salgın hastalıklarla sona ermiş.” Bunca gündür yürüdüğüm yollara binlerce yıl öncesinden özgürlük, birlik bilinci, dayanışma nitelikleri sinmiş mutlaka…

Myra’daki tiyatro muhteşem. Bahçede de çeşitli taşlar var. Dikkatimi insan figürlerindeki saç modelleri çekti, o kadar çok değişik saç modeli var ki- düz, lüle lüle, kıvırcık, tokalı, yuvarlak. Biri bunları tasarlarken epey eğlenmiş herhalde. Ya da belki de Myra’da yaratıcılığını konuşturan, neşeli bir kuaför vardı.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Saç modellerine iki örnek :)


Çok berrak kuş cıvıltıları vardı. Ali’nin kuşu mavi baştankarayı görüyorum, nasıl seviniyorum. Bahçedeki pek çok ağacı tanımadığımı fark ediyorum, azıcık üzülüyorum. Sonradan, yani yürüyüş bittikten sonra geriye baktığımda, aslında çevremdeki kuşları, ağaçları, taşları, tırtılları daha çok görmemin sebebinin içimde canlanmaya başlayan merak duygusu ve bağlantı isteği olduğunu fark ediyorum.

Myra’dan çıkıp, otele dönüş yoluna girmiştim ki, portakal suyu içmeye karar verdim. Yolda kır lokantaları var. Birine girdim, portakal suyu içiyorum. Her yerin kendine has özellikleri var. Burada da masa örtüsü olarak bildiğimiz halıyı koymuşlar, ama kilim büyüklüğünde. İlginç geldi. Lokanta sahipleri olan iki kardeş, Nuri ve Aşkın ile konuştuk bir süre, bana civara ilişkin bilgiler verdiler, ille görmem gereken yerleri söylediler. Sonra iki turistle birlikte beni otelin olduğu meydana arabayla bıraktılar. Diyorum Demre bana çok iyi baktı.

Otelin resepsiyonundaki genç de çok yardımcıydı. Bu yolculuk boyunca neredeyse karşılaştığım her insanla bambaşka, derin bir bağlantı kurulduğunu hissettim. Ve ayaküstü insanların bana yüreklerini açtıklarını gördüm neredeyse her sefer. Bu beni hem çok şaşırttı, hem de o kadar zenginleşmiş hissettim ki kendimi. Her birine sonsuz şükran duydum. Yüreklerinde yaşayan, canlı olan enerjiyi benimle paylaşmaları benim için müthiş birer hediye oldu. Bu genç de hayatına ilişkin bir şeyler anlattı iki arada bir derede, hediyesini verdi. Bana da sadeliğimden ve cesaretimden etkilendiğini söyledi- yoldaki pek çok diğer kişi gibi. Belki benim hediyem de buydu, yüreğinin sesini dinleme cesaretini göstermek. Belki de en büyük hizmet bu, kendin olmak. Çok basit olduğu için, bir türlü kabullenemediğimiz, hep karmaşık başka misyonlar aradığımız. Ve de basit olup ama kolay olmayan.

21 Eylül 2007 Cuma

Aperlae – Üçağız

17 Nisan 2007

Aperlae’nin bulunduğu koydan diğer koya kadar yol yorgun ayakları sevindirecek bir şekilde düzdü. Tam bisikletlik. Koydan sonra sola doğru karanın içine giriliyor. Bu parkuru başından sonuna çok sevdim. Hem rahat, hem ilginç, hem güzel manzaralarla dolu, hem kolay, hem de diğerlerine göre kısa. Sol ayağım yolda iyice ağrıdı. Durup, Deniz’in verdiği arnica merheminden sürüp, bandajladım. Öyle yürüdüm.

Yolda içime ferahlık duygusu veren, güzel düzlükler vardı. Arada labirent içinden geçer gibi insan boyunda kaya dizileri arasından geçtim. Oyun gibi. Yağmur tehlikesi olduğu için hızlı yürümeye gayret ettim. Kitapta denize girilebilecek bir yerden söz ediliyordu, tabii hava soğuk olduğu için oraya uğramadan geçtim.

Bir yerde bir tepe inişi vardı, bu parkurdaki tek tepe inişi yanlış hatırlamıyorsam. Bu inişin tam başlangıç noktasına geldiğimde nefesimi tuttuğumu fark ettim. Üçağız muhteşem bir şekilde karşımda duruyordu. Ansızın belirivermişti. Şiir gibi, tablo gibi. İşte tam o noktada, “Ah dedim, nasıl fotoğraf makinem yok”, içim yandı. Bir kere bu fikir zihnime girince, çevremdeki harika çiçekleri görüverdim, taşların içinde büyüyenleri. İnsan zihni çok ilginç. Şu anda bile orada çekmek istediğim fotoğraf karelerini zihnimde netlikle görebiliyorum. Fotoğraf çekmemekle ilgili inançlarım orada dönüşüme uğradı. Hemen dönüşte fotoğraf makinesi almak için bir fon oluşturma planları yapıldı. (Henüz almadım ama araştırmaları sürdürüyor, fonuma para koyuyorum:))

Bir ara yürüdüğüm yerin karşısındaki tepeye baktım, yüksek bir duvar gibiydi ve üzeri yeşilin bir çok değişik tonunda ağaçlarla doluydu. Nasıl güzel bir görüntü, doldum doldum taştım…

Tepeden indim, düzlükte biraz daha yürüdüm. Deniz başladı. Sağımda deniz, yine labirent şeklindeki kayaların arasından ilerliyorum. Nasıl bir sessizlik. Ne kuş, ne sinek, ne arı, ne rüzgâr, hiçbir şey. Çok tuhaf. Gün içinde de ara ara durup, bu sessizliği fark etmiştim. Fırtına öncesi sessizlik mi acaba diye geçti içimden. Ortaokulda okuduğum Graham Green’in bir kitabındaki bir cümle beni çok etkilemişti: “Sessizlik şehirlere özgüdür” gibi bir söz. Bunun hep doğru olduğunu gözlemlemişimdir. Ancak şimdi doğada da müthiş bir sessizliği dinliyorum.

Üçağız görünür olup, yol da iyice düzleşince, bu sessiz, çarşaf gibi denizin kenarında yemek yemeye karar verdim. Oturdum bir kayanın üzerine. Bir şeyler atıştırıyorum. Ansızın çok tuhaf bir ses geldi bir yerden. Ne nereden geldiğini, ne de nasıl bir ses olduğunu algılayabildim. Daha önceden deneyimim var, bir yerde bir süre oturdum mu, pek kıpırdamadığım ve ses çıkarmadığım için, bir süre sonra çeşitli hayvanlar yanıma kadar gelebiliyor. O ürkek kertenkeleler bile neredeyse ayakkabıma çıkacak kadar yaklaşıyor.

Fakat bu garip bir sesti. Neyse yemeğime devam ettim. Yeniden sesi duydum. Nefes alma sesi gibi bir şey. Hafifçe tırstım ama “Belki de denizde bir dalgıç vardır” diye düşündüm. Fakat şnorkelin ucunu görmüyorum. Ses sanki deniz tarafından geldi diye düşündüğüm için, gözlerimi diktim denize bakıyorum. Aman yarabbi, bir süre sonra denizden koyu renk bir burun çıktı, bıyıkları da var, nefes aldı çok sakin bir şekilde ve yeniden daldı. Biraz sonra yeniden burun çıktı, gürültüyle nefes aldı, sakin bir şekilde daldı. Fok balığı. Sanki meditasyon yapıyor, öylesine bir dinginlik var havada. Epeyce izledim onu. İçim neşe doldu. Hayatımda ilk defa doğada bir fok görüyorum. Daha doğrusu fok burnu.

Yürüyüşün daha başlarında yürüyerek ne kadar çok şey görebildiğimi fark etmiştim. Bu güzergâhtaki pek çok yere geçmiş yıllarda arabayla gelmiştim, buralarda kalmıştım. Ama yürüyerek her şey çok farklı. İlişkiler çok farklı. Güzellikleri görme kapasitesi çok farklı. Doğayla, insanlarla bağlantı kurma kapasitesi çok farklı. Hızı azalttıkça, farkındalığın arttığını, güzelliklerin daha görünür olduğunu, deneyimlerin derinleştiğini bir kez daha gördüm. Şimdi yürümenin bile hızlı olduğunu, durduğum zaman bambaşka bir katman açıldığını, bambaşka güzelliklerin görünür olduğunu fark ediyorum. Eğer yürüyor olsaydım, bu fokun sesini duyamazdım. O sessizlik içinde yaşadığım ruh halini yaşayamazdım. Yavaşlamanın değerini bir kez daha yaşayarak, anlıyorum. Ayaklarım da ağrıyor ya zaten, öyle durup bakasım var doğaya, kıpırdamadan. Öylece durup, izlemek, gözlemek yalnızca. Döndüğümde arkadaşlarıma yola ilişkin anlattığım hikâyelerin başındaydı bu fok görme hikâyesi, o dinginlik kalbimi kavradı…

Bugün yolda yürürken, birkaç inekle karşılaştım. Onlar karşıdan geliyorlardı, oldukça geniş bir yoldan gidiyorduk, karşılaştık, ben sakin sakin yürüyorum. İneklerden biri, hem de epeyce iri olanı korktu. Yolun kenarından bir yerlere tırmanmaya çalışıyor. Nasıl üzüldüm. Hemen durdum, geri gittim, yol verdim. Yolda kaç kere yılan gördüm, onlar da beni fark edince, çılgın gibi kaçtılar. Pek çok hayvan beni görünce, kaçışıyorlar. Evet, kaçmaları benim için emniyetli, yürürken korkmuyorum, zira biliyorum ki beni görünce kaçacaklar. Ben korkmuyorum ama onlar korkuyor, kocaman inekler, kertenkeleler, kaplumbağalar, yılanlar benden kaçıyor. Oysa o inek benim üzerime gelse, bir boynuz atsa, beni ağacın üstüne asar. Biz insanlar ne yapmışız ki bu hayvanlara, genlerine işlemiş korku- onlar bizden güç yönünden üstün olsa da. Çok üzüldüm. Gavurağılı’ndan sonra yolda karşılaştığım tüfekli çobanın sözleri geldi aklıma. “Bana dağlarda korkmuyor musun diye soruyorlar, ben de neden korkacağımı bilmediğim için, korkmuyorum”, demiştim ona. O da “Bütün mahlûkatta insan korkusu vardır. İnsanı görünce kaçarlar. Korkacak bir şey yok. Sen şehirde kendine dikkat et.” demişti. Artık doğru mu, yanlış mı bilemem ama çevreme böyle korku verme duygusu beni biraz sarstı. Roller nasıl değişti, benim korkmam beklenirken, onlar korkuyor.

Üçağız Konaklama

Yolda Hollandalı bir çiftle karşılaştım. Uzun uzun sohbet ettik. Yıllardır gelirlermiş bu bölgeye. Böyle hikayeleri duyunca bir yandan seviniyorum, bir yandan biz niye burnumuzun ucundaki güzelliklerin keyfini çıkarmıyoruz diye düşünüyorum. Şu yürüyüşte yürüyen bir tek Türk ile karşılaşmadım. Elbette yürüyen vardır ama herhalde çok az. Yolda konuştuğum pansiyon sahipleri “Türkler yürümüyor” diyor. Neden? Para değildir sebep herhalde, zira üç kuruşa mal oluyor bu yürüyüş daha sezon açılmadığı için. Niye yürümüyoruz? Aklımıza mı gelmiyor? Birbirimize ilham mı veremiyoruz? Annemiz babamız yürümediği için, alışkanlığımız mı yok? Ya çocuklarımız da bizim gibi mi olacak? Bu yolu yürüyen birini daha önce duysaydım, o zaman yürürdüm herhalde. Acaba bu yazılar birilerine ilham olur mu? İlham olanlar bizimle deneyimlerini paylaşır mı? Kim bilsin.

Bu Hollandalı çift buralı olmuş neredeyse, bana Çıralı’da kalabileceğim bir pansiyon önerdiler. Üçağız’da da kaldıkları pansiyonun ismini verdiler. Kaş’taki rehberler de Üçağız’da başka bir pansiyonun adını vermişlerdi. Kararsız kaldım, hangisi önce karşıma çıkarsa, ona gideyim bari, dedim. Ekin Pansiyon, yani rehberlerin pansiyonuna rastladım ilk. Girdim, sahibi İngilizce konuşuyor benimle. Ben Türkçe cevap veriyorum. İngilizce konuşmaya devam ediyor. “Türkçeniz çok güzel, nerede öğrendiniz?” diye sordu. “İstanbul’da”, dedim, “zor olmadı, çünkü Türküm”. Adamcağız inanamadı, “Bu yolu tek başına yürüyen ilk Türk kadın sizsiniz herhalde” dedi. Pansiyon sahibi, Yusuf Bey yürüyüşü seven birisiymiş, abisi ile uzun yürüyüşler yaparmış civarda. Oralı olduğu için de çevreyi çok iyi biliyor. Bana günübirlik parkurlar önermek istedi ama ne mümkün, ayaklar oraya zor geldi. Yusuf Bey yürüyüş için tiryakilik diyor, katılmamak mümkün mü? Doğanın beni nasıl beslediğini, arındırdığını, görüşümü keskinleştirip netleştirdiğini düşündüm. İçimde uzun bir süre böyle dağda, tepede yürümek isteği hissettim, hemen sonrasında zihnime “peki ya, ama… ” diye başlayan cümleler üşüşünce, düşünmeyi bıraktım.

Ekin pansiyon rahat bir yer. Oda kahvaltı. Banyosu içinde. 3 gün sonra nihayet banyo yapabildim. Ben oradayken, henüz sezon tam açılmamıştı. O yüzden olsa gerek, kahvaltı biraz zayıftı.

Genellikle yabancılar Üçağız’da konaklayıp, Aperlae’nin diğer koyundaki lokantalara tekneyle geliyorlar, sonra Aperlae’ye yürüyüp, burayı geziyorlarmış. Oradan da yürüyerek Üçağız’a geliyorlarmış. Güzel fikir. Hem yürüyüş, hem tekne, hem tarihi eser gezme, güzel bir program. Yusuf Bey pansiyonda kalan bir çifti Kılıçlı’ya götürecek bir araba ayarladı. Oradan Üçağız’a yürüdüler. Yani Üçağız’ı merkez kılarak, değişik günübirlik yürüyüşler yapılabilir.

Fotoğraf Itzik Dagai'den:

Ayaklarımı dinlendirmek için iki gece kaldım Üçağız’da. Birçok turistik lokanta var. Bankamatik yok. İnternet cafe tabelası var ama benim bulunduğum tarihte açık değildi.

(Ekin Pansiyon: Yusuf Pehlivan - 0535 936 77 83- 0242 874 20 64 http://www.ekinpension.com/ )

Üçağız:

Daha iki yıl önce bir arkadaşımla günübirlik gemi gezisiyle gelmiştik buraya. Kaleye tırmanmıştık o geldiğimizde. Küçük turistik bir yer gibi gelmişti o zaman. Bu kez başka göründü gözüme. Öyle bir coğrafya var ki, deniz göl gibi görünüyor. Kıpırtısız, sakin. Gece de dolaştım biraz, gökyüzü yıldız dolu. Müthiş bir dinginlik hali.

Fotoğraf Itzik Dagai'den:

Bu dinginlik kısa sürdü. Meğer o sessizlik boşuna değilmiş. Ertesi sabah nasıl bir rüzgâr, her şey uçuyor. O göl gibi deniz dalgadan kahverengi oldu. Rüzgâr uğuldayıp duruyor. Saç baş kalmadı. Darmadumanız. Ayaklarımdan pek iç açıcı sesler de gelmiyor. Bugünü dinlenerek geçirmeye karar verdim. Pansiyonda odalar tek katlı, uzun bir binada yan yana. Her odanın önünde üstü kapalı veranda gibi bir yer var. Çamaşırlarımı yıkadım, sandalyelerin arasına ip gerdim, çamaşır asıyorum. Yan odayı yabancı bir çift gezdi. Pansiyon sahibiyle konuşurlarken duydum, “internet var” dedi. Hemen heveslendim, pansiyon sahibine interneti kullanıp kullanamayacağımı sordum. “Bilgisayarınız var mı ki”, dedi. Meğer kablosuz bağlantı varmış yalnızca. Hafiften buruldum.

O yabancı çift odayı tutmaya karar verdi. İlginç olan, tüm odalar boş ama yanımdaki odaya geldiler. İsraillilermiş, sanırım 60lı yaşlarda. Selamlaştık. Pek konuşkan bir günümde değilim, ayağım azıcık içimi huzursuz etmiş halde, içimde yürüme hevesi yoğun ama fiziksel olarak zorlanıyorum.

Komşum bilgisayarını çıkardı, tıkır tıkır yazıyor. Balkonların arasında kısa bir duvar var, sanki aynı yerdeyiz. İster istemez başladık laflamaya. Itzik ve Liliah, o kadar sıcak, o kadar paylaşımcı insanlardı ki, içimi yıkadılar, huzursuzluk falan kalmadı. Yemeğe gidiyorlardı, beni de davet ettiler, ancak yemek yemiştim. Bilgisayarı kullanabileceğimi söylediler. Nasıl sevindim. Onlar dışarıdayken, hemen yolculuğumu İstanbul’dan takip eden arkadaşlarıma ve kardeşime mesaj yazdım. Yolda aldığım bazı notları bilgisayara geçirdim. Döndüler. Ben de balkonuma döndüm. Gömleğimi dallara takmışım, bir de çantanın askı yerleri yırtmış, parça parça idi. Oturdum, onları dikiyorum. Itzik fotoğrafımı çekti. Böylece dağda, ovada, yaylada günlerdir yürüdüğümün Rita’nın çektiği bir iki fotoğraf haricinde başka kanıtı yok ama oturmuş, elimde iğne iplik gömleğimi dikerken iki fotoğrafım var :)


Fotoğraf pansiyon komşum Itzik Dagai'den:

Itzik ve Liliah ile uzun uzun konuştuk. Hiç beklenmedik kadar güzel ve derin bir bağlantı oldu. Liliah müthiş şefkatli bir insan. Konuşma sırasında Itzik ufkumu açan sözler söyledi. Konuşurken, “Bilmem bu yolculuk sonunda nereye varacağım.” dedim. Bana “Daha iyi bir insan olacaksın” dedi. Dudaklarımı büktüm, “Belli mi olur” dedim. “Öyle deme” dedi, “İnsan bir korkusuyla başa çıktığında diğerleriyle de başa çıkmayı öğrenir.” Kendisi birkaç sene önce çok zor bir dönem geçirmiş. Sonunda almış çadırını 5 gün dağa gitmiş. Tabii İsrail savaş içinde bir ülke olduğundan çeşitli korkular geçirmiş. Dönünce diğer korkularıyla başa çıkması kolay olmuş. “Yeni bir insan oldum”, dedi. ‘Bakalım ben ne olacağım’ diye düşündüm. Ölüm üzerine uzun uzun konuştuk. Huzurlu ölmek için, huzurlu yaşamak gerektiği üzerine sohbet ettik. Onlar da Likya yolunda çeşitli parkurları yürüyorlarmış, ters istikametlerde yürüdüğümüz için birbirimize çeşitli bilgiler verdik geldiğimiz yerlere ilişkin. Müthiş doyurucu, kafa ve gönül açıcı bir konuşma oldu. Bu gönül karşılaşması yolculuğun şaşırtıcı hediyelerinden biri oldu benim için. Bu yol büyülü gibi, neredeyse her iletişim kurduğum insanla derin bağlantı kuruyoruz, çok şükür.

Akşam ertesi gün ne yapacağımla ilgili netleşmiş bir kararım yoktu. Çayağzı’na yürüsem mi, yoksa bu sabah gördüğüm, 7:30da kalkan Demre minibüsüne binsem mi, yoksa bir gün daha kalsam mı? Bir türlü zihnim netleşmiyor, düşünüyorum, içime bakıyorum, olmuyor. Sonra pansiyon sahibine ödeme yaparken buldum kendimi, sanki otomatik olarak yapmışım gibi. Baktım Yusuf Beye “Ne olur ne olmaz belki kalırım ama yine de ödememi yapayım” diyorum ama o an anladım ki, ertesi sabah öyle ya da böyle yolcuyum, oradan ayrılıyorum.

Sabah kalktım, hala ne yapacağımdan emin değilim. Yola çıktım, minibüsün kalktığı yere geldim. 7.30 oldu, minibüs yok. 7.45 minibüs yok. 8.00, yok. Bu bir işaret herhalde deyip, yürümek üzere yola çıktım. Çok da iyi oldu, güzel bir parkurmuş, ayaklarım da izin verdi, rahatlıkla yürüdüm.

20 Eylül 2007 Perşembe

Sısla Mevkii- Aperlae

16 Nisan 2007

Yolun ilk kısmını bulmak epey zamanımı aldı. Hasan Amca’nın gösterdiği yolun başını bir türlü bulamadım, neyse sonra ipin ucunu bulunca kolayca Üzüm İskelesi’ne indim. Fakat burada işaretler çok seyrek. Yukarıda dinek taşını görüyorum, oraya gitmem gerektiğini biliyorum ama işaretleri takip etmezsem, kaybolma riskim de var. Zira deneyimlerimden biliyorum ki, bir yerde hedefi göremezsem, ne tarafa gideceğimi bilemiyorum. Ağaçların arasında yön duygumu kaybediveriyorum.

Üzüm İskelesi’nde epey bir zaman kaybediyorum, işaretleri bulamadıkça sabırsızlanıyorum. Neyse oflaya puflaya, işaretlemeyi yapanlara zihnimde mektuplar yaza yaza dinek taşına ulaşmayı başarıyorum. Bugünkü hedefim Aperlae, zira öncesinde kalacak yer olmadığını söylüyorlar. Yol uzun. ‘Daha başlangıçta bu kadar zaman kaybedersem, yandık’ diyorum. Dinek taşını geçtikten sonra tırmanmaya devam ediyorum.

Bir süre sonra tarihi taşların olduğu bir yere geliyorum. Zaman kaybetmemek için, burayı gezmedim. Ama bir yol ayrımının ortasında işaretleri yine kaybettim. Bugün yol uzun, dün de epey yürüdüğüm için, bedenim yorgun, içimde karanlık basmadan varma endişesi var, zihin bu kadar kalabalık olunca, işaretleri görmekte zorlanıyorum. Bir hayat dersi daha, zihinde endişe varsa, yaşamın işaretlerini de görmek mümkün olamayabiliyor.

Belki yaşam da bu yola benziyor. Hepimizin bir hedefi var. Bu yolculukta: Antalya’ya varmak. Yaşamda: belki mutlu olmak, bütünün mutluluğuna bir katkıda bulunmak, bir iz bırakmak, potansiyelini gerçekleştirmek gibi. Bu hedefe varabilmek için bir şekilde iz takip ediyoruz. Bu yolculukta takip ettiğimiz Kate ve gönüllülerin kırmızı-beyaz işaretleri. Yaşamda ise kimimiz insanların –anamızın babamızın, hocalarımızın, grup arkadaşlarımızın ya da bilge kişilerin- çizdiği, kimimiz yaşamın, iç bilgeliğimizin çizdiği işaretleri takip ediyoruz. Korktuğumuzda, endişelendiğimizde de zihnimiz dolu olduğu için, bir sonraki işareti göremiyor, yanlış patikalara sapabiliyoruz. Aynı bu yolda benim başıma defalarca geldiği gibi. Mesela Patara çıkışında dişlerini göstererek havlayan köpek ve bir gece önce gördüğüm rüya, zihnimi o kadar bulandırdı ki, uzun bir süre bir sonraki işareti bulamadım. Hatta bambaşka yerlere saptım, uzun uzun oralarda yürüdüm. İşareti göremediğim için panikledikçe, daha da kayboldum. Oysa son işarete geri yürüsek, o işaretin çevresinde birkaç adım atsak, yol önümüzde tekrar açılıverecek. Yolu işaretleyen gönüllülerden biri olan rehber Ersin Demirel bir yazışmamızda “Yapılacak tek şey devam etmekte ısrarlı olmamak. Kaybettiğin son işarete geri dönüp yeniden ısrarla aramayı orada sürdürmek.” demişti. Aynı yaşamda olduğu gibi. Bu dersi de her zaman hatırlayabilmeyi çok istiyorum.

İşareti bulmak için oldukça debelendikten sonra, aslında biraz daha yürüseymişim rahatlıkla görebileceğim işareti buluyorum. İçim rahatlıyor. Yola devam. Epey tırmana tırmana sonunda Boğazcık köyüne giden toprak yola çıkmayı başarıyorum.

Burada arabasından inmiş bir köylü ile karşılaştım. İçimden dua ediyorum, ne olur köye gitsin. Değil, arılarına bakmaya gidiyormuş tam ters yöne. Beni bu yürüyüşten vazgeçirmeye çalışıyor. Bakıyor vaka ümitsiz, bir ara çaresizce “Peki ben sana nasıl yardım edeceğim?” diyor. Şaşırıyorum, tüm gayretinin bana yardım etmek olduğunu anlıyorum. Sonunda sevinçle bir yol buluyor, “Köye git, karımı bul” diyor, “O sana yemek verir”. Evini tarif ediyor. Yarım kulak dinliyorum, zira haritaya göre Boğazcık Köyü yolun dışında. Hiç yolu uzatmaya niyetim yok.

Tekrar yola koyuluyorum. Hiç ağaç yok yolda. Nasıl sıcak. Birden şu ana kadarki yolu oflaya puflaya geldiğimi fark ettim. Keyif alamıyorum. “Aaa, ne oluyoruz?” dedim. Baktım, hava kararmadan varabilme endişesi içimde ana zemini oluşturmuş. Üstüne ne koysam, kararıyor. Bunu değiştirmek için bir şey yapmadım, yalnızca fark ettim sürekli. Neyse ki bu toprak yol rahat, düz yol, kaybolma endişesi de yok. Bir süre sonra zihnimde bulutlar dağıldı. Epeyce yürüdükten sonra bir köye vardım. Meğer Boğazcık Köyü’ymüş. Haritanın bu kısmı yanlışmış.

Aperlae’ye dönen yol kavşağında çantamı indirdim, biraz su içiyorum. Çantamın üzerinde yeşil, tombul bir tırtıl. Kimbilir nereden taşıyorum onu. Bir ot parçasıyla onu çantamdan indirmeye çalıştım, ne mümkün, kıvrıldı ulaşamayacağım bir yere girdi. Ben tırtılla konuşurken, bir köylü kadın yanıma geldi. Lafladık. Yemeğe davet etti, zaman baskısı var ya, kabul etmedim, zaten de pek aç değildim. Su isteyip istemediğimi sordu. Buna hayır demedim tabii, zira buraya kadar hiç çeşme yoktu. Evine gittik. Meğer yolda gördüğüm adamın karısı değilmiymiş, şaşılacak şey. Bana elma ve portakal verdi. Bazen turistleri evlerinde ağırlıyormuş.

İşte orada o gün için kafama koyduğum hedef gözümü boyadı ve bu bilgiyi değerlendiremedim. İstesem akşamı orada geçirebilirdim. Boğazcık Köyü çok güzeldi, konumu, yeşilliği ile. Ayrıca zaten akşam uyumamıştım, bir gün önce uzun yol yürümüştüm. Yola devam etmeyip orada ara vermem çok iyi olurdu. Ama o gün yola çıkarken, hedef Aperlae deyince bunu göremez oldum. Çok yazık. Bir yaşam dersi daha. Her an’a yeniden doğmak, uyanık olmak, özgürce bakabilmek ne kadar önemli. Zira bu köyden ayrıldıktan birkaç saat sonra ayaklarımda müthiş bir ağrı oldu. Sonraki günlerde beni epey zorlayacak bu ağrı, yürüyüş bittikten aylar sonra ancak geçti. O gün uyanık olabilseydim, belki her şey çok farklı olabilirdi.

Boğazcık Köyü’nden ayrıldım, Kale Tepesi’ndeki Apollon harabelerini gezecek ne halim var, ne isteğim. Bu harabelerin yoluna saptım, karman çorman bir sürü işaret, genelde işaretler kırmızı beyaz, buradakiler yalnızca kırmızı, üstelik oraya buraya dağılmış gibi. Sonra da pat diye işaretler bitti. Herhalde yürüyüşçüler bu harabeleri gezsin diye burayı işaretlemişler, demek asıl yol buraya geldiğim toprak yolun devamındaymış deyip, gerisin geriye döndüm. Ancak toprak yolun aşağısında da hiçbir işaret bulamayayım mı? Bir de onca yolu yürüdüm, sırtta çanta.

Haydi tekrar harabelerin yoluna girdim. Kale Tepesi’nin altında bir tel örülmüş. Meğerse –sonradan anlıyorum- işaretlerin devamı bu telin içinde kalmış, o yüzden işaretleri bulamamışım. Çantayı bırakıp, uzun uzun aradıktan sonra bu teli sağıma alarak aşağıya yürüdüm, yokuş bitince solda işareti gördüm. Nasıl bir sevinç tabii… Yokuşu tırmandım, çantayı yüklendim, tekrar indim aşağıya. Sonrası kolay oldu. İşaretleri takip ede ede, toprak yola çıktım. Bir de baktım ki, iki deve yük taşıyor. Bu memlekette bu devirde develeri yük taşımak için kullandıklarını bilmiyordum. Öyleymiş. Neşeli, çok temiz yüzlü bir çobanla karşılaştım yolda. Üstü başı yırtık, yok birbirimizden farkımız :) Güler yüzü bana enerji verdi, konuştuk biraz.

Sonra Kate’in kitapta ballandıra ballandıra anlattığı bir patikaya girdim. Artık yorgunluktan mı, yoksa patika değişmiş mi, bilmem, hiçbir özellik göremedim yolda. Bir ağacın altında dinlendim bir süre. Sonra bir beli aştım. İşte o beli aştıktan sonra ne oldu bilmiyorum ama içim nasıl bir mutlulukla doldu, anlatması zor. Sanki eve geldim. Nasıl rahatladım, gevşedim, neşelendim. Oysa kaybolmalarla da birlikte çok yol yürümüştüm, yorgundum, banyo yapamamıştım iki gündür, sanki keçi kokuyordum (belki de gerçekten kokuyordum), daha da yolum vardı. Hiç bunlar etkilemedi beni, bir anda tüm ruh halim değişiverdi. Ne oldu da böyle oldu, bilmiyorum. Yolun gerisini neşe içinde yürüdüm. Sürekli inişti Aperlae’ye kadar. Yolda sırt çantalı 65 yaşın üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir turistle karşılaştım. Epey lafladık ayaküstü. O bana “Ooo daha çok yolun var” dedi, ben de ona “Ooo daha çok yolunuz var” dedim. İkimiz de biraz hayalkırıklığı yaşadık. Ama yoldaki kaybolmalarımızdan konuştuk, gülüştük, dertleştik. İyi geldi.

Yol iki yumruk büyüklüğünde taşlarla doluydu. Düz yürümek mümkün değildi. Biraz daha yürüdükten sonra ayaklarımda müthiş bir ağrı hissettim. Çok yorulmuşlardı. Oturdum, biraz dinlendim. Sonra yürümek daha da zor oldu. İyice yavaşladım. Saat ilerlediği için uzun bir mola verecek durumum yoktu. Hızlı yürümeme de imkân yoktu. Yine biraz endişe kapladı içimi. Yavaş yavaş, bastığım yerlere çok dikkat ederek, ayaklarımı yormamaya gayret ederek yürüdüm. Ama ağrı gittikçe arttı. Bu yol çok güzeldi. Yaşlı ağaçlar, değişik kayalar. Ayaklarımın ağrısından istediğim gibi keyfini çıkaramadım. Ama ağrıya da pabuç bırakmadım. “Hem ağrı çekerim, hem keyfederim”, dedim, içinde yüzdüğüm güzellikleri görmeye gayret ettim. Aperlae’nin duvarlarını gördüğümde çok sevindim. İçim çok enerjik ve tatlı bir hisle dolu olduğu halde, ayaklarımın ağrısıyla epey zorlandığım bir yolculuk olmuştu. Bu antik şehirde de kendimi harika hissettim. Sanki orada benim görmediğim sevgi dolu varlıklar yaşıyormuş gibi geldi. İçimi neşeyle doldurdu binaların arasında yürümek. Ancak pek de gezecek lüksüm yoktu, ayaklar izin vermedi. Merdivenlerden deniz kıyısına indim.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:



Müthiş bir koy. 3 tane bina var. Hepsi o.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:
Biraz daha yürüdüm ve yeni açılmakta olan bir pansiyon/ kamp alanı ile karşılaştım. Binalardan biri onlara ait. Hemen eşyalarımı bıraktım ve denize ayaklarımı sokmaya gittim. Yolda söz vermiştim ayaklarıma. İskeleye oturdum, ayaklarımı buz gibi denize soktum. İyi ki, meğer böyle durumlarda soğuk tedavisi yapılırmış. Bunu da yapmasam ne olurmuşum kimbilir.

Otururken, bir küçük balıkçı teknesi yanaştı. İçinde bir kadın, bir adam. Laflamaya başladık.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Tam böyle bir görüntüydü.

“İlle bizimle çay iç” dediler. Hiç niyetim yoktu, zaten ayaklarım üşümüştü. “Ayaklarım üşüdü, gideyim” dedim, kadın hiç giyilmemiş bir çorap verdi. O kadar ısrara “Haydi bir çay içeyim” dedim. Yumurta pişirdiler, pansiyonda yemek yiyeceğim için, yalnızca bir lokma yedim. Ama o teknenin üzerindeki sahandaki yumurta şimdi bile gözümün önünde, tadı damağımda. Nasıl tatlı geldi anlatamam. Balıkçılık yapıyorlarmış. Kaş’ta oturuyorlarmış. Gündüz ağ atıyorlar, gece burada, teknede kalıyorlar, ertesi gün de sabah ezanından önce ağı topluyorlarmış. Ezanda ya da sonrasında toplamaya kalkarlarsa, yunuslar balıkları yediği için elleri boş kalıyormuş. Foklar da balıkları yiyormuş. Belli balıklar için daha derine, bazıları içinse kıyıya yakın yerlere ağ atıyorlarmış. Karides yokmuş ama ıstakoz, kalamar varmış. Kısmete ne çıkarsa artık. Kadının ailesi keçi çobanıymış. Balıkçılığı sonradan kocasından öğrenmiş. Çocukları var. Onları bırakıp, balığa çıkıyorlar. Bu korunaklı koyda geceyi teknede geçiriyorlar. Bir hayat kurmuşlar yarı deniz üstünde, yarı toprak üstünde…

Bir de hikâye anlattılar, içimde yer etti. İki yabancı turist yürüyüşleri sırasında bir köpeğe rastlamışlar. Köpek bunları çok sevmiş, onlarla bütün gün yürümüş. Yanlış hatırlamıyorsam, Ufakdere kıyısında bu balıkçı ailesi turistlerle karşılaşmış, onları Kaş’a götürmeyi teklif etmiş. Yorulmuş olan turistler köpekle vedalaşıp, tekneye binmişler. Köpek denize atlamış arkalarından. Epey takip etmiş. Turistler gözyaşları içinde kalmışlar. Sonrasını unuttum hikâyenin. Ama kalbime dokundu anlattıkları...

Aperlae konaklama:

Pansiyon üç odadan oluşuyor. Meğer babalarının eviymiş, dedelerden kalma bir ev, 200 yıllık. Sit alanı olduğu için ancak boya yapmışlar, hiçbir şey değiştirmemişler. Elektrik yok. Binada tuvalet, banyo yok. Tuvalet dışarıda. Biraz orta yere yapılmış, yerden yüksekte bir tuvalet.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:

Sıcak su yok tabii, zaten banyo da yok sanırım. Dünkü maceradan sonra, o kadar yorgunluğun üstüne yine toz toprak, keçi kokusuyla kaldım. Binanın kendisi, iç döşemesi güzel, yatak rahat. Ateş yaktılar, bir süre ateş başında oturduk. Orayı işleten kişinin abisi, karısı ve bir buçuk yaşındaki çocukları da işletmeye ortak olmak üzere yeni gelmişler. Ortama alışmaya çalışıyorlar. Demre’deki hayatlarından çok farklı elbette, karışık duyguları var. Elektrik yok, pek komşu yok, bakkal yok. Tüm malzemeyi arkadaki koya kadar tekne ile getiriyorlarmış, oradan da taşıyorlarmış. Ertesi gün yolun gayet düz olduğunu gördüm, herhalde bisiklet kullanıyorlardır.

Gece yine tıkırtılar oldu, o kadar yorgunluk ve uykusuzluğa yine rahat uyuyamadım. Epey de üşüdüm.

Ertesi sabah hava çok bulutluydu. Ayaklarım da pek iyi durumda değildi. Ancak burada kalmak istemedim. Islanma riskini göze alıp, yola çıkmaya karar verdim. Buradaki şartlar için, kalma ve yemek parası biraz pahalı geldi bana. Çadır da kurulabiliyormuş, kesinlikle daha hesaplı olur.

(Mor Ev Pansiyon (ben oradayken henüz ismi konmamıştı ama bu isim üzerinde konuşuluyordu): Rıza Cüce- 0505 886 90 86)

19 Eylül 2007 Çarşamba

Kocaman yürekli insanlar

Tanrı misafiri olduğum kulübenin bulunduğu yer Sısla Mevkii imiş. Çevrede benim gördüğüm başka ev yok. Ama sonradan arkada biraz daha aşağıda bir ev daha olduğunu görüyorum. Evin içine girdiğimde evin bir oda olduğunu gördüm. Ancak depo gibi küçük bir oda da var. Kendi küçük aklım hemen bu bölmede yatabileceğimi planlıyor. Ne de olsa matım, uyku tulumum var. Bunu önerdiğimde Hasan Amca ile Saliha Teyze birbirlerine bakıyorlar. “Uygun olmaz”, diyorlar. Nedenini anlamıyorum, biraz da çekiniyorum bu durumdan. Israr edince, “Fareler seni rahat bırakmaz” diyorlar. Israrı derhal kesiyorum.

Daha havanın kararmasına zaman var, ertesi gün izleyeceğim rotayı bulayım bari diye düşünüyorum. Hasan Amca beni yalnız göndermiyor, beraber yola çıkıyoruz. Zannediyorum ki iki adım ötede. Kırmızı işaretlere ulaşmamız bir saatten fazla zaman alıyor, bir de bunun geri dönmesi. Nasıl yoruldum. Hasan amca ille başka bir rotadan gitmemi, zira daha kısa olacağını söylüyor. Cesaret edemiyorum, zira doğada kaybolmanın ne kadar kolay olduğunu biliyorum. Şimdi baktığımda eğer pusula ile kerteriz almayı bilmiş olsaydım, bunu rahatlıkla yapabileceğimi anlıyorum. Tabii akılsız ya da bilgisiz başın cezasını ayaklar çekermiş, hem o gün, hem de ertesi gün epey yürümek zorunda kalıyorum.

Hasan Amca yakında bir ameliyat geçirmiş, sonradan karısı anlattı, aslında sağlık açısından zorlanıyormuş. Yine de o haliyle bana yolu göstermek için onca yolu yürüdü. Ertesi gün onun gösterdiği yoldan yürürken, kimi yerlerde gözlerimden yaş geldi, bu nasıl bir gönül yüceliğidir. Kapıyı ansızın çalan misafiri hem ağırlayacaksın, hem onun için onca yolu yürüyeceksin.

Dönüş yolunda Hasan Amca “Sen hiç odun kömürü nasıl yapılır, gördün mü?” diye sordu. Görmemiştim, bir patikadan uzun uzun yürüdük. Ve dört tane insan boyundan yüksek tümseğe geldik. Tümseklerden birinden biraz duman çıkıyor. İkincisinde ise bir kadın hortumla su tutuyor, incecik, kara kuru bir adam kürekle toprak atıyor tümseğin üstüne. Adamın hali kanımı donduruyor. Yalın ayak, dizine kadar bacakları kömürle kapkara. Yüzünün bir kısmı da kara, eller kollar kömür isi. Ve o kömürlü havayı soluyor. Bir deri bir kemik tanımına tam uyuyor. Birkaç dişi de yok. Nasıl harıl harıl çalışıyor. O bedende o çeviklik nasıl oluyor şaşıyorum, öylesine hasta görünüyor aslında. O kömür kokusu içinde toprak karıyor. Bizi görünce nasıl gülümsüyor, yüzü, çevresi aydınlanıyor, hala gözümün önünde. Yürekten bir gülümseme. O zorlu işi yaparken, nasıl böyle gülümseyebiliyor! Bazı insanlar ne kadar zor para kazanıyor diye düşünüyorum. Kendimi düşünüyorum, böyle bir iş yaparken, biri seyretmeye gelse, sanki içten içe kızardım gibi geliyor. Nasıl eziliyorum büzülüyorum karşısında. Oysa adam şehirli misafiri bir yerlere oturtma, rahat ettirme düşüncesinde. Yaşam bazen havalanmış olan ayaklarımı gerçeklerle yere bastırır, o zamanlardan biri…

Odunları yüksek bir tümsek halinde dizmişler. Üzerine çam iğneleri yaymışlar. Tümseğin kenarlarında ateş sokulacak delikler var. Buralardan yakıyorlar. Sonra da üstünü ıslak toprakla örtüyorlar. İnce bir iş, hem odunlar bir şekilde yanacak ki kömürleşsin, hem de yanmayacak ki yanıp da kül olmasın. O yüzden 24 saat uyumazlar, başında nöbet beklerlermiş. İşçiye para gitmesin diye, karı koca kendileri yapıyormuş. Odun kömürü nargilede, mangalda, köfteci ve kebapçılarda kullanılıyormuş. Bana göre çok zahmetli ve yorucu bir iş. Üstelik de kömürle bu kadar yakın temas, ciğerlere ne yapar… Elimden bir şey gelmiyor, onları seyrederken ve dinlerken, içimden sürekli iyi dilekler gönderiyorum bu aileye. Bolluk bereket içinde olsunlar…

Hasan Amca’nın rehberliği harika, oradan çıktıktan sonra bir bakla tarlasının yanından geçiyoruz. Bana baklanın nasıl çiğ yendiğini gösteriyor. Bezelye- araka da yiyoruz çiğ. Çok lezzetli. Dağlardaki yabani hayatı konuşuyoruz, “Artık hiçbir şey kalmadı” diyor, “eskiden ceylanlar vardı, hepsi gitti”. Sonra bana keçi sürüsünü gösteriyor. Hepsi siyah, uzun düz tüyleri olan keçiler. Meğer üç cins keçi varmış sürüde. Bakıyorum, bakıyorum hepsi aynı. Hasan Amca iyi bir öğretmen, keçilerin cinsinin kulaklarından tanınacağını anlatıyor.

Hava kararıyor, eve varıyoruz. Saliha Teyze yemek yapmış. Allah ne verdiyse yiyoruz yer sofrasında. Sonra keçi sütü ikram ediyorlar. Yaşamımda ilk defa içiyorum. İshal yapar diye bir rivayet hatırlıyorum, o yüzden bir çay bardağı içiyorum. Ama hiç de bir şey olmuyor, turp gibiyim sonrasında :)

Biraz televizyon seyrediyoruz beraber. Çantamda evin küçük kızına hediye olacak şeyler arıyorum, ıvır zıvır bir şeyler buluyorum. Oynuyor bunlarla. Fethiye’den beri taşıdığım uzun yağmurluk ile alüminyum tencereyi de burada bırakmaya karar veriyorum. İkisi de yepyeni. Sonra bir bakıyorum, o tencerenin aynısını kullanıyormuş Saliha Teyze, seviniyorum, bari makbule geçecek.

Ailenin keçileri var. Bütün kış, Nisan sonuna kadar bu evde kalırlarmış. Sonrasında civarda ne bir insan, ne hayvan kalırmış. Çok sıcak olurmuş. Zaten su yok. Tanker var evin önünde, suyu oradan kullanıyorlar. Nisan sonunda köye göçerlermiş. Bazıları köyden de yaylaya gidermiş, yani üç evleri varmış. Hasan Amca “Biz yaylaya göçmüyoruz” dedi. Onlar yılda iki kere taşınıyorlarmış. Tek odada yaşam zor olmalı diye düşünüyorum. Nerede banyo yapıyorlar, nasıl giyiniyorlar.

Gece yataklar yapılıyor. İlle matımda ve uyku tulumumda yatayım desem de, alınıyorlar. Döşek ve yorgan veriyorlar. Hep birlikte sıra sıra yatıyoruz. Kısa bir süre sonra herkes uyuyor, seslerinden anlıyorum. Bense gözümü henüz kırpamıyorum. Tam o sırada tıkırtılar başlıyor. Aman ne tıkırtı. Yaşamım boyunca çeşitli kereler fare olan yerlerde yattım, ama böyle ses duymadım. Sanki bu fareler marangoz, öyle sesler çıkarıyorlar, tahtaları nasıl kemiriyorlar. Mutfakta bir şeyleri deviriyorlar, tencereler tavalar yerlerde herhalde. Ses o kadar yüksek ki, kulaklarım büyüdü sanki, hangi yönden geliyor, bana ne kadar yaklaşıyor tartmaya çalışıyorum. İşte böyle dinleye dinleye sabahı ettim, gözlerimde bir dirhem uyku yok. Zaten sert zeminde yattığım için, belimin ağrısı felaket.

Sabah erkenden kalkıyoruz. Dün mucize eseri tuvalete gitmedim ama artık tuvalete gitmem gerek. Saliha teyze beni dışarıda bir yere götürüyor. Bunca yıl ne tuvaletler gördüm ama bu hepsinden daha havalı. Bir kere çevresindeki tahtalar yarı beline geliyor insanın. Kapısı var yok arası, içerdeki kişi dışarıdan rahatlıkla görünüyordur. Allahtan daha ev halkı tam olarak kalkmadı. Alelacele işimi görüyorum.

Saliha Teyze farelere bağırıp duruyor. Akşam epey hasar vermişler –yine(!). Neyse keçinin sütünün olduğu tencereyi devirmemişler, ona seviniyor. Mutfak bölümüne hiç bakmıyorum. Kahvaltı etmek için oturuyoruz. Kendilerinin yaptığı keçi yağı, keçi peyniri ve de zeytin var. Tabii bir de yufka ekmeği. Keçi peynirine uzanıyorum. Saliha teyze “Çok ağır gelir” diye uyarıyor. Geçen seneden kalmış. Hakikaten çok ağır, nasıl bir koku. Zorlanarak yutuyorum. Biraz yağ yiyeyim diyorum. Yıllardır hiç yağı böyle yemedim. Bir kaşıkla yufka ekmeğine koyuyorum. Şimdi bile ağzımda o kaygan, ağır tat belirdi. Eskiden ekmeğin üzerine sana yağı sürüp yerdik, hayret ediyorum şimdi. Zarla zorla o lokmayı yutuyorum, sonra boş boş yufka ekmeğini yiyorum. Sabahları pek iştahımın olmadığını söylüyorum.

Hediyelerimi de verdikten sonra, yola koyuluyorum. Harika bir sabah, erken olduğu için hafif bir serinlik ve tazelik var. Yol boyunca bana evlerini, sofralarını açan bu aileye -ara ara da gözyaşları içinde- dualar ediyorum.