22 Ekim 2008 Çarşamba

Yola Işık Tutan Sözler: Gölge-Işık

Fotoğraf: philliefan99, 24.4.2007, www.flickr.com




Hayatımızdaki gölgelerin çoğu kendi güneş ışıklarımızın önüne dikilmekten doğar.


Ralph Waldo Emerson



21 Ekim 2008 Salı

Bir Sessizlik Var: Krishnamurti

Baktım bugün bizi etkileyen rüzgarların geri kalanını yine yazamıyorum, e-postalarımı okurken, bugün gelen bir mesajı paylaşmak geldi içimden. Her gün Krishnamurti’den paragraflar gönderen bir yere abone olmuştum. (dailyquote-join@jkrishnamurti.org) Bugün gönderdikleri çok hoşuma gitti. Paragrafı aldıkları kitap bende olduğu için de, tercümesini oradan aldım. En altta da orijinali var.

Krishnamurti bugün için diyor ki: (Yaşam Kitabı, Krishnamurti ile Günlük Meditasyonlar, Krishnamurti, Sistem Yayıncılık, 2007, s. 320)

“21 Ekim:
Bir Sessizlik Var

Umarım dinlersiniz ama önceden bildiklerinizin anısıyla değil; bunu yapmak (böyle dinlemek) ise çok zor. Bir şeyi dinlerken zihniniz hemen kendi bilgisi, sonuçları, görüşleri, geçmiş anıları ile tepki verir. Gelecekteki bir anlayışı araştırarak dinler.

Kendinizi, dinlerken gözlemleyin, bunun doğru olduğunu göreceksiniz. Ya bir sonuçla, bilgiyle, bazı anılarla ve deneyimlerle dinliyorsunuz ya da sabırsızsınız ve bir yanıt istiyorsunuz. Yaşamın anlamını, yaşamın olağanüstü karmaşıklığını bilmek istiyorsunuz.

Aslında hiç dinlemiyorsunuz.

Yalnızca zihniniz sessiz olduğu, hemen tepki göstermediği, söylenen ile tepkiniz arasında bir boşluk olduğu zaman dinleyebilirsiniz.

İşte o boşluk içinde bir sessizlik, bir sakinlik vardır ve ancak o zaman, zihinsel anlayış dışında bir kavrama olabilir.

Söylenen ile tepkiniz arasındaki boşluğu sonsuza dek veya uzun bir süre veya birkaç saniye uzatabilirseniz- bu boşlukta berraklığın oluştuğunu göreceksiniz.

Bu, yeni beynin boşluğudur. Anında tepki eski beyindir. Ve eski beyin, kendi geleneksel, kabul edilmiş, tepkisel, hayvani duyuları ile çalışır. Tepki askıya alınırsa, boşluk olursa yeni beynin devreye girdiğini göreceksiniz ve yalnızca yeni beyin anlayabilir, eski beyin değil.”


There Is a Quietness

I hope that you will listen, but not with the memory of what you already know; and this is very difficult to do. You listen to something, and your mind immediately reacts with its knowledge, its conclusions, its opinions, its past memories. It listens, inquiring for a future understanding. Just observe yourself, how you are listening, and you will see that this is what is taking place. Either you are listening with a conclusion, with knowledge, with certain memories, experiences, or you want an answer, and you are impatient. You want to know what it is all about, what life is all about, the extraordinary complexity of life. You are not actually listening at all. You can only listen when the mind is quiet, when the mind doesn't react immediately, when there is an interval between your reaction and what is being said. Then in that interval there is a quietness, there is a silence in which alone there is a comprehension, which is not intellectual understanding. If there is a gap between what is said and your own reaction to what is said, in that interval, whether you prolong it indefinitely, for a long period or for a few seconds—in that interval, if you observe, there comes clarity. It is the interval that is the new brain. The immediate reaction is the old brain, and the old brain functions in its own traditional, accepted, reactionary, animalistic sense. When there is an abeyance of that, when the reaction is suspended, when there is an interval, then you will find that the new brain acts, and it is only the new brain that can understand, not the old brain.

The Book of Life - October 21

20 Ekim 2008 Pazartesi

Bugün Kırk

Fotoğraf: mojzsa, 3.5.2007, http://www.funpic.hu/en.picview.php?id=19985&c=4&s=dd&p=57
Bu fotoğraf bir internet mesajının içinde gelmişti bir süre önce. Sevgiyi, derin bağlantıyı, sıcaklığı hissettiriyor bana baktıkça. Bugüne uygun düşer diye düşündüm...


Bugün kırk...

Yola çıkarken, biraz gözümde büyümüştü 40 gün. Olsun, demiştim, adım adım gidelim bakalım ne olacak...

40 gün olmasının bir anlamı varmış. Her gün aynı yoğun enerjide olamasa da, iyi dileklerde bulunmak kalbimin üzerine, aynı yere damlayan su gibiydi. Günlük yaşamda şaşırdığım değişimler oldu, bunlarla birlikte, kalbimde farklı bir yumuşama, bir genişleme de hissediyorum. Bu süreçte karşılaştığım ve daha önceleri pek sıcaklık hissetmediğim bazı tanıdıklarıma karşı kalbimin nasıl açıldığını şaşırarak gözlemledim. Geçmiş yaraların bir kısmı su yüzüne çıktı, nice farkındalıklar yaşadım, dersler aldım. Kimbilir yolda birlikte yürüdüğümüz kervanın diğer yolcularında neler olmuştur... Herkesin bir yolculuk hikayesi vardır mutlaka...

Birlikte yürümek ne kadar keyifliydi, ne kadar güç, şevk verdi hepimize... Sokaklarda yürümedik birlikte ama sanki fiziken yürümüşüz gibi hissediyorum. İnsanlık boyutunda bir ortak yürüyüş gerçekleştirdik gibi geliyor bana. Coşkuyla kutluyorum...

Kervanda olan, olmayan tüm varlıklara mutluluklar, kalp ferahlığı, en olağan şeylere bile bakıldığında görülen yaşama sevinci, bilgelik, derin kalp bağlantısı ve yürekten taşan sevgi diliyorum...




Not: Bugünlerde yazı yazmakta çok zorlanıyorum iç ve dış sebeplerle. Görev gibi hissedip, bu enerjiyle yazmayı da hiç istemiyorum. Yalnızca durumu bilin diye yazayım istedim.
















14 Ekim 2008 Salı

Rüzgarlar: Kazanç ve Kayıp

Yaşamımızda çeşitli yönlerden esen rüzgarlara bakıyorduk. Hoşlanma/haz rüzgarını ve hoşlanmama/acı rüzgarını biraz tanımıştık.

Bugün kayıp ve kazanç rüzgarlarına bakalım. Bu rüzgarların estiği pek çok alan var. Mesela para kazanmak, daha çok kazanmak, daha da çok kazanmak. Geçenlerde Çetin Altan’ın paraya ilişkin çok hoşuma giden bir yazısını okudum (Milliyet, 4 Ekim 2008). Çetin Altan parayı "dondurulmuş enerji" olarak tanımlıyor. Fırından ekmek aldığımızda bu dondurulmuş enerjiyi hareketlendirmiş oluyoruz. “Ve insanların zaafı, daha az enerji harcayarak, daha çok “dondurulmuş enerji, yani para” sahibi olma üstüne odaklanmıştı. O zaman da tüm ülkelerde yaşayanların “enerji değiş tokuşu” terazisinde aşırı bir dengesizlik oluşuyordu ve ekonomik krizler patlıyordu.” diyor.

Dondurulmuş enerjiye olan tutkumuz yaşamımızın anlamına ne kadar katkıda bulunuyor acaba?


Bu konuya ilişkin okurken, Christopher Titmuss’un hepimizin de katılacağı bir saptamasına rastladım, diyor ki: “İç ve dış koşullanmalar sebebiyle sahip olma takıntısına saplanmış durumdayız çoğumuz. Her şeyin daha fazlasını istiyoruz. Elimizde olanı takdir etmeyi, buna şükretmeyi, kanaatkar olmayı unutuyoruz ara ara. Arzular yaşamımızı yönetiyor gibi. Tüm reklamlar 'ruhsal sağlık uyarısı' taşımalı aslında: “Arzu ruh sağlığınızı bozar.” Ne güzel öneri…

Eşyalara, giysilere takıyoruz kafamızı, sürekli yeni modellerle değiştirmek için uğraşıyoruz. Bunu yapabilmek için, bazılarımız pek de sevmediği işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Bazen değer mi diye düşünüyorum…

Güç kazanmaya çalışıyoruz, kontrolümüzü artırmaya çalışıyoruz. Kazandıkça, sanki daha çok susamış hissediyoruz, susuzluğumuz bir türlü giderilemiyor. Yaşamımızı edinmek, sahip olmak üzerine kuruyoruz. Kaybettiğimizde de çok üzülüyoruz. Ancak yaşam bir akış, bir şeyler etki alanımıza giriyor, sonra çıkıyor... Dondurmaya çalışmak, tutunmaya, tutmaya gayret etmek müthiş enerjiye mal oluyor ve kimi zaman da mümkün olamıyor…

Christopher Titmuss, “Arzu çemberinden çıkabildiğimizde, açık, net ve bilgece eylemler ortaya çıkabiliyor.” diyor.

Bu çemberden çıkabilmek için de, “arzu” enerjisine yakından bakmakta fayda var. Kimliğimizin önemli bir kısmını oluşturan bu enerjiyi, yalnızca “arzu” enerjisi olarak algılayabilsek, yani onunla özdeşleşmesek, kendimiz sanmasak, kimbilir ne kadar özgürleşiriz

Christopher Titmuss bazı önerilerde bulunmuş. Eminim çoğumuzun yaptığı gibi: "Alışverişte “Buna ihtiyacım var mı?” diye sorun", diyor. “Kanaatkarlık disiplini edinin. Daha talihsiz olanların bahasına olan bencilce tüketimden elinizi çekin.”

Şu sıralar dünyada yaşanan kriz ve getireceği söylenen durgun piyasalar belki iyice yoldan çıkmış olan açgözlülük enerjisini dengelemekte yardımcı olacak- eğer böyle bir ders alabilirsek...

Bazen bolluk bilinci, darlık bilinci konuşmaları içinde buluyorum kendimi bu konular açıldığında. Lüks (gerçek ihtiyacımız olmayan) şeyler aldığımızda bolluk bilincimizi ifade ettiğimizi düşünenler var. Buna ihtiyacım var mı diye sorduğumuzda, sanki başka insanlara yetecek kadar olmadığına, evrende bolluk olmadığına ilişkin bir inancı destekliyoruz diye düşünenler var. Buna katılamıyorum; açgözlülük, sahip olma enerjilerinden arındığımızda, gerçek bolluğu yaşadığımıza inanıyorum.

Christopher’ın güzel bir sorusu var: “Elinizdekilerin sahibi misiniz, yoksa onlar mı sizin sahibiniz?” Şimdi nerede duyduğumu hatırlayamıyorum, bir kadın gelini için: "eşyanın aptalı oldu." demişti.

Peki gerçek kazanç ne acaba?
Christopher bir konuşmasında Buda’nın anlayışını aktarmış:
“Buda için kazanç, bilgeliği bulmaktır, sevgiyi yaşamaktır.

Seçtiğimiz harekette bilgelik olup olmadığını görmek için, kendimize sorabiliriz:
Bu harekette bilgelik var mı?
Bu hareket dünyada daha çok sevgi ve şefkat oluşturacak mı?
Bu hareket birbirimizle karşılıklı bağlantımıza katkıda bulunacak mı?

Sevgi, bilgelik, farkındalık, özgürlük işte asıl yaşamda önemli olanlar bunlardır…”

Bizim kültürümüzde de, asıl zenginlik gönül kazanmaktır, derler. Birbirimizle derin, sevgi dolu yürek bağlantılarından daha doyurucu, birbirimizin yaşamlarına katkıda bulunmakdan daha sevinç veren ne var acaba?


Devamı geliyor usul usul… :)

13 Ekim 2008 Pazartesi

Sekiz Rüzgar...

FotoRita, 31 May 2008, www.flickr.com


Fred von Allen yaptığı bir konuşmada (The Eight Wordly Winds- 1992), Buda’nın dikkat çektiği sekiz dünyevi rüzgarı anlatmış. Konuşmanın küçük bir bölümünü not almışım, o yüzden konuyu biraz başka kaynaklardan araştırdım.

Buda, dünyada hüküm süren ve bizi etkileyen rüzgarları gruplamış:
kayıp-kazanç,
başarı-başarısızlık,
övgü-eleştiri,
haz/keyif/memnuniyet (pleasure)- acı/sıkıntı (pain).


Fred von Allen diyor ki, “Bu durumlar aynı rüzgarlar gibi aniden gelirler ve herhangi bir yönden esiverirler.”

Gerçekten de yaşama bakalım. Ansızın bir sabah kalkıyoruz sırtımızda bir ağrı. Ya da ansızın tüm dünyayı şaşkına döndüren bir finansal-ekonomik krizle karşılaşıyoruz. (Tabii buna rüzgar demek zor, tüm dünyayı etkileyen bir kasırga gibi.) Başka bir gün bir bakıyoruz, çok hoş bir övgü alıyoruz hiç beklemediğimiz bir anda. Kimi zaman başarı rüzgarı esiyor, kimi zaman başarısızlık. Hiç biri de kalıcı değil. Eleştiriliyoruz, moralimiz bozuluyor, sonra bir bakıyoruz güneş açmış. Köşe başından ansızın çıkan rüzgarlarla savruluyoruz.

Christopher Titmuss, Light on Enlightenment (Rider, 1998) kitabında varlığımızı kazanç, haz, başarı ve övgü ile özdeşleşerek boşa harcadığımızı söylüyor. Yani bunlara tutunarak, bunları takıntı haline getirerek, yaşamımızı harcadığımız konusunda bizi uyarıyor.

2000 yılında “Keyif ve Sıkıntı (Pleasure and Pain)” üzerine yaptığı konuşmada: “Dikkat edin” diyor, “Yaşamımızda iki ana eksen var: keyfi en fazla hale getirmenin ve sıkıntıyı/ acıyı da en az hale getirmenin yollarını bulmak. Yaşamımızdaki tüm öncelikleri bu eksenlere göre belirliyoruz. Keyif veren şeyleri kendimize çekmeye uğraşıyoruz; sıkıntı verenleri de itiyoruz. Zihin keyif içinde olmayı seviyor, o yüzden de zor olanı inkar ediyor, reddediyor ve itiyor.”

Ne büyük çekişme, değil mi? Ve de yaşamımızın anlamı bu mu yani? Böyle basit bir mekanizmanın oyuncağı olmak mı? Üstelik bu çekişme bizi ne kadar yoruyor, zihnimiz ne kadar çalkalanıyor, ambale oluyoruz!

Elbette yaşamdan keyif almayalım ya da kendimizi acılara atalım demek değil bu sorgulama. İlgisi yok. Önemli olan bu işleyen mekanizmayı fark etmek ve yaşamımızı, seçimlerimizi nasıl etkilediğini gözlemlemek.

Bu mekanizma (keyfe tutunmak, acıdan kaçmak) bizi gerçeklerden uzaklaştırıyor mu?
Gerçekten içimizden gelenleri yapmaktan alıkoyuyor mu?
Bu tutku; keyif veren şey yaşamımızdan çıktığında acıya sebep oluyor mu?
Ya da acı çekme olasılığı var diye, daha başımıza gelmeden, gerçekleşmeden acı çekiyor muyuz?

Bugün gün içinde hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylere ilişkin tavrımıza bir bakalım.
Nelerden hoşlanıyoruz? Nelerden hoşlanmıyoruz?
Hoşlandığımızda içimizde neler oluyor, hoşlanmadığımızda neler oluyor?
Hoşlandığımız şey bitince, rahatça bırakıp, yaşama devam edebiliyor muyuz, takılıp kalıyor muyuz?
Hoşlanmadığımız şey ömür boyu hiç değişmeyecek diye bir inanca kapılıyor muyuz?

Yarın: Diğer rüzgarlarla devam…

10 Ekim 2008 Cuma

Necefli Maşrapa Durumu

İnternette yayınlayan kişi kaynağını bulamamış



Merhaba

Bugün için yazı yazamadım. Yarın sabah yazmaya, öğleden sonra bloga koymaya niyet ediyorum. Haber vereyim istedim. Sevgiyle...

Not: Necefli maşrapanın ne olduğunu bilmeyenler kendilerinden büyük birilerine sorabilir :)))


11 Ekim 2008

Kul kurar, kader güler... Bugünün benim için başka planları varmış, onları gerçekleştirmekle meşgul olduğum için, gece oldu, yazı yok. Yerine ancak yine necefli maşrapa var, bu kez resimli :)))

9 Ekim 2008 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler: Herşey Geçiyor...

17.09.08 Babamın bahçesinde güneşli bir gün...


“Her şey geçiyor; saatler, gökyüzünde bulutlar, insanların yaşamı, doğumdan ölüme taşınarak.

Olayların tarihsel olgusuna bağlanma. Bu; dünyaya bakmanın kötü bir yoludur.

Kaçan zamana ve geri gelmeyecek sabahlara endişelenmeden, her bir saniyeyi zenginleştirici bir tecrübe haline getir.

Sonu olmayan tek şey şu an’dır.”

Amerika yerlisi deyişi
(Yanılmıyorsam, Buğday Derneği’nin güzel ajandalarından birinden not ettiğim bir söz bu.)


“Her bir saniyeyi zenginleştirici bir tecrübe haline getir…” Hımm…




Not: 29. gün...

8 Ekim 2008 Çarşamba

Başlıyor, bitiyor...

Değişim sürekli oluyor...
Sürekli değişim oluyor...

Önemli olan,
değişimden bilgelik, sevgi, şefkat sağmak,
şeffaflaşmak...

Bugün günlük yaşamımızın içindeki değişimlere bakalım. Bir toplantı başlıyor bitiyor. Yemek başlıyor bitiyor. Bir yerden bir yere yürüyoruz. Yürüme bitiyor, oturma başlıyor, oturma bitiyor, ayakta durma başlıyor. Nefes alma bitiyor, verme başlıyor. Telefon konuşması başlıyor, bitiyor. Televizyon dizisi başlıyor, bitiyor. Bu yazı başlıyor, bitiyor...


7 Ekim 2008 Salı

Yaşamın Geçiciliği...

Bugün Batı’da çok sevilen hocalardan Thich Nhat Hanh’ın The Blooming Lotus
(Çiçek Açmış Lotus-Nilüfer) kitabından defterime not almış olduğum bir alıntıyı paylaşmak istiyorum. Sevgili Hatice Kapudere tercüme etti, gönülden teşekkürler…

“Her şeyi farkındalıkla algılamak hayatın ne olduğunu daha derinden görmemizi sağlar. Gelip geçiciliği (kalıcı olmama-impermanence) yaşamın olumlu bir yanı olarak görebilmek önemlidir. Gelip geçicilik yaşamın özüdür. Varolan değişmeseydi, yaşam süregelmezdi. Eğer bir mısır tohumu değişmeseydi, mısıra dönüşemezdi. Küçük bir çocuk değişmeseydi, bir yetişkine dönüşemezdi.

Yaşamın değişken, geçiciliği olması (hiçbir şeyin kalıcı olmaması) onun değersiz olduğunu göstermez. Yaşamın değeri geçiciliğinde saklıdır, tam da gelip geçtiği için yaşama daha çok değer veririz. Bu nedenle her anı nasıl derin yaşayacağımızı ve sorumluluk içinde kullanacağımızı bilmeliyiz. Eğer an’ı tam anlamıyla yaşarsak, sonradan pişmanlık duymayız. Yakınlarımıza nasıl özen göstereceğimizi, onları nasıl mutlu edeceğimizi biliriz.

Her şeyin geçici olduğunu kabullenebilirsek, herhangi bir şeyin ölmesi, yok olması ya da gitmesi bize acı vermez. Başarı ya da başarısızlık, gerileme ya da refah, değişim karşısında denge ve huzurumuzu kaybetmeyiz.

Birçok insan sürekli huzursuz, hep koşturma halinde; vücutlarına ve zihinlerine nasıl bakacaklarını bilemiyor. Her geçen gün maddi konfor sahibi olmak için yavaş yavaş sağlıklarından uzaklaşıyorlar. Sonunda vücut ve zihin sağlıklarını tüm bu gereksiz şeyler yüzünden yitiriyorlar. (s.52)

Tutkularımızı, üzüntü ve acılarımızı bırakma gücüne sahibiz. Bizi gereksiz yere meşgul eden her şeyi bırakma gücüne sahibiz. Böylece kendimiz ve diğer tüm varlıklar için daha anlamlı bir yaşam sürmeye başlayabiliriz. (s.55)”

Hep paylaştığımız konular. Bir kere de Thich Nhat Hanh’ın kaleminden okuyup hatırlayalım istedim.

Yaşamın geçiciliğinin farkında mıyız her gün, her an? Eğer geçiciliği gerçekten idrak etmiş olsak, yaşamlarımız ne kadar farklı olurdu kimbilir. Dert ettiklerimiz epey bir elenirdi herhalde, hele incinmeler, itişip kakışmalar, ağzımızdan fırlayıp çıkan sözler azalırdı herhalde… Gözlerimiz daha çok güzellik görürdü… Yüreklerimiz özgür olurdu ve sevgi saçardı…

Geçiciliği gerçekten idrak etmemiz dileğiyle…


Not:
Bugün 27. gün... Kervan ne kadar kalabalıkmış. Neredeyse her gün yeni bir yolcu, "40 gün için seçtiğim kişi..." diye söze başlıyor. Belki bugün iyi dileklerde bulunduğumuz kişinin son günleri olduğunu bilseydik önümüzdeki birkaç gün, ne yapardık, nasıl hissederdik, onun için bir şey yapar mıydık; buna bakabiliriz...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Farkındalık: Iç Frenimiz

Vipassana hocası Sharda’nın 2001’de Kendiliğindenlik üzerine yaptığı bir konuşmadan almış olduğum notlar (kolay okunabilmesini sağlamak için aralara bağlama cümleleri kattım):

“Farkındalık nedir?
Farkındalık şu anda olanı yakalamaktır, şu anda olanı olduğu gibi görmektir, olanın üzerine kendi malzememizi eklemeden görmektir.

Yaşamdaki sorunlar nereden kaynaklanıyor? Kendi malzememiz dediğimiz nedir?
Sorunu yaratan; olmakta olan değil; tepkimiz, yani tüm yaşamımız boyunca biriktirdiğimiz koşullanmış alışkanlıklarımızdır. Bu alışkanlıkların farkında olmadığımızda, bu kalıplarla, koşullanmalarla hareket ederiz. Farkındalığı kaybederiz, tekrarlanan kalıp yönetimi ele geçirir. O kadar bu kalıpla özdeşleşmişizdir ki, bilincimizi kaybetmiş gibi ardından gideriz. Ve deriz ki, “bu benim”. Zihinde arka planda hüküm sürmekte olan gücü/enerjiyi görmeyiz. Bu benim diye sabitleştirdiğimizde de, dönüşüm için yer olmaz. Tıkanırız. Akamayız.

Ancak dönüşüm mümkündür. Dönüşümümüze katkıda bulunabiliriz. Peki her şey koşullanmalarla yürüyorsa, bu nasıl mümkün olabilir?
Peri tozuyla. Farkındalığımızı geliştirmek suretiyle an’a getirdiğimiz bilgelikle yani.

Eğer an’daysam, oradaysam, olana ilişkin tepkilerimle ayartılmamışsam, olanı görebilirim ve ayırt edici bilgelik ortaya çıkabilir. Zihnin kurbanı olacağıma, neye bakacağımı, dikkatimi vereceğimi, neyle ilgileneceğimi ve neyin değerli olduğunu görebilir olurum.

Farkındalık, dikkatimizi yöneltmektir. Farkındalık, iç frenlerdir, alışkanlık enerjisinin ivmesini yavaşlatır, böylece peri tozunun serpilmesine imkan sağlar.

Nice farkındalık uygulamaları sonunda, alanımızın genişlediğini, zihnin daha netleştiğini, alışkanlık ve koşullanmalara eskisi kadar kapılmadığımızı görürüz.

Bilgelik, bu olumsuz tepkileri serbest bırakmaya niyet ettiğimizde, hep gittiğimiz yoldan farklı bir yolda gitmeye niyet ettiğimizde ortaya çıkar.

Tanınmış vipassana hocalarında Ajan Cha, “Spiritüel uygulamanın yüzde 70’i bırakmak gerektiğini bilmek ama yapamamaktır.” der. Tanıdık mı?

Bir alışkanlığın farkına varmış olabiliriz ama hala var olmaya devam eder. Bu; alışkanlığın hala, farkındalığımızdan daha güçlü olduğu anlamına gelir. Yapacağımız şey, fark etmeye devam etmek ve bu güç enerjilerle durabilme (onlara kapılmadan, onların yanında durabilme) kapasitemizi artırmaktır. Her farkındalık an’ı, müthiş etki yapar, bu etkiyi o an fark etmesek de.

Zihin takılmadığında, sınırlanmadığında, bir şeylere bağlanmadığında, tarafsız (equanimous) olur. Bu özgürlüktür. Ve böyle bir zihinle her şeyi yapabiliriz.

Evrende hiçbir şey tıkanmış, takılmış, saplanmış, yapışmış (stuck) değildir. Her şey her şeyi etkiler. Her şey hareket halindedir. Evrenin tıkanmış olması mümkün değildir. Tıkanmanın bir tek yolu vardır, o da tıkanmışlık düşüncesidir. Ancak bu düşünceyi bıraktığımızda, özgürlüğü hissedebiliriz.”

Kendi ellerimizle kilitlediğimiz hapishanemizden çıkabilmemiz dileğiyle…



Not: Bugün 26. gün... Eğer iyi-dilekler-enerjimizi biraz daha canlandırmak uygunsa, bugün biraz silkelenelim, biraz daha özel bir zaman ayıralım. Bugüne kadar aklımıza gelmemiş yeni dileklerde bulunalım ya da iyi dilekler için yeni yöntemler deneyelim. Bugün bir değişiklik yapalım yani, yenilenelim, tazelenelim. Kervan yolcularına zihin, kalp açıklığı dileklerimle...