29 Şubat 2008 Cuma

İstim Çıkarmak...

Birlikte oturması zor hale gelmiş duygulardan söz ediyorduk. Öncelikle de nasıl istim boşaltacağımızdan. Aynı düdüklü tencerenin kapağını hemen açmayıp, buharı yavaş yavaş çıkarıp, sonra kapağı açtığımız, içindekilere baktığımız gibi…

Buharı çıkarmanın yollarından biri de yazmak olabilir. Üzüntümüz, öfkemiz, iç sıkıntımız, depresif halimiz yazmak ister mi? Boş bir sayfanın önünde durup, istediğimiz renk bir kalemle, hatta birkaç renk kalemle (biraz oyun, eğlence, hoşluk da olsun) üzüntüye/duyguya ne istiyorsa yazması için izin verelim. Çıkanlara şaşırabiliriz ama bırakalım bakalım ne çıkıyor. Duygular sınırlanmadan içini döktüğünde belki de içimizdeki karanlık bir yerlere ışık düşer, farkındalığımız artar.

Yazıyla harika çalışmalar yapan birini tanımıştım yıllar önce: Yeşim Cimcoz. Bilmem hala çalışmalarına devam ediyor mu? Hatta ondan öğrendiğim bir boncuk çalışmasını bizim uygulamalarda da yapmış, pek eğlenmiş, kendimizle ilgili bir şeyler öğrenmiştik, aranızda hatırlayanlar mutlaka vardır. (web adresini bilen var mı?- Cevap geldi: http://www.yesimcimcoz.com/ Teşekkürler Gökçe...)

Buhar çıkarmak için eğlenceli yollardan biri de üzüntü dansı/ öfke dansı/ depresyondayım dansı/ nereye-gideceğimi-bilmiyorum-dansı olabilir. İçimizdeki yoğun duyguya uygun bir müzik bulup ya da belki müziksiz de olabilir, bedenimiz ne yapmak istiyorsa öyle hareket ettiği bir dans yapabiliriz kendi kendimize. Son yıllarda yaptığım birebir çalışmalarda sıklıkla çıkan ödevlerden biridir bu: hatta şükür dansı, kutlama dansı yapanlar da olmuştur. Ve pek çok güzel geribildirimler gelmiştir.

Ya da kendi kendimize olduğumuz bir yerde duygumuzu serbest bırakırız, ağzımızdan hangi sesle dışarı çıkmak istiyorsa, öyle çıkar. Anlamsız, uyumsuz, ritimsiz, bet sesler duyabiliriz ama ne olur bıraksak da neyse o çıksa. Ne olur? Kontrolü, anlamı bıraktığımız anlar yaşasak ne olur?

Bazen doğada yürümek, terleyene kadar koşmak harika istim çıkarır.

Bazen yastıkları dövmek, bazen boşluğa yumruk atmak.

Bazen tamamen sessizce oturup, bedende olanları hiç kıpırdamadan izlemek.

Yaratıcılığımızı kullanarak daha nice yol bulabiliriz.

Böyle duygumuzu ifade ettiğimizde, istim çıkardığımızda ve sakince, şefkatle yanında durduğumuzda duygumuz bize derdini anlatabilir, içindeki hediyeyi paylaşabilir- belki.

Herkes görülmek istiyor, üzüntümüz de, kızgınlığımız da, depresyondaki yanımız da öyle herhalde. Çok uzun zaman içimizde kapalı kapılar ardında kaldılar belki, izin verebilir miyiz dışarı çıksınlar, durgun sular akan sulara dönüşsün?

Tabii bunu böyle dışarıdan söylemek çok kolay. İçindeyken bilmez miyim ne zor olduğunu, insan bir ömür boyu bu duygu devam edecek sanıyor. Hiç bitmeyecek ve gittikçe artacak, etrafı yakıp yıkacak zannediyor. Eyleme geçirilmediği (başka birisine söz söylenmediği ya da başka birisine bir şey yapılmadığı) takdirde, sakin yollarla istim çıkarıldığında basınç bir süre artıyor gibi görünüyor ama sonra inişe geçiyor. Defalarca başıma geldi. Tüm bunları bildiğim halde, bir tarafım ömür boyu sürecek sandı, her birinin yanında oturmaktan başka çarem yoktu, oturdum. Boşaldı, gitti. Ortalık sakinleşince, neler olduğunu görmem mümkün oldu. Ancak sakinlik içinde içgörüler gelebildi. Dersler alındı. Herkesin iyiliğine olma ihtimali yüksek yollar görünür oldu, bir sonraki adımlar belirdi. Ancak o zaman…

Çok önemli bir nokta: İstim çıkarmak işin ancak küçük bir kısmı. İstim çıktığında rahatlıyoruz genellikle, bu rahatlamayla yetinirsek, yeni krizlere de hazırlayalım kendimizi. Bu rahatlama aşamasında ‘ne varsa görülecek’ bunları görmek ve uygun adımları atmak çok önemli. Yoksa güzel bir fırsat harcanmış oluyor…


Devamı: Thich Nhat Hahn’ın kitabından bir alıntı…

28 Şubat 2008 Perşembe

Duygulara Alan Açmak

Konuşmak, yazmak neredeyse her zaman kolay, asıl mesele yaşama uygulayabilmek…

Bazen duygular o kadar yoğun geliyor ki, yanında oturmak çok zor oluyor. Bir öfkemi hatırlıyorum mesela. Kafam uyuşmuştu kızgınlıktan, içim köpürüyor köpürüyordu. Ağzımdan sözler çıkmaması için kendimi tutmuştum. Eve döndüm. Tam 5 gün ilgili kişilerle görüşmedim ki, arzu etmediğim (her iki tarafın da yararına olmayan) bir söz çıkmasın ağzımdan. Bu 5 gün içinde aklıma geldikçe, köpürdü içim. Tam bir fırtına. Şiddeti arttıkça artıyor. Ömür boyu bu öfkenin hiç dinmeyeceğine iyice kani olmuştum.

Bir de korkumu hatırlıyorum. Bedenimde o kadar çok enerji oradan oraya aktı ki, bir ara kalp krizi geçirebileceğimi bile düşündüm. Düşünceler zihnime akınlar düzenliyorlardı. Bir akın bitiyor, ortalık kısa bir süre duruluyor, hemen ardından yeni bir akın geliyor, ortalık birbirine giriyordu. Ne düşüncelerime, ne getirdiği duygulara, ne bedenimdeki hislere hiçbir etkim olamıyordu. Korku siyah, çok kalın ve ağır bir battaniye gibi üstümü örtmüştü sanki.

Bir üzüntümü hatırlıyorum. Bir ölüm ardından. Sanki içimde havuç gibi inceli, kalınlı birçok kök varmış da, bir el gelip bunları ayrık otu çeker gibi, şöyle kavrayıp çekivermiş gibi hissetmiştim. Birçok boşluk. Üzüntünün derinliği tarifsiz.

Bir kıskançlığımı hatırlıyorum. Tanıdığım biri tüm çılgınca görünmesine rağmen, istediği bir şeyi yaptığında içimde yükselen kıskançlığı hatırlıyorum. Ben niye yapamıyorum diye nasıl kendimi dövdüğümü. İçimde kabaran öfkeyi, özlemi…

Thich Nhat Hahn’ın at örneğindeki gibi, at bizi alıp götürüyorsa, ne yapacağız? Ata “Cici at, dur bakiim” deyince, durmayan bir atsa. At yok demenin manası zaten yok. Ben böyle bir ata hayatta binmem demenin de anlamsızlığı ortada, atın üzerindeyiz. Atı halının altına da süpüremeyeceğiz, bir dolaba da tıkamayacağız. Hem kontrol edemediğimiz bir atın üzerindeyiz, hem de çevreye de zarar vermek istemiyoruz. Ne olacak?

Şu yaşamda öğrendiğim en önemli şeylerden biri şu: “Bir şeyi kolayken öğrenmeye, yapmaya bak.”

Portakal kestiğin bıçağı hemen yıkarsan, az suyla ve birkaç saniyede temizleniyor. Ertesi güne bırakırsan, hem çok daha fazla su gidiyor, hem de iyice ovalamak, suyla ıslanıp çözülmesini beklemek gerekiyor.

Bir arkadaşıma bu örneği verdiğimde, muzip muzip “Ben bulaşıkları ıslatıyorum” dedi. Harika. Şu anda yıkayamayacağım ama yarın için hazırlık yapıyorum, gayet anlamlı. Ancak ıslatılmış bulaşıkları bir hafta, bir ay yıkamayınca herhalde epey pis kokar.

Bizim şu fırtına kıvamına gelmiş duygular da böyle beklemişlerden işte.

Ama olmuş bir kere. Şimdi ne yapacağız?

Küçük öfkeler üzerinde çalışabiliriz önce. Kas geliştirme gibi. Önce hafif, bizi pek yormayan, şu an gücümüz yeteceklerle çalışabiliriz.

Öfkeyi, tepkilerimizi, zihnimizde, bedenimizde olanları, düşüncelerimizi, yargılarımızı, inançlarımızı tanırız.

Öfkeyi tutabilme/taşıyabilme/öfkeyle durabilme kapasitemiz arttıkça, kafamızı uyuşturacak kadar büyük öfkelerden de öğrenmeye başlayabiliriz.

Önce belki tanıyabilmek için öfkeye/ üzüntüye/ sıkıntıya kendini ortaya koyma fırsatı veririz. Mesela bu üzüntünün/ öfkenin/ sıkıntının resmini çizebiliriz. Şöyle bir resimden söz ediyorum: Boş bir kağıdın önüne boya kalemleriyle öylesine oturmak, o duygunun çıkmasına izin vermek ve üzüntünün/öfkenin/sıkıntının kendini boyalarla ifade etmesine izin vermek, içimizden hangi renk geliyorsa o rengi almak ve ne çizmek istiyorsa- tamamen şekilsiz de olabilir- onu çizmek gibi. Hiç bir planlama, müdahale, kontrol olmadan. Bakalım ne çıkacak içimizden?

Yarın: Duygulara alan açmanın birkaç yöntemi daha...

27 Şubat 2008 Çarşamba

Sıcak, Sıcak... Soğuk, Soğuk...

Dün (pazartesi) için bir yazı hazırlamıştım. Daha doğrusu Thich Nhat Hanh’ın kitabından bir alıntıyı aktaracaktım.

Ancak içimde bir yazı var ve yazılmayı çok istiyor. Bana ne başka bir yazı yazdırıyor, ne başka yazı koyduruyor. Mecbur oturdum bugün yazıyorum :)

Son yıllarda maneviyata ilişkin çeşitli öğretilerden, yaklaşımlardan haberdar oldum. İnternetteki kimi yazıları, yazışmaları okuyorum. Arkadaşlar arasında birbirimize verdiğimiz tavsiyeleri dinliyorum. Ve içime bir şey uygun gelmiyor. Kendim de yapıyorum bilinçsizce ama bilincim yerine geldiğinde “ah” diyorum “ne yapıyorum” ve duruyorum.

Hemen dün akşam olmuş bir olayla örnek verip, konuya öyle gireyim. Dün akşam bir aile tanıdığı vefat etti. 30 yıldır tanıdığımız bir kişi olduğu için hepimiz mahzun olduk. Eve döndüğümde bir arkadaşım aradı. Nasıl olduğumu sorunca, “Hüzünlüyüm, Ali Amca dünyadan gitti” dedim. Arkadaşım “Üzülme, çok güzel bir yere gitti. Ben böyle durumlarda seviniyorum” dedi ve bu yolda bazı sözler söyledi. Yakınım bir kişinin ölümünden önce benim de benzer sözler söylemişliğim olduğu için, pek ses etmedim. Yalnızca “hüzünlü olmamın ne zararı var?” dedim.

Çevreme baktığımda sanki bazı duygular kara listede gibi hissediyorum. Öfke, endişe, yorgunluk, sıkıntı, huzursuzluk, kıskançlık, korku gibi mesela. Bunlardan olabildiğince kaçmaya, bunları saklamaya, bastırmaya, temizlemeye, arındırmaya çalışıyor gibiyiz sürekli. Bir mücadele içindeyiz. Listeler dolaşıyor: “Bugün öfkelenmeyeceğim. Asla kıskanmam. Üzüntüyü kabul etmiyorum. Her zaman neşeliyim. Korkuları temizleyeceğim. Şikâyet etmeyeceğim. Hatta hiç şikâyetim yok.”

Bunları her gördüğümde içimde bir şaşkınlık oluyor: Bu mümkün mü? Öfkelenmeyeceğim diye karar almak mümkün mü? Öfke insanın tuvaletinin gelmesi gibi bir şey bana göre. Kıskançlık da öyle, huzursuzluk da, korku da. Uygun koşullar bir araya geldiğinde ortaya çıkıyor. Bu enerjinin ortaya çıkıp çıkmamasına ilişkin pek elimizden gelen bir şey yok. Önemli olan bu enerji ortaya çıktığında bununla ne yaptığım.

Yaşamımız boyunca bu kara listedeki duyguları bastırdığımız için, bu enerjiler bir yerlerde –mesela bedenimizde- depolanıyorlar. Sonra ağrılara, daha büyük huzursuzluklara, bazen hastalıklara dönüşüyorlar. Bu duygularla mücadele edeceğimize, zamanında şefkatle kucaklayıp, uygun bir şekilde yaşamalarına izin verebilsek, tamamlanacak süreçler. Artık, kalıntı, açık uç kalmayacak.

Ali Amca’nın ardından hüzünlenmemin ne zararı var? Niye üzülmeyeyim? Bundan niye kurtulmaya çalışayım? Ailecek onunla geçirdiğimiz çeşitli anıları hatırladık, paylaştık, yaşamımızdaki varlığını kutladık. Kimi zaman güldük. Onu tekrar göremeyeceğimiz için üzüldük, birkaç gözyaşı döktük. Aramızda derin bir kalp bağlantısı oldu. Kalplerimiz birbirine açıldı. Yaşamı daha derinden, daha yürekten, daha bağlantılı bir şekilde yaşamanın üzerinde konuştuk, bir kez daha niyetler yaptık buna dair. Niyette de bırakmadık, birlikte bu niyeti gerçekleştirmek için yapacağımız birkaç adımı da belirledik. Eve döndüğümde içimdeki hüzne baktığımda, bu hüznün sevgiden geldiğini düşündüm ve hüznümü kucakladım. Bu hüzün içinde ne güzel hediyeler getirmişti. İçim şefkatle doldu taştı.

Bir örnek daha: İki hafta önce bir gruba yürekten iletişim konusunda kısa bir eğitim vermem istenmişti. İki senedir gruplarla çalışmıyorum, yürekten iletişimi de paylaşmayalı epey zaman oldu ve de program İngilizce. Ancak içimdeki bir ses bu daveti kabul etmeme yönelikti, bu sesi dinledim. Öncesinde eldeki malzemeleri gözden geçirdim, sayfalar dolusu notlar hazırladım, ana akışı belirledim. Ancak içimde bir huzursuzluk vardı. Bunu paylaştığım arkadaşlarım “Sen yaparsın, bak her şey çok güzel geçecek, endişelenme” dediler. Elbette niyetleri çok iyi ancak ben içimdeki huzursuzluğa güveniyordum. Bu huzursuzlukla mücadele etmek yerine, “Bana ne söylemek istiyorsun? Bu eğitimi niyetime uygun olarak gerçekleştirmek için, ne yapmam gerek?” diye içime bakıp durdum. Uzun uzun uğraştım, değişiklikler yaptım. Ankara’ya gittim. Çalışmadan bir gün önce içimdeki huzursuzluk hala geçmemişti. Bu huzursuzluğu dışarıdakilerle de paylaştım, belki onların ağzından bana bir rehberlik gelir diye. Kimi paniğe kapıldı eğitim iyi geçmeyecek diye, kimi endişemden vazgeçmemi tavsiye etti, kimi huzursuzluğuma saygı gösterip, birlikte aradı neyin farklı yapılabileceğini. Ve gecenin bir yarısında cevap geldi. Yine de gece boyunca içimde birçok çalkalanma oldu. Hiç mücadele etmedim, bıraktım üzerimden aksın. İzledim olan biteni ve içindeki başka mesajları görmeye gayret ettim. O kadar çok hediye vardı ki o huzursuzluğun, korkunun, endişenin içinde. Ertesi sabah eğitim, gelen geribildirimlere ve bana da göre pek güzel geçti. Ve bu süreçte daha sonra yaşamda kullanabileceğim birçok farklı yollar gördüm. Eğer endişeme saygı göstermeseydim, ondan kurtulmaya çalışsaydım, çok önemli bir uyarıyı kaçırmış olacaktım.

Hep aynı örneği verirler: duygular arabadaki gösterge lambaları gibidir. Benzinin azaldığını gösteren işarete kızıyor muyuz, onu saklamaya, görmezden gelmeye, üstünü örtmeye, kimselere göstermemeye çalışıyor muyuz? “Aman benzin bitiyor, yolda kalmamak için, benzin alayım” diyoruz.

Nefs mücadelesi tamlamasını duyduğumda da hep bunu düşünüyorum. Geçen televizyonda bir uzman “asıl cihat budur” diyordu. Cihat savaş anlamına geliyorsa, bir durup düşünmek istiyorum. Bir şeyi ittiğimizde ona ayrıca enerji yüklemiyor muyuz? Farkındalık çalışmalarında hep verdiğim bir örnekti, bazılarınız hatırlar: yay etkisi. İttiğimizde yaya enerji yüklüyoruz, uygun zamanda yay bize o enerjiyi geri yansıtıyor. Oysa mücadele etmeden şefkatle kucaklamak ve idrak etmeye çalışmak yaşamı daha kolaylaştırır mı acaba? Bu enerjinin özünü gördüğümüzde, eriyip gitmiyor mu, nefret (çeşitli dozlarda da olsa) enerjisi yüklememize gerek var mı?

Son zamanlarda yaşamda bir oyun gözlemliyorum sanki. Hani çocukken oynadığımız bir oyun vardı. Seçilmiş yere yaklaştığımızda “sıcak, sıcak” diye bağırırlardı, uzaklaştığımızda “soğuk, soğuk”. Ben de içimde böyle bir mekanizma olduğunu düşünüyorum ve duygularımla sanki sıcak, sıcak ya da soğuk, soğuk mesajı veriliyormuş gibi hissediyorum. İçimdekilerden kurtulmak, onlarla mücadele etmek yerine, gevşeyip yanlarında oturmak istiyorum, “Bana ne hediyeniz var? Burada ne var göreceğim?” İdrakimi artırmak istiyorum. İdrak neredeyse hep şefkat getiriyor. Kendime şefkatim arttıkça, çevreme de şefkatim artıyor, yaşam bambaşka bir dansa dönüşüyor.

Hem sizi, hem kendimi bu yaşam dansına davet etmek istiyorum…

Yarın: “İyi hoş söylüyorsun da, bazı duygularla oturmak çok zor”

22 Şubat 2008 Cuma

Bir İnziva Örneği

Fotoğraf: Nautilus Deniz Kabuğu- Todd Gipstein- www.nationalgeographic.com


(Bir önceki yazı ile bağlantılı)

Şu andan başlayarak 24 saat boyunca,
gün içinde durmaya,
alışkanlık enerjisini fark etmeye,
bu enerjiyi yakından tanımaya ve
özgür seçimimle yaşamaya niyet ediyorum.

Bunu gerçekleştirmek için, bu niyeti yazıp, görünür bir yere koymayı ve en az 5 kere okumak istiyorum.

Cep telefonuma +/outlooka uyanık olduğum saatlerde 2 saatte bir hatırlatıcı koymak istiyorum: alışkanlık enerjisi ile mi hareket ediyorum, özgür seçimimle mi?

Alışkanlık enerjisiyle koşturduğumu fark ettiğimde, dikkatimi ellerime/ayaklarıma getirmek istiyorum, 10-20 saniye kadar ellerimdeki/ayaklarımdaki hisleri izlemek istiyorum.

Alışkanlık enerjisiyle koşturduğumu fark ettiğimde, hızlıca bedenime odaklanmak istiyorum: gergin bir yer var mı? Nasıl nefes alıyorum?

Nefes alırken: “Merhaba alışkanlık enerjisi, senin orada olduğunu biliyorum. Sen duramama alışkanlığısın, seni tanıyorum.” Nefes verirken de, “Duramamama (ya da alışkanlık enerjisine, duramama enerjisine) gülümsüyorum.” diyorum ve fiziksel olarak da gülümsüyorum.

Uygun fırsat olursa, 5 dakika olsun yatıp, hiç kıpırdamadan durmak, ortaya çıkanları (duygular, bedensel hisler, düşünceler) izlemek istiyorum.

Bir arkadaşımla alışkanlık enerjisine ilişkin konuşmak ya da e postayla yazışmak istiyorum.

24 saatin sonunda uygun bir zamanda bu deneyimden ne öğrendiğimi yazmak istiyorum: alışkanlık enerjisini bedenimde nasıl hissediyorum, hangi duygularla beraber geliyor, bana ne söylüyor (düşünceler), alışkanlık enerjisi bana neler yaptırıyor? Bunların hangilerini aslında yapmasam da olur?

*****

Bizimle de deneyiminizi paylaşırsanız sonrasında, çok sevinirim. Zira bu yazıların zihni beslemesinden ziyade; uyanmaya, dönüşüme, özgürlüğe vesile olmasını diliyorum. Bu da ancak uygulamayla olur, biliyorum…

Yürekten taşan sevgiyle…

21 Şubat 2008 Perşembe

Alışkanlık Enerjisi ve Durmak...

Ne haldeyiz...

İngiltere’de 2005 yılında Permaculture Garden diye doğanın içinde, kamp koşullarında tek başına bir hafta geçirmiştim. Sessizlik, tek başınalık ve doğa beni çok beslemişti. Bir de kitap okumuştum orada. Thich Nhat Hahn’ın Buda’nın Öğretisi diye bir kitap. Yol gösterici bir kitaptı, ancak beni en çok etkileyen bölüm, kitabın başlarındaki “Durdurma, Sakinleşme, Dinlenme, İyileşme” adlı bölümdü (Okyanus Yayınları, s.30). Hatta dönüşte o zaman düzenli toplandığımız farkındalık gruplarından birinde bu konuda bir konuşma yapmıştım. Hatta Buket de içgörü yahoo grubuna bir yazı yazmıştı Haziran 2005’te bu konuşmayı anlatan.

Bu yazıda o konuşmanın durdurma bölümünü tekrar düzenleyip, paylaşmak istiyorum…

Thich Nhat Hahn, “içgörü bizi acıdan, mutsuzluklardan ve yanılsamalardan özgürleştirir. Eğer durmazsak, içgörü kazanamayız.” der ve bir Zen hikâyesi anlatır:
At dörtnala koşmaktadır ve ata binen adam önemli bir yere gidiyormuş gibi görünür. Yolun kenarında duran başka bir adam bağırır, “Nereye gidiyorsun?” ve at üstündeki adam yanıtlar, “Bilmiyorum, ata sor!”

Şöyle bir durup kendi hayatlarımıza baktığımızda, bu hikâye tanıdık geliyor mu? At burada bizleri çeken alışkanlık enerjisi, bizi sürükleyen, bilinçsizce, seçimsizce yaptıklarımız. Kendimizi bu enerjiye bırakmışız. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz ve duramıyoruz.

Sürekli bir şey yapıyoruz, bir mücadele halindeyiz. Arkadaşımız soruyor: Neler yapıyorsun? Cevap: “Koşturuyoruz işte.”

Bazen bu atın ismi, iş listeleri, yapmak istediklerimiz, hedeflerimiz, olmak istediklerimiz, zihnimizdeki –meli/-malı düşünceleri, ayıp olmasınlar... Kamçılar da kuvvetli arzular, bazen depresyon, bazen sıkıntı, bazen öfke.

Ya işleri bitirmeye çalışıyoruz, ya da içinde bulunduğumuz ruh halinden kurtulmaya çalışıyoruz. Sürekli bir çaba, çalışma. Durmayı, dinlenmeyi bilmiyoruz.

Bazen kendimize dinlenmek için bir gün ayırıyoruz, “evde oturacağım, dinleneceğim” diyoruz. Sonra sabah perdeler gözümüze ilişiyor, biraz kirlenmişler mi ne. Perdeleri yıkamak iş değil zaten, ne olacak. Tüm evin perdelerini indirip, yıkıyoruz. Sebzeliğe de kurumuş maydanoz parçaları dökülmüş, en iyisi çıkarıp tümünü bir temizlemek. Gözümüze başka bir şey ilişiyor, onu da yapıyoruz. Sonra internet mesajlarına bakayım, şunu da okuyayım, bunu da derken, gün bitiyor. İçimizde bir hüzün. Bilinçsizce oradan oraya savrulduğumuz bir gün daha. Dinlenmek hiçbir şey yapmadan tavana bakmak olabileceği gibi, farkındalıkla yapılmış işlerle de mümkün olabilir. Oysa bakıyoruz da biz alışkanlık enerjisiyle hareket etmişiz. Hiç durmamışız.

Ya da bazen bunalımlı bir ruh halinde oluyoruz. Sanki bir şey yapmıyor gibi görünüyoruz ama sürekli bir iç ve dış hareket halinde oluyoruz. Bir şey ye, TV seyret, vitamin al, müzik aç, kapat, tekrar bir şey ye, bundan nasıl kurtulacağım diye düşün, banyo yap, tütsü yak, buzdolabının dip köşelerini araştır, bir şey ye, kitap oku, kitabı bırak, internete gir, bir şeyler ara, bırak. Geçmişteki ilgili ruh hallerini, olayları düşün. Sonra geleceği, yapılması gerekip de yapmadıklarını düşün. İyice bir geril. Endişeler içini kaplasın. Çırpın. Hiçbir şey yapmıyor gibi görün ama fiziksel ve zihinsel olarak sürekli bir faaliyet içinde ol. Tanıdık mı? Durmayı bilmiyoruz.

Tatile gittiğimizde bile yoruluyoruz, şunu da görelim, bunu da, şunu da yapalım, bunu da. Listelerle dolaşıyoruz, gördüklerimizi işaretliyoruz, memnun oluyoruz. Sanki bize madalya verecekler sonunda. Sindiremediğimiz, ruhunu yakalayamadığımız içi boş yorgunluklar.

Thich Nhat Hahn diyor ki, “Durdurma sanatını –düşüncemizi, alışkanlık enerjimizi, unutkanlığımızı, bizi yöneten güçlü duyguları durdurmayı- öğrenmeliyiz. Bir duygu içimizde fırtına gibi estiği zaman huzurumuz kalmaz. Bu çalkantılı durumu nasıl bırakabiliriz? Korkumuzu, umutsuzluğumuzu, öfkemizi, şiddetli arzumuzu nasıl durdurabiliriz?”

Devam ediyor: “Alışkanlık enerjilerimiz çoğunlukla irademizden daha güçlüdür. İstemediğimiz şeyleri söyler, yaparız ve ardından da pişman oluruz. Kendimize ve başkalarına acı çektiririz. Bir daha yapmayacağımıza yemin edebiliriz, ama tekrar yaparız. Neden? Çünkü alışkanlık enerjimiz (vashana) bizi iter.”

Vashana Sanskritçe herhalde. Bilhassa yazdım. Bu enerjiye bir ad koymak, kendimizden ayrı bir varlığı olduğunu görmemize, bu enerjiyle özdeşleşmememize yardımcı olur belki.

Peki ne yapacağız:

İlk iş, baktık ki, atın üzerinde koşturuyoruz. Soralım: “Bir dakika burada ne oluyor?”

Kaybolduğumuzu (ne yaptığımızı fark etmediğimizi, otomatik olarak yaşadığımızı) fark ettiğimizde daha önce belirlediğimiz bir işarete odaklanalım. Bu; nefes alıp verme olabilir, karnımızın hareketi olabilir- nefes alıp vermeyle yükselen inen. Ellere, ayaklara, ayak tabanlarına odaklanma olabilir. “Ayaklarım şu an ne durumda? Sıcak mı, serin mi? Gevşek mi, gergin mi? Dokunma hissini nasıl yaşıyorum?” ya da “Nasıl nefes alıyorum? Kesik kesik mi, derin mi?” Kendimiz için anda olmanın başlangıç noktası kılalım bu işareti. Kısa bir süre de olsa, bunu gözlemleyelim. Bu gözlemleme koşturan atı durduracak, bilinçsizce giden tekere çomak sokacaktır. Gün içinde ara ara 30 saniye bile bu tür farkındalık, yaşam kalitemizi bir süre sonra ciddi şekilde artırabilir. Çeşitli deneyimlerle sabit :)

Duramıyorsak, duramadığımızı fark edelim. “Aaa, duramıyorum” Thich Nhat Hahn’ın bir süre uyguladığım ve yararını gördüğüm bir önerisi var: “Merhaba alışkanlık enerjisi, senin orada olduğunu biliyorum. Sen duramama alışkanlığısın, seni tanıyorum.” diyoruz. Bunu nefes alırken, söylüyoruz. Nefes verirken de, “Duramamama (ya da alışkanlık enerjisine, duramama enerjisine) gülümsüyorum.” diyoruz ve fiziksel olarak da gülümsüyoruz. Thich Nhat Hahn diyor ki, “Eğer sadece ona gülümsersek, gücünün büyük bir kısmını kaybeder. Farkındalık; alışkanlık enerjimizi tanımamızı sağlayan ve onun bize hakim olmasını önleyen enerjidir.”

Şahsen üzerimde hüküm süren enerjileri yakından tanımayı da seviyorum. Uygun bir ortamdaysak, 5 dakika olsun yatalım. Hiç kıpırdamadan duralım, ortaya çıkanları (duygular, bedensel hisler, düşünceler) izleyelim. Düşüncelerin içinde kaybolmayalım, düşündüğümüzü bilelim, yine dikkatimizi bedenimize getirelim. Bana ne oluyor? Şu an ne oluyor?

Hatta belki bu enerjiye ilişkin yazabiliriz de. Sanki karşılıklı konuşur gibi. Bu enerjinin aslında hangi ihtiyacımızı karşılamak için bir strateji olduğunu görmeye çalışabiliriz. Elbette talihsiz bir strateji, çünkü ihtiyacımızı karşılayamadığımız gibi, çeşitli zararlara da sebep olmaktayız. Ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamanın başka hangi yolları olabilir, bunlara bakabiliriz.

Ve de küçük inzivalarla kendimize durmayı öğretebiliriz. “Şu kadar süre boyunca, gün içinde durmaya, alışkanlık enerjisini fark etmeye, bu enerjiyi yakından tanımaya ve özgür seçimimle yaşamaya niyet ediyorum. Bunu gerçekleştirmek için, bana yardımcı olması için şu adımları (her sabah niyeti okumak, outlooka, cep telefonuna hatırlatıcı koymak, akşam değerlendirme yazısı yazmak, arkadaşlarla her gün bu konuyu konuşmak, yazmak gibi) atmak istiyorum.”

Hangi kitapta okumuştum şimdi hatırlayamıyorum ama çok beğenmiştim: merdiveni tırmanmak için çok çaba harcıyor olabiliriz ancak merdiveni doğru yere dayamadıysak, tepeye çıktığımızda çok hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Her an bakmakta yarar var, merdiveni doğru yere mi dayadım? Bu at beni nereye götürüyor?

Özgürlük için durmak ilk adım…

20 Şubat 2008 Çarşamba

19 Şubat 2008 Salı

Bir İnziva Planlamak

“Arzu duymamakta, bir şey olmamakta, bir yere gitmemekte büyük mutluluk vardır.”
Krishnamurti

İnzivalar işte böyle deneyimler, hiç kimse olmak zorunda olmadığımız, bir yere gitmek zorunda olmadığımız, hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız, yalnızca öylece olduğumuz, olanı izlediğimiz, olanla özdeşleşmeyi bıraktığımız… Sessizliğin kollarına kendimizi bıraktığımız… An’ın akışıyla süzüldüğümüz…

Türk Dil Kurumunun sözlüğünde, inziva, “dış dünyayla bütün bağlarını keserek Tanrı'yla birleşebilmek için insanın kendi içine kapanması” olarak tanımlanmış. Sanırım ben olsam, “gerçeği görebilmek için, insanın kendi içine açılmasıdır” derdim…

Ne olursa olsun, anladığım kadarıyla inziva bir şeyi durdurmak demek…

Bana göre:
- Yapılacak ilk iş, ne halde olduğumuza bakmak, yani mevcut duruma. (Ben yazmayı da seviyorum. Sanki mevcut durum raporu gibi)

Zihnimiz ne halde? Son zamanlarda tahammülsüz müyüz, kızgın mıyız, canımız hiçbir şey yapmak istemiyor mu? Yolumuzu kaybetmiş gibi mi hissediyoruz? Kendimizi dövüyor muyuz yoğun olarak?
Bedenimiz ne halde? Yorgun muyuz sürekli, gereksiz kilo mu aldık, bedenimizde toksin artışı olduğuna ilişkin belirtiler mi var?
İlişkilerimiz ne halde?
Yaşamla bağlantımız ne halde?
Ya da kendimizde bir şey mi geliştirmek istiyoruz? Farkındalık, dinginlik gibi.

- Sonra ikinci adım neyi durdurmak istediğimize karar vermek

Bedenimize aldığımız doğal olmayan yiyecekleri mi?
Konuşmayı mı?
Hızlı hareket etmeyi mi?
Farkında olmadan yaşamayı mı?
Okumayı mı?
Yazmayı mı?
Televizyon seyretmeyi mi?
E postalara bakmayı mı?

Genellikle üç çeşit inzivadan söz ederler:
Fiziksel: bedensel aktiviteler azaltılır ve yavaşlatılır.
Sözel: tamamen sessiz bir süre geçirilir. Ya da belirli bir süre yalan söylemek, dedikodu yapmak, anlamsız konuşmak, başkasının arkasından konuşmak bırakılır.
Zihinsel: zihin izlenir, kızgınlık, kıskançlık, üzüntü gibi duygular görülür ancak bunlarla harekete geçilmez. Düşünmeyi durdurmaktan da söz edilir, ancak bu bana daha ziyade bastırmak gibi geldiği için, pek yanaşmadığım bir yaklaşımdır. Görmek, tanımak, izlemek, peşinden gitmemek, yanında oturmak, düşünceye yapışmış duyguya bakmak, düşüncenin ardındaki karşılanmamış ihtiyaca bakmak bana daha yakın geliyor.

Neleri durdurmak istediğimizi iyice netleştiririz.

- İnzivanın süresine karar veririz.

Örnek süreler: (bu sayıların bir özelliği yok, yalnızca bedende kan ve lenf sistemi temizliğinin 7 günde olduğunu, bazı alışkanlıkların değiştirilmesinin -bir nöron oluşumu için 21 gün gerektiğinden hareketle- 21 gün aldığını duymuşluğum var)
21 gün
10 gün
7 gün
3 gün
1 gün
Uyandığımdan öğlene kadar, yarım gün
2 saat
Yarım saat
Çoğu zaman süreden ziyade, o süre içindeki bilinç kalitesi önemli.

- Bir sonraki adım; kapsamlı, gerçekçi bir niyet hazırlamak (Yine yazılı olmasında fayda var. Zira inzivanın bir yerinde ‘of ya bunu da niye yapıyorum şimdi’ halleri gelirse, mevcut durumu ve niyeti okumak şevklendiriyor insanı. Deneyimle sabittir :))

Genellikle niyetlerde olumlu bir ifade kullanmak daha iç açıcı oluyor.
Mesela “yarın sabahtan başlayarak 3 gün boyunca yalan söylememeye niyet ediyorum” yerine, “Yarın sabahtan itibaren 3 gün boyunca hep doğruyu söylemeye niyet ediyorum” daha sevimli, sürece daha saygılı sanki, kendimize karşı daha çok sevgi içeriyor. Zira iki seçeneğimiz var, ille bir şey söyleyeceksek: gerçeğe aykırı konuşmak ya da gerçeğe uygun konuşmak. Hangisini seçiyorsak, onu ifade etmek daha destekleyici ve teşvik edici.

Yaşamlarımız çok uzun inzivalara uygun olmayabilir. Ancak yaratıcı çözümler bulmak her zaman mümkün diye düşünüyorum. Son inzivadan sonra aylarca Cuma günleri sessiz gün yaptım. Yani telefonları kapattım, televizyon seyretmedim. Bazı günler internete de bakmadım, kitap da okumadım. Yalnızca sessizlik ve bir anlamda durmak yaşadıklarımı sindirmeme çok yardımcı oldu. Hani bir hikaye vardır, ‘ruhlarımız arkada kaldı’ der, yerliler. Ben de durdum ve ruhumun yetişmesine fırsat verdim. Böyle sessiz günleri hala yapıyorum.

Bu iş ekmek makinesinde ekmek yapmaya benziyor (annemler ekmek makinesi almış da, günde birkaç kez arayıp, denemelerini anlatıyorlar:) ). Oyun haline getirilip, çeşit çeşit kombinasyon denenebilir.

2 saatlik mutlak sessizlik yapılabilir, bu sessizlik içinde bedenimizde ne oluyor, zihnimizde ne oluyor, dikkatle izleriz. Çocuğu olanlar bile arada derede böyle iki saati bulabilir sanırım.

Hatta belki 1 günlüğüne doğa içinde bir otele gidilebilinir. Cep telefonu kapatılır, yakınlara otelin numarası verilir acil durumlar için. 24 saat minimum konuşma ile (o da oteldeki görevlilerle mecbur kalınca) yine yalnızca zihin ve beden izlenir. Bu da benim sık yaptığım bir şey. Genellikle Yalova Termal’e gitmeyi seviyorum. Hem İstanbul’dan ulaşımı rahat (deniz otobüsü ve minibüs), hem yeşillikler içinde, güzel bir yürüme parkuru var, hem dışarıda (karda bile) sıcak yüzme havuzuna girilebiliyor. İstanbul’a yakın olduğu için Burgazada’daki Öğretmenevi de yine böyle inziva için gittiğim bir yer.

Belki sabahtan akşama bir günlük inziva yapılabilir doğa içinde. Yine cep telefonu sessize alınır (acil durumlar için). Kitap okunmaz, minimum konuşma. Tek başına doğada yürünür. Böyle sessiz günler için genellikle Adalara gidiyorum. Hem emniyetli geliyor tek başına doğada yürümek, hem yakın, hem ucuz, hem de İstanbul’dan başka bir aleme gitmiş gibi hissediyorum kendimi orada.

Evde yarım gün ya da bir gün ayrılabilir. Telefonlar kapalı. Televizyon, internet, kitap yok. Belki yavaş yavaş küçük çaplı ev işi yapılabilir. Ancak her an zihin ve beden izlenir. Bu tip benim en sevdiklerimden biri. Zira iş yaparken, yalnızca o işe odaklanıyorum. Genellikle bu tür inzivaları kafam karıştığında, bir sorunun içinden çıkamadığımda, yolu göremediğimde yapıyorum, çoğunlukla da doğal olarak kendimi bu inzivanın içinde buluyorum. Gün içinde o konuyu çok az düşünüyorum. Düşündüğümde de fark ediyorum. İşe odaklanıyorum, bedenime odaklanıyorum, duygularıma. Ve neredeyse her sefer ertesi gün bambaşka bir gün oluyor ve zihnime açıklık geliyor. Ancak bu, elbette temizlik günlerimizdeki gibi bilinçsiz bir süreç değil. İnzivaların ana unsuru; bilinç, zihni ve bedeni izlemek.

Ya da mesela bir gün boyunca bir şey söylemem gerekiyorsa, doğruyu söyleyeceğim diye bir inziva da yapılabilir. Eskiden boş konuşma ile ilgili böyle niyetler yaptığımı hatırlıyorum. Ya da başkasının arkasından konuşmamakla ilgili. Hatta uzun süre, “şimdi bu söylediğimin bir yararı var mı?” diye kendime sorduğumu da hatırlıyorum. Ancak inziva niyetlerinin belli bir süresi olmasının yararlı olduğunu düşünüyorum şimdi. Yani ucu açık olan çalışmalardan benim zihnim hoşlanmıyor. Hemen kaytarıyor ya da gözü korkuyor. 3 saat, öğleden sonra, 1 gün, 3 gün gibi sonu belli süreler yapılabilirliği artırıyor. Süreyi gerçekçi belirlemek önemli.

“Bir gün boyunca kızgınlığımı izleyeceğim. Kızdığımda bedenime ne oluyor, zihnimde ne oluyor, kendime ne söylüyorum, hangi ihtiyaçlarım karşılanmıyor diye bakacağım. Kızgınlıkla hareket etmeyeceğim, yalnızca izleyeceğim. Gerekirse, yarın bağırabilirim, kızgınlığımı kusabilirim ama bugün yalnızca izleyeceğim. Ve hatta gördüklerimi yazacağım. Sanki bir laboratuar araştırması gibi, tez yazar gibi, bir tiyatro eleştirisi yazar gibi ya da bir hikaye yazar gibi.” de diyebiliriz.

Bedensel destek de verebiliriz bu inzivalara. Yediklerimizi daha sadeleştirebilir, basitleştirebiliriz. En son denediğim oruç çok hoşuma gitmişti. Buda Size Yemeğe Gelse diye bir kitap almıştı annem hediye olarak. Çabucak okumuştum ve içinde yazanlarla çok bağdaşmıştı kendi deneyimlerim de. Bu kitapta daha yumuşak ve rahat bir oruç vardı. Üç aşamalı. Haşlanmış sebzelere, kuruyemişe de yer veren. Daha sağlıklı ve uygulaması daha kolay gelmişti bu tarz. 21 gün de uygulamıştım. Şimdi yine böyle bir program yapacak olsam bu tarz daha yakın gelir sanırım.

Dedim ya, ekmek makinesinde ekmek yapmak gibi. İçine ne koyacağımız, ne çıkaracağımız bize kalmış. Önemli olan merak, keşif coşkusu, yeni bir şey denemenin sevinci, zorluklar çıksa bile dayanma gücümüzü görüp sevinme, kutlama…

İnziva yapacağımızı gerekmedikçe başkalarına söylememenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Neden bilmiyorum ama insanlara sessizlik, tek başınalık değişik geliyor. Deneyimlemedikleri bir şey üzerinde de epey yorum yapabiliyorlar. Nadiren destek geliyor. Sonunda ben kolayını inziva yapacağımı söylememek olarak buldum. Çıkınca gerekirse paylaşıyorum.

Bir başka püf nokta da, eğer bir günden uzun inziva yapıyorsak, her günü tek başına ele almak. Yani sizi bilmem ama ben bunca uzun inzivadan sonra bile “nereden soktum başımı yine bu inzivanın içine, deli miyim, kendime kastım ne?” diye söyleniyorum. Ama daha “arınarak, gelişerek, büyüyerek, sevgi kapasitem artarak” çıkmadığım bir inziva yok. Böyle söylenmelerle başa çıkabilmek için, “Tamam bugüne odaklanalım, sonra gerisine bakarız” yaklaşımı bana çok yararlı gelmiştir.

Evet, bunlar kendi kendimize yapabileceğimiz inzivalar için birkaç ufak not. Elbette vipassana inzivası gibi çalışmalara da katılabiliriz. Burada zaten belirli bir düzen olduğu için, dışarıdan da destek aldığımız için, iş biraz daha kolay. Ancak tabii süre uzun olduğu, belli bir disiplin içinde çalışmak gerektiği için de, iş biraz daha zor. Böyle bir inzivaya katılabiliyorsak, harika. Zira hem eğitmenin desteği, hem de grup teşviki inzivayı sürdürmekte çok destek oluyor. Ancak ufukta henüz böyle bir inziva görünmüyorsa, kolları sıvayıp, kendi inzivamızı hazırlayabiliriz. Küçükten başlayarak. Şimdiden başlayarak. Neredeysek oradan başlayarak. Ne dersiniz?

18 Şubat 2008 Pazartesi

15 Şubat 2008 Cuma

31 Günlük İnziva 2006- 4

Ne oluyor yazılara ara verdin, diye mesajlar gelmiş. Yaklaşık 2 yıldır gruplarla çalışmalar yapmıyorum, daha ziyade bire bir çalışıyorum kişilerle. Ancak bir arkadaşım çok ısrar etti ve bir eğitim için Ankara'ya gittim bu arada. Tabii konuya da ara vermişim, gruplarla çalışmaya da, bir de İngilizce, bir de süre çok kısa. Paylaşma süresi çok kısa da olsa, hazırlığı uzun ve heyecanlı geçti. Yani sessizlikler olduğunda başka tezgahlarda halı dokuyorum :)))) Dün trenden indim, birkaç saatte toparlanıp, blog yazısını yazdım. Bekleyenlere selam ve sevgiyle...

Ağustos 2006

Bu inzivada malzeme bol, yaz yaz bitmiyor.

21 günün sonuna doğru enerjim müthişti demiştim. Bundan daha ziyade zihin enerjimi kast ediyorum. Beden enerjim azdı. Aslında bu tür oruçlarda beden enerjisinin daha da artması bekleniyor. Ben ise içtiğim bardak sayısını ister istemez düşürmüştüm, içimden meyve/sebze suyu içmek gelmiyordu. O nedenle bedenime daha az enerji girer olmuştu. Bir de iç uygulamalarda epey enerji gidiyordu. Ama tarif edilemez şekilde farklı hissediyordum, içimde coşku, sevinç…

Bu arada internette oruçla ilgili başka sitelere de baktım. Orucu bozmanın, oruç kadar önemli olduğunu okudum. Böyle uzun oruçların bitiminde oruç süresinin yarısı kadar gün çiğ beslenme öneriyorlardı. Haydiii… Karar verdim, inzivayı 10 gün daha uzattım. Etti mi 31 gün. Yine sessizlik, evde geçirilen günler. Bu 10 günde de çiğ beslenecektim. Bu konuda neredeyse hiç bilgim ve deneyimim yoktu. İnternetten uzun uzun araştırdım. Ve sonraki 10 gün boyunca herhalde yapılabilecek her türlü hatayı yaptım. Nasıl zorlandım. O zaman bunları yazmayı çok istemiştim ki olur da böyle bir sürece niyetlenen olursa, aynı sıkıntıyı çekmesin. Ancak dış koşulların yörüngesine kaptırıvermiştim kendimi, yazma fırsatını yaratmadım. Bakalım şimdi ne kadarını hatırlayacağım.

Bir kere ilk gün, yani oruçtan çıkılan ilk gün çok az katı besin ve yine meyve-sebze suyu içmek uygunmuş. Ben ne yaptım? Pazara gidip, harika otlar, yeşillikler aldım. Sabah bir muz yedim. Tebrikler değil mi? Sindirimi en ağır meyve. Sonra öğlen içinde bir sürü yeşillik olan bir salata yaptım. Zeytinyağı koymadım. İnternette okuduğum portakal suyuyla yapılan bir salata sosu yaptım. Koca bir kase. Yine tebrikler değil mi? Hiç akıl karı değil. Basiretim bağlanmış ne yapayım. Bir daha olsa, meyve sebze suyuna devam eder. Bir elma ya da armut yer, biraz havuç kemirir, birkaç kıvırcık yaprağını tırtıklardım. Yavaş yavaş. Aralıklarla. Ve ayrı ayrı. İlk iki gün yine böyle devam ederdim.

Şimdi üzerinden zaman geçti hatırlayamıyorum ya ikinci gündü ya da üçüncü gün, daha önce çimlendirmiş olduğum nohutlardan çiğ beslenmeye uygun bir tarifle humus yaptım. Yani şimdi yazarken bile “pes” diyorum. Ama o zamanki halimi de anlıyorum bir yandan. Bir kere çiğ beslenme oyun gibi gelmişti bana. Keyifle ve merakla yeni tarifleri denemek için hevesleniyordum. Bir de 21 gündür yemediğim yiyecekleri bedenime alarak eksiklikler varsa, onları tamamlamak istiyordum. Yani niyetim pek güzeldi. Fakat bağırsaklarım düğümlendi zannettim bu çok lezzetli humus yemeğinden sonra. Karın ağrısıyla kıvrandım. Bir daha olsa, ancak çimlendirilmiş buğdayı katardım öğünlere, çimlendirilmiş mercimek ve nohut böyle bir oruçtan sonra çok ağır.

Zaten birkaç gün sonra buharda pişmiş yiyeceklere geçiş yaptım, sindirim sistemim rahatladı.

Bir daha böyle bir oruca kalkışsam;
* herhalde hiç olmazsa, bir hafta önceden katkı maddeleri içeren yiyecekleri keser, olabildiğince çiğ beslenmeye çalışırdım.
* Christopher Titmuss’un güzel bir alışkanlığı vardır günlük hayatında uyguladığı: günde 12 saat bir şey yemiyor. Yani akşam 8de katı bir şey yediyse, sabah 8e kadar katı bir şey yemiyor. En azından oruçtan iki hafta önce böyle bir uygulamaya başlardım.
* 4 senedir oruç yapmamıştım. Böyle uzun bir oruçtan önce 7 günlük bir oruç yapardım. Zaten 7 günde lenf sistemi ve kan temizleniyormuş. Uzun oruç daha rahat geçebilirdi.

Bu 10 günlük uzatma devresinde, iç çalışmalara devam ettim tabii. Daha önce okumuş olduğum ve yararlandığım “Işığı Arayanların Karanlık Yüzü” kitabındaki bazı egzersizleri yaptım ve yine çok yararlandım. Kendimde hoşlanmadığım yanları çıkardım ve bunlara yürekten iletişim bakışıyla da bakarak, karşılanan ve karşılanmayan ihtiyaçları gördüm. Kullandığım ama işe yaramayan stratejileri açıklıkla gördüm. Çok ilginç bir kısmını sonrasında hiç görmedim ya da fark etmedim, şimdi yazarken fark ediyorum. Belki dönüştüler, belki bıraktım bu stratejileri.

Bu uzun inzivanın sonunda bedenim hafiflemiş, rahatlamış, cildim pırıl pırıl olmuştu. Zihnimden de epey yük gitmiş gibi geldi bana. Üstelik ihtiyaçlarımı netlikle görüp, tamamen bunları karşılamaya yönelik bir ay geçirmiştim, tam ilaç gibi gelmişti hem içte, hem dışta şifa getiren. Sonrasında hayatım başka bir vitese geçti. İçte coşkum arttı.

Hani bu inzivaya neden olan astroloji uyarısı vardı ya, -bana Eylül’de bir darbe daha yiyebileceğim söylenmişti-, bu darbe ya hiç olmadı, ya ben hissetmedim. Gayet rahat bir Eylül ayı geçirdim. Yürüyüşlere devam ettim, hatta Ramazan orucu bile tuttum, hazır oruçlara başlamışken. Ve Ramazan orucunda da aslında ne kadar yanlışlıklar yapılabileceğini gördüm. Ama artık biraz daha akıllanmış olduğumdan rahat bir oruç geçirdim.

Bu inzivadan sonra günlük hayatın içinde daha rahat uygulanabilecek başka inzivalar da denedim. Onlar da bir dahaki yazıya…

8 Şubat 2008 Cuma

31 Günlük İnziva 2006- 3

Temmuz 2006

İnzivada iç alemde yaptıklarıma gelmişti sıra. Öğleden sonrayı bu kısma ayırdığımı söylemiştim.

Bu inzivaya girmeden yaşamımda hatırlayabildiğim tüm olayları bir Excel tablosuna yazmıştım. Günlüklerimin çoğunu da okumuş, kısa cümlelerle bu listeye eklemiştim. Ne varsa; oyunlarım, okullarım, arkadaşlarım, anılar, projeler, işler, evler, sevgililer, sevinçler, üzüntüler, acılar, kızgınlıklar, rüyalar, bana söylenenler, seyahatlerim, ne varsa, ne hatırlayabiliyorsam. Biraz zaman almıştı. Ama epey uzun bir listeyle inzivaya girmiştim. Niyetim tek tek bu olaylara bakmak, hala üzüntü, kızgınlık, hayalkırıklığı gibi duygularla yüklü olanlarda durmak ve bu duygularının kendilerini ifade etmelerine fırsat vermekti. Ve de tabii içlerindeki dersleri, hediyeleri, gelişme fırsatlarını görebilmekti.

Bu fikir aklıma birdenbire gelmemişti tabii ki, çeşitli yerlerde böyle çalışmalara rastlamıştım. Buket bir kitapta okuduğu yaşam öyküsünü defalarca anlatmanın etkilerinden söz etmişti heyecan içinde. Findhorn yayınlarından Quest kitabında benzer egzersizler vardı. Casteneda’nın kitaplarını okuyamamıştım ama Don Carlos’un uygulamalarını içeren bir kitabı okuyup, etkilenmiştim. Orada buna benzer bir uygulamadan söz ediliyordu. “Kendinize tahtadan bir kutu yapın, içine girin ve olaylara bakın” diyordu. Kendimi çeşitli cenderelere sokmuşluğum var ama ritüellerle aram pek iyi değildi. Öyle kutular mutular, mumlar, taşlar, çubuklar, tütsülerle işim olmazdı. Tütsüyü kokusunu sevdiğim için yakardım. Şimdi o da kalmadı.

Ancak içimden bir şey “ille bu kutuyu yap” diyordu. Bu benim içimdeki sesler ne acayip değil mi? Bak, acayip dedim şimdi, ne yargı. Demek kendisiyle daha tam barış olmamış. Üstelik tam haksızlık, zira çok yararını gördüğüm bir uygulama oldu. Küçük bir alanda olmak çok destekleyiciydi. Tabii tahtadan kutu yapacak halim yok. Gittim uçurtma çıtası aldım, birkaç da paket kağıdı. İplerle, bantlarla çadır gibi bir şey yaptım.

Her gün içine girip, en güncelden başlayarak geriye doğru olaylara bakmaya başladım. Hani ölmeden önce insanın yaşamı gözünün önünden film şeridi gibi geçermiş ya, herhalde benzer durum. Yaptığım basitti, olayı okuyordum. Sonra durup, zihnime ve bedenime bakıyordum. Ne oluyorsa, izliyordum. Kimi zaman duyguların ismini koyuyordum, kimi zaman yalnızca hisleri izliyordum.

Çok ilginç bir çalışma oldu. Kimi gün hızla ilerliyordum, kimi gün ancak yaşamımın bir ayının olaylarına bakabiliyordum. Ne enerji yüklü olaylar buldum, anlatması zor. Çok ağladığım yerler oldu. Bıraktım kendimi, oy oylarla ağlayıp, dizlerimi dövdüm. Burada epey şey öğrendim. Mesela bana acı vermiş çeşitli olaylarda duyguların boşalmış olduğunu gördüm, ancak o olayların çevresinde olmuş, göze hemen görünmeyen olaylarda nasıl birikmişlikler vardı, çok şaşırdım. İnsanların tepkileri gibi mesela. Pek çok affetme sürecinden geçtim. İçim müthiş yorgunluk ve şefkatle doluyordu çalışma bitiminde.

Tüm yaşamımı gözden geçirdim. Birçok olay arasında öyle hemen görünmeyen iplikler gördüm. Nasıl birbirlerine bağlıymışlar aslında. Yaşamımın ana hatlarını oluşturuyorlarmış. İşleyen, tekrarlanan temaları gördüm. Tekrarlanan bazı kalıpları, bağlı oldukları inançları gördüm. Çeşitli borçlar gördüm, özür dilemek, tazmin etmek istediklerimi gördüm. Yine listeler oluştu, çıkışta yapılacaklar diye.

Yazıların birinde yazdım diye hatırlıyorum: Birini ufak bir olaydan dolayı affedemiyordum, daha önce ne yaptımsa, işe yaramamıştı. Şaşkınlık içindeydim. Bu süreçte sıra o olaya da geldi. Duyguları, bedendeki hisleri izledim, öylece durdum. Bunların enerjisi boşalınca, aniden olayı bambaşka bir şekilde gördüm. Ve gördüğüm beni neredeyse şok etti. Asıl affedilecek kişi benmişim. Öyle bir şey yapmışım ki, karşımdakinin yaptığı devede kulak. Büyük bir ders. Büyük bir açılım. Müthiş bir farkındalık. Ancak kendime de darılamadım, çünkü tam bir bilmezlik, cahillik, bilinç eksikliği. Bilincimin o zamanki düzeyi, o kadara elvermiş. O kadar açıklıkla görünüyordu ki. Yine de çok üzüldüm, karşımdakine verdiğim dolaylı acıdan dolayı. Aktif bir zarardan ziyade, anlayışsızlık, empati eksikliği idi yaptığım. Daha da üzüldüm. Aktif olsa, görünmesi daha kolay olurdu. İlgili kişiden gıyabında özürler diledim, uzun uzun iyi dileklerde bulundum. Aldığım dersi defalarca kendime tekrarladım. Dönüşüm için niyetler yaptım.

Örtülü borçlar (maddi olmayan) gördüm. Daha sonra bu borçları, seçmediğim ve genellikle daha zor koşullarda ödemek durumunda kaldığımı fark ettim. Babamın bir huyunu hatırladım. Ona bir katkıda bulunulduğunda, karşısındakine misliyle katkıda bulunur. Bunu ilk fark ettiğimde şaşırmıştım ama çok da teşvik eden bir tutum diye düşünmüştüm. İnsanın yaptıkça yapası geliyor, yaratıcılık, paylaşma isteği artıyor ve alış veriş kutlamaya, coşkuya dönüşüyor. Kendi yaşamıma ince ince baktığımda, bazı hallerde aldığımı ama pek vermemiş olduğumu gördüm. Elbette her şey karşılıklı değil ama beni besleyeni beslemek de çok hoş bir şey. Bir çeşit yaşama katkı. Bunu ihmal ettiğim çeşitli anların listelerini yaptım gördükçe. Katkı yolları düşündüm çıkınca yapacağım.

Yürekten iletişimin nice anlayışını uyguladım, yani alışageldiğim bakış açılarının dışına çıkıp, başka açılardan baktım. İhtiyaçlarıma, başkalarının ihtiyaçlarına, olaylarda tam olarak ne olduğuna baktım uzun uzun. Bir şeylere hayır derken, aslında nelere evet demiş olduğuma baktım. Bana hayır dendiğinde, aslında nelere evet denmiş olabileceğini tahmin etmeye çalıştım. Uzun süre ihmal etmiş olduğum ihtiyaçları gördüm. Ne yapılabileceğini düşündüm. Epey çalıştım anlayacağınız.

Bu çalışmayı başkasına tavsiye eder miyim? Sanırım tavsiye haddi aşar. Daha ziyade böyle de bir şey var demek daha uygun. Zira çok ağır bir çalışma oldu. Ki düşünün, öncesinde aylarca inziva var. Bu olaylar, duygular nerelere saklanmış? Müthiş hafifletici, müthiş öğretici bir uygulama. Ancak bir kere şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Eğer donanımım olmasaydı, bu geldiğim yerden nasıl çıkardım? Uçurum kenarında yürüyor gibiyim.”

İnsan ruhu hassas, nerede nasıl tepki vereceği bilinmez. Herkes kendini, donanımını, destek alabileceklerini, iç denetim ve koruma mekanizmasını iyi tanıyarak, böyle çalışmalara karar vermeli diye düşünüyorum. Zaten karardan ziyade, sezgiyle hareket bana daha uygun geliyor. Belki küçük dönemlerle çalışılabilir. Belki niyet belirlenir, sonra oturulur ve ne gelirse onunla çalışılır- elbet en garanti bu olur herhalde. Vipassananın da önereceği bu tarz olur benim anlayışıma göre: Ne gelirse, onunla çalışmak. İç alemimizin bir bildiği, bir sırası vardır elbette.

Ancak kendi durumuma bakınca, ben de ne geldiyse –böyle sistemli bir uygulama-, onu yaptım. Bu uygulama içimden taştı, yine açıklıkla bildim. Görebildiğim; yine güzel sonuçları oldu. Sanki birkaç günde birkaç yıllık deneyim, bilgi kazandım gibi oldu, uzun bir yol yürümüşüm gibi.

21 günün sonuna doğru enerjim müthişti.

Devamı olmaz mı, var tabii :))

7 Şubat 2008 Perşembe

31 Günlük İnziva 2006- 2

Temmuz 2006

Kendi kendime yaptığım bir inzivayı anlatıyordum. Kendime güzel bir program hazırlamıştım:

Programda her sabah güneş doğmadan kalkma vardı. Zaten iki ay öncesinden bu rutine girmiştim, zor olmadı. Her sabah kalkıp, pencereden gökyüzünü seyretmek çok iyi geldi.

Beden ve ev temizliğinden sonra, o zaman oturduğum evin yakınındaki koruya gidip yürüyordum. Daha kiloluydum o zaman. İlk günler ayaklarımı yerden zor kaldırdığımı hatırlıyorum. Sonra rahatladım, kaslar açıldı. Ancak sonra da yalnızca meyve sebze suyu içtiğim için, yavaşladım. Yine de 4-5 tur atmadan dönmüyordum, 5-6 kilometreye denk düşüyordur herhalde. Kimi günler o kadar yavaşlıyordum ki, yanımdan epey yaşlı insanlar geçiyor, bir süre sonra gözden kayboluyordu. Birkaç kişi benim hasta olduğuma kanaat getirdi :) Şefkat ve acıma dolu gözler ve sözlerle geçiyorlardı yanımdan :)

Yürüyüş parkurunu çoğu sabah ben açıyordum. Nereden mi biliyorum? Örümcek ağlarını ilk geçen olduğumdan. Pırıl pırıl parlıyordu ağlar günün ilk ışıklarıyla. Olabildiğince zihnimi o anda yaşadıklarımda tutuyordum. Ağaçlarla muhabbetim iyiydi. Gittikçe daha da detaylar görüyordum. Sürekli aynı yerlerden geçmenin bir faydası da bu. Daha derinleşme, daha detay görme mümkün oluyor. Sonuna doğru da koruda güzel bir yerde oturuyor, nefes egzersizi yapıyordum. Beynime daha çok kan gittiğini hissediyordum, sanki ruh halim bile değişiyordu. Artık serotonin mi salgılanıyordu, onu bilemem. Çok basit ama çok etkisini gördüğüm bir uygulamaydı.

Sonra eve dönüp, yoga yapıyordum. Daha önce gruplara katılmış, öğretmen eşliğinde yoga yapmıştım. Bu kez bir kitaptan yararlanıyordum. Çok güzel bir kitap almıştım yıllar önce, epey detay veren. O kitaptan başlangıç seviyesinde belli asanaları seçtim ve kendime bir program öğrettim. Bu inzivanın sonunda artık 20-25 dakika kadar kendi ihtiyaçlarıma ve keyfime uygun bir yoga programını izleyebiliyordum. Nasıl mutlu oldum. Yıllarca başkalarını gördükçe, imrendiğim ama gözümde büyümüş bir durum hop diye oluvermişti. Şimdi hop diyorum ama hop değil tabii, mızırdandığım günlerde bile yapa yapa oluşan bir şey.

Yine yıllar içinde bir sürü bilgi, araç birikmişti elimde, bir türlü uygulamaya koyamadığım ama bir gün mutlaka uygulamak istediğim. Beden fırçası, aromaterapi kitabı ve yağları, masaj kitabı, burun temizleme kabı, bazı detoks kitapları, çeşitli bitki çayları (rezene, adaçayı, ısırgan). Hepsini sıraya koydum. Tam bir keyif ve keşif haliydi. Kendimi Disneyland’de gibi hissediyordum. Oyun oynuyordum sanki. Bedenim böyle ilgi görmemişti tüm hayatım boyunca. Aç kalışına pek şikayet etmiyordu o yüzden.

Buraya kadar ki kısmı eğlenceli kısım. Bir de iç alemde yaptıklarım var. Öğleden sonra bu kısma ayrılmıştı.

Devamı geliyor...

6 Şubat 2008 Çarşamba

31 Günlük İnziva 2006- 1

2005’te Yeshe’nin yerinden döndükten 10 gün kadar sonra bu kez de Şiddetsiz İletişim eğitimine katılmak üzere 15 günlüğüne İsviçre’ye gittim. Çok etkili, güçlü bir eğitimdi. Sosyal değişim konusuna gelindiğinde, benim içimde yumuşak bir yere dokundu herhalde söylenenler. Ne olduğunu hala tam bilmediğim için, burada sizlere anlatamayacağım bir sürece girdim. Birkaç ay sonra gruplarla çalışmalarıma son verdim. Farkındalık çalışmalarını -kendisi öyle kabul etmese de- tümden Jeff’e devrettim. Organizasyonu da; canla başla çalışıp, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde inzivalar, konuşmalar düzenleyen Pınar, Figen ve diğer arkadaşlara.

Devretme isteğimi o zamanlar “kazların hikayesi” ile açıklamaya çalışmıştım. Hani kazlar V şeklinde uçtuklarında en öndeki kaz hava akımını arkadakilerin kolayca uçmalarını sağlayacak şekilde göğüslermiş ya. Tabii sonra yorulur, sürünün en arkasına geçermiş. Başka bir kaz bu kez en önde olurmuş. Bizim duruma benzemişti bu hikaye. Ancak arkaya geçme isteğim bayağı bir çalkalanmaya sebep olmuştu o zaman, epey de kırgınlık, kızgınlık enerjisine maruz kalmıştım. Kendi içimde de çalkalanma olduysa da, bedenimden gelen mesajlar dahi bu devri doğruluyordu. Sonunda baktım ortada kimseler yok öne geçecek. Ellerimi açtım ve vipassanayı serbest bıraktım. Birileri tuttu. Ve harika tuttu. Destekleri bol olsun.

Bu benim dinlenme, yenilenme, farklı farkındalıklara açılma süreci biraz uzun sürdü. Gruplarla çalışmıyordum ama teke tek çalışmalara devam ettim. Bu dönemde birçok irili ufaklı inziva yaptım kendi kendime.

2006 yılının Temmuz ayında içimde bulduğum bazı düşünce kalıplarına ilişkin bir arkadaşıma danışmaya gittim. Uzun uzun beni dinledi, konuştuk. Pek ilerleyemedik. Sonunda “dur senin horoskopuna bakayım, hangi dönemdesin” dedi. Benim astroloji alanına ilişkin bilgi ve deneyimim çok sınırlı. Söylediği tek bir şeyi hatırlıyorum: “Darbeli bir dönemden geçmişsin. Eylül ayında bir darbe daha geliyor.”

Bugün gibi hatırlıyorum: Zihnimde derhal “Nasıl hazırlanırım?” sorusu belirdi. Oradan ayrıldım ve bildiğim en iyi yönteme karar kıldım: inziva. Kendimi arındırayım, farkındalığımı artırayım, enerjimi yükselteyim ki gereksiz safraları atayım, zihin dinginleşsin, belki daha çok olanı olduğu gibi görebilir, gelecek darbede zihnim sarsılmaz, ne yapmam gerekiyorsa, onu yaparım. Ancak bu kez çok farklı bir inzivaya niyet ettim. Ve tüm yaşamım boyunca geçirdiğim en güzel kapalı inziva oldu bu (hareketli olarak da en güzel inziva tabii Likya yürüyüşü). Sanki kulvar değiştirdim sonrasında.

Bu inzivayı evde yapacaktım, az çalıştığım için bütçem epey kısıtlıydı o dönem. İsabet olmuş zaten, pek konforlu bir inziva oldu. 21 günlük bir program hazırladım. Bir vipassana inzivası değildi bu, içimden o dönemde yapmayı uygun bulduğum her şeyi içeren ama yine temeli farkındalığa dayanan bir programdı. Sessizlik içinde, yani telefonları çektim. Bir tek ara ara annemlerle telefonlaştım.

Daha önce yalnızca meyve, sebze suyu içtiğim oruçlar yapmıştım. 3 gün, 4 gün, bir hafta, 10 gün. Hatta bir kez 3 günlük yalnızca su içtiğim bir oruç da yaptım, neredeyse yere yapışmıştım, son oldu. Bu kez 21 günlük bir oruca karar verdim. Bu işin püf noktalarını hem okuyarak, hem deneyimle öğrenmiştim. Sebze suyuna ağırlık verilmesini, meyve sularını sulandırarak içmeyi, yeşil bitkileri mutlaka havuçla ya da elma suyuyla karıştırarak içmeyi, pancarın çok kuvvetli olduğunu, dozu kaçınca, ses tellerini geçici olarak hafifçe tahriş ettiğini, o yüzden az kullanılması gerektiğini, bağırsak hareketlerini kolaylaştırmak için lavman yapılması gerektiğini falan falan. Ama 21 gün, şaka değil. Yapabilir miyim diye sordum kendime ama mutlaka siz de yaşamışsınızdır bazen insan bir şeyi çok netlikle bilir, kuşku saman alevi gibi yanar söner. Öyle bir his vardı içimde.

Aldım meyveleri, sebzeleri; bir de kitabım vardı meyve-sebze suyuna ilişkin. İnternette de bir web sitesi bulmuştum epey önce. Katı meyve sıkacağım zaten vardı. Hazırdım.

Bu tür oruçların faydası, sindirim sistemini dinlendirmek, bağırsakları temizlemek, sindirime giden enerjiyi farklı alanlara kaydırmak, toksinlerden arınmak, yemek işini basitleştirerek başka konulara zaman artırmak olarak sıralanıyor...

Ama başkasına tavsiye eder miyim? Hayır. Bu tür oruçlara ilişkin hem olumlu, hem çok olumsuz eleştiriler var. Ya gizli şekeriniz varsa, ya da safra keseniz taş yaparsa. Ben tamamen sezgimi dinledim, benim için sonuç çok güzel oldu ama başkası için “aman dikkat” derim. Hatta kendim için de. İçimde o kuvvetli bilme hissini hissetmediğimde yapılacak iş değil bence.

Devamı var...

4 Şubat 2008 Pazartesi

Öylesine Denize Bakmak...

Bu blogun kendi kendime yazdığım yazılardan yavaş yavaş bir dansa dönüşmesini izliyorum, ne mutluluk... Ekim ayında daha önce yazdığım farkındalık yazılarını koymuştum bloga ve de hepsini koyduğumu sanıyordum. Dikkatli ve yakın takipteki okuyuculardan Deniz, bu yazılardan birini atlamış olduğumu fark etmiş :) Şimdi geliyor...

Ağustos 2005

Gaia House'un kurucularından biri ve vipassana hocası olan Christopher Titmuss'un ve annemin bana nasihatleri:

Yoğun bir çalışma temposundan sonra katıldığım programa (Christopher Titmuss’un düzenlediği yılda 4 kere buluşulan bir program) neredeyse kendimi sürükleyerek götürmüştüm... Uçağa binmeden bir akşam önce sırt çantamı hazırlarken, içimde hiç seyahat enerjisinin olmadığını hayretle görmüştüm, sanki gitmeyecekmişim gibi... Ama gittim, programda ağzımı açıp da bir şey söylemek istemiyordum, "hiç bir şeyle uğraşacak halim yok" ruh halindeydim... İçimde "yaşamı kaçırıyor muyum, bu yaptıklarımı niye yapıyorum" gibi kuşkular belirmeye başlamıştı... Ne oluyor diye izliyordum... Sonunda Christopher'la konuşmaya karar verdim... İşte bana söyledikleri:

"Yorgunluk ve kuşku geldiğinde, bağlantın kesilmiş demektir...
Kuşkular çok büyük oranda yorgunlukla beraber gelir, yani yorulduğumuzda, enerjimiz azaldığında, kuşkuların gelmesi için uygun ortam oluşmuş olur.
Harcadığından daha azı giriş yapıyorsa, enerji tabii azalır...

Şu an seni ne heyecanlandırıyor? Hiç bir şey mi, o zaman bu enerjinin ne kadar azaldığının, yani iç bağlantının nasıl kesilmiş olduğunun bir göstergesi...

Bağlantı olmadığından, seni enerjiyle doldurabilecek en birinci kaynak "doğa" olabilir... Doğa; yenilenmek, kendini şarj etmek, tekrar bağlantı kurmak, yüreğinin ne istediğini duyabilmek için ilk bağlantıyı kuracak enerjiyi sağlamak açısından çok yardımcı, destekleyici bir kaynak...

İkinci yardımcı olabilecek durum, sessizlik ve yalnızlık... Bazılarımız için sessizlik, tekrar enerjinin dolmasına fırsat sağlar... Yalnız olduğumuzda, konuşmayla, başkalarının konularıyla meşgul olup enerji kaybetmeyiz...
Hatırla; Buda, Musa, Isa, Muhammet hep yalnız başlarına doğaya gitmişlerdir... Buda her yıl 3 ayı sessizlik içinde geçirirdi..."

En son doğada en az iki saati "sessiz" geçirdiğimiz zaman ne zamandı acaba?

İki hafta kadar önce yine hiç bitmeyen yoğunlukla çalışıyordum ve iki günlük bir ara verip, Burgazada'ya gitmeye karar verdim... Ama işler bitmiyordu, yanımda ne götürsem diye bakınırken, telefon çaldı: annem.
"Anne, işler bitmiyor, bir gün kalıp döneyim, diye düşünüyorum." dedim.
Annem: "Bu dünyada kimse işlerini bitirememiştir... Gitmişken iki gün kal kızım." dedi.
"Yanımda hangi işleri götüreyim, karar da veremedim." dedim.
Annem: "Hiç bir şey. Okumak için kitap bile götürme."
"Burgazada'ya gidiyorum ama Büyükada’ya falan da giderim herhalde." dedim.
Annem: "Gezmeye kalkma, kendini yorma... Bütün gün otur, denize, martılara bak... Hiç bir şey yapma..."

Annem bunları söyledikçe, içimde bir coşku belirdi... Yüreğim annemin ağzından konuşmuştu sanki...

Öyle de yaptım, bütün gün oturup, denize baktım:
Denizin üzerindeki rüzgâra...
Denizin üzerindeki güneşe...
Denizin üzerindeki insanlara...
Denizin üzerindeki karabataklara...
Denizin üzerindeki yaşama...

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle...

1 Şubat 2008 Cuma

Doğanın içinde 7 gün...

1 Haziran 2005

Vipassana inzivalarını tamamladık. Güzel geribildirimler geldi. Son 6 aydaki farkındalık grupları, yurtdışı seyahatleri, inzivaların organizasyonu için koşuşturmalarım sonucu epey yorulduğumu hissettim. Aslında tam da değil. “Canım hiçbir şey yapmak istemiyor artık” diye bir düşünce ve his geldi, yaşamın anlamını, yaşamımı nasıl yaşadığımı sorgulamaya başladım yeniden. Bunun yorgunluktan olacağını anlayamadım. İçimde yorgunlukla ilgili dosyadaki bilgiler gerçekle bağlantı sağlayan türde değiller. Yorulduğumda yorulduğumu anlayamıyorum, sıkıldığımda da yoruldum zannediyorum. Bir karışık etiketleme durumu.

Bu yoğun maratonun sonunda da hem fiziksel, hem enerjisel bitkin hissediyorum. Bu ruh ve beden hali içinde DFP’nin sonuncusuna katılmak üzere, yine İngiltere’ye gidiyorum. Blogda Ekim ayında “Öööyle Denize Bakmak” adlı yazıda bu hali, Christopher Titmuss’la olan konuşmamızı yazdım. Şimdi Christopher’ın tavsiyesi üzerine ne yaptığımı yazmak istiyorum.

Önce nerede olduğumuzu yazayım. Bu DFP, katılımcılardan Yeshe’nin arkadaşlarıyla kurduğu bir permakültür merkezinde yapılıyordu. Yerleşim yerinden uzak, ağaçlıklı, geniş bir arazi üzerindeki bu yerde, birkaç oba çadırı kurmuşlardı. Samandan da iki bina yapmışlardı. Böyle birkaç cümlede yazıverdim ama inanılmaz bir emek vardı tüm yapılarda, bahçede. Permakültür anlayışına göre, bahçeyi düzenlemişler. Çok huzurlu, estetik olarak güzel, zengin ve kullanışlı bir yerdi. Hepimiz çadırlarda kalıyorduk. Mutfak açık havadaydı. Yemekler kamp ateşinde pişiyordu. Tuvaletler kompost tuvaletti, yani yerden yüksekte, tahtadan bir yapı. Bir delik var, tuvaletten sonra o delikten aşağı talaş atıyorduk. Duş için ise, kamp ateşinin üzerinde ısıttığımız suyu kamp için hazırlanmış duş torbalarına dolduruyorduk. Bunu yukarıda bir yere asıyor, basınçla akan suyla hızlı hızlı duş yapıyorduk. Haziran ayı olması İngiltere’nin sıcak olduğu anlamına gelmiyor. Kazaklarla oturuyorduk. Saman binaların birinde toplanıyorduk. İçeride soba yanıyordu ve çok güzel ısınıyordu. Koşullar basit ve çok temel ihtiyaçları karşılamaya yönelikti ama güzel bir hava vardı. Ben o zaman bu güzelliği görebiliyor muydum, hımmm yarım yarım. İçimde bir ses fazla mesaiye kalmıştı ve “canım bir şey yapmak istemiyor” diye bıkmadan, usanmadan tekrarlıyordu.

DFP’deki uygulamalardan biri ‘araştırma (inquiry)’ di. Bu uygulamada grubun ortasına iki minder konuluyordu. Christopher birinde oturup, bekliyor. Bir sorusu, sorunu olup da, kendi içinde keşif yapmak isteyen kişi sessizce gelip, Christopher’ın karşısına oturuyordu. Meselesini anlatıyor ve Christopher’ın sorduğu isabetli sorularla duruma ilişkin içgörüler kazanıyordu. Çok etkileyici bir yöntem olarak hatırlıyorum. O zamana kadar pek çok uygulamasını izlemiştim. Bu ruh halini sorgulamak istedim ben de. Kalktım, mindere oturdum. Durumu anlattım. Christopher’ın gayet basit bir şekilde, “sen yorulmuşsun, hepsi bu” deyişine nasıl bozulmuştum, tam bir hayalkırıklığı. Daha derin, kapsamlı, karmaşık bir süreç bekliyordum herhalde. Sadece yorulmuşum. Bazen çok basit şeylerin ardında karmaşıklıklar arıyor ve hakikaten süreci karmaşıklaştırıyoruz demek. Üstelik talihsizliğe bakın ki, “Aa basit bir nedeni varmış, ne güzel hemen çözülür” diyeceğime, hayalkırıklığına uğradım. Var mı sizin yaşamınızda da bunun örnekleri?

Christopher bir bakkal hesabından söz etmişti: “Harcadığından daha azı giriş yapıyorsa, enerji tabii azalır. Enerjiyi artırma kaynaklarından en birincisi, doğa. Sonra sessizlik ve yalnızlık” demişti. Detaylar sözünü ettiğim önceki yazıda.

Bunları duyduğumda kalbim yerinden hopladı. Zira İngiltere’ye gelirken, dönüş tarihimi belirlemekte zorluk çekmiştim. Mantık ile sezgi farklı tarihleri söylemişti, ne yapacağımı şaşırmış, sonunda sezginin sözünü dinlemiş, programın bitiminden 9 gün sonraya bileti almıştım. Zaten minicik bir bütçem vardı, mantığım kafamın etini yemişti ‘bu zamanı nerede geçireceksin’ diye.

Christopher’ın sözleri kalbimi hoplattı. Çünkü Yeshe DFP bitiminde dileyenlerin bu merkezde kalabileceğini söylemişti. Birden kararımı verdim. DFP sonrası 7 gün burada kalacaktım. Benden başka kimse kalmayacaktı. İşte Christopher’ın önerdiği her koşul var: doğa, sessizlik, yalnızlık. Diğer yanda da Allah’ın dağ başında, basit koşullarda, tek başına. Bir yandan çekici, bir yandan hafif endişe verici.

Eğer blogdaki diğer yazılardan birkaçını okumuşsanız, böyle konularda pek öyle endişeye pabuç bırakmadığımı görmüşsünüzdür. Kaldım orada. O kadar keyifliydi ki anlatamam. Sabah ağaçların altından uygun dalları topluyordum, testere ile kesiyordum. Ateş yakıyor, yemeği ocağa koyuyordum. Zira kamp ateşinde suyun ısınması bile epey zaman alabiliyordu. Yeshe (yaşamda destek verenleri bol olsun) bana kendi oba çadırında kalabileceğimi söyledi, özenle, sevgiyle yapılmış, süslü bir çadırda kalıyordum. Günlük işlerden sonra yürüyüşe çıkıyordum.

Günlüğüme “Doğa olarak çok güzel bir yerdeyim. Neredeyse en temel konforların hepsi var, hem de bahçeden çıkmadan uzun yürüyüş yapılabilecek, ağaçlar içinde, geniş bir bölgedeyim. Pek tehlike var denemez. Korkacağım ne hayvan olabilir bilmiyorum (İyi ki, sonradan biri –artık beni korkutmak için mi söyledi, yoksa gerçek miydi bilemem- insanların bazı yırtıcı hayvanları beslemek için aldıklarını, sonra bakamayınca, doğaya saldıklarını söyledi. Yani hiç beklenmedik hayvanlarla karşılaşan, yaralanan olmuşmuş.) İçim huzurlu değil. Şu an ben huzurlu değilsem, kim huzurlu olsun! Doğanın içindeyim, yalnız başınayım. Kimse benden bir şey istemiyor. İstersem, bütün gün yatarım. Ama mutsuzum.”

O zaman yorgunluk, enerji düşüklüğü mekanizmasını anlayamıyordum. Oysa zaman içinde gördüm ki, bedende B vitaminleri eksik olduğunda da insanın morali bozulabiliyor. Derin derin sebepler ararken, bir B vitaminleri kompleksi alınca, birden her şeyin yoluna girdiğini çok kez gördüm. Ya da birkaç saat fazla uyuyunca. Ya da mercimek yiyip, bedendeki demir eksikliğini tamamlayınca. Ya da biraz bolca su içince. İçimdeki “bende yanlış bir şey var” inancı, tüm bu basit durumları olduğu gibi görmemi engelliyormuş meğer. Ne ilginç, değil mi? Hayatı nasıl zorlaştırabiliyoruz!

Yürüyüş sırasında nasıl güzel sarı çiçekler gördüm. Kalbime baktım, sevinç duymuyor, heyecanlanmıyor, güzelliği göremiyor. Bu farkındalık beni şaşırttı ve üzdü. Bu güzellik kalbime niye değmiyor? Kalbim kapanmış sanki. Eski koşullanma ile önce “Niye, niye!” diye zorladım kendimi, sonra “neyi yanlış yaptım?” diye sordum. Tabii tahmin edersiniz, hiç cevap gelmediği gibi, kalbim daha da kapandı. Ancak bu yaklaşımın sonucunu görmek açısından böyle yapmam çok iyi oldu.

Sonra vipassana uygulamasını hatırlayabildim. Bu kapalı kalple oturdum. Öyle kapanmış kalbim ve ben. Yan yana. Bir şey sormadım, anlamaya çalışmadım, değiştirmeye, dönüştürmeye kalkışmadım, tamire girişmedim. Öyle oturduk beraber. Bedenimde kalbimin yerindeki hisleri izledim. Ortaya çıkan duyguları izledim. Başımda da bir şeyler oldu, o hisleri de izledim. Bir süre sonra kalbim hafifçe aralandı. İçinden kırılmışlık, incinmişlik ile daha fazla incinme korkusu çıktı. Şaşkınlığımın hesabı yok. 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Neye ilişkin olduklarını anladım hemen. Bu duygular ortaya çıkınca, içimde nasıl bir şefkat duygusu oldu, anlatamam. Birden içimde kendini korumaya çalışan küçük bir kız gördüm sanki. Orada öylece durdum, her şey eriyip gitti.

Aldığım dersleri yazmışım günlüğüme:
- Kalp kapanınca, güzelliklerle bağlantı kurulamıyor, sevinç kayboluyor. Yaşam enerjisi alınamıyor. Gevşeklik hissedilmiyor. Daralma, bir şey eksik hissi, neşesizlik, keyifsizlik, enerjisizlik yaşanıyor.

- Kalbi açmak için, öyle dur. O kadar. Ortaya çıkan ile ne yapacağına sonra bakarsın.

- Kalp kapanınca, içeri girebilen azalıyor. Enerjide azalma varsa, kalbim ne durumda diye bakmakta fayda olabilir.

- Giden gelenden fazla ise? Ya gideni kısacaksın, ya geleni artıracaksın.
Şimdiki halde geleni artırmak daha uygun. nasıl?

* Doğada sessizlik
* Dönemsel olarak uzun sessizlik
*Yaşamdan takdir, sevgi, destek geldiğinde, ‘önemli değil, ne olacak’ diyeceğine, birlikte kutla bu güzelliği.
* Nefes al
* Hayvanların yaptığı gibi çekil, dur, gevşe, dinlen
(Orada Thich Nhat Hahn’ın bir kitabını okuyordum, bu onun tavsiyesi.)
* Yapmayı istemediğin bir şeyi yapıyorken bulursan kendini, bırak. Ya başkasına devret, ya tümden bırak, ya yöntem değiştir, ya da niye yaptığını hatırla, devam etmeyi değerli buluyorsan ancak, devam et.

O günden sonra çevreme baktım. Daha önce de görmüştüm ama bu kez kalbime dokundular: saman balyalarını taşıyanları, su borularını monte edenleri, hangi bitkinin nereye ekileceğini düşünenleri, dolap kulplarını takanları, kamp ateşinin çevresindeki tahta oyma oturma yerlerini yapanları, sobaları kuranları, burayı hayal edenleri, gerçekleşmesi için emek verenleri düşündüm. İçim minnet doldu. Nasıl bir katkı yaşamlarımıza. Ve bunları yaparken, hiç düşünemezlerdi kimlere ulaşacaklarını. Oysa önemli bir içgörünün belirebileceği nasıl güzel bir ortam yaratmışlardı yaşamım için… Bir teşekkür notu yazdım ama çoğu okumamıştır, katkılarını bilmiyorlar… Blogdaki bu yazıyı okuyup da kendi yaşam yolları için ışık bulanlara da dokundular aslında… Nasıl bir etki görüyor musunuz? Fark etmeden, nasıl etkiliyoruz birbirimizi! Dün üstünde çalıştığım başka bir proje için “bütünü etkiliyoruz” diye bir yazı yazdım. Gözlerim bu etkiye odaklandı, bu yayılan etkiyi fark ettikçe heyecanlanıyorum.

Yaşamın basitliği içinde yaşadım orada, birçok basit gerçeği fark ettim. Not almışım. Gülümseyerek, sizlerle de paylaşayım:

"İlham veren çeşitli öğretmenlerim oldu burada:

- Sobalar mesela: büyük kütükler (büyük hayaller ya da koşullanmalardaki değişiklikler) bir kibritle (niyet) yanmıyor. Bu bir süreç, kağıttan küçük dal parçalarına, oradan daha kalın dallara, oradan kütüklere. Yaşamda da küçük adımların, küçük gayretlerin, küçük değişikliklerin önemini ihmal etmeyeyim.

- Hava mesela: Yağmur yağdı, fırtına oldu, güneş çıktı, kuvvetli rüzgarlar esti, soğuk oldu, ılık oldu, müthiş bir hızla hava değişti durdu. Her şey gelip, geçiyor, her şey değişiyor. Yalnızca izle, onunla ak ve keyfine bak.

- Çaydanlıklar mesela: Eğer ateş yanıyorsa, mutlaka çaydanlığı üzerine koy. Her an sıcak suya ihtiyacın olabilir. Yaşamda da iç ve dış kaynakları bilgece kullan.

- Yaşam ağı mesela: Birbirimize bağlı olduğumuzun farkında ol- birbirimizi nasıl etkilediğimizi, kimlerin yaşamlarına, kalplerine dokunduğumuzu, bilmesek de. İçinden iyi bir şey yapmak geliyorsa, coşkuyla yap. Birilerine dokunacaktır mutlaka. Sana dokunanlara da teşekkür et, karşılaşmasan da, elbet bu teşekkür de bir şekilde onlara ulaşacaktır."