13 Eylül 2007 Perşembe

Bel – Gavurağılı – Kumluova

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden


7 Nisan 2007

Sabah erkenden yollara düştüm. Hava açık, güneşli. Bel’den Gavurağılı’na doğru yolun ilk kısmı, dağlar arasından gayet rahat bir traktör yolundan gidiyor. Gölge yok, o yüzden sabah erken çıkmalı yola, Nisan’da güneş sabah 8de bile yakıyor. Sonra bir ormanlık alanda uzun, yaşlı ağaçların arasından yürünüp, bir yamaca varılıyor.

Bu yamaç belki de tüm Likya yolunun en zor parkurlarından biri. S’ler çizerek taşlı dar bir patikadan yürümek gerekiyor. Yan yan giden bir iniş hali. Bana göre epey yüksekçe bir yer. Cep telefonu çekmiyor. Aşağı yuvarlanılsa, tutacak bir şey yok, iyice aşağı gidilir. Oldukça yavaş yürüyorum. Kate kitabında 2 saat 15 dakikada bu kısmın yürünebileceğini söylemiş. Notlarını okuduğum İngiliz çift burayı 4 saatte yürümüş. Yükle dengeyi sağlamak önemli. Bazı yerlerde patika yerini kayalara bırakıyor. Kaymamaya dikkat etmek gerekiyor. Yalnız olunca, dikkat katlanıyor, pür dikkat yürüyorum. Yorucu. Çanta ağır geliyor. Güzellik falan görecek halim kalmadı.

Ortalarda bir yerlerde bir ağaç geliyor önüme, biraz dinleniyor ve notlarımı yazıyorum. Kate’in öngördüğü saatte tamamlıyorum bu parkuru, yeşillik mesire yeri gibi bir yere varıyorum. Keçi, koyun güden, burada konaklayan bir çoban ailesi var. Bana “hello” diye bağıran çocuklar, onlara bakınca utanıp çadıra kaçışıyor. Yaşlı bir çoban görüyorum. Yürümeye devam ediyorum.

Kısa bir süre sonra da ilginç karakterlerden biri tüfekli çobanla karşılaşıyorum. Bir süre sohbet ediyoruz. Yola devam. Yemyeşil, ara ara gelincik ve sarı çiçekler serpiştirilmiş bir papatya tarlasında yürüyorum. Yeşil mi baskın, beyaz mı ayırt edemiyorum. En son ne zaman bu kadar papatyayı bir arada gördüm hatırlayamıyorum. İç coşkumu anlatmaya kelime yok.

Kovanlarını gezdiren Dalaman’lı yaşlı bir arıcı amca ve teyze ile karşılaşıyorum. Çadırda yaşıyor onlar da. Ayak üstü sohbet ediyorum. Hepimizin ne kadar değişik yaşam şekilleri var, deneyimlerimiz ne kadar farklı. Göçebe gibi çadır koşullarında geçiyor ömürleri, ama bir yandan da sabah bir papatya tarlasının ortasında uyanıyorlar. Ciğerleri mis gibi çam havasıyla doluyor. İşe gitmek için bir buçuk saati yolda geçirmiyorlar. Doğduğumuz yer, ailemiz, yaptığımız iş bize bir “normal” çiziyor, biz o normalde yaşayıp, bir ömrü tamamlıyoruz. Bazen bazılarımız bu normali sorguluyor, kendine uygun olanı belirliyor ve bunu yaratmak için uğraşıyor. Ekoköy gayretleri gibi. Aralarında arkadaşlarım da var, işleri kolay gelsin…

Biraz daha yürüyorum bu cennet bahçesinde, sonra bir ağacın altında öğle yemeği molası veriyorum. Ayakkabıları çıkarıp, piknik yapıyorum. Tek mesele su. Yeterli su almamışım. Civarda da su bulamadım. Tüfekli çoban sarı su diye bir sudan bahsediyor ama benim onu içemeyeceğimi söylüyor, ileride evlerden su istememi tavsiye ediyor. Bu tavsiyeyi tutmuyorum ve sonra çok ama çok sıkıntı çekiyorum.

Az daha yürüyünce yeni yapılmış, çok yüksek duvarlı bir binanın yanından geçiyorum. Kapıda “B+B here” yazıyor. Daha saat 12 civarı. Devam edeyim diye düşünüyorum. Sonradan bakınca, orada dursam iyi olurdu diye düşündüm. Zira beden uzun yürüyüşlerde çok yoruluyor ve kendine gelmesi zaman alıyor. Kısa kısa yürüyüp, varılan yerin tadını çıkarmak iyi fikirmiş.

Gavurağılı’ndan sonra araba yolundan gidiliyor. Sıcak. Pek ilginç bir yol değil. Arada deniz manzarası güzel. Pydnai’ye varıyorum. Pek bir bina yok. Ama duvar işçiliğine hayran kaldım. Daha önce hiç böyle duvar örüldüğünü görmemiştim. Genellikle benim gördüklerim dikdörtgen taşlarla örülmüştü. Bunda ise ortada bir taş var ve onun etrafını halkalar halinde örmüşler gibi. Bunu nasıl yapmışlar bilmiyorum. Taşlar mükemmel bir şekilde birbirine uydurulmuş. Yap boz gibi, farklı şekillerdeler. Bence harika görünüyor. Duvara yumuşak bir hava vermiş. Hafifçe de bombeli gibiler. Kimler ne emekler vermiş, hayran kalıyorum.

Yerlerde acayip çukurlar kazılmış. Artık define mi aramış birileri, bilmem.

Kitapta burada su olduğu söyleniyor ama bulamıyorum. Çok susuz kalıyorum.

Pydnai çıkışında işaretler çok zorladı. Biraz buluyorum, sonra yine kayboluyorlar, epey bir süre işaret aradım. Belki susuzlukla dikkat dağılıyor, bilmiyorum.

Solumda Özlen Çayı, güneş altında yürüyorum. İşaretleri aramak için normalde yürüyeceğimin belki iki katı yol yürüyorum. Sonunda toprak araba yoluna çıktım. Köprüyü gördüm. Nasıl susadım. Sahilde cafe olduklarını düşündüğüm binalar var. Su ısmarlayacağım, kola da içeceğim, hayaller kuruyorum. Köprünün diğer ucunda çayda bulaşıkları yıkayan bir kadın var. Köprüyü geçtim, onunla konuşuyorum ve cafelerin henüz açılmadığını öğreniyorum. Beni birlikte piknik yaptığı mahalle arkadaşlarının, akrabalarının yanına götürüyor. Likya yolundaki insan manzaraları karakterlerinden Cennet Mahallesi ile tanışıyorum. İnsan manzaralarında uzun uzun anlattığım için, burada Cennet Mahallesi ile olan maceramı yazmayacağım. Ancak bana açtıkları yürekleri, evleri, sofraları için gönülden tekrar teşekkürler…

Özlen Çayı’ndan sonra Letoon’a doğru da işaretler belirsiz ve nadir. Özellikle ana araba yolundan toprak yola sapılması gerektiğini anlamak benim için biraz zor oldu. Üstelik haritada da bu yol yok. Minibüs durağının birkaç metre öncesinde sağdaki toprak traktör yoluna girmek gerekiyor. Bu yolu yürümek isteyen olursa, bunu not almak yararlı olabilir.

Letoon yolu çift sıra mimoza, dümdüz, sakin bir yol. Mimozalar çiçekte, harika bir görüntü. Kumullar arasında yürünüyor. Arada okaliptüs ağaçları. Hafif sulak alan olduğu için değişik değişik kuşlar var. “Ah yanımda bir kuş kitabı olsaydı”, diyorum. Kuşun ismini bilmek değil mesele, kuşu tanımlamak için daha dikkatli bakıyorum ya, o dikkati yakalamak istiyorum. Ancak bir yandan da işaretleri bulmak mesele. Saat geç, telaşla yürüyorum. “Ah bu da değişik bir kuş, bu da harika” diye diye hızla yürüyorum. “Buraya bir daha gelip, kuşlara uzun uzun bakmalı”, diyorum içimden. Güzellikleri derinliğine yaşama isteği var içimde.

Böyle heyecanla ilerlerken, bir yerde işaret bitti, yani benim için. Diğerini bulamadım. Ormana girdim ve kayboldum. İnat edip diğer işareti bulurdum şimdiki aklım olsaydı. Zira bambaşka bir yerlere girdim. Artık geri dönüp, son işareti de bulabilecek halde değilim. Kumulların üzerine tırmanıyorum, devrilmiş ağaçların üstünden atlıyorum, çalılara takılıyorum. Kayboldum tam anlamıyla. Neyse ki araba sesleri duyuyorum. Araba seslerini takip ederek bir yola çıktım. Nerede olduğum konusunda hiçbir fikrim yok. Daha önce karşılaştığım Cennet Mahallesi ekibi Hızır gibi yetişip, beni kamyonetin arkasında Kumluova’ya getirdi. Meğer kalmayı planladığım pansiyon yanmış, bence kozmik bir düzenleme ile geceyi cennet mahallesi ile geçirdim. Bu komik macera “az sonra”…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder