31 Ekim 2007 Çarşamba

4- Sadeleşme Oyunları

15.12.2005

Sadeleşme yolunda kendi yaşamımdaki adımlardan birkaçı:
Uzun vipassana kurslarında (bilmeyenler için tümü sessizlik içinde geçen yoğun farkındalık inzivalarında) bazen içimde bir kayaya rastlardım. Kimi zaman canım yürümek (inzivadaki bir çalışma) istemez, kimi zaman yavaş hareket etmek istemezdim. Hocalar kayadan kaçmak yerine, ona yakından bakmamı, gözlemlememi, hiç olmazsa öylece yanında durmamı tavsiye ederlerdi. Ne zor geliyorsa, orada öğrenilecek bir şey var, derlerdi. Bir hoca, “Sen bilirsin, bugün bakmazsan, yarın bir gün mutlaka bakacaksın. O zamana kadar da bu yükü taşıyacaksın.” gibi bir söz söylemişti.

Eşyalardan ayrılmak zor geliyorsa, içimizde ne olup bittiğine yakından bakalım. Değiştirmeye çalışarak, kendimizi yargılayıp, hırpalayarak değil (bunu hiç bir işe yaramadığı halde ne çok yapıyoruz, değil mi?). Yalnızca içimizdeki duyguları, inançları, bedenimizdeki hisleri gözleyelim, itmeyip, tutunmadan gözlediğimizde her şey gibi bu hislerinden de gelip geçtiğini görebiliriz. Sonra kendimize soralım, “Şimdi bunun için şu anda ne yapabilirim?” Küçücük bir eylem, hiç olmazsa bu sefer eski kalıbımızdan farklı bir alana taşır bizi.

Eşya ayıklamaya ilişkin birkaç pratik öneri:
· Mikadonun çöpleri oyunu: Daha önce bir kere daha sözünü etmiştim. Bazen yığınlar önünde yılgınlık gelir üzerime, hepsi nasıl bitecek diye. O zaman bir oyun oynarım: Çocukken mikadonun çöpleri destemiz yoktu, ancak deste halinde kibrit çöplerini tutup, bırakırdık ve diğerlerini oynatmadan bir kibriti yığından almaya çalışırdık. İşte eşya yığınları önünde de en kolaylarından başlarım. Sonra bir küçük ara verir, kalanlar içinde yine en kolaylarını seçerim. Böyle böyle fark etmeden yığın erir ve geriye kalanlar, yığın stresi olmadığı ve çalışmanın verdiği momentumla/hızla daha kolay yapılır olur.


· Karar vermeden bir adım ilerlemem oyunu: Bazen de, özellikle kâğıtları ayıklıyorsam, üstten başlarım ve her bir kâğıt hakkında ne yapacağıma karar vermeden diğerine geçmem. Bu özellikle karar mekanizmamızı tanımak ve geliştirmek için harika bir egzersiz. Bu dönemdeki ayıklamalarda daha çok bu yöntemi kullandım, kimi zaman çok zorlandım ancak her bir karar sanki bir tıkanıklığı açtı.

· 4 kutu: Eşya ayıklarken, sıklıkla önerilen bir yöntemdir ve benim için çok işe yarar: 4 kutu hazırlanır (ben 4 öbek yapıyorum)- 1. çöpler, 2. verilecekler, 3. yerine konacaklar, 4. ev bulunacak evsizler. Belli bir süre kutular doldurulur mesela yarım saat, sonra hemen kutudakiler uygun yerlere konur. Çöpler hemen atılır, çünkü aksi halde zihin yeni hikâyelerle fikrini değiştirme çabasına girebilir :) Gözden ırak, gönülden de ırak oluyor :) Evsizlere hemen ev bulunur. Bu öyle bir ev olmalı ki, lazım olduklarında ulaşımı kolay olsun, kimileri için manzarası iyi olsun, kolay görünebilsin :) Emlakçılık pek kolay değil, iyi düşünüp karar vermeli.

· Kurtarılmış bölge oyunu: Bir yerdeki tüm hizmetini bitirmiş eşyaları yeni yolculuklarına uğurladıktan ve yalnızca bize enerji ve mutluluk veren, bir şekilde yaşam kalitemizi artıran eşyalar kaldıktan sonra artık burayı bu şekilde tutmak.

· İmece usulü: Bazen yanımızda bir arkadaşla, arka fonda bir müzikle güle oynaya, konuşa dertleşe ayıklama harekâtı daha kolay oluyor...

· Zihinde iş yapmaya bayılanlara: Bu yöntemi de çok seviyorum. Mesela son mutfak çıkartmasında, önceden masa başı plan yaptım. Yani mutfak dolaplarının hepsini açtım, tabureyle mutfağın ortasına oturdum. Kendime sordum: “Bunu kullanıyor muyum? Bu niye burada duruyor? Bunların hepsine ihtiyacım var mı? Bunun mutfakta durması gerekiyor mu? Bunu neden istediğim kadar kullanamıyorum?” Kafamda kararlarımı verdim ve sonra hemen uygulamaya geçtim. Hem kolay oldu, hem az yoruldum.

Yaşamda her yaptığımızı dolu dolu fark etmemiz, her fark edişimizle de kendi gerçeğimize yaklaşmamız dileğiyle...

30 Ekim 2007 Salı

3- Geçmişin Bağlarını Bir Bir Çözerken

14.12.2005

Eşyaların eğitmenliğinde farkındalık meditasyonu:
Sahip olduğumuz ıvır zıvırı gözden geçirip, artık yaşamımızda gerekli olmayanları elden çıkarmak bir tür “bırakma” egzersizi. Aynı vipassana uygulamalarında olduğu gibi, tutunmadan, yapışmadan, bağımlılık oluşturmadan özgür bir şekilde durabilmek egzersizi. Bırakabilmek, özgürlük demek...

Her an yeniliği kutlayarak, geçmişin bağlarından özgür bir şekilde yaşamda var olabilmek...

Nasıl başlasak?
Önce nereden başlayacağımızı seçelim: Bir çekmece, bir raf, bir masanın üzeri, arabanın bagajı, bir dolabın içi, bilgisayardaki bir klasörün içi.

Şimdiye gelme:
Başlamadan önce duralım, kendimizi tamamen an’a getirelim. Vipassana tekniğini bilenler, aynı oturma çalışmasına başlar gibi, bir dakika kadar çalışma yapabilirler. Bilmeyenler, gözlerinizi kapatıp, bulunduğunuz yerdeki sesleri dinleyin, oturduğunuzu fark edin, bedeninizdeki hisleri (ağrı, sıcaklık, kaşınma, titreşim, vs.) fark edin, düşünüyorsanız, düşündüğünüzü fark edin ve düşüncelerinizi takip etmeden dikkatinizi tekrar bedeninize odaklayın.

Bir an’da bir iş:
Vipassanadaki ilkeyi hatırlayalım: bir anda bir iş... Yani niyet ettiğimiz sürede yalnızca bir yerdeki eşyaları gözden geçirelim, dağılmayalım... Tüm dikkatimizi bir yere odaklayalım... Bu tür egzersizlerle kendimizi bir an’da bir işe odaklanmaya alıştırabiliriz.

Tutum:
Eşyaları gözden geçirmeyi bir görev gibi değil, bir hazine sandığını açar gibi yapalım. Yaşamımızda yeri olan, bizim bir parçamız olan her bir eşyayı merakla, ilgiyle elimize alalım. Yaşamımızdaki her şeyin bir fonksiyonu olduğuna inanıyorum, kimilerinin fonksiyonu da bize bırakmayı öğretmek, takıldığımız yerleri göstermek... Her bir eşya bilinçaltımıza bir yolculuk olabilir...

Elimize aldığımız her bir şey için: “Bu bir gün işe yarar mı?” diye sormayalım. Çünkü bu sorunun cevabı genellikle “belki” olur ve gizli gizli bilinçaltımızda geleceğe ilişkin endişemizi beslemiş oluruz.

Yardımcı olabilecek sorular şunlar olabilir:
“Bu eşya benim için neye hizmet ediyor? Baktığımda ya da hakkında düşündüğümde enerjim yükseliyor mu, yani sevinç duyuyor muyum, yoksa enerjim azalıyor, bir sıkıntı, yorgunluk mu hissediyorum? Şu anda içimde ne oluyor?”
Sıkıntı duyduğumuzda ya da anılara daldığımızda, üzüldüğümüzde, kızgınlık hissettiğimizde, gözlerimizi kapatalım ve duygumuzu tanımlamaya çalışalım, bedenimizdeki hisleri fark edelim. Olayların içinde kaybolmayalım, hatırladığımızda hatırladığımızı fark edelim o kadar. Düşünceler geldiğinde, düşündüğümüzü fark edelim ve tekrar bedenimizdeki hislere dönelim. Olayın duygusu bitene kadar bu süreci sürdürelim.

Bir ayıklama süreci sırasında evde dolabın üzerinde oyuncak uğurböceğini gördüm. 1999 depreminde afet bölgesinde zor koşullarda 7 ay yaşayıp, çalıştıktan sonra, birlikte çalıştığımız ekip ayrılmadan birbirimize bu uğurböceklerinden almıştık. Bu kez tüm dikkatimle uğur böceğine baktım ve içimde üzüntü, kızgınlık, hayalkırıklığı buldum. 5 yıldır belki yüzlerce kez gördüm bu oyuncağı. Zihnini izleyenler bilir, zihinde çok hızlı düşünceler vardır, bunlar biz fark etmeden ruh halimizi, kararlarımızı etkilerler, ancak zihin yavaşlamaya, gözlemleyen bilinç hızlanmaya başladığında bunları fark etmeye başlarız. Demek ki fark etmeden her bu sevimli uğurböceğini gördüğümde, zihnin kuytularında anılar ve duygular canlanmaktaymış ve ruh halimi etkilemekteymiş... İşte geçmişten taşıdığım bir yükü hatırlatan bir öğretmen... Burada yapılacak olan, o uğurböceğini ortadan kaldırmak, atmak değil, çünkü o geçmişin yükünü boşaltmamı hatırlatan bir araç. Orada durup, yukarıda anlattığım şekilde o duygu yükünü gözlemlemek, itmeden, müdahale etmeden, kontrol etmeye, yok etmeye çalışmadan yalnızca zihnimizde ve bedenimizde olanları izleyip, gözlemlemek gerekiyor. O olayın duygu yükü boşaldıktan sonra, uğurböceği ile ne yapacağıma karar verdim.

(2007 notu: Burada şiddetsiz iletişimin empati yönteminden (Şiddetsiz İletişim, Marshall Rosenberg, Sistem Yayıncılık) ve çeşitli bağışlama çalışmalarından da yararlanılabilir. Bunlarla ilgili de yazma niyetim var.)

Gördüğünüz gibi, eşyaları gözden geçirmek bir tür terapi olabilir... Duygusal bağımlılıklarımızla, gelecek endişemizle, korkularımızla (ya lazım olursa, ya bir daha alamazsam), kararsızlığımızla, tembelliğimizle, üşengeçliğimizle, erteleme kalıbımızla (hafta sonu gelsin de), mükemmeliyetçiliğimizle (yaptım mı tam yapmak isterim, o eşref saatini bekliyorum), hatta isyankârlığımızla (toplamıyorum işte!) yüzleşme fırsatı veren bir meditasyon, terapi, geçmişle hesaplaşma, arınma, sadeleşme süreci...

Yıllar içinde birikmiş her bir ıvır zıvır aslında “ertelenmiş bir karar” demek... Çünkü bir türlü ne yapacağımıza karar veremiyoruz: atayım mı, tutayım mı, vereyim mi, tutsam, nereye koyayım, atsam nereye atayım, versem, kime vereyim? Karar verme mekanizmamızı görebilmek için harika bir fırsat... Bir şeyi atabilmek, verebilmek için, onu “bırakabilmek” gerekir. Kolayca bırakabiliyor muyuz? Yoksa minicik notlara bile tutunuyor muyuz? Eskiye, öğrettiklerinden dolayı teşekkürlerimizi sunup, onu serbest bırakabiliyor muyuz? Yaşamımızda yeniye yer açabiliyor muyuz?

Yaşamımızda gerçek bir anlamı ya da önemi olmayan şeylerden kurtulmakla, zihnimiz ve bedenimiz daha da hafifliyor. Farkındalık çalışmasının başında hep konuştuğumuz gibi, denemeden bilinmiyor, ne kadar okusak da, zihnen hak versek de, yaşamadan bilemiyoruz...

Haydi küçücük bir yerden başlayalım. Bir tek şey bırakalım. Biri bu süreci patates cipsi yemeye benzetmişti, “bir tane cips yiyemezsiniz zaten” demişti... Geçmişin yüklerinden kurtulmak için haydi eyleme... :))

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle

28 Ekim 2007 Pazar

2- Bir Farkındalık Öğretmeni: Evim

13.12.2005

Son aylarda yaşamımdaki ana temaya ilişkin sizinle paylaşmak istediklerim ve bir davet:

Bu kez kendi içinde bulunduğum, içimde, yaşamımda şu an canlı olan süreci sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazarak hem kendi farkındalığıma farklı bir boyut katmak, hem de sizlerden gelebilecek katkılarla kendimin ve belki bu sürece katılacak başkalarının deneyimini zenginleştirme fırsatı oluşturmak niyetindeyim.

Son seyir defteri notunda: Antoine de St. Exupery'nin bir sözünün bende çağrıştırdıklarını yazmıştım:
"Mükemmellik, eklenecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur."

O yazıyı yaşama geçirmekle uğraşmaktayım :)

Farkındalığı artırmanın, genişletmenin pek çok yolu var...
Birçoğunuzla oturma, yürüme çalışmaları, vipassana inzivaları yaptık beraber...
Şimdi de yaşamımda ortaya çıkan başka bir yolu paylaşmak istiyorum...

Bu kez “farkındalık öğretmenleri”: sahip olduğumuz eşyalar. Evde, işyerinde, arabada...
Yıllar içinde biriken eşyalar... Yaşamımızda tıkandığımız noktaların bilgisini taşıyan eşyalar... Nelere tutunduğumuzu gösteren, geçmişimizde çözümleyemediğimiz olaylardan arta kalan duyguların, yani geçmişte takıldığımız yerlerin ipuçlarını veren eşyalar... Karar verme becerimizi ortaya koyan eşyalar... Sevgiyi içimizde büyüten eşyalar...

Bizim kültürde bir laf var ya, “aslan yattığı yerden belli olur.” Bu sözü başka bir derinlikte anlıyorum şimdi. Birlikte yaşamayı seçtiğimiz eşyalar bizim iç dünyamızı yansıtıyor belki de...

Her sahip olduğumuz şeye enerji ipleriyle bağlı olduğumuzu okumuştum bir yerde... Doğruysa, evdeki eski gazeteleri, dergileri, doğumgünü kartlarını, okumadığımız kitapları, hiç bakmadığımız fotoğrafları, kullanılmayan tabakları, kırık kupaları, üç yıldır giyilmeyen giysileri, sevmediğimiz bibloları, fonksiyonu kalmamış belgeleri, kâğıtları taşıyıp duruyoruz beraberimizde... Sizin de gözünüzde canlanıyor mu, balon gibi, daha doğrusu prangalar gibi üzerimize ilişmiş bir sürü şey...

Sahip olduğumuz eşyalara bakarak, kendimizi keşfetmeye ve farkındalığımızı artırarak safra atmaya yönelik bir yeni yıl öncesi temizliğine davet ediyorum sizleri de. Niyetim; 31 Aralık’a kadar birlikte paylaştığımız bir süreç... Yeni yıla pek çok anlamda daha hafif ve varlığımızın karanlık yerlerine ışık tutarak girmemizi sağlamak üzere harekete geçtiğimiz bir süreç...

Birkaç gün boyunca uygulamaya yönelik öneri ve deneyimlerimi yazmaya niyet ediyorum. Kendi yaşamlarında bu süreci başlatmak isteyenler de deneyimlerini paylaşırlarsa, bizim süreçlerimize de ışık tutmuş olurlar.

İlk adım... Durum tespiti:
· Yaşamımda kullanmadığım, sevmediğim, ihtiyacım olmayan eşyalar var mı?
· Evimde, çalışma mekânımda, arabamda dağınıklık, düzensizlik var mı?
· Yaşamımda bir amaca hizmet etmeyen ve böylelikle kişisel enerjimi durgunlaştıran şeylere tutunuyor muyum?
· Yaşamımda tamamlanmamış şeyler var mı?
· Yaşamımı değiştirmek istiyor muyum? Öyleyse yaşamımdaki en önemli şeyler neler? Bunlar için yeterli yerim ve zamanım var mı? Daha çok zamanım ve yerim olması için, yaşamımda artık fonksiyonunu tamamlamış şeyleri bırakmaya istekli miyim?
· Sadeleşme ve safra atmaya yönelik küçük bir adım atmaya hazır mıyım? 31 Aralık’a kadar (seversem, sonra devam ederim ama gerçekçi olması açısından şimdilik bu tarihe kadar) her gün eşyalarımın bana sadeleşmeyi öğretmesine kendimi açabilir miyim?

Sadeleşme niyeti belirdi ise...

Öneri:
Her gün sadeleşmeye belli bir zaman ayıralım. (Ben bunu birkaç aydır yapıyorum, eve gelenler –ki dolapların içini görmedikleri halde- değişikliğin ne kadar zaman aldığını sordular. Uzun ve yorucu saatler almadı, yalnızca hergün sadeleşme yolunda “bir şey” yapmaya niyet edip, bunu uygulamıştım. Şimdi benim de ince elekle bir kere daha dolaşmam gerekiyor.)

Yaşamımızda artık fonksiyonunu bitirmiş olan eşyaları ayıklamak için, ne kadar zaman ayırabiliriz her gün (31 Aralık’a kadar)?
Her gün uygulayacağımıza göre, bu sürenin gerçekçi olması gerek. 2 dakika? 5? 10? 15? 20 dakika? 1 saat? Önemli olan eyleme geçmek, eylemin ne kadar büyük olduğu değil. Minicik bir adım bile değişiklik yaratıyor unutmayalım. Bu bir tıkanıklık açma çalışması aynı zamanda, biliyorsunuz yaşamımızın bir yerinde attığımız bir adım diğer alanları da etkiliyor. Dışarıda değişiklik içeride de değişiklik demek... İçeride değişiklik de, dışarıda değişiklik...

Maddi tıkanıklık içinde oturuyorsak, bir konuda bir türlü karar veremiyorsak, hayal ettiğimiz kitabı yazamıyorsak, ne istediğimizi bilmiyorsak, depresyondaysak, yaşam anlamını kaybettiyse, birçok çalışma yapıp, yine de tıkanık hissediyorsak, küçücük de olsa bir adım atalım ve biraz safra atalım ve bakalım ne olacak, tıkandığımız noktaya ilişkin bir ipucu ortada görülmeyi bekliyordur belki... Anneannem bir şey aradığımızda, “etrafı toplayın, bulursunuz.” derdi. Çocukken,’ne alakası var, bize etrafı toplatmak için bir yol bu herhalde’ diye düşünürdüm. Zaman içinde yoğruldukça, bu öğütteki bilgeliği daha çok anlıyorum: bazen bir şeye odaklanmak yerine, daha geniş bir açıdan bakabilmek ve o şeyi görmeye engel olanları aradan kaldırmak işe yarıyor...

Her gün sadeleşmeye ayırdığım sürenin gözümde büyümemesi için, ben saat kurma yöntemini kullandım, yani kendime söz verdiğim sürenin sonunu bildirmesi için saat kurdum. Sayılı gün çabuk geçer derler ya, sürenin sonunu bilmek zihni rahatlatıyor.

Önümüzdeki zaman sınırlı olduğu için, birkaç kere 2–3 saatlik bloklar halinde ıvır zıvırları gözden geçirmemiz uygun olabilir. Önerim: 31 Aralık tarihine kadar kendimize birkaç randevu verelim... Kendinize uygun tarihleri ve ayıracağınız süreyi şimdiden saptayın ve takviminize yazın. Kendi deneyimimden gördüğüm kadarıyla, randevu çok işe yarıyor. Afakî, yani soyut bir niyet veya karar olarak bıraktığımda, “boşluklar dolar” ilkesi gereği zamanım hep bir şeylerle doldu, niyetlendiklerimi yapamadım, şimdi artık kendime randevu veriyorum. Yaşamımda randevuma sadık kalarak, başkalarına gösterdiğim saygıyı, kendime karşı da göstermeyi öğrenmek güzel bir şey.

Ve de nereden başlamak istediğimize karar verelim: yatak odası, mutfak, çalışma mekânı, banyo, araba, oturma odası, kütüphane, bilgisayarın içindeki dosyalar, outlookta sakladığımız mesajlar...

Bugünlük niyetlerimizi yapalım... Yarın kolları sıvarız...

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle


(2007 notu: Paylaştığım bu yöntemlerin hepsini o zaman bu zamandır uyguluyorum. Artık 6 ayda bir büyükçe bir sadeleşme temizliği yetiyor. Ancak her ay 1 saat ajandama bir sadeleşme randevusu koydum, herşeyi gözden geçiriyorum. Böylece hem yaşamayan bazı eşyaları fark edip, kullanmak için fırsat yaratabiliyorum, hem de birikmeleri önlemeye çalışıyorum.)

1- Sadeleşme Üzerine

Ağustos 2005

Antoine de St. Exupery'nin bir sözü ve bende çağrıştırdıkları:

"Mükemmellik, eklenecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur."

Hatırlarsanız, Buda da aydınlandığında, kendisine hiç bir şey eklenmediğini söylemişti...

Peki yaşamlarımızı nasıl sadeleştirebiliriz? Nereden başlamak uygun?
Yaşamımda artık gerekmeyen neler var?

· Evdeki gardırobumda uzun süredir giymediğim neler var?
· Çorap gözünde kullanılmayan neler var?
· Giymediğim ayakkabılar var mı?
· Mutfak dolaplarında kullanım suresi geçmiş neler var?
· Buzdolabında çürüyen neler var?
· Banyo dolabından neleri atabilirim?
· İlaçlardan tarihi gecenler hangileri?
· Kütüphanemde bir daha okumayacağım hangi kitaplar var?
· Çalışma masamda isi bitmiş hangi kâğıtlar var?
· Dosyaların içinde işlevini tamamlamış hangi evraklar var?
· Çekmecede son altı aydan daha önce gelmiş kartlar, notlar, mektuplar var mı?
· Yazmayan kalemler hangileri?
· Bilgisayarda artik gerekmeyen hangi dosyalar var?
· Bilgisayarın masaüstünde silinebilecek dosyalar hangileri?
· Outlook ta hangi mesajları silebilirim?
· Duvardaki panodan neyi atabilirim?
· Bugün hangi çekmecenin içindekileri eleyeyim?
· Artık işime yaramayan hangi inançlarım var?
· Gerçekten bağlantı kurup, karşılıklı zenginleşemediğim hangi ilişkilerim var?
· İşlevi bitmiş, ama hala sürdürdüğüm hangi rollerim var?
· Yaşamda rahat akmama yardım etmeyen hangi alışkanlıklarım var?
· Yediklerim basit mi?
· Yaşam tarzım basit mi? Nasıl basitleşir, sadeleşir?
· Katkı maddeli yiyecekleri mi, doğada kimyasal ilaçsız, gübresiz yetiştirilmiş yiyecekleri mi tercih ediyorum?
· Düşüncelerimde gerçekle ilgisi olmayanlar hangileri?
· Yaşamıma katkısı olmayan düşünceler hangileri?


Liste uzar gider, değil mi? Bir küçük adım başlamak için yeterli olabilir...

Bugün, şimdi ne yapabiliriz? Geçmişin yüklerinden hangilerini sırtımızdan boşaltabiliriz şimdi?

Yılbaşına kadar bir bahar temizliğine ne dersiniz? Her gün küçük de olsa bir adımla, yaşamımızda artık işlevi olmayan bir şeyleri yeni yolculuklarına uğurlamak... Kurtulur gibi değil belki, teşekkür edip varlıklarına, yaşama tekrar katılabilecekleri yeni mekânlarına, hallerine uğurlamak gibi... Bizim yaşamımızdaki ölü hallerinden kurtarıp onları, tekrar yaşama katmak gibi... Kâğıtları kâğıt çöpüne atarak, yeni bir kâğıda dönüşmelerine katkıda bulunmak gibi yani...

Yaşamımızda çıkarılacak, elenecek bir şey kalmadığı günler dileğiyle...

Bir Süre Yazamadım

Bir süre yazamadım, hazır yazıları da koyamadım. Yaşanan karışıklık içinde bir durmak istedim.

Güncel olayları izliyorum, düşünüyorum, sezgilerime bakıyorum, hislerime bakıyorum, dikkatimi gerçekleri görmeye odaklıyorum.

Bu arada birkaç gün grip gibi bir şey oldum. İyi oldu, durdum, hem dinlendim, hem de yukarıda saydıklarımı daha yoğun yapabildim. Bir de ne zaman kafam karışsa, yaptığımı yaptım- pek de hedeflemeden. Dinlene dinlene dolapları boşalttım, evi tekrar gözden geçirip temizledim.

Güncel olayların bendeki yansımalarını yazmayı istiyorum ancak sanırım Özdemir Asaf'ın "Damla ancak kendini tamamlayınca damlar" sözü şimdiki durumumu açıklıyor, yazının içimde tamamlanmasını bekliyorum.

Bu arada sadeleşme ile ilgili yazıları paylaşayım. Seyir defterinin son yazılarıydı zaten. Üstelik bu arada bana evi tekrar toparlamak çok iyi geldi, sanki içimde birşeyler de yerine yerleşti, fazlalıklar gitti. Belki size de ilham verir, hem bu karmaşık günler için berraklığa yardımcı olabilir, hem de yeni yıldan önce belki bir temizlik, arınma, sadeleşme, yenilenme istiyorsunuzdur, ona ilham ve destek verir.

Sevgiyle

23 Ekim 2007 Salı

İnsanoğlu Bir Han Gibi

Bugün Mevlana'nın ışığı belki yaşamlarımıza, güncel olaylara yepyeni gözlerle bakmamıza vesile olur...



Ağustos 2005

Bugün bizim topraklardan olsun ilham kaynağımız, rehberimiz: Mevlana’nın bir şiiri

İlk vipassana kursuna hazırlık sürecinde İngiltere’de yaşayan Ayşın Rahimifard'a bu şiiri tercüme edip edemeyeceğini sormuştum. Etmişti, ben de biraz dokundum. Sağolsun. Aşağıda okuyacağınız ilk şiir; Coleman Barks'ın İngilizce’ye çevirdiği şiirin Türkçe'ye tercümesi. Biraz kulağı dolandırıp göstermek gibi oldu, ancak Mesnevi'deki şiiri anlamak belki biraz daha zor olabilir diye bu tercümeyi yaptık. İkincisi aynı şiirin Mesnevi'deki hali. Sonuncusu da şiirin İngilizcesi.

Zihnimize geleni; itmeden, tutmadan, ona yapışmadan gözlemeye ilişkin ne harika bir anlatım! Zorluk halleri, iç fırtınalar için ne iç ferahlatıcı bir paylaşım! "(Gam) Yemyeşil daldan, ayrılmayacak yapraklar bitsin diye, gönül dalındaki sararmış yaprakları döker." Kuruyan dalları kesmenin başka bir tarifi ve enfes bir tarifi... Mevlana için ne diyeyim bilmem ki... Bu şiirde bana söz düşmüyor, söz bitiyor... Gönül duyuyor...

***

İnsanoğlu bir han gibi
Her gün yeni bir misafir geliyor.
Neşe, hüzün, zulüm,
Bazen de hiç beklenmedik bir anlık farkındalık geliverir.
Hepsine hoşgeldin de ve güzel ağırla,
Her ne kadar bunlar evinin eşyalarını acımasızca yok eden
üzüntüler de olsa,
her bir misafire onurlu davran.
Bilemezsin belki de bu,
Seni yepyeni bir güzelliğe hazırlayan temizliktir.
Karanlık bir düşünce, utanç ya da kötü bir niyet,
Hepsini güleryüzle karşıla ve içeri buyur et.
Ne gelirse gelsin, müteşekkir ol,
Çünkü her biri ötelerden gönderilen birer rehber.


***
Mesnevi 5. cilt- 3676:

Konuk evine her gün, nasıl bir konuk gelirse, senin de gönlüne de her solukta aziz bir konuk gibi bir düşünce gelir.
A benim canım, düşünceyi adam yerine koy; çünkü adam, düşünceyle değerlenir, canlanır.
Gam düşüncesi sevinç yolunu vurursa gam yeme, çünkü o sevinci hazırlamaktadır.
Gam, hayrın temelinden yeni bir sevinç gelsin diye gönül evini yabancılardan, adam-akıllı, hem de sertçe siler-süpürür.
Yemyeşil daldan ayrılmayacak yapraklar bitsin diye gönül dalındaki sararmış yaprakları döker.
Ta ötelerden, yepyeni bir tad, salına salına gelsin diye eski sevincin kökünü söker atar.
Yüzü örtülmüş kökü göstermek için gam, çürümüş, pörsümüş kökü söker atar.
Gam, gönülden neyi döker, neyi sökerse, karşılık olarak, gerçekten de daha iyisini getirir.
Hele gamın, gerçek inanç ehlinin kulu kölesi olduğunu bilen kişiye, daha da fazla lütufta bulunur gam.
Bulutla şimşek, ekşi suratlılık etmeseler, asma yaprağı, doğunun gülümsemelerinden yanar gider.
Kutluluk, kutsuzluk gelir, gönüle konuk olur. Bunlar, yıldızlara benzerler; evden eve, burçtan burca konarlar.
Senin burcuna geldi, senin burcunda konakladı mı, sen de onun tadı gibi tatlılaş, çevikleş de.
Ay'la buluşunca, gönül padişahına, senden şükürler etsin.


***

Coleman Barks'in tercümesi:

This being human is a guest house.
Every morning a new arrival.
A joy, a depression, a meanness,
some momentary awareness comes
as an unexpected visitor.
Welcome and entertain them all!
Even if they are a crowd of sorrows,
who violently sweep your house
empty of its furniture,
still, treat each guest honourably.
He may be clearing you outfor some new delight.
The dark thought, the shame, the malice,
meet them at the door laughing,
and invite them in.
Be grateful for whoever comes,
because each has been sent
as a guide from beyond.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Dingin Bir Zihinden Çıkan Eylemler İçin

Bu yazının Türkiye'nin gündemiyle eşzamanlılığının bir anlamı olmalı...

Ağustos 2005

Vipassana hocası olan Sharda'nın bir konuşmasından (Equinimity, 2000) bende kalanlar ve çağrıştırdıkları:

Bu yazıyı yazmaya Çarşamba günü başladım, ancak gelenler oldu, yazı yarım kaldı. Ertesi gün bir tanıdığım önceki gece Boston'da katıldığı vipassana hocası Thich Nhat Hanh'in konuşmasından bölümler göndermiş. Tam da yazmaya başladığım konuda. Hoşuma gitti bu eş zamanlılık...

Thich Nhat Hanh'ın konuşması gerçek sevgi üzerineymiş... “Anlayış, kavrayış; gerçek sevginin temelidir”, demiş TNH... “İçgörü anlamaya götürür insani... İçgörü, anlayış, kavrayış, idrak deneyimlemek için; koşturmacalı, meşgul hayatlarımıza durup bakmak ve kendimize gelmek için zaman ayırmamız gerek. Gerçek sevgi ve anlamaya, bilgeliğe özellikle 4 şey yardımcı olur” diye devam etmiş Thich Nhat Hanh. Ben de bunlardan biri üzerine yazacaktım, böylece farklı bir hocanın da enerjisinin karıştığı bir başlangıç oldu...

Buda’nın; yüksek derecede geliştirildiğinde zihni "ölçülemez" (immeasurable) hale getirdiği, ilahi sevgi zihni haline getirdiğini söylediği 4 nitelik şunlar:
* Sevgi- (loving-kindness) (metta): yani hem kendimizdeki, hem de başkalarındaki güzellikleri görmek...
* Şefkat-merhamet (compassion) (karuna): yani acıya yönelmiş sevgi. Acıyı görme ve bilme. Genellikle biz sorunların içine dalar ve kayboluruz acıda. Ya da acıya bakmamaya çalışırız. Oysa acıya yönelmezsek, göremeyiz. Acıya arkamızı döndüğümüzde, şefkat ve merhametin ortaya çıkması fırsatını kapatmış oluruz.
* Neşe (joy) (mudita): Başkalarının başarılarına sevinmek, mutluluklarını paylaşmak.
* Yargısız, tarafsız, eşit uzaklıkta durma (equinimity) (upekkha): Olanlara tutunmamak, itmemek, eşit mesafede durmak. Christopher Titmuss'un deyisiyle, "olanla olmak".

Bugün beni heyecanlandıran bu sonuncusu...

"Bu iyi, bu kötü.", "Bu hoşuma gidiyor, bu hoşuma gitmiyor.", "Bunu istiyorum, bunu istemiyorum.". Tüm bu yaklaşımlar bütünlüğümüzü bölüyor... Tutunma, arzular, tutkular, takıntılar bize acı veriyor... Bunu çok iyi biliyoruz... Çoğunlukla olanların istediğimiz gibi olmasını istiyoruz... Ancak yaşam nasıl oluyorsa, öyle olmaya devam ediyor... Bunu da çok iyi biliyoruz.

Tarafsızlık (Pratik sebeplerle bu yazı içinde equinimity karşılığı olarak bu kelimeyi kullanacağım, ancak anlamını tam karşılamadığını biliyorum, daha iyi bir kelime bulanlar bildirirlerse, sevinirim), bizim bütün halinde kalmamızı sağlıyor; sevgi, merhamet ve neşenin en saf halleriyle yaşanmasını mümkün kılıyor...

Tarafsızlık olmadan sevgi; sahiplenici bir sevgiye dönüşüyor...
Tarafsızlık olmadan merhamet, şefkat; acıma, üzüntü, kızgınlığa dönüşüyor...
Tarafsızlık olmadan başkalarının mutluluklarına ilişkin neşe; kıskançlık, imrenme, hatta hasete dönüşüyor...

Tarafsızlık, bir anlamda da sarsılmazlık... Ne olursa olsun, sarsılmadan kalabilmek hali... Tutku karşısında da, nefret karşısında da sarsılmadan, hareket etmeden kalabilme hali... Zihnin dingin, sakin kalabilmesi yani...

Ancak tarafsızlık, "kayıtsızlık" değil... Aldırmamazlık, umursamamazlık, ilgisizlik de değil... Kayıtsız olduğumuzda, yaşamla bağlantımız kopmuş haldedir... Kendimizi güvende hissetmek, güvenli bir yerde kalmak için, kulaklarımızı, gözlerimizi, zihnimizi dünyadaki acılara kapatırız... Ve bunu yaptığımızda yaşamdan da kopmuş oluruz, canlılıktan, duygulardan, gücümüzden...

Oysa tarafsızlık; pasif bir hal değil, aksine yaşamla tam olarak bağlantı kurmaktır...
Eylemsizlik değil, yalnızca korku ya da tutkuyla hareket etmemek halidir...

Kendimizden kaçmadığımız, uzaklaşmadığımız için, kendimizi "evimizde olduğu gibi" rahat hissederiz... Bir meditasyonda yaşamıştım, bu hal gözümün önünde şöyle canlanmıştı: koltuğa gömülüp, kendimizi bırakma gibi an'a bırakırız kendimizi... Bölünmeyiz, parçalanmayız iyi-kötü, hoş-hoş olmayan, tatlı-acı diye... Herşey olduğu gibi... Ne kadar başka türlü olmalarını dilersek, dileyelim; her şey olduğu gibi... Tutkuyla peşinden koşsak, tutmaya çalışsak da, olmasını istemesek, itmeye uğraşsak da, tüm bu çaba yalnızca zihnimizde, çünkü olan olmakta... Bu çekip, itme işte zihni çalkalandıran, huzursuz eden... Bizi yoran... Bu mücadeleyi bıraktığımızda, kendimizi bıraktığımızda, offf.... Şimdi deneyin, bakın ne rahat...

"Zihnimiz; olanın neden olduğunu anlamak istiyor... Eğer olanın neden olduğunu anlarsak, olanları değiştirebileceğimizi, olanı farklı yapabileceğimizi düşünüyoruz... Ancak düşünen zihin anlayamaz, çünkü çok küçük, çok dar bir alanı görebiliyor... Olanın neden böyle olduğu büyük bir sır!" diyor Sharda...

Uygulama önerisi:
Bugün içinde tepkilerimize bakalım. Bunu yazarken, "mıknatıs" geldi aklıma. Kendimizin nasıl bir mıknatıs gibi, hoşlandıklarımıza doğru çekildiğimize, hoşlanmadıklarımızı ittiğimize bakalım. Şimdilik tavrımızı, tutumumuzu değiştirmeye çalışmayalım. Yalnızca gözlemleyelim kendimizi.
(Gözlemlemeyi hatırlamak için, "mıknatıs" yazıp, bilgisayarınızın üzerine asabilirsiniz ya da odada uygun herhangi başka bir yere.)
* Mıknatıs itiyor mu, çekiyor mu?
* Ne kadar bir güçle itiyor ya da çekiyor? Bunu bir oyun haline getirelim, çekim ve itim güçlerini, enerjideki farkları görmeye çalışalım...
* İtmeyip, çekmeyip, eşit mesafede kaldığımız durumlara bakalım...

Bu oyunun adı, "mıknatıs oyunu" olsun...
Gördüklerinizi, gözlemlerinizi bizimle de paylaşırsanız, belki hem yazma yoluyla farklı bir farkındalık yaşarsınız, hem de hepimizin farkındalığına katkıda bulunmuş olursunuz...

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle


2007 notu: Bu yazının denk geldiği bu günler Türkiye'de pek çok konuda çalkantının yaşandığı günler. Tepki duyulan, tepkilere çanak tutulan, tepkiler doğurtulan günler. Şiddettin bir önceki duygusu kızgınlık, onun da arkasında çeşitli duygular ve ihtiyaçlar var. Bunları hem kendi içimizde, hem çevremizde, hem ülkemizde gözlemlemek, anlamaya çalışmak, ancak bu yazıda sözü edilen bir dinginlikle bunları yapmaya çalışmak çok önemli diye düşünüyorum. Acıya bakmayı reddetmek, aynı yazıda sözü edildiği gibi yaşamdan kopmak demek. Yaşamın içinde olalım, dingin bir zihin için emek verelim ve eylemimizin dingin bir zihinden gelmesine niyet edelim. Türkiye'de şu anda konuşulan "itidal" kavramını böyle anlıyorum.

21 Ekim 2007 Pazar

Yola Işık Tutan Sözler: Ömer Hayyam

Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan.
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
Ölmemek elimizde değil ki bizim.
İyi yaşamamak, beni tek korkutan.

Ömer Hayyam

20 Ekim 2007 Cumartesi

En Önemli Üzerine Bir Hikaye

Epey bir zaman önce internette dolaşan hikayelerden biri ilgimi çekmişti. Okumuşsunuzdur siz de. Dün aklıma geldi, tekrar okudum. Belki bu doğrultuda ya da tamamen farklı açılımlara vesile olur diye paylaşıyorum…


EN ÖNEMLİ...

Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım." Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükâfat vereceğini ilan etti. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.

İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir".

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar merak ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler. Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır. İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip şöyle dedi: "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?"
Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti. "Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin." Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: "Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım." Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".
Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince, içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş, hava soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.
Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!" Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."
"Bundan sonra şu gerçeği hatırlayın:
Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar (İnternetten bu kitaptan alıntıdır diye gelmiş, ancak doğru mudur bilmiyorum)

Hale’nin notu: İyilik yapmak yerine sevgiyi tezahür ettirmektir denebilir mi acaba?

19 Ekim 2007 Cuma

Berrak Bir Görüş İçin

Bugünkü yazı vipassana meditasyonuna ilişkin gibi görünse de, aslında yaşamımızda olanları daha açıklıkla, olduğu gibi görebilmek için yardımcı olabilecek bazı yaklaşım ve önerileri içeriyor.

Ağustos 2005

Gaia House'un kurucularından biri ve vipassana hocası olan Christopher Titmuss'un bir konuşmasından (What is Insight Meditation, 1995) bende kalanlar:

Vipassana, Pali dilinde (Sanskritçenin sonraki bir formu) içgörü demek...

Vipassana gerçekte bir teknik ya da yöntem değil... Meditasyon yaşantısının, farkındalık yaşantısının içinden gelendir aslında vipassana/içgörü...

Uygulanan meditasyon; "vipassana/içgörü" içindir... Yani:
* olanın gerçeğini, doğasını görmek için...
* yüreğimizi açmak için...
* gerçeği görmek için...

İçgörü nedir? Nasıl tanırız içgörüyü?

Bir anlık farkındalıktır içgörü... Bir şeyi daha açık ve net görüveririz... Bir şeyi berrak bir şekilde gözlemleriz... Nereden geldiğini bilmeyiz, birdenbire geliverir... Zihnin gidemediği yerden gelir ve gelmesini sağlayamayız...
(Bir meditasyon sırasında bu içgörü gelişine ilişkin gözümde bir sahne canlanmıştı... İçgörü paraşütle iniyor gibi ve ancak zihinde yer varsa, aralık varsa, inebiliyor... Yani düşünceler, endişeler, kaygılarla doluysa zihnimiz; inecek yer olmuyor... Bunlar birbiri ardına sıralandıkça, yer kalmıyor... Ancak amaç bunlardan kurtulmak değil... Farkına varmak... Farkındalık iste o alanı açıyor... Farkındalık boşluk yaratıyor... Farkında olmak paraşüt alanı oluşturuyor yani...)

Bana vipassanayı ilk tanıştıran, yürekten bağlı hissettiğim hocam Rastrapal Mahathera, "A Guide to the Mind Purification (Vipassana)" isimli kitabında, vipassananın kelime anlamı için şunları yazmış:
Vipassana, ön ek olan "vi" ile kök kelime olan "passana" sözcüklerinin birleşiminden oluşur. Passana, "görmek" anlamında olan passati fiilinden gelir. Ön ekler genellikle kök kelimenin anlamını güçlendirmek, vurgulamak için kullanılırlar. Burada vipassana bir bütün olarak, "doğru bir şekilde, gerçeğe uygun şekilde görmek, algılamak" demektir. Neyin içgörüsü? Görülecek, algılanacak nedir? Tüm fiziksel ve zihinsel olguların görülmesi. İçgörü; olan'ı olduğu gibi, gerçek doğasıyla, açık bir şekilde görmek demek. Başka bir deyişle, gerçeği görmek demek.

Sözlük anlamıyla da, içgörü;
* derinden görme gücü. (Scott, Foresman Advanced Dictionary)
* bir durumu açık ve derinden algılama. [Clear or deep perception of a situation.] (Webster's Dictionary, The Rosetta Edition)
* karmaşık bir durumu açık bir şekilde (ve genellikle ansızın) anlama. [The clear (and often sudden) understanding of a complex situation.] (Webster's Dictionary, The Rosetta Edition)
* olan'ın iç doğasını sezgisel olarak kavrama [Grasping the inner nature of things intuitively] (Webster's Dictionary, The Rosetta Edition)
* içyüzünü anlama, kavrama, anlama (Webster's Dictionary, The Rosetta Edition)

Yaşamımızda ve vipassana uygulamalarımızda sıklıkla kullandığımız içgörü kelimesinin anlamına biraz değindikten sonra, bunu yaşama bağlamak istiyorum. Christopher'ın pek çok konuşmasında heyecanlı heyecanlı "yaşamda sizin için önemli olanın ne olduğunu sorun kendinize, boşa geçmesin yaşamınız!" dediğini her duyduğumda, ondan bizlere yayılan derin bir şefkati hissediyorum... İşte bu konuşmasında yaşamda gerçekten önemli olana ilişkin bir şeyler söylemiş:

Yaşamda gerçekten önemli olan:
* zihnin içine girip, onu tanımak,
* "olan"ların doğasını derinden görmek,
* yaşamın gerçeğini görmek,
* zihnin doğasını görmek...
En temele, en basite, en sadeye inin: Şimdi buradayız, bakın! Şu anda ne oluyor, bakın, bakın! Bu kadar basit!

Gerçeğe ve onun günlük yaşamdaki varlığına uyanmak için, birkaç yardımcı nokta:
* Etik: Dünyada oluş biçimimizin; başka bir varlığa ya da kendimize zarar vermeyecek bir halde olması, zarar vermeye yönelik bir isteğimizin ya da niyetimizin olmaması.
(Benim kimseye zarar verme niyetim yok, deyip, ilerlemeyin... Bunu yazarken, birden kendime verdiğim zararları da düşündüm: aç olmadan yemem, gereksiz endişelere kapılmam, kızgınlığımın altındaki ihtiyacı bir an önce görmeyip, bedenimi ve zihnimi kızgınlığa kaptırmam, yeterince su içmemem, liste uzar gider, değil mi? Ve de başkalarına verdiğimiz zarar: birinin arkasından konuşmak, birini bekleterek zamanını çalmak, deterjan kullanarak suda yaşayan canlıları öldürmek, bu listede uzar gider, değil mi?)
(Etiğin önemli olmasının çok açık bir sebebi var bana göre. Hani derler ya, "çiğ yemedim ki, karnım ağrısın". Birisine zarar vermediğimizde, zihnimiz rahat oluyor. Yaşam sorunlar getirebilir ama biz yaratmadığımızda suçluluk duygusu, pişmanlık, huzursuzluk duygularından arınmış oluyoruz ki, bu; gerçeği berrak bir şekilde görebilmek için gerekli zihin berraklığına önemli bir katkı sağlıyor.)

* Manevi araştırma: Bu da beden ve zihin farkındalığını artırmaya yönelik tüm meditasyon ve beden çalışmaları anlamına geliyor... Kendi bedenimizi ve zihnimizi gözlemlemek, tanımaya çalışmak yani... Hani kendi belgeselimizi izlemek diyoruz ya...

* Aynı kafada insanlarla ilişkide olma: Bizler bunun değerini yakından biliyoruz... Yaşamın içinde kaybolmak kolay... Farkındalığımızı yitirmek, unutmak kolay... Bir araya geldiğimizde birbirimize şevk ve destek verdiğimizi görüyoruz... Oluşan dönüşümlerin eski kalıplara kaymaması için belli bir süre sanki alçıdaki kol gibi sarıp sarmalanması yararlı oluyor... İşte bir araya gelmelerimiz o alçı gibi, bizi farkındalıkta tutuyor, ta ki dönüşüm; alışkanlık enerjisinden daha güçlü olana kadar... Yahoo grupları, Çarşamba oturmaları, vipassana kursları bu dayanışmanın örnekleri...

* Bilgelik geliştirme: Bu da uygulayarak, yaşamın içinde kaybolmayıp, sürekli yepyeni gözlerle olan'ın doğasını görmeye çalışarak oluyor...

* Şefkat, sevgi geliştirme: Sevgi kapasitemizi artırarak, gün içinde sevginin tezahürüne izin vererek, yer açarak oluyor...

Gerçeğe uyanmada yardımcı yollardan biri olan Vipassana/içgörü meditasyonu;
* duygusal ve psikolojik içgörüler,
* derin bir farkındalık,
* iç huzur,
* yoğun ve özgürleştirici bir şimdi ve burada idraki sunar...

İçgörü için uygun ortam:
* Doğa
* Sessizlik
(Bunlar kolaylaştıranlar elbette, yoksa içgörü her yerde, her ortamda ortaya çıkabilir. Bana göre, önemli olan zihinde yer olması... Elbette sessizlik ve doğa bunu çok çok kolaylaştırıyor.)

İçgörüyle ne yapabiliriz:
** Bazı içgörüler yalnızca görülmekle değişiklik sağlar, yani bir şeyi netlikle, açıklıkla görmek dönüşüm için yeterlidir... (Evvelki Çarşamba oturma çalışmasındaydı sanırım, vipassana usulü bağışlama çalışması (bu isim de yemek ismi gibi oldu :) ) yaparken, bir arkadaşımız kendisini kızdıran bir olayı bir anda bambaşka bir açıdan gördü ve artık ortada kızacak, bağışlayacak hiç bir şey kalmadı... Açıklıkla görmek yetti... Sıkışmış enerji o berrak görüşle çözülüverdi...)

** Bazı içgörüler takip ister, yani görülene ilişkin adım atılmasını ister... (Sevdiğim işlerle uğraşırken, kendimi tüketecek ölçüde kaptırdığıma ilişkin bir içgörüm var; henüz kaptırma aşamasına gelmeden durmam ya da kaptırdıysam çok ilerlemeden durmam için küçük de olsa somut adımlar atmam, bu konuda bana yardım edebilir... Her hafta ne olursa olsun bir gün tamamen durmak gibi, içimde herhangi bir sıkıntı hissettiğimde, durup, kendimi kaptırıp kaptırmadığımı sorgulamaya niyet etmek gibi, bilgisayarın üstüne konuya ilişkin bir hatırlatıcı yapıştırmak gibi)

** Bazı içgörüler derinleşmek ister, yani ipin ucu bulunmuştur, ama ipi tutarak, daha derinleşmek gerekir... (Burada değişik yöntemlerden yararlanılabilir)

** Bazı icgörülerin yaşamda keşfedilmesi gerekir... (Yürekten iletişim çalışmasında, her kızgınlığın altında karşılanmamış bir ihtiyaç olduğunu gördüm. Ancak yaşamın içinde bunun uygunluğunu keşfetmem gerekiyor ve keşfettikçe bu içgörü dönüşüm sağlıyor.)

** Bazı içgörüler de o anda anlaşılmaz, haftalar sonra "jeton düşer". (Bu bana sıklıkla olur... Özellikle yoğun eğitimlerin sonunda, tam olarak ne öğrendiğimi bilemem... Günlük yaşama döndükten sonra, orada duyduklarım, gördüklerim günlük yaşam içinde zihnimin içinde yankılanır... Ve bir anda -yemeği karıştırırken, dolaptan domates alırken, merdiven çıkarken- açıklıkla görüveririm...

Uygulama önerisi:
Kendinize somut bir süre belirleyin ve bir günce tutun: (Diyelim "on gün boyunca her gün en az bir içgörü yazacağım" gibi, ancak ucu açık bir zaman yapmanızı önermem. Zihin bu ucu açıklıktan pek hoşlanmayıp, işi tembelliğe vuruveriyor. Belli bir süre deyin de, sonra canınız isterse, uzatırsınız.) Öneri sorular:

* Bugünün birincil, en önemli, öne çıkan deneyimi neydi?
* Bu deneyimde ne gördüm?
* Bu gördüğüm için takip adımları atmam gerekiyor mu? Derinleşmek uygun mu? Bu içgörüye ilişkin kendimden bir isteğim var mı?

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle

Bu bilgilerin ortaya çıkmasında katkısı olan, bilgileri aktaran, bu yazıların yazılmasını şevklendiren, yazılırken yardım eden, üzerlerindeki etkiyi paylaşarak yeni yazıları besleyen, bu ekip çalışmasında yer alan her varlığa yürekten teşekkürler...

18 Ekim 2007 Perşembe

Çatışma Halinde Özgürlük Fırsatı

Ağustos 2005

Gaia House'un kurucularından biri ve vipassana hocası olan Christopher Titmuss'un DFP'deki soruları:

Bir çatışma halinde kendinize sorun:
* Haklı olduğumu göstermek ihtiyacında mıyım?
* İlle de anlaşılmak ihtiyacında mıyım?
* Durumun çözülmesi sonucuna bağlanmış durumda mıyım?

Ağzımızı açarken, ardındaki niyete iyi bakalım... Olanı olduğu gibi görüyor muyuz ve olana bilgelikten ve sevgiden gelen bir karşılık veriyor muyuz? Yoksa "ben haklıyım, sen haksızsın" kıskacında kısılmış mıyız?

Konuşma sırasında tamamen sonuca mı odaklıyız, yoksa her iki tarafın da ihtiyacını, duygularını görebiliyor muyuz, o andaki gerçeklerini kavrayabiliyor muyuz?

Genelde yaşamlarımızdaki çatışma hallerine ilişkin tepkimiz nasıl? Halının altına süpürüyor muyuz? Ortalığı ringe mi çeviriyoruz? Biri ringe çağırdığında, hemen koşuyor muyuz? Geçmişin klasörleri açılıyor mu bir bir?

Oysa bu an’ı yepyeni haliyle görebilir miyiz? Geçmişin dosyaları olmadan? Haklı olmaya çalışmadan? Gelecekteki sonuca bağımlı olmadan? O an’ı, o haliyle? Yepyeni...

Özgürlük bu olabilir mi? Geçmişin prangalarını taşımadan yürüyebilmek, her an'a yepyeni niteliğiyle bakabilmek, kendi kimliğimizi korumak yerine olanı olduğu gibi görebilmek...

2007 notu:
Geçenlerde Sevgi anlattı. Yaşlıca bir tanıdığı özgürlük üzerine konuşurlarken, bir Zen deyişini hatırlatmış: “Hayatta ya haklısındır, ya da özgür.”

Haklılığa o kadar yapışmış durumdayız ki, büyülenmiş gibi artık başka bir şey görmüyor gözümüz. Haklılık hali perde gibi. Sizin de başınıza gelmiştir mutlaka, ben kendimi kaç kere çok haklı olduğumu düşündüğüm bir konuda bazen aylar sonra tamamen yanlış algıladığımı fark etmiş halde bulmuşumdur. İnanın bazen yıllar sonra resmi bambaşka gördüğüm olaylar da var.

Hatta daha sonra belki uzun yazarım, çok da sözlü anlatmışlığım var: Bir kişiyi çok ufak bir olaydan dolayı bir türlü bağışlayamıyordum. Kendimi yerden yere attım, altına üstüne baktım, türlü niyetler yaptım, yok, affedemiyorum. Ancak sinirim de bozuluyor bir yandan, böyle küçük bir olay için bu ne tutunma böyle! Olaydan aşağı yukarı 3 sene sonra, bir inziva yapıyorum kendi kendime. Yaşamımdaki olaylara bakıyorum sırayla. Bu olay da çıktı. Zihnim günlük yaşamdakine göre daha dingin ve temiz o sırada herhalde ki, olayı bambaşka bir şekilde görüverdim. Ve beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü olayda aslında bağışlanması gereken kişi benmişim. Elbette karşı tarafın da daha önce gördüğüm gibi bir talihsiz hareketi varmış, ancak bu çok ufakmış. Benimki kocaman. O kadar kocaman ki ve ben o kadar haklı olduğumu düşünmüşüm ki onca yıl, görememişim. Çok utandım önce, yani kendime kızdım. Sonra olaylara, o durumdaki koşullara baktım, neyi farklı yapabilirdim diye baktım, telafi için yapılacakları yaptım ve kendimi de bağışladım. Olay eridi gitti.

Çok yakında 8 sene önceki bir olayı da bambaşka bir şekilde gördüm, yine şaşkınlık geçirdim. Ah haklılık perdesi ah!

O yüzden yazmışımdır mutlaka, Thich Nhat Hanh’ın sorusunu hatırlatmayı seviyorum kendime günlük yaşamda: “Emin miyim?” Bazen resmi tamamen gördüğümü düşündüğüm zamanlarda bile, bu soruyu soruyorum. Ve cevabım büyük çoğunlukla “hayır” oluyor. Çünkü algılayamadığım çok ayrıntı ve örgü var. Yargılama yapmaya kalktığım her sefer burnumun üstüne düşüyorum. Ya da belki şöyle söylemeli, faturayı sonunda kendime de kesiyorum her sefer. Ama bu süreç kasvetli bir süreç değil, her birinden yeni içgörülerle çıkıyorum. Özgürleşerek yani.

Christopher’ın sorularına bugün baktığımda yeniden, üzerlerinde yazılacak çok şey olduğunu görüyorum. Ama belki şimdilik soru halinde kalmaları daha iyi. Biraz gözlemleyelim kendimizi.

16 Ekim 2007 Salı

Mevlevilikteki gibi bir bilinç

Bir önceki sayfadaki an’ı dolu dolu yaşamaktan söz eden yazıyı tekrar okuyunca, birden paylaşmak istediğim başka bir şey geldi aklıma. Mevlevilikteki “görüşmek” teriminin anlamını ve uygulamasını ilk ne zaman duydum hatırlamıyorum. Ancak 2003’te Mevlana türbesini ve Mevlevilik müzesini gezerken, derinden kalbimi sardığını hatırlıyorum. Bir önceki yazıda bulaşıkları yıkarkenki, an’da olma bilincinden söz ederken, “görüşme”yi de farklı bir boyut olarak resme koymayı istedim.

Farkındalık zaten saygı, şükür ve sevgiye götürüyor insanı. Saygı, şükür, sevgi de insanı farkındalığa götürüyor. Belki nereden başlandığı, hangi yoldan yüründüğü pek de önemli değil. Belki önemli olan neredeysen oradan başlamak, yüzünü dönmek ve adım atmak.

Şifre gibi oldu biraz, önce “görüşme”nin ne olduğunu yazayım, daha doğrusu alıntı yapayım:

“Mevlevi’ye göre, her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye, insan da saygı göstermeye mecburdur. Mevlevi, camide namaza kalkarken yere kapanıp secde yerini öper, yani secde yeri ile görüşür; namaz bittikten sonra gene secde yeriyle görüşüp kalkar. Yatarken önce yastıkla görüşüp yatar, sonra yorganını üstüne çekerken onunla görüşür, yani ucunu öper.

Su, kahve, çay içeceği zaman bardağı veya fincanı öper, onunla görüşür. (…) Herhangi bir kitabı, okumak üzere alınca, kitapla görüşür, okuduktan sonra yerine, yine görüşerek, hafifçe, yani atmadan, incitmeden kor. Tespihi görüşerek alır, çektikten sonra gene görüşerek usulca yerine bırakır. Bu, her şey hakkında caridir.” (Mevlevi Adab ve Erkanı, Abdülbaki Gökpınarlı, s. 18)

Bu bilinç içimi eritiyor, yaşadığım hissi başka bir kelimeyle anlatamayacağım. Her şeyin canı var/yok, bilinci var/yok; bu değil paylaşmak istediğim. Günlük yaşamımızda kullandığımız eşyaları fark etmek; sadece kullanmak değil, onlarla –günlük dilde kullandığımız anlamıyla yazıyorum- görüşmek, alış veriş yapmak ve bunu kutlamak fikri, hissi içimi coşturuyor. Alışveriş derken şunu kast ediyorum, biz o nesneyi kullanarak, onu yaşama katıyoruz, bir anlamı, bir fonksiyonu oluyor bu kullanım nedeniyle; biz de ne ise yaptığımız onu yapabilmek için o nesneden yardım almış oluyoruz, biz de o nesne sayesinde o işi yaparak yaşama katılmış oluyoruz. Karşılıklı alış veriş. Karşılıklı teşekkür. Başka bir görüşle; kullanan, kullanılan yok, nesne, kişi ayrımı yok. Bu ölçüde bir saygı ve özeni özlüyorum kendimde de, yaşadığım dünyada da.

Derseniz ki, “Sen neresindesin bu yolun, günlük hay huyun içinde böyle bir bilincin uyanıklığında mısın?”, hatta yazdığım diğer yazılar için de aynı soruyu sorabilirsiniz, size bir hikaye anlatmak isterim- bilirsiniz mutlaka ama buraya çok denk düştü.

Çocukluğumda annemin anlattığı kelimelerle yazacağım:
Bir topal karınca varmış. Bir gün pılısını pırtısını toplamış, bir çıkın yapmış, yola çıkmış. Onu görenler merak etmiş, “Nereye yolculuk?” demişler. “Mekke’ye” demiş. Bu cevaba şaşmışlar, “Sen küçücük bir karıncasın, üstelik de topalsın, sen kim Mekke’ye varmak kim! Ölürsün yolda.” demişler. Karınca sakin bir sesle, “Olsun varsın, yolundayım ya…”

12 Ekim 2007 Cuma

Bulaşık Yıkarken, Olmak

Ağustos 2005

Vipassana hocası olan Thich Nhat Hanh'ın "The Miracle of Mindfulness" adlı kitabından bir alıntı:

"Amerika'da yakın bir arkadaşım var: Jim Forest. Geçen kış Jim ziyarete geldi. Genellikle akşam yemeğini bitirdikten sonra, diğerleriyle çayımı içmeden önce, bulaşıkları yıkarım. Bir akşam Jim bulaşıkları yıkayıp yıkayamayacağını sordu. "Olur, ama eğer bulaşıkları yıkayacaksan, nasıl yıkandığını bilmen lazım." dedim. Jim, "Yok artık, nasıl bulaşık yıkandığını bilmediğimi mi düşünüyorsun?" dedi.

"Bulaşık yıkamanın iki yolu var: Biri temiz tabak, çatalın olması için bulaşık yıkamak; diğeri de bulaşıkları, bulaşık yıkamak için yıkamak." dedim. Jim sevindi ve "Ben ikincisini seçiyorum- bulaşıkları bulaşık yıkamak için yıkamak istiyorum..."

Eğer bulaşıkları yıkarken, yalnızca bizi bekleyen çayı düşünüyorsak ve bulaşıkları bir sıkıntıymış gibi bir an önce ortadan kaldırmayı isteyerek acele ediyorsak, "bulaşıkları bulaşık yıkamak için yıkamıyoruz." demektir.

Üstelik de bulaşıkları yıkadığımız süre boyunca canlı değiliz, yaşamıyoruz...

Eğer bulaşıkları yıkayamazsak, çok büyük bir ihtimalle çayı da içemeyeceğiz, demektir. Çayı içerken de yalnızca başka şeyleri düşünüyor olacağız- elimizdeki fincanı fark etmeyeceğiz bile...

Yani geleceğe vakumlanmışızdır- ve yaşamın bir dakikasını bile yaşamaktan acizizdir..."

Bugün yaşamımızda hiç olmazsa bir kaç eylemi dolu dolu, tam farkındalığımızı vererek, an'da olmanın eşsiz keyfini çıkararak yapmaya ne dersiniz? Hatta buna yapmak denmez herhalde, olmak denir...

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle
2007 notu:
Neşeli bayramlar diliyorum...

11 Ekim 2007 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler: Lawrence



Hiçbir şey için “benimdir” deme
Sadece de ki “yanımdadır”;
Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili,
Ne hayat, ne ölüm,
Ne huzur,
Ne de keder
Daima seninle kalmaz.

D.H. Lawrence

10 Ekim 2007 Çarşamba

Nefes Alacak Alan Yarat Yeter Bana

Ağustos 2005

Ram Dass'ın bir konuşmasından (Service, Helping and Changing Others) bende kalanlar ve kendi yorumum:

Çevremizdekilerin üzüntülerini, bunalmışlıklarını gördüğümüzde içimizde ne oluyor? Nasıl tepki gösteriyoruz, hem içsel, hem de eylemsel, sözsel?

Ram Dass, yürekten iletişim yaklaşımında da olduğu gibi, "karşınızdakinin neye ihtiyacı olduğuna bakin", diyor. Kimse kimsenin acısını, sıkıntısını yok edemez, ama sevgiyle, destekle, yalnızca orada ve o anda var olmakla, sükûnetle öyle bir ortam, alan, boşluk yaratabiliriz ki bu kişi için, çıkarır içindeki sıkıntıyı ve o alanda durumuna bakar... Bu bakış, farkındalığın ışığını tutar o duruma.

İçimizdeki huzursuzluklar çok fazla içimizde, yapış yapış, topak gibi... Onlara bir parça mesafeden bakabildiğimizde ne olduklarını biraz daha gerçeğe yakın olarak görebiliriz. Ne olduklarını gördükçe de, bir sonraki adımın ne olduğunu görebiliriz bazen netlikle- karar vermeye bile gerek kalmaz, öylesine apaçık olur önümüzdeki adım... Bir şeyi görebilmek için onu burnumuzun ucundan öteye almak gerekir, önümüze bir alan, bir boşluk açmak gerekir... O boşlukta neye bakıyorsak, onun sıcaklığı, soğukluğu, dikenliliği daha dayanılabilir olur, daha bakılabilir olur... Vipassana uygulamacıları etiketleme ile işte bu boşluğu yaratır... Farkında oldukça biz, bakılanla bakan arasına bir boşluk girer...

İşte çevremizdekiler için bir şey yapmak istiyorsak, herhalde bizden en son duymak istedikleri "ne yapmaları gerektiği" olur... Ya da tesellilerimiz... Ya da aklımıza gelen kendi hikâyelerimiz... Ya da "haydi bırak bunları da hayatın keyfini çıkar" susturmaları...

Chuang Tzu diyor ki, "Yalnızca kulaklarla duymak bir şeydir, anlayarak duymak bir başka şey. Ancak ruhunda duymak; tek bir yetiyle, kulak ya da akılla sınırlı değildir. Bu nedenle, bütün yetilerin boş olmasını gerektirir. Yetiler meşgul değilken, bütün varlık dinler. Hemen karşınızda olan, asla kulakla duyulamayacak ya da akılla anlaşılamayacak bir şekilde doğruca kavranır." (Şiddetsiz İletişim, Marshall Rosenberg, 2004:115)

Yalnızca orada ve o anda olmak ve karşımızdaki için o boşluğu yaratmak...

Bunalmak, sıkılmak, dertlenmek yanlış bir şey mi? Olan oluyor işte... Nedir bu kaçışımız sıkıntılardan ve dolayısıyla kendimizden? Olanla durabilmeyi başarmak mı acaba bilgelik? Bazen içimin sıkılmasını paylaşmaktan çekiniyorum çevremdekilerle, hemen bu iç sıkıntısından kurtulmak için kolları sıvıyorlar... Ben ondan kurtulmak istemiyorum ki, onu anlamak, bana getirdiği mesajı duymak istiyorum... Bana bir ihtiyacımın karşılanmadığını, içimde canlı olan bir şeyleri duymadığımı söylüyor büyük bir ihtimalle... Neden bu fırsatı kaçırayım ki? Ama bazen tek başına o boşluğu yaratmak zor oluyor, birini istiyor insan... Bunu yazdığımda gözümün önüne dut silkelemek için çarşafın ucundan tutan iki kişi geldi... İşte öyle bir şey, çarşafı tutacak biri... Ama dutlara ilişkin görüşlerini anlatmakla, boşver dut toplamayı demekle uğraşmayan, orada tüm sakinliği ile çarşafı tutan biri... Sonra o çarşafa (alana) dökülen dutları (canlı yaşamı) afiyetle birlikte yediğimiz biri...

Biz ne kadar sessizsek içimizde, o kadar çevreye bu enerji yayılır... Belki başkalarının dertleriyle ilgilenmeden önce, kendimizin acıyla, sıkıntıyla, bunalımla ilişkimize bakmamız yararlı olabilir... Bunlar karşısında verdiğimiz tepkilere bakmak, bu tepkilerin doğasını anlamaya çalışmak... Kendimiz acıları itip kakarken, başka biri için nasıl tepki vermeden, sakin ama tüm varlığımızla durabiliriz?

Bir de yardım eden-yardım edilen; şifa veren-şifa alan; derdi dinleyen-derdi anlatan ayrımlarına girdik mi sanki "gerçek”ten uzaklaşmaktayız... Rollerin içine tıkmaktayız kendimizi, oysa süreçleriz hepimiz, sabit varlıklar değil... Yardım etme var, yardım eden değil... Üstünde fazla düşünmediğim kavramları bazen ilk defa duyar gibi oluyorum, anlamlarını yitiriyorlar bir anda ve ne demek olduklarını bilmez hale geliyorum yıllar geçtikçe... Mesela yardım ne demek? Şifa ne demek? Sağlık ne demek? Acı ne demek? İkilik bizi parçalamıyor mu?

Yine Ram Dass'a dönelim, diyor ki, "Birine yardım ettiğinizi düşünüyorsanız, dikkatli olun, içinizde "Ben güçlüyüm ve sana yardım edebilirim." ya da "Her zaman yardım eden benim" düşünceleri geçiyor mu?" Manevi alanda uygulamalar yapan, uygulamaları, deneyimleri, bilgileri başkalarıyla paylaşan bizler, ışığı yayıyorum diye düşünenler, içimizde neler olup bitiyor? Diplerde ne tür motivasyonlar, dürtüler var?

Bir rolle (şifacı, empati veren, yardım eden, terapist, eğitmen, hasta, vb) özdeşleştiğimizde kendimizi beklentiler, sınırlamalar kıskacına kaptırıyor olabilir miyiz? Ram Dass, "Biri size eğitmen muamelesi yapıyorsa, eh o onun sorunu... Siz rolünüzü doldurun ama o rolle özdeşleşmeyin, bu da bir sanat elbette..." diyor.

Bizi bu süreçte yoran en önemli durumlardan biri de "sonuçta ne olacağına ilişkin bağımlılığımız". Ben ancak ne kadar yapabiliyorsam, onu yapabilirim, elimden ne geliyorsa... Sorumluluğum "elimden geleni sonuna kadar yapmak"... Sonuç ne olursa, o olur... Başkasına ne olacağını benim ne yaptığımın belirlediğini düşünmek biraz kendini bilmezlik olmuyor mu? Bir durumun ortaya çıkmasında sayısız gördüğümüz, görmediğimiz etken yok mu? Bizim katkımız da yalnızca bunlardan biri değil mi? Gerçeğe yaklaşmak belki bizi gereksiz endişelerden kurtarabilir... Ram Dass diyor ki, "Gösteriyi keyifle izleyin ve kendi bölümünüzü oynayın."

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle

2007 notu:
İki yıl kadar sonra bloga koymak üzere bu yazıyı tekrar okuyunca, gülümsedim kendime. Bu yazıdaki bilgilere ilişkin uyanıklığıma baktım ve bir söz hatırladım. Matrix’te yanlış hatırlamıyorsam, Morpheus diyordu ki, “Yolu bilmekle, yolda ilerlemek farklı şeydir.” Bu yazıyı birkaç kez daha okumamın ve yaşamıma uygulamanın yollarını bulmanın uygun olacağını görüyorum. Uygulamak derken, uyanık kalmanın, olanı olduğu gibi görmenin niyetini kast ediyorum. Ve bugün uygulamalı olarak şunu gördüm: bu bloga yazan ve okuyan ayrımı yok, eylemler var. Bu farkındalık ne kadar özgürleştirici, bundan böyle yoğunlukla hatırlamaya niyet ediyorum…

9 Ekim 2007 Salı

Kanatlarımdaki Ağırlıklar

Dünkü yazıda sözü geçen Buğday Dergisi'ne 2002'de (sayı 18) yazdığım yazıyı Seda saklamış, gönderdi:

Kanatlarımdaki Ağırlıklar

Yıllar önce bir dostum uzaklardan bana bir söz hediye getirmişti: “yaşamdaki kurumuş dalları kesmek”. Yaşamımın o döneminde beni çok sarsmıştı bu söz; çünkü baktığımda aslında hayatımda istemediğim pek çok eşyayı, ilişkiyi, bilgiyi, rolü, maskeyi omuzlarımda taşıdığımı görmüştüm. Bunca yükü niye taşıdığıma baktığımda da, üşengeçliğim, korkularım, bağımlılıklarım, eskimiş ihtiyaçlarım, ilgisizliğim, boş vermişliğim ve kendime sevgisizliğimle karşılaşmıştım.

Önce eşyalarımdan başladığımı hatırlıyorum kurumuş dalları kesmeye. Geçmişin çoğu tozlanmış, pırıltısını çoktan yitirmiş, bakınca sadece içimin kısacık bir süre hop ettiği, bir daha da aylarca, hatta yıllarca bakmayacağım ne var ne yoksa topladım; kitaplar, fotokopiler, kartlar, resimler, giysiler, biblolar, kozalaklar, şişeler, biletler ve de bir gün işe yarar belki dediğim her şey. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ettim ve yolculuklarına devam edebilmeleri için gerekli istasyonlara bıraktım. Anıları da yaşanmış olmalarını kutlayarak geçmişe iade ettim. Tüm bu malzemeler dolaplardaki durağan beklemelerinden kurtulup da yeniden yaşamın içine girdikçe, hafiflediğimi hissediyordum. Sanki kıyıda köşede sakladığım her şeye zincirlerle bağlıydım. Bunları yaşamımdan çıkarmaya karar verdiğimde varlıklarından haberdar oldum bu görünmez zincirlerin. Kiminden ne kadar zor koptum. Dolapları, kutuları boşalttıkça, duygusal boşalmalar da yaşadım. Süreç zordu ama özgürlük harika.

Bitmemiş işlere de baktım bu arada, cevaplanmamış mektuplar, yapılmamış ziyaretler, tutulmamış sözler, tamir bekleyen ev eşyaları, ertelenen işler, yatırılacak faturalar, havada kalmış ilişkiler. Baktım bütün bunlar yığınlar olmuş zihnimde, enerjimi aşağı çekiyor, kıpırdayamıyorum. Ertelemek işleri daha da zorlaştırıyordu. Yaşamımdaki her şeyi güne getirmeyi hedefledim. Böylece günün enerjisiyle akabilmek mümkün olacaktı.

Bedenim de evde biriktirdiklerim gibi tıkanmış enerjilerle doluymuş. –Muş diyorum, çünkü sadece meyve suyu içtiğim kürler yapıp da toksinlerden arınınca, çok az besin almama rağmen enerjimin ne kadar arttığını gördüm. Zihnim temizlendi, açıldı, algılarım keskinleşti. Olanları olduğu gibi görür oldum daha fazla.

Bir yandan da ilişkilerime bakıyordum; idare ettiklerim, dengeyi bozmak istemediklerim, ödün verdiklerim, enerjimi çekenler, kendimden uzaklaştıranlar. Yeter dedim sonunda. Beni besleyen, beslediğim, sevgi, sevecenlik dolu, içten, dürüst, açık ilişkiler istiyordum yaşamda. Daha azına katlanmamaya karar verdim. Kurumuş dalları kesmek kolay olmadı. Ama derin bir nefes aldım her bir dal kesildiğinde. Kimilerinin yerinde yine bir dal yeşerdi ancak özsu yürüyen bir daldı bu. Kestiğim dalların hiç birinden pişman olmadım. Tam tersine yepyeni dallar büyüyüp, serpildikçe çevreme daha çok verebilir oldum, gölgem genişledi, meyvelerim tatlandı.

Yaşamdaki rollerime baktım, beni ben olmaktan çıkaranları gördüm. Kiminden istifa ettim, kimini değiştirdim, kimi hala üzerimde. Ama yılmak yok.

İçimde en sıklıkla ortaya çıkan zincirin “başkaları ne der” sorusu olduğunu gördüğümde şaşırdım. Zihnimi izlediğimde gün içinde ne kadar çok karar verdiğimi ve neredeyse her kararımın da başkalarının gözünde yarattığım imajıma uygun olması için ne kadar çabaladığımı farkettim. Aykırı, olağanın dışında olmak bile bir imajdı. Zincirler. Baktım bunları kırmak için yalnızca görmek, farketmek yeterliydi, başka bir şey yapılamıyordu zaten.

Ne zaman, nasıl edindiğimi artık hatırlamadığım, alışkanlıkla sürdürdüğüm inançlarımı, yargılarımı sorgulamak da zihnimde ciddi sarsıntılara yol açtı. Fakat gün ışığına çıktıklarında, duygusal tepkiler yanıp yok oldular. Şimdi zihnimi dikkatle izliyorum hatırıma geldikçe, şimdinin gerçeklerine uymayan ne varsa, görmeye çalışıyorum. Her an uyanık olmak gerekiyor. Yoksa geçmişin görünmez zincirleri omuzlarımı çökertiyor ben günün hayhuyunda koşarken.

Bütün bunlarda en büyük rehberim 1999 yılında yaşadığımız depremin zihnimdeki artçılarıydı. Ölüm her an gelebilirdi. Tutunacak hiçbir dal yoktu. Yaşam akıyordu. Bu yaşamda yapmak istediklerime hemen şimdi başlamaktan başka çarem yoktu. İçinde bulunduğum andan başka elimde hiçbir şey yoktu. Ne geçmiş, ne gelecek. Şu an da yaşama tekrar tekrar başlamamın mucizevi gücünü hatırlatıyordu bana. Ölüm bilinci en etkili zihin temizleyiciydi- gerçeği görmemi, yüklerimi atmamı hatırlatan ve geç kalmamamı, şimdi harekete geçmemi söyleyen.

Tüm bunların sonucunda şehir yaşamına uzun bir süre ara verip, döndüğümde zihnim eskisine oranla epey temizdi. Ancak şehrin koşuşturmalarında zaman zaman bu budama işlemini unuttum, zihnimin kıyılarında köşelerinde duygular, tepkiler, koşullanmalar birikmeye başladı. Huzursuzluğum arttı, yayıldı. Bir şey eksik kalmıştı ama ne...

Sonra geçenlerde başka bir dostum bana bir yaşam hediye getirdi: “kendimi yeterince sevdiğimde, ...”.


Hale M. Karabekir



Zihinsel temizlik için birkaç öneri:
Egzersiz 1:
Bu yazıyı evde okuyorsanız, yazı bittikten sonra dergiyi bırakıp, evin içinde bir dolaşın. Bakın bakalım neler var artık ihtiyacınız olmayan. Küçük başlayın. Her gün bir çekmeceyi boşaltın, içindekileri verin, atın, yakın, ne uygunsa onu yapın.

Egzersiz 2:
Bedeninizin içini temizlemek için çeşitli yollar var: belli bir süre meyve-sebze suyu içmek, haftada bir gün yalnızca su içmek gibi. (2007 notu: Daha farklı yollar da var, daha rahat uygulanabilen. Kişi bedenine en uygun hissettiği yolu uygulamalı. Fırsat bulursam, oruç deneyimlerimi de paylaşmak isterim.)

Egzersiz 3:
İlişkilerinize bakın, alışkanlık ve koşullanmalarla yürüyen iletişiminizi gözleyin. Otomatik pilottan çıkarın kendinizi, karşınızdakini dinleyin, kendinizi dinleyin. Kurumuş dalları fark edip, budayın. (2007 notu: Ya da okuyun, araştırın, bir bahçıvana sorun bu dal niye kurumuş diye. Kuruma nedenini anlayın ki, o dal canlanamasa bile, başka dalları kurutmayın.)

Egzersiz 4:
Yaşamın koşuşturması içinde, geçişler arasında küçücük duraklamalar yapın. Ev, iş, sokak, konuşma, yazma, yemek yeme gibi farklı işler, ortamlara girer çıkarken birkaç saniye durun. İçinize bakın. Nasıl hissediyorsunuz. Kendinize tarif edin. Ama yargılar gibi değil, bir hemşirenin hastanın durumunu ara ara kontrol etmesi gibi. Bu duygusal birikmeleri azaltacaktır.

Egzersiz 5:
Bir günlük tutun. Yazmak genellikle duyguların, düşüncelerin ifade bulmasını sağladığından zihni rahatlatır. Yazdıkça farkındalık da artar. İnsanın kendini gözlemlemesi kolaylaşır. Bazen de olaylar, tepkiler arasındaki ilişki daha rahat görülür olur.

Egzersiz 6:
Gün içinde sessizce durduğunuz, hiçbir şey yapmadığınız zamanlar ayırın kendinize. Yalnızca durun. (2007 notu: Bu durmalar öylesine önemli ki, paldır küldür yaşamın içinde yuvarlanmak yerine, bilgelikle ilerleyebilmemize yardımcı olabilir.)

8 Ekim 2007 Pazartesi

Kabuklar Düşüyor Bir Bir

Ağustos 2005

Vipassana hocası olan Sharda'nın bir konuşmasından (The Art of Letting Go–1996) bende kalanlar ve kendi yorumum:

Hepimizin beklentileri vardır... Peki bu beklentilerin gerçekleşmediğini görmemize rağmen, bunlara ne kadar enerji harcarız? Bunları bırakmamız için ne kadar zaman geçer?

Bu beklentiler gerçekleştiğinde daha mutlu olacağımızı, huzura kavuşacağımıza mı inanırız?
(Sizler de yaşıyorsunuzdur belki, "şu is listesindekileri bir bitirsem, rahat edeceğim." aldanmasına kaç kere düşüyorum. Tüm yaşamım boyunca bir iş listesi (zihinde bile olsa) bitip de başka bir iş kalmadığı hali hiç görmedim, daha bir liste bitmeden yenisi oluşmaya başlıyor. Ya da tatile gittiğimde, ev aldığımda, doçent olduğumda, terfi aldığımda, borçları ödediğimde...)

Şu andaki halimizin nesi var peki...

Beklentiler; manevi dünyamızda da bizi şimdi'den, gerçekten uzaklaştırabiliyor...

Sharda diyor ki, "Bazı kimseler meditasyon uygulamasının kendilerine bir şey vereceğini düşünüyorlar. Olduğumdan daha fazla bir şey olacağım, diye düşünüyorlar. Oysa bu yer (vipassana kursunun yapıldığı yeri kastediyor) bir dükkân değil, bir çöp konteyneri. Burası bir şey aldığımız, kazandığımız, edindiğimiz, biriktirdiğimiz yer değil; burası bıraktığımız bir yer...".

Her şey gitmek zorunda... Her şeyi bırakmak zorundayız... Kendimizin ne olduğuna ilişkin düşündüğümüz herşeyi de bırakmak zorundayız ki, gerçekten kim olduğumuzu keşfedelim...

Meditasyon uygulamalarında bir şey edinmiyoruz, farkındalıkla bizim mutluluğumuzun, gerçek durumumuzun önünde nelerin olduğunu görüyoruz... Bir kere gördük mü, bildik mi, o zaman bunları yapmayı durdurabiliriz... Yaşamımızda mutsuzluklara, sıkıntılara neyin yol açtığını görürsek, bunu bırakabiliriz...

"Daha fazla bir şey olmak" ne kadar kuvvetli bir tekrarlanan kalıp yaşamlarımızda... "Farklı biri olmayı istemek", "biri oldurmaya çalışmak kendimizi", "yeterli değilim duyguları"... Başka insanların istediği olmaya çalışmak... (Burada Ram Das'tan da bir pırıltı katmak istiyorum: İnsanlara diyoruz ki, "Ben senin istediğinim." Yaşamda herkese bunu söylemeye çalışıyoruz. Bunu duyduğumda da çok vurucu gelmişti... Tüm "ne düşünürler, ne derler" paranoyasında aslında herkese senin istediğin gibiyim demeye çalışmak mı yatıyor? Kendi payıma, ne üzücü... Bir yaşamı böyle geçirmek... Başkalarının istediklerinin kendiminkinin önünde gelmesi... Ki herkes de benim kadar kayıpken, ne olduğunu bilmezken, üstelik de bilmediğini bilmezken; kendimi onlara göre ayarlamak...)

Hep biri olmaya çalışıyoruz... Yaşamda örnek çok... Meditasyon yapan, manevi yaşamla ilgilenen bizler de bu kalıbın dışında mıyız acaba? Açık zihinli, tepki vermeyen, sakin bir spiritüel insan olmaya çalışıyor muyuz mesela? Özel biri, önemli biri?

Sharda, bırakın diyor... Kendiniz olun... Başka birisi olmaya çalışırsanız, yüreğinizin içindeki mücevherleri keşfedemezsiniz...
(Bu kendiniz olma konusunda "yürekten iletişim”in uygulanabilir bir anlayışı var. Bir gün de onu paylaşmak dileğiyle. 2007 notu: Ah her şey tavında kolay. Şimdi bu bağlantıyı hatırlamıyorum, keşke o zaman yazaymışım.)

Bir referans noktası olmadan ayakta durabilir miyiz? Kim olduğumuzu bilmediğimiz bir yerde durabilir miyiz? “İşte böyle bir yerde yeni bir şey belirmeye başlar”, diyor Sharda... Bilineni bırakmak... Ancak elbette zihni yüreğin derinliklerine salmak büyük güven gerektirir...

Bu sözler -bana göre- çok çok güzel, ilham veriyor... Ayni zamanda böyle sözleri duyduğumda, hep soruyorum kendime, peki nasıl? Anlayışıma göre, ilham aldığım konunun yaşamımdaki dansa katılabilmesi için o yöne doğru küçük de olsa bir adim atmam çok yardımcı... Bırakmak konusunda ne yapılabilir? Önce küçük küçük bırakmalar işe yarayabilir... Yıllar önce Buğday Dergisinde yazdığım yazıyı hatırladım simdi: Kanatlarımdaki Ağırlıklar, Sayı 18, 2002... Bulabilirsem, bu yazıya eklerim, orada birkaç pratik öneri var. Dün Çarşamba oturmasında bedenimizde biriktirdiğimiz duyguları nasıl bıraktığımıza baktık. Her anlamda temizlik, sadeleşme bırakmanın bir uygulaması... Bilgisayar dosyalarımızı, outlookumuzu, mutfak dolaplarımızı, kütüphanemizi, gardırobumuzu temizlemek, sonra kendi zihnimizdeki kendi imajımızı, benim diye düşündüklerimizi bırakmak... "Benim" korkum, "benim" endişem, "benim" bunalımım dediklerimizi bırakmak...

Buda aydınlandığında, (aklımda kalanı yazıyorum, tam sözü bulamadım) "Hiç bir şey edinmedim, bana bir şey eklenmedi." demiş...

Benim gözümün önünde de bu süreç şöyle canlanıyor: Bir ışık düşünün, bir de bunun etrafında bir kabuk... Her bıraktığımızda kabuktan bir parça düşüyor ve oradan dışarı ışık "sızıyor" :)

Tasavvuftaki "ölmeden ölmek" hali yani...

Balonculuktaki "yükselmek, hafiflemek istiyorsan, safra atmak lazım" hali yani...

Ve...

Günün sorusu: Bugün neleri bırakabilirim?

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle.


2007 notu: Farkındalık çalışmaları yaptığımız dönemlerde bu konunun farklı anlaşılabileceğini fark ettim. Genellikle benzer sorular geliyordu: “Ama çocuğumu nasıl bırakırım? Kedimi hayatta bırakamam. İşimi bırakırsam, nasıl geçinirim?”

Burada sözü edilen eşini, işini, evini, çocuklarını, sorumluluklarını bırakmak değil. Benim anlayışıma göre, önemli olan tutunmayı bırakmak. Yapışmayı bırakmak. Gerçek olmayanı bırakmak. İhtiyaç olmayanı bırakmak. Önemli olmayanı bırakmak.

Peki önemli olanı, gerçek olanı, gerçek ihtiyaç olanı nasıl anlayacağız? İşte ona da bilgelik diyorlar. Bilgelik de hap gibi gelmiyor, o an'da olanı fark ederek, gözleyerek oluşuyor, deneye, yanıla, yaşam öğretiyor zaten diyeceğim yaşamdaki sınırlı deneyimimden.

Kaleköy örneğindeki gibi birbirimizin ışığına engel olmadan yaşamanın yolu biraz da bırakmaktan geçiyor mudur dersiniz?

5 Ekim 2007 Cuma

Yaşam Bu; Gelir, Geçer...

Ağustos 2005

Bugün içimde heyecan, hatta coşku uyandıran bir konuyu paylaşmak istiyorum...

1970'li yıllardan beri vipassana ve dharma hocası ve Gaia House'un kurucularından biri olan Christina Feldman'ın bir konuşmasından (Impermanence and Insight–1992) bende kalanlar ve kendi yorumum:

Hepimiz zihinsel olarak, her şeyin değiştiğini biliriz... Aslında hiç bir şeyin sürekliliğine güvenip, ona sırtımızı dayayamayacağımızı da biliriz... Yaşamda her şey gelir ve geçer...

Kalıcı ve sürekli olmayış, gelip geçicilik, fanilik (impermanence) yaşamımızdaki her şeyi yönetir.

"Ben her şeyin değiştiğini biliyorum, bu bilgi benim için yeni bir şey ifade etmiyor", diyorsanız; işte size bu bilginin gerçekten sizin iliklerinize, bilincinize, kalbinizin derinliklerine işleyip işlemediğini gösterecek sorular:

Kendimizi olan bitene direnirken buluyor muyuz?
Kendimizi içimizde olanları kontrol etmeye çalışırken buluyor muyuz?
Kendimizi dışımızda olanları kontrol etmeye çalışırken buluyor muyuz?
İçimizde ve/ veya dışımızda olanlardan korku, endişe duyuyor muyuz?
Yaşamda bir şeylere tutunmaya, bir şeyleri tutmaya çalışıyor muyuz?
Olana bitene isyan ederken duyuyor muyuz kendimizi?

(Bu soruları kendime sorduğumda doğrusu biraz sarsılmıştım. Zihinde bilmekle yürekten bilmek arasında nasıl da fark var! Yürekten bildiğimizi bize, yaşamlarımızın seyri, yaşama karşı duruşumuz öyle de güzel gösteriyor ki...)

"Ah" diyor Christina (aslında çok ciddi görünüşlü biri Christina, böyle demezdi herhalde, biraz Hale'ce oldu :)), "Gelip geçiciliği yürekten anlamanın; yaşamımızı, nasıl baktığımızı, nasıl tepki verdiğimizi değiştirmek üzerinde çok muazzam bir gücü var."

Gelip geçiciliği yürekten anladığımızda, ani bir özgürleşme olur... Deneyimlediğimiz acı, sıkıntı, karmaşanın önemli bir bölümü çarpıcı bir şekilde yok olur... Gerçeği görme, hiçliği anlama yolunda bir kapı açılır...

An be an olmakta olana kendimizi "uyumladığımızda", huzur ve uyum kendiliğinden gelir...

* -meli, -mali'lari (şunu yapmalıyım, bunu söylememeliyim vb);
* dirençlerimizi;
* hoşlanmalarımızı, hoşlanmamalarımızı;
* yansıtmalarımızı bırakabilsek, yasam çok daha kolay olur...
(Bunlar çok bildiğimiz fikirler ancak kendi yaşamımı izlediğimde gördüğüm -meli, -mali enerjisine inanamadım... Yaşamı gerçekten keyifle, yürekten yaşamak yerine, "ayıp olur, sonucu ne olur, öyle istedi, ne düşünür, suçluluk duygusu" kaynaklı yaşamak çok acı değil mi? Canlılık bunun neresinde? Yürekten iletişim anlayışı, "hepimiz iyiyiz, hoşuz ama ölüyüz" diyor.)

Neden gelip geçiciliği yürekten anlamaktan kaçınıyoruz acaba?
Çünkü gerçekten gelip geçiciliğin doğasını anlamak istesek,
* yaşamlarımızı nasıl yaşadığımıza,
* her an'a nasıl tepki verdiğimize,
* başkalarına nasıl tepki/ karşılık verdiğimize,
* kendimizle ilişkimize,
* seçimlerimize,
* değerlerimize,
* neye zaman verdiğimize,
* neye enerji verdiğimize bakmamız gerekir...

Öyle çok zamanı "edinmek, kazanmak, sahip olmak, ulaşmak" için harcıyoruz ki...
Ve öyle çok şeyi sanki hiç gitmeyeceklermiş gibi "çantada keklik" sayıyoruz ki...

Dünyayı tahmin edilebilir, sabit, güvenilir kılmak için uğraşıp duruyoruz...
Tutunmaya çalışıyoruz, geçiciliği inkâr ediyoruz ve böylece kontrolde olduğumuzu, güvende olduğumuzu hissetmeye çalışıyoruz.

Sezgisel olarak hepimiz biliyoruz ki, tüm bu tutunmalar, kurmalar, planlamalar değişimin gel gitlerini durdurmak için hiç işe yaramıyor... Kontrol edemezsek, kurban konumuna düşeriz diye düşünüyoruz.

Oysa gelip geçiciliği anlamak, yaşamın gerçekte ne olduğunu kutlamayı getiriyor... Her an’ın değerini bilmeyi... Hiç bir şeyi "ne de olsa var" deyip, çantada keklik görmemeyi...

Kontrolü bırakmak aslında öğrenmek için kendini açmak demek... Şu anda burada olanla olmak demek...

Bu değişim içinde tutunacağımız bir "merkez" bulmak zor... Tutunmayı, merkezleri, ben'i, sen'i bırakıp, her şeyi birer "süreç" olarak görmek... Ne kadar özgürleştirici... (Bu "süreç" konusunu bir gün ayrıca işlesek...)

(Bir gün çamaşır asıyordum ve aniden geçiciliğin harikalığını görüverdim... Eğer gelip geçicilik olmasaydı, çamaşırlar kurumazdı... Yemek de yapamazdık... Çayda şeker erimezdi... Bebekler büyüyemezdi... Bu metni yazamazdım... Duygularım değişmeseydi, bir duyguda takılıp kalırdım... Hareket edemezdim... Değişim olmasa, yaşam olmazdı... Yaşam ancak değişim olduğu için var... Bu ne kadar harika, sevinç verici bir şey...)

Peki, ne yapalım... Bence hiç bir şey... Yalnızca yaşamı, kendimizi gözlemleyelim: an an gelip geçiciliği görmeye çalısalım... Geçiciliği bilinçli olarak göre göre, bir an birdenbire herşeyi çok açık görüveriyor olabiliriz... Yaşamımız aydınlanıverir...

Şöyle de bitirelim: "Bu yol, tercihleri olmayanlar için hiç de zor değil..."

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle

Hale

2007 notu: Aynen katılıyorum :)

4 Ekim 2007 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler: Halil Cibran

Halil Cibran'ın aşağıdaki mısraları bize Ayşe Keten'den hediye...

Dünkü yazının ardından içimize merhem gibi gelir belki...


Ve bir kadın, "bize acıdan bahset" dedi.

Ve o cevap verdi:

"Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır.

Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneş’i görebilsin diye
kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.

Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini
hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden
hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz

ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi,
aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylayacaksınız.

Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.

Acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir.

Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı
iyileştirmek için sunduğu "acı" ilaçtır.

Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için;

çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri
"görülmeyen"in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir.

Ve size ilacı sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da,
O'nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır."

Halil Cibran

(Ermiş, Halil Cibran, s. 55 - Referans bilgileri için teşekkürler Seda)

3 Ekim 2007 Çarşamba

Şikayetten Ne Öğrenebilirim?

Dünkü yazıyı uzun zamandan sonra tekrar okuyunca, içimden şikâyetle ilgili birkaç söz yazmak geldi. Şikayetten şikayet etmek değil niyetim, tam tersi bu şikayet halini nasıl bilgece kullanabiliriz sorusuna cevap arıyorum.

Şikayet neyi gösteriyor?

Bir şeyden şikâyet ediyorsak, o anda henüz o konuyla ilgili bir şey yapmıyoruz demektir, değil mi? Ne kabul etmişiz, ne de o hali değiştirmek için bir şey yapmışız. Tıkanıp kalmışız. O zaman şikâyet yaşamımızdaki tıkanıklıkları tespit etmek için bir uyarı olarak düşünülebilir.

Şikâyette bazen suçlama da oluyor. Başkasını, kendimizi, yaşamı. Tüm yaşamıma baktığımda suçlama yaparak, rahat ettiğim bir sonuç aldığım tek bir olay dahi hatırlamıyorum. Suçlama pek işe yaramıyor yani. Ama suçlama yol gösterici olabilir, dikkatli bakarsak, dikenin nereye battığını gösterebilir. Kendimizi, içimizde olan biteni, neye özlem duyduğumuzu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Ancak uzun uzun suçlama içeren düşüncelerle zaman geçirdiğimizde, enerjimizi, ömrümüzü boşa harcamış gibi oluyoruz.

Zihnimize bakalım, bir şeyden şikayet etmeye başladığımızda ne kadar süre aynı konuya ilişkin şikayet düşünceleri birbirini kovalıyor? 5 dakika, 15 dakika, 20 dakika? Aynı konuda aylarca şikayet ettiğimiz oluyor mu? Bu yoğun yaşamda hiçbir yere ilerlemeden, dikiş makinesinin takılıp aynı yere onlarca defa iğnesini batırması gibi olduğumuz yere delik açarak geçireceğimiz çok mu zamanımız var? Bir ömrün ne kadarı şikayetle geçiyor acaba?

Ancak şikayet etmemeliyiz demek istemiyorum katiyen. Şikayet aslında dediğim gibi nerede tıkandığımızı gösteren çok iyi bir arkadaş, bir uyarı. İçimizle bağlantıyı gösteren bir enerji. Mesele konuya derinlemesine bakmadan, tekrar tekrar aynı şeyleri düşünüp, söylenerek uzun süreler geçirmek. Zaman ve enerji kaybı.

Bunları yazarken, aklıma yakınlarda okuduğum vipassana hocası Jotika’nın kitabındaki bir paragraf geldi. Bunu paylaşayım: “Yapılacak en doğru şey, sürece daha yakından bakmaktır, iyice, detaylı bir şekilde anlamaktır. Yaşamınızda neye ilişkin olursa olsun sıkıntı, acı, rahatsızlık çektiğiniz herhangi bir konuda, eğer bundan kaçmak ya da bunu aşmak istiyorsanız, en iyi kaçış yolu ona daha çok dikkatinizi vermek, onu iyiden iyiye çalışmak, her detayını tamamen anlamaktır. Tam olarak anlamak bir şeyi aşmak için tek yoldur.” (A Map of the Journey)

Benim için okuduğum, dinlediğim, gördüğüm bilgileri hayata geçirmek çok önemli. O nedenle hep somut, uygulanabilir, açık adımlar arıyorum yaşamda. Bu konuda da biraz çalıştım. Üzerimde denedim. Sizinle de paylaşayım istedim. Sizler de deneyimlerinizi paylaşırsanız, birbirimizin akışına destek vermiş oluruz.

1. Şu anda yaşamımda hangi konulardan şikayet ediyorum?
(Nerede tıkandık bir görelim.)
2. Her bir konudan ne kadar süredir şikayet ettiğimizi yazalım.
3. Yine tek tek konulara bakalım, her gün bu konuda şikayet ediyor muyuz?
4. Şikayete konu olan durum ne kadar sıklıkla oluyor?
5. Aklına başka yararlı soru gelen var mı? Buraya ekleyelim.
(Daha yakından tanıyacağız ya, bu soruları o nedenle soruyoruz.)

Sonra kendimize sorabiliriz: “Şikayet etme durumunu bilgece kullanmak ve aşmak için ne yapabilirim?”

Benim aklıma gelen birkaç cevap şu, siz de aklınıza gelen somut öneri, yöntem, yaklaşımları paylaşabilirsiniz:

1. Birisiyle konuşma sırasında kendimi şikayet ederken duyduğumda, konuşmamı kesebilirim. Yani şikayeti sürdürmeyebilirim. (Burada niyet bastırmak değil, boyutunda tutmak, ilgili kişisinde tutmak. Bu yol tek başına yararlı olmayabilir ama iyi bir başlangıç olabilir)

2. Sürekli aynı düşünceleri tekrarlayıp duruyorsam zihnimde, kendime bir randevu veririm bu konuya bakmak için (Mesela 12 Ekim 21:00 evde gibi, ajandama da yazarım, yazmazsam “boşluklar doluyor”, somutlaşmamış randevu çıkmaz ayın çarşambasına kalıyor). Diğer zamanlarda aklıma bu düşünceler gelirse, “Randevuda konuşuruz, şimdi meşgulüm” derim. Randevuda aşağıdakilerden yararlanarak ya da aklıma gelen başka bir yaklaşımla konuya derinlemesine bakarım.

3. Şikayet ettiğim konuda aslında ne istiyorum, neye ihtiyacım var, onu anlamaya çalışırım.

4. Şikayet ettiğim konuda sıkı sıkıya bağımlı olduğum, bırakamadığım ama yararlı olmayan (beni ve başkalarını mutluluğa götürmeyen) neler var bakarım. Beliren bir şeyler varsa, bunları bırakmaya niyet edebilirim. Ve bırakmayı kolaylaştırmak için küçük adımlar bulmaya çalışırım.

5. Şikayet ettiğim konunun olumlu tarafları nedir, şükredeceğim neler var bu resimde, ona bakarım. (Zira bazen olumsuza odaklandığımız için bütün resmi gözden kaçırabiliyoruz. Olumluyu görmek, olumsuza göz yummak anlamına gelmiyor. Resmin bütününü görmek olanı olduğu gibi görmemize yardımcı olabilir)

6. Şiddetsiz İletişim anlayışını bilenler, şikayet konusunu 4 adımda yazabilirler. Tam olarak ne oldu, gözlemim ne, duygum ne, neye ihtiyacım var ve bu ihtiyacımı karşılamak için nasıl bir istekte bulunabilirim- kendimden, başkasından?

7. Şiddetsiz İletişimde çakallarını konuşturmayı önerirler. Yani şikayet ettiğimiz konuyla ilgili tüm düşüncelerimizi alt alta yazarız. Sonra bunlara baktığımızda tekrarlanan ihtiyaçlarımızı daha rahat görmemiz mümkün olabilir.

8. Elbette konudan konuya değişebilir, ancak başka birine anlatmadan önce kendim konuyu iyice çalışırım. Tüm elimden geleni, yukarıdakileri denedikten sonra, bir kör noktaya gelmişsem, artık kendi başıma bir şey yapamıyorsam, o zaman bir başkasına danışabilirim. Böylece hem o kişiyi gerçekte benim yapmam gereken işlerle oyalamamış, enerjisini almamış olurum, hem de konuya hakim olduğum için gelebilecek doğru olmayan tavsiyelere karşı da korunmuş olurum. Kendi gücümü, sınırlarımı tanımış olurum.

Şikayet ettiğimiz konuları, zihnimizin tutumunu, bırakamadıklarımızı, ihtiyaçlarımızı, olanı olduğu gibi açıklıkla görmemiz ve keyifle akmamız dileğiyle…

2 Ekim 2007 Salı

Yaşamımda Tıkanıklık Hissediyorsam

Ağustos 2005

İngiltere DFP–1 programından- Nisan 2004:
1970'li yıllardan beri vipassana ve dharma hocası, Gaia House'un kurucularından biri olan Christopher Titmuss'un bir konuşmasından:

"Yaşamımızda kendimize göre uzunca bir süredir çözemediğimizi düşündüğümüz bir karışıklık/ tıkanıklık varsa, kendimize şunları sorabiliriz:

* Gerçekten bu konuyu sonuçlandırmaya kararlı mıyım?
* Bu tıkanıklığı gerçekten açmak istiyor muyum?
* Göremediğim ne var?
* Değişim için ne gerekiyor?
* Akışı sağlayacak bilgelik nedir?
* Nedir kabul etmediğim? (Akışı sağlayacak olan tam bir kabullenmedir.)" (Bunu yazarken aklıma bir söz geldi: Sanırım Carl Jung'un bir sözü: "Kabul etmedikçe, hiç bir şeyi değiştiremeyiz." Bu da ayrı bir yazma konusu ama bugün girmeyelim.)

Christopher bu soruları sorduğunda benim de bir süredir ayağıma bağlı bir taş gibi sürüklediğim bir ruh halim vardı: hayatta amacımın, misyonumun olmamasından rahatsız bir halde geziyordum... Gerçekten bunu çözmeye istekli miyim diye sorduğumda birden mideme yumruk yemiş gibi oldum. Çünkü cevabım hayır’dı. Hem çözmek istemiyor, hem de şikâyet ediyordum... Bazen durumu açıklıkla görmek -farkındalık-, değişim, dönüşüm, akış için yeterli oluyor ya, bende de öyle oldu. Bir anda bu sorularla içimde bir şey "tık" etti ve akışa ilişkin küçük de olsa adımlar attım, yıllar içinde adımlar birbirini takip etti...

Simdi "yürekten iletişim" bakışımla buraya eklenebilecek bir soru daha görüyorum: "akmamayla, sabit kalmayla, değişmek istememeyle” acaba hangi ihtiyacımı karşılıyorum? Bu ihtiyacımı net görebilirsem, tıkanma ile ihtiyacımı karşılamak yerine daha talihli, yardımcı başka bir yol bulabilirim.

Bu konuyla ilgili başka bir konuşmadan (Christopher Titmuss-1994):
Her şeyi yaptım ama bir türlü gerçeği göremiyorum, eremiyorum, ilerlediğimi hissetmiyorum vs diyorsanız, işte Christopher Titmuss'un kendinize sormanızı önerdiği soru:

"Gerçeği görmek için, yaşamınızdaki tıkanıklığı açmak için, "koşullanmaları, yapılanmayı" kırmak için ne tür değişiklikler yapmaya hazırsınız? Neleri bırakmaya hazırsınız?"

Bu soruyu kendimize sormak da pek kolay değil belki... :)

Yaşam dansında kendi figürlerimi yapmanın, nasibime düşenlere can vermenin keyfi ve yürekten taşan sevgiyle

Hale

2007 notu: Eklemeden geçemeyeceğim bir konu var. Şimdi kitap elimde yok, o yüzden alıntı yapamayacağım, ancak hatırımda kalanları yazacağım. Kaizen metodu diye bir kitapta bir öneri okumuştum. Açıklama şöyleydi: "İş arkadaşınıza o sabah arabayı park ettiğinde yandaki arabanın ne renk olduğunu sorun. Herhalde suratınıza ne biçim bir soru bu diye bakar. Büyük bir ihtimalle de cevap veremez. Ertesi gün tekrar aynı soruyu sorun. Bu kez aklınızı yitirdiğinizi de düşünmeye başlayabilir. Pes etmeyin. Ertesi gün yine sorun. Bir süre sonra bu kişi arabayı park ederken, yine bu salak bana aynı salak soruyu soracak diye düşünür ve yandaki arabanın rengine bakar." Kitapta diyor ki, aynı soruyu bir süre üst üste sorduğunuzda içinizden mutlaka bir cevap gelecektir.

Bu hikaye bana yalnış bilmiyorsam, Mevlana’nın bir hikayesini hatırlattı. Hatırladığım kadarıyla Mevlana diyordu ki, “Gönül kapısını çalmaya devam et! Yılma, pes etme, çalmaya devam et ki, içerideki “Kim bu kapıdaki?” diye gelip kapıyı açsın.”

Yukarıdaki sorular büyük sorular. Belki bir süre (belki 1 hafta, belki 10 gün) bu soruları her gün sormak ve de bunun için yalnızca 1 dakika ayırmak işi kolaylaştırabilir. Bu yöntemi başka bir konu için uyguladım ve sonuca kendim de şaşırdım. Her gün bir cevap geldi ama 10 günde 10 cevabım oldu ve de cevapların gittikçe derinleşmesi beni çok etkiledi. Üstelik de bunun için günde yalnızca 1 dakika (kimi zaman motorda, dolmuşta, telefonun açılmasını beklerken) ayırmış olmak mucize gibi geldi. Bilmem sizin deneyiminiz nasıl olur. Benden paylaşması.

1 Ekim 2007 Pazartesi

Yaşama Katılmayan Bilgi Üstümüzde Yük Gibi

Likya yolu yazılarından sonra içimden geçen 1997’den beri yaptığım çeşitli inzivaları yazmaktı. Başladım da ancak kısa sürede daha önce niye paylaşamadığımı hatırladım. Bu süreçleri paylaşmak katkı sağladığı sürece yararlı ve nelerin katkı, nelerin engel olabileceğini sezebilmek epey emek ve zaman istiyor. Yine de niyetliyim. Usul usul yazıyorum.

O zamana kadar ne yazsam diye düşünürken, bu süreçten haberi olmayan Çağla’nın eski seyir defteri yazılarını buraya koyma önerisi çok yerinde oldu. Hem bir araya toplanmış olurlar, hem belki yaşamlarımıza bugünlerde katkıları olur, hem de biraz necefli maşrapa görevi görürler :)

Bazı gazete köşe yazarları eski yazılarını yayınlarlar ya, ben de o usul bu seyir defteri nasıl başlamıştı yazısını koyuyorum bugün, azıcık nostalji olsun :)

2 Ağustos 2005

Hani bazen olur ya, bambaşka bir konu hakkında konuşurken, bir suredir tam göremediğimiz bir konuyu başka bir açıklıkla görüveririz. İste bu Pazar günü böyle bir şey oldu...

Bir kısmınız biliyorsunuz ki, gecen aylarda programların üst üste gelmesi nedeniyle birçok kez yurtdışına gittim: farkındalık çalışmasının teorisinin tartışıldığı üç program, vipassana tekniği kullanılarak bağışlamaya ilişkin bir program, Gaia House'ta sessiz günler (hocaların konuşmalarını içeren pek çok da kaset dinlemiştim), dağda tek başına, sessiz bir hafta ve en son da "yürekten iletişim" programı... Hepsinden de elim kolum yüreğim dolu döndüm...

Döndüğümden beri kendimi sıkıntılı hissediyorum... Gecen hafta Gokce, Şafak ve Ayşe ile konuşurken, bu iç ve dış yolculuklardaki gözlemlerimi, deneyimlerimi, paylaşılan bilgileri, yaşananları -uygun koşulları oluşturamadığım için- aktaramamaktan nasıl üzüldüğümü söylerken duydum kendimi... Ve pazar günü birden "paylaşılamayan, eyleme dökülmeyen, yaşama katılmayan bilginin nasıl da yük olduğunu" bir kez daha ama başka bir yoğunlukta gördüm... Deneyimlediklerimi elimden geldiğince, yaşamıma katıyorum ama yetmiyor, paylaşılmak istiyor. Hakikaten kendimi patlamak üzere hissediyorum :))) Ve o nedenle de -doğal olarak- daha fazla deneyimden uzak durur halde görüyorum kendimi...

Bu Çarşamba toplantısında nokta paylaşımlar yapmaya niyet etmiştim ama görüyorum ki yetmeyecek... Bazen işlerin büyüklüğünden, yoğunluğundan gözüm korktuğu zaman yaptığım bir şey var, onu yapmayı denemeye karar verdim: Böyle zamanlarda mikadonun çöpleri oyununu oynuyorum, yani islerin en kolaylarından birkaç tane yapıyorum, sonra başka bir ise geçiyorum. Bir sure sonra tekrar o yığından birkaç is yapıyorum... Böyle böyle işler eriyor... Sona kalan zorlar da -ne oluyorsa- zor gelmiyorlar artik, pıt diye karar verip onları da yapıveriyorum...

Bundan sonra yapabildiğim ve bana keyif verdiği surece her gün notlarıma bakıp, kısaca birkaç satır yazmaya niyetlendim... Beni heyecanlandıranları sizlerle bu yolla paylaşmak istiyorum...

Sizlerden isteğim, arada sırada birkaç satırla ne hissettiğinizi, sizde bu yazılanların nasıl bir etki yaptığını açık yüreklilikle paylaşmanız... Paylaşmak benim için bir ihtiyaç ama aynı zamanda bir geri beslenmeye de ihtiyaç duyuyorum... Emek verip, zaman harcadıklarımın katkıda bulunduğunu ya da bulunmadığını bilmeye ihtiyacım var ki, değişeyim, dönüşeyim, devam edeyim...

İşte böyle... Artık içinizde şahsen tanımadıklarım da var biliyorum... Ama inanıyorum ki hepimiz aynı yöne bakıyoruz: an'a, an'daki farkındalığımızı genişletmeye, deneyimledigimiz bilgiye açık olmaya...

Şu an içimde hissettiğim kıpır kıpır sevgiyle

Hale