31 Ocak 2008 Perşembe

Kazdağları 2005

Nisan 2005

Ve bir hayal gerçekleşiyor…

Jeff Oliver daveti kabul etti ve Türkiye’ye geldi. Kazdağlarında Erguvanlı Ev’deyiz. Türkiye’de ilk Mahasi tekniği ile vipassana inzivası yapılacak. Hazırlık aşaması nasıl güzel ve akışta geçti, anlatamam. Nereden, nasıl duymuşlar bilmiyorum ama İngiltere’den, Ankara’dan, İstanbul’dan hiç tanımadığım kişiler “Ne yapabiliriz?” diye e-postalar attılar. Kimi tercüme yaptı, kimi tercümeleri kontrol etti, kimi yazılardaki Türkçe harfleri düzeltti, kimi metinleri çoğalttı, kimi Jeff’i karşılamaya gitti, kimi kursu duyurdu. Müthiş bir ekip çalışmasıydı. Çok kısa bir zamanda hazırlanıverdik. Elimizde kurs materyalleri, duyuru, tanıtım yazıları. Hala kullanılıyor bu malzemeler. Hani niyet et, niyetin bütün ile uyumluysa, tüm evren destek verir, deniyor ya, okuyuculardan Deniz de yazmıştı ya, öyle bir şey. Gerçi ben mi niyet etmiştim, vipassana mı beni niyet etmişti, bilemem, biraz muğlak benim için, işleyişi tam anlamış değilim… :)

Erguvanlı Ev’e bir gün önce gittik Jeff ile. Niyetim, Gaia House’ta gördüğüm 1 saatlik çalışma meditasyonunu programlayabilmek. Jeff biraz tereddütlü, doğuda böyle bir uygulama yok. Erguvanlı Ev’in yöneticisi Suna da tereddütlü, insanlar orada burada olacak, işler nasıl olur, gözünde canlanmıyor. Ancak iyi bir organizasyonla bunun yapılabileceğini ve günlük yaşamda farkındalık uygulamasının büyük katkısı olacağına inanıyorum ve ısrar ediyorum, daha doğrusu kimseyi dinlemiyorum. Bana göre, uygulama kolaylıkla akıyor. Suna bilge kişiliğiyle harika bir farkındalık hatırlatıcısı oluyor. Mutfakta çalışanların işleri yetiştirmek için telaşlarına verdiği cevapları duyunca, bütün taşların nasıl da yerinde olduğunu düşünüyorum. İnzivadakiler pek çok yönden müthiş destekleniyor, sevgiyle sarıp sarmalanıyorlar diye düşünüyorum.

Türkiye’de bu yöntemle ilk çalışma olduğu için, Jeff ile pazarlık yapıyoruz. Öğleden sonra yemek yememek konusunun insanı huzursuz edebileceğini, o yüzden akşamüstü isteyenler için çorba çıkarmamızı öneriyorum. Jeff için yeni bir süreç, biraz düşünüyor ancak tamam diyor. Hakikaten grupta aç kalmakla ilgili olumsuz geçmiş deneyimleri olanlar var. Bu konuyu grupta konuşuyoruz. Jeff de, ben de niye öğleden sonra yemediğimize ilişkin açıklamalar yapıyoruz. Ancak serbestlik var. Bunun bir zorunluluktan ziyade, seçim olmasını çok arzu ediyorum. İkinci gün çorba yiyenlerin sayısı epey azalıyor. Akşam yine bunun üzerinde konuşuyoruz, herkesin (ben dahil) farkındalığında, anlayışında bir genişleme seziyorum. Üçüncü günün sonunda Suna “Halecim, kimse çorba içmiyor, ne yapsak?” diyor. Özgürlük içindeki bu seçim ve akış içimi ısıtıyor. Şimdiki inzivalarda bu bir mesele değil artık sanırım, geçiş sürecini ilk gruplar tamamladı. Ne güzel.

Başka bir pazarlık da uyanma saatinde. Daha ilk inziva. Jeff "4:30 kalkış" diyor. Gözlerim yerinden uğruyor. Böyle bir program göndersem, kimse gelmez. Uykuya düşkünüz biz. Böyle sıkıya kim gelir! Pazarlıklarla 5:30 ya da 6:00 oluyor uyanış saati. Şimdi tam net hatırlayamıyorum. Ancak kurs içinde Jeff yine grubun desteği ile uyanma saatini öne çekiyor. Gördüğüm herkes mutlu, mesut. Şimdilerde yine bu bir mesele değil sanırım. Öncüler iyi iş çıkardılar. Acaba farkındalar mı? Ne güzel.

Bir çizelge yaptık. Her günkü işler belli. Biri uyanma, yemek, grup meditasyonu için zil çalıyor, birileri bulaşık yıkıyor, birileri bahçeyi suluyor, birileri meditasyon salonunu temizliyor, birileri tuvalet temizliyor, birileri sebze ayıklıyor, doğruyor, herkes grup için bir şeyler yapıyor. Nasıl bir sistem, tıkır tıkır işliyor. En azından benim gördüğüm öyle. Bir yandan kendi içimize bakıyoruz, bir yandan da bütünü destekliyoruz, bütüne katkıda bulunuyoruz. Suna çıkan iş kalitesine inanamıyor, “Nasıl özenle süpürüyorlar, temizlik yapıyorlar” diyor. Ben de görüyorum, bir şefkat var, sevgi var tüm işlerde. Sessizlik içinde akan, şefkat ve özenle bağlı bir aile gibiyiz sanki.

Sabah erkenden kalkıyoruz. Önce birlikte oturma çalışması yapıyoruz. Sonra kahvaltı. Sonra da bütün gün oturma, yürüme çalışmaları. Hocayla birebir konuşma. Hocanın uygulamaya ilişkin gruba yaptığı konuşma. Yine oturma, yürüme. Bütün hareketleri yavaş yapıyoruz. Mümkün olduğunca o anda zihnimizde ve bedenimizde ne yaşıyorsak, ona odaklanıyoruz, gözlemliyoruz kendimizi. Bahçenin her yanı minder dolu, oturanlar, yavaş yavaş yürüyenler. Kimi ağaçları seyrediyor, eğer Jeff’e yakalanırlarsa, Jeff “dışarıyı değil, içinizi izleyin” diyor. Hiç konuşma yok, daha doğrusu öyle olmasına niyet ediliyor. Ancak odada konuşanlar var, sessizliğe bayılanlar olduğu gibi, sessizlikten sıkılanlar da var. Tüm tepkilerimiz bizim günlük yaşamımızdaki halimizin bir kesiti gibi.

Bu ilk inzivaya o kadar çok başvuran vardı ki, bir 9 günlük, bir de 4 günlük inziva yaptık ardı ardına. Bu ilk inzivalara katılanların yolu açtıklarını düşünüyorum şimdi. Onların gayretleri, iyi niyetleri, kararlılıkları pek çok başka insana yol açtı. Harika bir ekip çalışmasıydı, sevinç duyuyorum o günleri hatırladığımda. O zaman kursta benden başka böyle bir inzivada bulunmuş kimse yoktu. Benim canla başla çalışmam anlaşılır bir şey ama farkındalık çalışmaları dışında böyle yoğun bir deneyimden geçmemiş olanlar için ne büyük bir cesaret ve kararlılık. Şimdi nerede ne yapıyorlarsa, farkındalıklarının, içgörülerinin, bilgeliklerinin, şefkatlerinin artmasını diliyorum can-ı gönülden.

Bugün Türkiye’de pek çok kişi var böyle bir deneyimden geçen. Ne mutlu.

Değişik, etkili bir deneyim bu sessiz inzivalar. Katılmamış olanların gözlerinde canlanmıştır belki. Ancak hazırlanarak gitmekte fayda var. Birkaç gün içinde bir inzivaya nasıl hazırlanmak iyi olabilir diye bakıp, yazmaya niyetliyim.

24 Ocak 2008 Perşembe

İnziva Dönüşü- Ölüm Bilinci

Aslında bu kez bir inziva yazısı değil, ama inziva dönüşü yazısı...
30 Mart 2005

Gaia House’taki iyice beslendiğim, silkindiğim, gözümün açıldığı günlerden sonra DFP’nin üçüncüsüne katıldım. Yine zihin açıcı, sarsıcı konuşmalar, uygulamalarla beslendim. Bir yazıda paylaşırım.

Dönüş yolunda uçaktayım. Kalktık, bir süre sonra örtülü bir telaş oldu hostesler arasında. Uçağın ortasındaki acil durum kapılarının önünde oturan yolcuların yerini değiştirdiler. Pilot da biraz sonra bir anons yaptı, “Türbülansa gireceğiz, epey sarsılabiliriz, telaş etmeyiniz.”

“Eh” dedim kendi kendime, “Demek buraya kadarmış. Bu yaşam elbette bir gün bitecekti. Bugüneymiş.” Uçak ara ara sallanıyor. Sakin olmaktan başka ne gelir insanın elinden, havada bir kutunun içindeyim. Okumak üzere yanımda bir kitap getirmiştim ama daha önce fırsat olup da kapağını bile açamamıştım. Kitabı okuyayım bari, dedim. İlk sayfalarını bir açayım ki, şöyle sorular yok mu: “Ölmeden önce ne yapmak isterdiniz? Son gününüz olduğunu bilseydiniz, ne yapardınız?” Pes, dedim tabii…

Bari kendime bu yönde sorular sorayım da, ölürsem hiç olmazsa, ön çalışmayı yapmış olurum, sakin sakin giderim, ölmezsem de, bunları hayata geçiririm.
Daha önce defalarca buna benzer soruları sormuşluğum var dönem dönem… Ölüm bilincinin yaşam kalitesini artırmak için en önemli ve etkili değişim elemanı olduğunu biliyorum

Yazdım:
Ölmeden önce ne yapmak isterim?

İlginçtir 4 madde çıktı, aynen yazıyorum:
- Bir kere ardımda kalanlara en az iş düşecek şekilde mümkün olduğunca hazır olmak isterim.
- Tartışmalı, sıkıntılı, huzursuz bir ilişki bırakmak istemem.
- Bana emeği geçmiş olanlara istediğim şekilde teşekkür etmiş olmak isterim.
- Elimden geldiğince farkındalığımı artırmış olmak isterim.

Bu kadar. Biraz şaşırdım. Baktım, seyahat etmek istemiyor muyum, yeni bir şeyler denemek istemiyor muyum. O zaman bir şey çıkmadı. Bu dört madde tamamlanmış hissettirecekti beni.

İlk maddenin altına, evdeki eşyaların sadeleşmesi, içinde para olmayan banka hesaplarının kapatılması, borçların ödenmesi, borç alınanların bir yere yazılması, emanet aldığım eşyaların üzerine not yazılması ve düzenlediğim çalışmalara ilişkin bilgilerin başkalarına da aktarılması, belki web sayfası düzenlenmesi gibi maddeler vardı. Bunların çoğunu dönüşte kısa zamanda gerçekleştirdim. İçim ne kadar ferahladı anlatamam. Sanki yükmüş bunlar. Tamamlanmamış, ucu açık kalmış işlermiş. Mümkün olduğu kadar açık uç bırakmamak ne kadar harika bir duygu, ne hafiflik, zihinde nasıl dinginlik sağlıyor. Zihnimiz karışık diyoruz ya, dinginliği sağlamamın yollarından biri de yaşamı sadeleştirmek, yürüdükçe adımları tamamlayarak diğer adımı atmak. Vicdan, ruh rahat akıyor o zaman. En azından benim tecrübem bu...

İkinci madde, tartışmalı, huzursuz ilişki bırakmak istemememdi. Bunun için bir liste çıkardım. 10 kişi çıktı. Bunların bazılarına telefon açtım, birkaçına e-posta yazdım. Bir kısmıyla gıyaplarında konuştum, affetmeye niyet ettim. Bir iki kişi öyle kaldı, ne yapayım bilemedim. Affetmek için biraz daha zaman geçmesi gerekti. Ama bu madde de içimi bir rahatlattı. Oh, çoğu tahminimden, kafamda kurduğumdan çok daha iyi bir şekilde akışa katıldı.

Üçüncü madde ise teşekkür etmek istediklerimdi. Yine bir liste yaptım. Bu liste epey uzundu. Yine kimine mektup yazdım, kimi ile buluştum, sözlü olarak teşekkürlerimi söyledim, kimine hediye aldım, kimine ise yine gıyabında teşekkür edip, iyi dileklerde bulundum birkaç gün boyunca. Şimdi listeye bakıyorum, ziyaret etmeyi planladığım iki kişi ile görüşmemişim. Onları programa alayım bugünlerde.

Dördüncü madde farkındalığımı artırmaktı. Farkındalık benim için gerçekle bağlantıda olmak. Ne kadar farkındaysam o kadar gerçekle bağlantıdayım diye düşünüyorum. Bu yönde çalışmalara devam ettim sonrasında.

Haziran 2006’da bu soruların daha da gelişmişini soracağım kendime, sonrasında da kendi başıma uzun bir inzivaya gireceğim. Onları da anlatırım.

Şimdi olsa, yine aynı soruyu sorsam ki, sordum, sanırım birkaç madde daha eklenirdi. Yaşamımın bu dönemine kadarki deneyimlerimi yazarak, paylaşabilmeyi istiyorum. Bu benim için bir nevi de tamamlanma. Bu blog dışında bir de sosyal hizmete ilişkin bir site hazırlıyorum bütüne nasıl katkıda bulunabileceğimize ilişkin fikirler, deneyimler içeren. İçimden coşkuyla akıyor. Başka hayallerim de var. Tabağımı epey doldurdum son aylarda. Bir arkadaşım “Neden?” diye sordu. “Yaşama olan aşktan” dedim. İçimde müthiş bir aşk hissediyorum. Bu yaşamdan ayrılmadan, yaşamdan aldıklarımı bir daha evrende olmayacak bu Hale sisteminde damıtarak/sentezleyerek, yaşama katkıda bulunmak istiyorum. İçimde nasıl bir heves, şevk ve coşku anlatamam.
Ölüm bilinci neyin önemli olduğunu görebilmemde de müthiş yardımcı... Zamanımı, enerjimi nerelere yatırdığıma dikkat etmemi hatırlatıyor bana. Yaşam kalitesini artırıyor. İnsanoğlunun en büyük zorluğu, ölüm korkusudur derler. Modern psikoloji çeşitli kuramlarını bunun üzerine kurmuş anladığım kadarıyla. Belki. Ancak benim için bir simya makinesi adeta, çeşitli madenlerden altın üretiyor kimi zaman...

Ölüm geldiğinde gönül rahatlığıyla hazırım diyebilmeyi çok istiyorum. Geride pişmanlıklar, keşkeler, tamamlanmamışlıklar bırakmadan, “eh dolu dolu yaşadım ne de olsa” diyerek rahatlıkla akabilmek istiyorum… Bunun için de her an geçmişe ölmeyi, her an yeniden doğmayı ve dolu dolu yaşamayı diliyorum…

Aslında yazı bitti ama bir ek yazmak istiyorum. Döndükten 10 gün sonra belki de ermişlerden biri olan seksenli yaşlardaki Tayyip Amca aradı, beni hararetle görmek istediğini söyledi. Öyle bir telaş halindeydi ki, ne oluyor anlamadım. Artık rastlantı mı, düzen eseri mi bilmem, o gün katıldığım bir toplantıda karşılaştığım arkadaşım Tevfik ertesi gün Büyükçekmece’ye gidiyormuş, beni götürebileceğini söyledi. Sabahın 8inde Tayyip Amca’nın kapısındaydım. Uzun uzun bana bir şeyler anlattı Tayyip Amca. Çoğu anlattığını anlayamadım. Bana kitaplar verdi, kitap isimleri yazdırdı. Öğütler verdi. Oradan çıkınca, allak bullaktım. Sahilde yürüdüm, belki bir saat ağladım. Niye ağladığımı da anlayamıyordum ama oy oylarla ağlamak geliyordu içimden. Oysa birkaç saat boyunca yalnızca Tayyip Amca'nın yaşama dair sözlerini dinlemiştim.

Duyduk ki, çok kısa bir süre sonra Tayyip Amca bu dünyayı bırakmış. Son görüşümmüş. Kendi anlamıştı demek, ben de bilincimin başka bir bölgesinde anlamışım herhalde. Ölüm öylesine yakın ve ne zaman geleceği çoğumuza açık olmayan bir bilgi… Tam şu an ne kadar değerli. Bir sonraki an ne olacağı belli olmaz.

Haydi bugünden başlayalım. Ölüm tarihim belli olsaydı, “neyi değiştirmek isterdim yaşamımda?”, “ne istesem yapabilseydim, ne yapardım?”

23 Ocak 2008 Çarşamba

Gaia House- Affetme Üzerine- 2005

18 Mart 2005

Hala Gaia House’tayım :) 4 günlük çalışma inzivasından sonra birkaç gün sessizlik içinde yalnızca oturma ve yürüme çalışması yaptım. Geri kalan zamanlarda da kütüphanede kasetlerden hocaların konuşmalarından bazılarını dinledim. Öyle çok konuşma var ki, bir duvar dolusu. Bazı dinlediğim konuşmaları farkındalık yazıları altında yazdım burada zaten. Birkaç da konuşmanın kasedini satın almışım. Dinleyip, size aktarırım belki zaman içinde. Acaba hala alınabiliyor mu bu konuşmalar, Gaia House’un sitesine bakmalı (
www.gaiahouse.co.uk ) . En azından içinizden ilgilenen varsa, aklınızda olsun. Belki bizimle de paylaşan olur :)

Bunu yazdım ama meraklıyım ya, gidip kendim baktım. “Recorded Talks” diye bir başlık altında çeşitli hocaların konuşmaları var. Çok değil ama yine de konular güzel. Hayalkırıklığının bilgeliği, sabır, alışkanlıkları kırma gibi konularda konuşmalar var. Ayrıca ölüm, affetme, dinleme üzerine de yönlendirilmiş (guided) meditasyonlar var. Üstelik de MP3 olarak alınırsa, bir konuşma 5 YTL gibi bir fiyata geliyor ki, bana makul geldi, postasıyla falan.

Parantezi kapatalım… :)

Gaia House’ta bir programa daha katılıyorum: Bağışlamaya Doğru (Towards Forgiveness). Hocası Bhante Bodhidhamma. O da sonradan Satipanya Merkezinin idarecisi oldu. (
www.satipanya.org.uk) Hızlı konuşan, ama zeki ve komik bir adam. Psikolojik danışmanmış önceden, insan ruhundan farklı bir yönden de anlıyor yani. Konuşmalarında epey eğleniyor diye düşünmüştüm o zaman, ben de dinlerken içimde kıkırdama sesleri duyuyordum… Herhalde yaptığım alemlikleri hocanın ağzından duyunca, komik geliyordu, ciddiyet yerini bir hafifliğe bırakıyordu… Hani şu “ne şaşkınım ya” hali var ya, o…

Bhante Bodhidhamma bütün çalışmayı şu cümle üzerine kurdu: “Kendi terapistiniz olun.”

Sonra biraz teorik temel oluşturması için, zihnin nasıl çalıştığını anlattı. Ardından da uygulama yaptık neredeyse iki tam gün… Çok güzel ve etkiliydi… Hatta oradan dönüşte, biz de farkındalık grubunda uyguladık, güzel geribildirimler geldi… Hatta Buket bununla ilgili bir yazı yazmıştı, bulursam, onu da koyayım bloga.

Burada daha ziyade teori kısmından birkaç noktayı paylaşmak istiyorum. Vipassana uygulaması bilmeyenler için, uygulama hem havada kalır, hem belki uygun olmaz diye düşündüm zira… Olur da (ki gidişat öyle gibi) vipassana uygulamasını burada paylaşırsam, affetme uygulamasına ilişkin de bir yazı yazarım Bhante Boddhidhamma’nın da çalışmasını içeren.

Bhante Boddhidhamma, “Zihnimiz kılıktan kılığa, halden hale giriyor. Peki bu zihin hallerini nasıl yaratıyoruz?” diye başladı. Zihni bir köpük baloncuğuna benzetelim. Bu baloncuğun dış zarı çok hassastır. Bu zara bir şey dokunduğunda, hemen bir his oluşur ve de bu hisse ilişkin bilinç ortaya çıkar. Dokunma olduğunda baloncuğun içinde dalgalanma oluşur.

Diyelim bir kuş ötüyor. Aslında orada olan hava dalgalarının kulak zarına basınç uygulaması ve zarı aşağı yukarı hareket ettirmesidir. Bir dokunma hali yani. Bu his baloncuğun içinde tercüme edilir ve kuş sesi haline gelir. Hatta kimi zaman içimizde coşku oluşturur, baharı düşünürüz, zihin bir hikaye yaratır. Kuş coşku içinde şarkı söylüyor diye düşünürüz, içimiz pır pır eder. Tabii belki de bir kedi yuvaya yaklaşıyordur, alarm ötüşüdür, bunu bilmeyiz. Aslında olan tam olarak neydi? Kulak zarımızda aşağı yukarı basınç. Gerisini zihnimiz yarattı. Yaşadığımız dünyayı aslında kendimiz yaratıyoruz, elbette madde dünyası hepimiz için aynı. Ancak hepimiz farklı iç dünyalarda yaşıyoruz. Kendi yarattığımız dünyalarda. Bana başım ağrıyor dediğinizde, ne demek istediğinizi anlarım, zira benim de başım ağrıdı daha önce. Ama sizin baş ağrınızı bilemem. Kuşun ötüşünü kendimize göre yorumlarız. Yorumlarımızdan yarattığımız dünyamızda yaşar dururuz.

Aynı şekilde sert bir söz duyduğumuzda, yine aynı mekanizma işliyor. Kulak zarımızda tam tam çalınıyor (hoca böyle demedi tabii ama birden gözümde öyle canlandı). Tabii bir de karşımızdakinin yüz ifadesini görüyoruz. Bunlar dış zara dokunuyor, sonra içeride dalgalanma oluşuyor ve geçmiş koşullanmalarla, deneyimlerle, alışkanlıklarla, hikayelerle renkleniyor, şekilleniyor ve ortaya bir hikaye çıkıyor. Ve kızıyoruz.

Karşımızdaki genellikle bize bir kere bir laf ediyor, diyelim ki “Çok sorumsuzsun, nasıl bu işi yapmadın” diyor. Sonra biz bu sözü zihnimizde bütün gün evirip çevirip tekrarlıyoruz: “Nasıl bana sorumsuz der. Sorumsuz kelimesini ben ona ödetmesini bilirim. Bana sorumsuz demeden önce kendisine baksın. Sorumsuz ha, sorumsuz” Bazen bütün gün yetmiyor, bir hafta boyunca bu kelimeyi tekrarlayıp duruyoruz. Oysa karşımızdaki bir kere söylemişti, biz onlarca, hatta belki yüzlerce kez. Sonunda kocaman bir öfke yaratıyoruz tabii. Ve “günümü mahvetti, bütün keyfim kaçtı” diye karşımızdakine daha da kızıyoruz.“

Bhante Boddhidhamma diyor ki, “Eğer zihnimizdeki huzursuzluğu, acıyı karşımızdakinin yarattığını kabul edersek, bu acıyı durdurmak, ortadan kaldırmak için, yapabileceğimiz tek bir şey olur: bu insanı ortadan kaldırmak. Oysa eğer acıyı yaratanın kendim olduğunu fark edersem, bir çözüm yolu görebilirim.

Yaşamda acı çekmek seçime bağlıdır (suffering is optional). O baloncuğun içindeki dalgalanmanın bir yerlerinde, eski koşullanmalar sebebiyle vereceğim tepki şekillenir. İç tepkiyi kendim yaratırım yani. Burada elbette psikolojik acıdan söz ediyorum. Fiziksel acıda durum farklı.

Eğer içimdeki acıya başka biri neden oldu dersem, çözümsüz kalırım. Ama içimdeki acıyı kendimin yarattığımı fark edersem, o zaman nasıl yarattıysam, öyle de çözerim, eritirim, ortadan kaldırırım.

Psikolojik acım için tüm sorumluluğu üstlenmek, yalnızca bu acıya ilişkin şifalanmama yardımcı olmaz, aynı zamanda başkaları beni hırpalamaya çalıştıklarında da nasıl hırpalanmayacağımı öğretmiş olurum kendime… Kimse bize psikolojik acı veremez. Ve sorumluluğu üzerimize alırsak, içimizdeki tüm acıyı eritebiliriz. (Burada tüm’ün altını birkaç kez çizdi.) Ümit veren bir resim, değil mi?

Biz başkasına acı verdiysek, peki? (Burada bir ekleme yapmak istiyorum. Şiddetsiz İletişim bu konuyu çok güzel anlatır. ‘Neden’- ‘tetikleyen’ ayrımı yapar. Eylemimiz başkasının üzülmesine ‘neden’ olmaz ama onun üzülmesinin tetikleyeni olur. Neden, kendi zihnindeki hikayelerdir. Çünkü üzülüp üzülmemeyi seçebilir.) Belki hareketimiz, sözümüz karşısında karşımızdaki üzülmüş olabilir. Burada “Ne yapalım, kendi zihni hikaye uydurdu, kendi kendini üzdü” deyip de işin içinden sıyrılamayız tabii. Ayaklarımızı yere basalım. Dış dünyada domino etkisiyle bir hareketlilik var. Hepimiz bunun farkındayız. Her hareketimizle, sözümüzle dünyaya bir enerji göndermiş oluyoruz ve bunun sonuçlarını da yaşayacağız elbette. Yani ağzımızdan çıkanın sorumluluğu yine bizde.

He-man’di galiba bir çizgi film kahramanı vardı: “Güç bende artık” diye bağırırdı. Bizim de “Sorumluluk bende artık” diye bağırma zamanımız geldi belki de. Sorumluluğu üstlendiğimizde, hem müthiş bir özgürlük, hem de gelişme, bilinçlenme yolunda rahat ilerleme imkanı oluyor. Kolay mı! Bana göre, değil. Hemen oluyor mu! Deneyimime, gözlememi göre, hayır! En iyi ilk adım ne? Bana göre, nerede sorumluluğu aldığımızı, nerede sorumluluğu üstlenmediğimizi gözlemek hayatımızda. Değiştirmeyi falan boş vermek önce. Sadece gözlemek. Sadece ne oluyor fark etmek.

Bir Bhante Bodhidhamma, bir benim deneyimler saç örgüsü gibi örüyoruz konuyu, umarım karışık olmuyordur.

Bodhidhamma devam ediyor: “Birisine ters bir şey yaptığımızda ya da söylediğimizde, içimizde utanç ya da suçluluk duygusu oluşuyor bazen. Neden? Çünkü kendi gözümüzdeki imajımıza uygun olmayan bir şey yaptığımızı hissediyoruz.” Haydi zihinde bir dalgalanma. Bir de o sözün ya da hareketin sonuçları var, kimbilir domino taşları hangi yöne düşüp, neleri yerinden oynatacak!

Bu halde içinizdeki utanç ya da suçluluk duygusunu fark edin ve yaptığınız hareketin sonucunda bunların ortaya çıktığını, zihninizde dalgalar oluştuğunu da fark edin. Sonra da bu duyguların tamamen kendilerini ifade etmelerine izin verin.” Burada dış dünyaya ifade kast edilmiyor. Zihinde ve bedende tükenene kadar onlarla oturun, onları izleyin, denilmek isteniyor. Bazen küçük çocuklar kendilerini yerden yere atarlar ya, psikologların önerdiği, öyle durun, tepki vermeyindir benim bildiğim. İşte öyle, bu duyguları bırakın, iyice, sonuna kadar yaşansınlar. Zaten her doğan, ölür ilkesi gereği, bir süre sonra bitecektir. “Hepsi bu. Kendi içinizde yarattığınız iç sorun bitmiştir. Bu kadar. Tabii bu demek değil ki, işten atılmayacaksınız ya da arkadaşınız size küsmeyecek. Bunlar sizin kontrolünüzün dışında. Ekilen tohum elbette yeşerecek. Dünyaya bir birim güç koydunuzsa, o bir birim güç bir şeyleri ittirecek. Ama iç dünyanızda zihninizin dingin olmasını siz yaratıyorsunuz.”

Bodhidhamma söz etmemiş ama tabii telafi edilecek, tazmin edilecek bir şey varsa, zihinde bu utanç ve suçluluk duygusu tükendikten sonra, şefkat duygusuyla, karşımızdakinin yaşamına güzel bir şekilde katkıda bulunmak arzusuyla bunları yapmak da iyi olur. Bu kez de farklı bir domino etkisi yaratırız. Yaşam oyun gibi değil mi!

“Bazen utanç duymayın, suçluluk hissetmeyin deniyor. Bir kere bu mümkün değil, bunlar doğal süreçler çünkü. Üstelik de bu duygular çok iyi öğretmenler, rehberler olabilir. Çünkü biliriz ki, bu hareketi yaparsam ya da sözü söylersem, utanç ya da suçluluk duygusu gelecek sonunda ve sonuçlarının da ne olacağını tam olarak bilmiyorum. O sözü söylemekten ya da hareketi yapmaktan vazgeçebilirim. (biraz şiddetsiz iletişim ruhu: Ya da en azından o sözü söylemek istememin altındaki ihtiyaca bakarım, bu ihtiyacı karşılamanın daha uygun yolları var mı, bunu araştırırım.)

“Bazı hallerde birini affedemiyorsam ne olacak? Affedememenin altında ‘affetmeyeceğim!’ hali vardır genellikle. Sanki yumruğumuzu sıkmışız gibi. O zaman o halle kalın, orada durun, o sıkılı yumrukla oturun, onunla durun ta ki o yumruk açılana kadar. Genellikle yumruğun içinde büyük bir acı, belki yas duygusu vardır. O acıyı tutuyoruzdur. Ancak dışarıdan nefret gibi görünür bu hal. Bu acıyı, bu incinmişliği, bu üzüntüyü, bu yas duygusunu kabul etmediğimiz, bu duyguları dolu dolu yaşamak için kendimize izin vermediğimiz sürece, yumruğumuzu açmayız.”

Meditasyonlarda belki yaşamışsınızdır, eğer bedeninizin bir yerinde gerginlik görürseniz, vipassana hocası ‘bunu gevşetmeyin’ der. Sadece o gerginliğe odaklanın, bakın, gözlemleyin. Vipassananın en harika kısmı bu benim için belki de. Mucize gibi kısmı. Öyle bakarken siz, hiçbir kontrol, manipülasyon, değiştirme olmadan, gözünüzün önünde gerginlik açılır ve gevşeme yaşarsınız. Doğal haline döner. Bayılıyorum bu hale, öyle dur bak yalnızca.

Aynı şey duygularımız için de geçerli. Bhante Bodhidhamma’nın yumruk örneğinde de aynı şeyi yapmak mümkün ve işe yarayabilir, kendim yaradığını deneyimledim. Öyle o affedememe haliyle oturun, neyse içinizde olan, öyle onunla oturun, ona bakın, sessizce, bir şeyi değiştirmeye çalışmadan, kaçmaya, yok etmeye, temizlemeye çalışmadan, öylece yanında oturun. Büyük bir ihtimalle bir süre sonra o yumruk açılacaktır. Kendi deneyimimde içimde bir şefkat duygusu oluşuyor bir süre sonra, bedende bir rahatlık... Her şey gözüme çok başka görünebiliyor. Bazı dersler açıklıkla beliriveriyor önümde.

Söz çok. Epey malzeme oldu bugün. Yine de son bir temayı daha paylaşmak istiyorum bu çalışmadan.

İntikam duygusundan söz etti hoca, dedi ki “Amerika’da idamı izlemek mümkün. Tespit edilen o ki, çocukları öldürülen anne babalar, öldürenin idamını izlediklerinde tatmin olmuyorlar. İşkence görsün istiyorlar, idam tekrarlansın istiyorlar. İntikam duygusu böyle bir şey. Çinlilerin güzel bir sözü var: İntikam almak isteyen iki mezar kazmalı. Karşımızdakini ne kadar cezalandırırsak cezalandıralım, tatmin olamıyoruz.”

Kendi yaşamlarımıza bakalım, kızdığımızda karşımızdakinin bizim kadar acı çekmesini istediğimiz oluyor mu? Canını acıtacak sözler söylesek de, bir türlü içimizdeki acı hafiflemiyor değil mi? Belki iç huzurumuz için, cezalandırma isteğimizin haklılığına tutunmayı bırakıp, başka ne yapabiliriz ona bakabiliriz. Çinliler haklı olabilir.
Bizde de anneannemin anlattığı bir hikaye var: Adamın biri kendisine kötülük yapmış bir komşusuna çok kızmış. Kapısına gitmiş, demiş ki “Bana bak, beni daha kızdırma, var ya seni şu kulağından tutar, diyar diyar süründürürüm.” Karşısındaki işi biliyor, demiş ki, “Sen de benimle olduktan sonra”…

Belki de affetmenin ilk adımlarından biri bu tutunmayı bırakmak ve zihni farklı bir oluşuma açmaktır…

Bu konu çok güzel ve bence çok önemli. Yazarken, içim de enerji ve heyecan doldu. Tekrar bu konuda ancak farklı detayları yazmak dileğiyle…

22 Ocak 2008 Salı

Gaia House'ta Tekrar Çalışma

11 Mart 2005

Kasım 2004’de DFP’nin ikincisine katıldım. Sonrasında farkındalık çalışması iyice genişledi. Grupların sayısı arttı, bekleme listeleri bile oluştu. İlgiye şaşkınım ama elimden geleni de yapmaya gayret ediyorum. Epey yoruluyorum, ev bir merkez havasında. Her gün grup grup insan geliyor, gidiyor. Tarçın, karanfil, ıhlamur kokan çaylar içiyoruz. Kimi gruplarla aile gibi olduk, hatta ailemden sık gördüklerim vardı. Çalışma gittikçe gelişiyor, ben de süreçte pek çok şey öğreniyorum. Üstelik neredeyse her gün birkaç kere düzenli oturma çalışması yapıyorum gelenlerle, bu yönden keyfime diyecek yok. Ancak diğer yandan sürekli ev temizliyorum, faturaları denklemeye çalışıyorum. Birkaç topu havada döndürmeye çalışıyorum.

DFP’nin üçüncüsüne katılmak için yine İngiltere’ye gideceğim. Bu kez öncesinde Gaia House’a gidip, birkaç çalışmaya katılmayı düşündüm. Kendim ne kadar beslenirsem, çevreme de o kadar yararım olduğunu biliyorum. Tam o sırada zarf içinde bir hediye geldi, bu seyahati mümkün kılan. Şaşırdım. Ama tüm bu sürecin büyük destek gördüğünü gözlemleyecek kadar çok olay olmuştu zaten şimdiye kadar. Destek aslında benim üzerimden sürece geliyordu…

Burma’da birlikte hoca görüşmelerine girdiğimiz, hatta inziva sonrasında yürüyüşlere gittiğimiz Kanadalı Judy ile yazışıyorduk bu arada. Burma’daki hoca U Dhammarakhitta’nın Budist rahipliğini bıraktığını yazdı. Vikingler çizgi filmindeki Vicki’nin aklına bir düşünce gelince, etrafında yıldızlar uçuşurdu ya, bende de aynen öyle oldu. Hemen adresini istedim. Bir e-posta yazdım, Türkiye’de bir inziva yapmaya davet ettim. Bir aydan fazla cevap yok. Artık ümidi kesmiştim ki, Jeff’ten cevap geldi. Daveti sevinçle kabul ediyordu. Yer zaten belli gözümde: Kazdağlarındaki Erguvanlı Ev- www.erguvanliev.com .

Başka bir mesajı ararken, duyuru mesajını buldum şimdi, demişim ki: “Yaşam hepimize nicelerini nasip etsin... Biliyorsunuz, bu farkindalik calismasini Hindistan'da ilk ogrendigimde kalbime tık diye oturmustu. "Tamam" demistim "iste bu." O zaman bu zamandir, bir hayalim vardi: Turkiye'de de bu tür calismalari yapabilmek. Iste o hayal gerceklesiyor galiba. 9 gunluk yogun farkindalik calismasi yapabilecegiz gibi gorunuyor Kazdaglarinda. Hayallerin gerceklesmesini yasam hepimize nasip etsin...”

Artık Gaia House’a gitmeyi daha bir ister oldum, böylece kurs düzenlemeye ilişkin birkaç ayrıntıyı da toparlarım diye düşünüyorum. Gaia House’ta ilk katılacağım program bir çalışma inzivası yine ama daha önce katıldıklarımdan farklı. Bu herkesi içeriyor. Hoca Martin Ayward. Fransa’daki merkezinin idarecisi aynı zamanda. (
http://www.moulindechaves.org) Güzel konuşmalar dinliyoruz. Ancak yine en çok çalışma sırasında kendimi izleye, izleye öğreniyorum. Bir durumu paylaşayım:

Bir gün beni kapı zımparalama işine verdiler. Binanın bir katını restore ediyorlar, birileri kapı zımparalıyor, birileri duvardaki delikleri alçıyla kapatıyor, birileri de boyaya başladı. Zımpara işi çok yorucu. Kollarım ağrıyor, daha ziyade de bileklerim. İçte yine söyleniyorum tabii. Ama zihnim çok uyanık, elden geldiğince de her şeyleri izliyorum. İş epey kolaylandı, son bir kapı kaldı. Tam ona geçeceğim ama kollarım bitmiş halde, işin sorumlusu “istersen, bırak, yerdekileri topla” dedi. İçime baktım, sevinçli, oh yerdeki naylonu, çöpleri toplamak, yerleri süpürmek eğlence gibi. Ancak içimde bir başka düşünce hızlı davrandı ve ağzımdan şu sözlerin çıktığını duydum: “Yok, yok, çok az kaldı zaten, şu kapıyı da bitireyim.” Bunu söylediğime inanamadım. Kendimi soktuğum cendereye şaşırarak, gittim son kapıyı zımparalamaya başladım. Aradan belki bir on dakika geçti ki, yangın alarmı çaldı. Haydi, hep birlikte bahçeye çıktık. Ne olmuştu, şimdi hatırlamıyorum. Orada bir yarım saat kaldık. Sonra da iş saatimiz bitti, geri dönmedik.

Birdenbire durumu farklı bir açıdan gördüm. Eğer orada yaşamın bana sunduğunu ve içimin de neşeyle kabul ettiğini yapsaydım, aslında çok daha işe yarar bir şey yapmış olacaktım. Ortalık toplanmış olacaktı. Oysa bütün o karışıklığı sorumlu kendi başına toplamak zorunda kaldı bizden sonra. Epey düşündüm bu olay üzerine sonradan.

Acaba yüreğimizin şarkı söylediğini yapsak hep, yaşamımız nasıl olurdu? Ya yüreğimizin şarkı söylediği hepimizin iyiliğine ise? Olabilir mi? Belki en iyisi deneyip, görmek...


21 Ocak 2008 Pazartesi

Kazdağlarında 3 gün tepelerde yürüyüş...

Ağustos 2004

Çalıştığım TCYOV Vakfından tanıdığım, İsviçre’de yaşayan Yakup’un bir kere gördüğüm eşi Suna’dan bir telefon geldi: “Kazdağlarında bir merkez açmak istiyoruz, bir gelip, bize konsepte ilişkin fikir verir misin?” Aylardan Ağustos, farkındalık grubu yok, dönüşüm oyunu da pek yok. Bir tek Bora ile çocuklar için ekoloji atölyesi yapmışız bir yaz okulunda, ama onun da üçüncüsü olacak mı belli değil. Çantamı topladım, çadırımı, uyku tulumumu da aldım, niyetim 3-4 gün Suna’larla çalışıp, sonra sahilde bir kamp yerinde çadır kurup, sessiz birkaç gün geçirmek. Neydi o atasözü: “Kul kurar, kader güler” miydi :)

Şu meşhur kader var ya, yine har har ağ örüyor, benim haberim yok ama siz hazırlıklı olun. Otobüsle Kazdağları’nın eteklerindeki Küçükkuyu’ya geldim. Oradan da Yeşilyurt Köyüne. Taksi beni takur tukur bir yollardan inerek, bir binanın arkasında bıraktı. Suna beni karşıladı. Derme çatma bir pansiyona gidiyorum diye düşündüğüm yer, köye arkasını vermiş, çam ağaçlarına bakan, sarı taştan çok güzel bir bina. Kahvaltı zamanı. Bir de güzel kahvaltı, yok yok, yöresel peynirler falan. Hafif şaşkınım.

Yoga eğitmeni ve şiatsu uygulamacısı olan Suna ile birbirimize kanımız ısındı. Hayata bakışımızda, deneyimlerimizde, duruşumuzda benzerlikler yakaladık konuştukça. Gelenlerin sessizlikte kendilerini dinleyecekleri, tanıyacakları, farkındalıklarını artıracakları bir merkez hayal ediyordu Suna, yanlış hatırlamıyorsam. İçim yerinden hopladı bu hayali duyunca. Tam vipassana inzivası olacak yer diye düşündüm. Nereden nereye. Ama tabii o zaman hoca falan yok, güzel bir hayal.

Suna’nın işletme tecrübesi o zaman yok. Daha pek çok temel konu havada. 3-4 gün diye geldiğim yerde, tam bir ay kaldım. Elimi sürmediğim iş kalmadı. Hatta çevrede bir yürüyüş rotası bulup, bir gün üşenmedim, mavi boya ile tüm rotayı işaretledim. Rotanın tarifini yazdım, belki gelenler yürüyüş yapmak ister diye. 3 yıl sonra ben de başkalarının çizdiği işaretleri izleyerek, Likya yolunu yürüyecekmişim. Yaşam böyle bir şey, tamamen dayanışarak ilerliyoruz. Bütüne her koyduğumuz belki de kat kat bize geri dönüyor.

Erguvanlı Ev’deki yoğun günlerin sonunda 3 gün sessizlik yapıp, öyle eve döneyim istedim. Her gün yürüyüşe gittim. Kendi başıma tepelerde yürüdüm. Yolda mecbur kalmadıkça kimselerle konuşmadım. Çok ilginç deneyimler yaşadım. Birini paylaşayım: Erguvanlı Ev’den kaplıcaya yürüdüm. Kaplıcanın arkasından bir ana yola çıktım. Adatepe’ye yürüyebilir miyim acaba diye düşünüyorum bir yandan. Yolda kimseler yok. Nerede olduğumu da kestiremiyorum. Bir anda arkamda bir köylü kadın belirdi. Adatepe’ye nasıl gidebileceğimi sordum. Tam bulunduğumuz yerin karşısındaki bir toprak yolu gösterdi. “Oradan yürü, sağdaki patikaya gir, o patika seni dosdoğru Adatepe okulunun yanına çıkarır.” Tarif çok basit göründü, nasıl sevindim. Tam da zamanında kadına rastlamışım diye bir havalara girdim. Toprak yola girdiğim anda sağda patikalar gördüm. Hangisi? Herhalde bu kadar yakında değildir diye düşünüp, toprak yolda yürümeye başladım. Elbet daha belirgin bir patika karşıma çıkar diye düşündüm. Oo, sürüsüne bereket, onlarca patika çıktı. Neye göre karar vereyim? Adatepe’ye gitmekten vazgeçtim, bari bu yol nereye gidiyorsa, oraya gideyim diye düşünüp, saatlerce yürüdüm. Güneş, sıcak, suyum az. Yanımda yiyecek yok, yolda birkaç incir ağacı beni besledi, o kadar. Yolun kenarında çam ağaçları olan bir yere geldim. Azıcık gölgede dinleneyim istedim. Oturdum. Geri mi dönsem, yürüsem mi diye düşünürken, arkamda bir sesler, hışırtılar oldu. Ürktüm, kalkıp yürümeye devam ettim. 15-20 dakika sonra gözlerime inanamadım ama yol bitiverdi. Patika falan da yok.

Önce bir posta kendime söylendim: bilmediğim yerlerde işim ne, niye daha fazla suyum yok, yolda çeşme çıkar diye güvenilir mi, şimdi onca yolu geri mi yürüyeceğim… Geri yürümeyip ne yapacağım, tabii kös kös geri döndüm. O çam ağaçlıklı yere geldim. Tek gölgelik yer bir süre için, yine oturdum. Sezgilerimi dinleyeyim dedim ama içim öyle söyleniyor ki, hiçbir şey sezecek durum yok gibi. Öyle içime, dışıma bakayım, etiketleyim halim de yok, salmışım farkındalığı falan. Ancak zihnim uyanık. Kalktım, arkamdaki çam ağacına iki elimi koydum. Birkaç ay önce dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılığı eğitimi için gittiğim Findhorn’da ağaçların, bitkilerin bilinciyle iletişim kurulduğunu duymuştum. Hatta bir katılımcıyla biz de denemiştik. Bir şeyler duymuştum ama tabii nasıl emin olayım, bilgi nereden geliyor, ağaçtan mı, zihnimden mi, arkadaşımın zihninden mi, üstünde durmadım. Ama bu çok da yabancı değil bana, bu blogda bir okuyucunun yazdığı gibi, bulaşık yıkarken suyla, yastığımla, evdeki çiçeklerle çoğumuzun yaptığı gibi muhabbetim yerinde.

Çam ağacına ellerimi koydum, öyle duruyorum. Dedim ki, “Adatepe’ye diye yola çıktım, nerelere geldim. Su da yok. Geri dönüşüm saatlerle yol. Ben şimdi ne yapayım?” Bir cevap bekliyor muyum, tam emin değilim. Olsa iyi olur tabii de. Birden içime bir his geldi, ağacın arkasına doğru yürüdüm, patika gibi bir şey var ama tepelik olduğu için yağmur suları da oluşturmuş olabilir. İçimden bir ses o patikada yürü diyor. Zihnime kalsa, yürümez ama baktım ayaklarım yürüyor. Hem tırmanıyorum, hem söyleniyorum. Ormanlık bir tepe, yerde yaban domuzlarının izleri, düşsem, kalsam, beni kim bulur oralarda. Nasıl kızıyorum kendime, hiç unutmuyorum, kendime “pirinç kafa” diye bağırıyorum avaz avaz. Nereye gittiğim belli değil. Yöne baktığımda deniz tarafına gidiyorum, yani yeterince yürürsem, denize varırım- hani yeterince doğuya gidersen olduğun yere varırsın gibi. Ancak bu yeterince ne kadar acaba. Neyse bir süre sonra söylenmeyi bıraktım, faydası yok, ayaklar yürüyor tepeye. Epey yürüdüm, belki bir saat, belki biraz daha fazla. Patika, su yolu görüntüsünden gerçek bir patikaya dönüştü. Sonra bir duvar gördüm. Duvarın içinde bir bina. Bir köye çıktım. Sonradan öğrendim ki Adatepe. Köylü kadının tarif ettiği patika orası imiş. Müthiş şaşırdım. Yoldan görünmeyen bu patikaya nasıl ulaştım?

Bu deneyim beni çok düşündürdü, birçok ders saklıymış içinde, zamanla gördüm. Hep diyorum ya, inzivalarla bildiğimi sandıklarım dökülüp gidiyor. Bir yandan da yaşamda bilmediğim ne çok şey olduğunu görüyorum. Gerçek dediğimiz ne hakikaten? Ve bu yolda bizim bildiğimizden farklı yollarla da destek geliyor mu yoksa? O kadar düşünce arasında tüm duyularımızla algıladıklarımızı duyamaz olabiliyor muyuz? Ya da duysak da, algımızı anlayamayıp, desteği görmeyip, bu algımızı izlediğimiz için kendimizi pirinç kafalı olmakla suçluyor muyuz? Yaşamımız yalnızca işe git, eve gel, yemek pişir, dizi seyret, arkadaşlarla lak vak et, aileyi ara, çocuklarla ilgilen, çöpü at, alışverişe git’den ibaret olabilir mi? Bu yaşam aslında çok ilginç keşiflerle dolu olabilir mi? Hani bir dizi var ya, hepimiz müptelası olduk: Lost. Hani her bölümünde beklenmedik bir şey çıkıyor, her bölümü diğerlerinin parçalarıyla örülmüş gibi. Sakın bizim yaşamlar da öyle olmasın. Bu yazıları sırasıyla okuyorsanız, bazılarının aralarındaki ipliği, birbirini izleyişi görüyor musunuz? Ya her gün keşfedilecek bir şey varsa? Ya Dingin Savaşçı filmindeki gibi “her an bir şey oluyorsa”… Ya mesele “mücadele” değil de, daha ziyade bir “keşif”se…

Yaşamlarımıza bu keşif, macera, merak enerjisini katabilir miyiz, davet edebilir miyiz acaba? Bunun en güzel yollarından biri her gün daha önce hiç yapmadığımız bir şey denemek ve bunu mümkün olduğunca farkındalıkla yapmak. Hatta hep yaptığımız, artık olağanlaşan işleri farklı yapsak ve sorsak: "burada keşfedilecek ne var?" Belki biraz büzülmüş olan yaşamlarımız genişler, algılarımız açılır, gözümüz gönlümüz güzelliklerle, içimiz coşkuyla dolar, belki…

Meraklı bir sevgiyle…

Not: Lafımı unutmadım, kader ağlarını ne için örmüş, gelecek maceralarda…

18 Ocak 2008 Cuma

DFP 2004- Niyete sadık kalmak

22 Nisan 2004

Nisan 2004’te Batıdaki belli başlı vipassana hocalarından Christopher Titmuss’un 4’er gün süren ve bir buçuk yıla yayılan 4 çalışmasına katılmaya karar verdim. Daha ziyade teorik bir çalışma bu. (DFP- dharma facilitators program-
www.dharmafacilitators.org ) Yaşam öyle ilginç işliyor ki, bütçem kısıtlı. Nerede kalsam diye en ucuz yerleri araştırırken, bir e posta düşüyor posta kutuma. “Sen Gaia House’ta 2002’de perde diken Hale misin?” diye soruyor Rosie- o zamanki bakım onarım yöneticisi. Meğer çalışmanın yapılacağı Brighton’da (İngiltere) yaşıyormuş. Gaia House’tan ayrılırken, yazdığım teşekkür notunu hala saklıyormuş, “gel bende kal” diyor. Yaşam çok ilginç, çok. Hani diyorlar ya, her söz, her hareket geleceğinizi şekillendiriyor. Ne ekersen, onu biçiyorsun. Bir şey ektiğimin bile farkında değilim, ama harika ürünler yiyorum.

Zaten bu seyahat de bir ilginç. İşten çıkarılmıştım ya, son maaşımı alamamıştım. Tipik tepki olarak kızmış, alınmıştım. Ama “biraz sabır, biraz sabır”, değil mi? Nerede! Birkaç ay sonra, tam ben dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılığı eğitimine gitmeyi geçirirken içimden ve de bütçesini bulamamışken, bir telefon: Patron gelecekte aramızda bir borç ilişkisi kalmamasını istediğini bildiriyor, helalleşmek için görüşmeye çağırıyor. Son maaşım bu İngiltere seyahatinin sponsoru. Daha önce elime geçse, o zamana on kere harcamıştım. Yeri varmış ama bu kaderin nasıl ağ ördüğünü çözemedim ki, neredeyse hep sürpriz, hep sürpriz :)

DFP’de 30 küsur kişiyiz. Çalışmaya sessizlikle başlıyor, sessizlikle bitiriyoruz, birlikte meditasyon yapıyoruz. Christopher bize çeşitli konu başlıkları veriyor, gruplar oluşturup, bu konuları aramızda konuşuyoruz. Sonra büyük grupta paylaşıyoruz. Bu programdaki konular: niyet, beklenti, sonuçlara tutunma, genel anlamda tutunma, en çok zorlandığımız zihin halleri, bunlarla nasıl başa çıktığımız, tıkanmışlık, farkındalıkla dinleme imiş.

Aldığım bazı notları 2 Ekim 2007 tarihinde “Yaşamımda Tıkanıklık Hissediyorsam” yazısında paylaşmışım. Şimdi diğer notlara baktığımda güzel bir tavsiye ile karşılaştım, bugün de onu yazayım:

Christopher Titmuss diyor ki:
“Bir şeyin değiştirilmesi ihtiyacını duyduğunuzda, niyetinizi açıklıkla belirleyin. Sonra da o niyetten kopmamaya bakın. Sizi destekleyenler de, size karşı çıkanlar da olabilir. Destekleyenlere eğilim gösterirseniz, karşı çıkanlarla başa çıkmak zor olabilir. Ayrıca destekleyenlere dayandığınızda, sizden beklenti oluştuğunu hissedebilirsiniz, bir süre sonra bu beklentiler ağır gelebilir. En iyisi niyetinize sadık kalın, gözünüzü yalnız niyetinize odaklayın.”

Elbette söylemek istediği; geribildirimlere, görüşlere kulaklarınızı kapatın, değil. Ancak hakikaten bir iş yapmaya başladığımızda çevremizin görüşleri her zaman yardımcı olmuyor. Bir süre önce küçük bir örneğini yaşadım bu durumun. Bunun üzerine geçenlerde arkadaşım Seda bir hikayeyi hatırlattı- hikaye bir ihtimal daha detaylı ama biz böyle hatırladık:
“Yüksekçe bir yere tırmanılması gerekiyormuş. Birçok güçlü insan denemiş bu tırmanışı. Etrafta da halk tırmananları izliyor ve görüş bildiriyor: ‘Olmadı, oraya basarsan, düşersin. Sen o ayaklarla hayatta tırmanamazsın. Parmakların kısa, ayakkabın yanlış, elini yanlış yere koydun, bu gün yanlış, bu saat yanlış. Hava bozuk. Güneş çok yakıcı.” Kimse tepeye varamıyormuş tabii. Ancak biri tırmanmayı başarmış. Merakla bu kişinin başarısının sırrını öğrenmeye çalışmışlar. Hikayeyi biliyorsunuzdur, adamın kulakları işitmiyormuş.

Belki de mesele etrafı duymamak değil de, Christopher’ın dediği gibi “niyete sadık kalmak”. İnsanların görüşlerinin çekim alanına girip, kendi merkezimizi kaybetmemek. Tüm görüşleri “gerçeğe uygun mu, değil mi?”, “niyete hizmet ediyor mu, etmiyor mu?” süzgecinden geçirmek. Ve de elbette elden gelenin en iyisini yapmak ama sonuca tutunmamak…

17 Ocak 2008 Perşembe

Türkiye’de ilk vipassana inzivası- 2003

Farkındalık gruplarıyla heyecanla çalışıyorduk ancak yaşamımı bu gruplarla idame ettirmek pek mümkün değildi. 2003 Eylül’ünde yaşamımda ilk ve herhalde tek kez bir özel şirkette işe girdim. Ondan önce hep sivil toplum kuruluşlarında ve serbest çalışmışlığım var. Özel sektör değişik bir deneyim. Alışık olmayan için zor. Ancak hayat ağlarını öyle rastgele örmüyor, benden istenen ilk işi duysanız, kulağınız düşer, benim düşmüştü: bir vipassana kursu düzenlenmesine yardımcı olmak. Bir yandan şirketin konusuna ilişkin işleri öğreniyorum, bir yandan da vipassananın Goenka okuluna ilişkin bir kurs organize ediyorum. Türkiye’deki ilk vipassana kursu. Goenka tekniğini bilmiyorum, ancak vipassana vipassanadır diye düşünüyorum. Heyecanla, hevesle formatları kesin çizgilerle önceden belirlenmiş olan kursu hazırlıyorum. Web sitesini yaptık, tercümeleri yaptık, yer ayarlandı, duyurular falan. Almanya’dan müstakbel dostlar geliyor kursta çalışmak için. Evin her odasında birileri yatıyor. Hatta bir ara yerlerde uyku tulumlarında insanlar. Çok eğleniyoruz ama, hele Perihan Hanım ile gülmekten kırılıyoruz. Bu evi kurarken ki, “bu evin yalnızca bir odası benim, gerisi herkesin” niyeti tam olarak tutmuş durumda. Aman diyorum başka niyetler de yapayım, bununki gibi tutarsa, yaşadık :)

Kasım 2003’te yine aranızdan bazılarınızla Şile’deki bu ilk kursa gittik. Ben de inzivaya katılımcı olarak gittim. Büyük bir kararlılıkla bu tekniği uyguluyorum, ancak zihnim “seçimsiz farkındalık” odaklı Mahasi tekniğiyle karşılaştırmalar yapıp duruyor. Yine zihinde bir mücadele, uzun uzun konuşmalar, izle dur! Gösteri sıkıntısı hiç çekmiyorum görüyorsunuz. Sıkılmaya imkan yok, malzeme çok. O inzivada hiç yazmamışım, hiç not yok. Türkiye’deki ilk kurs ya, tam bir örnek gibi davranma kararlılığındayım herhalde. Bu karşılaştırma düşüncelerinden başka pek hatırladığım da bir şey yok. Hımm, bir şey hatırladım.

Farkındalığın insanı gereksiz, daha doğrusu gerçeğe uygun olmayan koşullandırmalardan nasıl arındırdığını ve insanı nasıl özgürleştirdiğini kendi üzerimde gördüğüm için, tüm sevdiklerimle paylaşmak istiyorum bu doğal bilgiyi. Zaten ailem, arkadaşlarım, çevremde ilgili herkese çeşitli vesilelerle ve çeşitli yerlerde, koşullarda “an’da olmak”, “zihni an’a getirmek”, “zihni ve bedeni izlemek” ile ilgili hem konuşuyorum, hem uygulama yaptırıyorum. Bu kursu da tanıdığım herkeslerle paylaşmak istiyorum. Eski eşim Haluk da onlardan biri. Kursa gelmesini çok istiyorum. Farkındalığın ne olduğunu biliyor, hatta bu konulara pek de ilgisi olmamasına rağmen, ara ara uyguladığını anlatıyor, özellikle endişelendiğinde, heyecanlandığında ya da uykuya dalarken. Epey bir ısrardan sonra, kursa gelmeyi kabul ediyor, nasıl seviniyorum. Ama tam kursun başlayacağı gün, gelemiyor. Herkesin yoluna, seçimlerine saygım büyük. Müdahale etmemeye özen gösteriyorum elimden geldiğince, ne kadar başarıyorum bilemem ama en azından bilinçli olarak başkasının yaşamına müdahale etmemeye niyetliyim. Ancak bu olay ile “zorda olduğunu düşündüğüm birisinin iyiliğini çok istediğim” hallerde kararlara saygı mesafesini korumanın, kabullenmenin, teslim olmanın, “onun da yolu bu demenin” benim için zor olduğunu görüyorum. Kursun en başında bir süre bu alanda işleyen mekanizmaları, koşullanmaları, tutunmuşluklarımı izliyorum. Birçok içgörü, ders dolu bir deneyim… Kendime hapishane oluşturduğum yetmiyor, acaba başkalarına da hapishaneleri için tuğlalar mı taşıyorum diye sorgulayıp duruyorum kendimi, hem de iyi bir şey yapma niyetiyle.

Kurs bitiyor. Herkes –en azından bana söylediklerine göre- memnun. Mahasi tekniğinin bana daha uygun olduğunu düşündüğüm için, bu grupla devam edemiyorum. Çok garip, yaşam ağlarını çoktan örmüş, işten de kurs bitiminde çıkarılıyorum. Şaka gibi. Sanki yaşam beni kurs düzenleyeyim diye işe aldı, proje bitince, işten çıkardı. Fakat yaşamın başka planları da varmış yolda. İçimden geliyor, üç günlüğüne Konya’ya gidiyorum. Şeb-i Aruz zamanı. Dönüşte trende yanımda bir Avusturalyalı kız. Uzun uzun sohbet ediyoruz, kızı da alıp, eve geliyorum. Kath on gün kadar kalıyor, giderken bana bir not yazıyor, burası bir üniversite gibi diye. Oysa çoğu zamanı sessiz geçiriyoruz. Herhalde aynada kendi yansımasını görüyordu. Yaşam Kath aracılığıyla bana sonradan çok yardımcı olan bir hediye veriyor.

Kath'in gittiği sabah bir tanıdığım arayıp, kader ve özgür irade ile ilgili bir konuşmaya davet ediyor. Gidiyorum. O akşam Haluk’u bir trafik kazasında kaybettiğimizin haberi geliyor. 17 senelik en iyi dosta hoşça kal diyememiş olmak. Yoğun acıyı izlemek çok zormuş. Çok ağır. Her şey gelip geçiyor, hiçbir duygu birkaç saniyeden fazla zihinde kalmıyor, biliyorum, yıllarca inzivalarda bunu deneyimledim, gözlemledim ama bu acı farklı, uzun kalıyor. Yine deneyimlerimden biliyorum ki, acıyı dolu dolu yaşamaya izin vermem gerek. Ama acı çok ağır. Bu yoğun ağırlığın altında oturuyorum epey bir süre.

Son 10 dakikadır öyle duruyorum, bu yazıyı nasıl devam ettireceğime karar veremiyorum bir türlü. Kendi deneyimlerimi okuyanlara ilham vermek üzere, girdiğim çıkmazlara ilişkin deneyim paylaşmak üzere yazıyorum ki belki okuyanların yaşam yolunda kolaylaştırıcı bir etkisi olur. Şimdi öyle bir yere geldim ki, yazsam yazarım ama kime ne faydası olur, bilemiyorum. Kalbin ta iç köşeleri. Haydi burada keseyim.

Daha doğrusu şöyle devam edeyim. Yaşam okulundaki müfredat değişti: Yaşamın anlamı üzerine bir tünelin içine girdim. Epey karanlık, epey yalnız bir tüneldi, o kadarını söyleyeyim. Farkındalığın ışığı olmasa, nereye varırdım bilmiyorum. Hani daha önceki bir yazıda “biliyorum sandığım bilgiler bir bir elimden kayıp gidiyor” diye yazmıştım ya, bu süreç iyice bir yoldu beni… Bu ‘yoldu’ kelimesi çok komiğime gitti şimdi yazınca, ama çok da uydu yaşadığıma… Gerçekle bağı olmayan nice inanç, düşünce, koşullanma, otomatik tepki dökülüverdi üzerimden… Aslında yolundu, çünkü öyle tutunmuşum ki, bırakmak zor oldu, gerçek üzerimden yoldu gerçek dışı ne varsa, canım acıdı. İnzivalar gerçek nimetmiş, kolay yoldan öğrenmeymiş, o zaman daha iyi fark ettim. O dönemi şöyle tanımladım: “Bilginin gerçekle sınavı”… Gerçek olmayan hemen sırıtıverdi, alttan boyalar çıktı…

Tutunmak yerine, dolu dolu yaşamak, keşkesiz, hayıflanmasız, farkında olarak, yürekten bağlantı kurarak...
Okuyanlarınız hatırlar, Likya yürüyüşünde tanıştığım Itzik ile yaşam ölüm üzerine konuşurken, ona "huzurlu ölmek için, huzurlu yaşamak gerek" demiştim. Aynısı yakınlarımız için de geçerli belki, onları huzurla bırakabilmek için, onlarla huzurla yaşamak gerek. Hepimiz hayatta o kadar acı çekiyoruz ki, dayanamayıp içimizdeki zehri en yakınlarımıza boşaltıyoruz. Kendi mutluluğumuzu, iç barışımızı sağlamamız o yüzden belki de herkese en büyük hediye. Buna yaptığımız yatırımın getirisi herkes için çok büyük. Üstelik bu yatırım iş listelerimize koyacağımız bir madde gibi değil: "iç barışı sağla", "an'da ol", "gerçeği gör". İş listesi her zaman gelecek için hazırlanıyor. Oysa farkındalık tam "şu an"da. Şimdi. Tam bu an'da gerçeği görmeye alışmak, kendimize sormak "burada gerçek ne?". İnzivalar yoğun odaklanma ile hızlandırılmış temizlik ve içgörü kampı gibi sanki... Ancak işi inzivalara bırakmak da vipassana'nın doğasına aykırı. (Ooo, yazı uzayıp gidiyor. Sonra bazılarınız uzun yazıyorsun diyor, haydi toparlayayım)

Ama bu yaşamın anlamını sorguladığım süreçte çok da yanlış anladığım bilgelikler oldu… Mesela “hiçbir şey yapmamayı” (çabasızlığı) gerçekten hiçbir şey yapmamak olarak anlamışım. Bir dönem gerçekten hiçbir şey yapmadım… Hedefsiz olmayı, niyetsiz bile olmak olarak anlamışım… Geleceği düşünmemeyi abartıp, bir sonraki haftayı bile yaklaşana kadar planlamamak olarak anlamışım… Geçmişi düşünmemeyi, geçmişten ders almaya elvermeyecek şekilde genişletmişim… Yani o dönemde pek de işime yaramayan çıkmaz sokaklara girmişim, ama şimdi o çıkmaz sokaklardaki kaybolmuşluğum sanırım pek çok insanın işine yarıyor… Oralarda dolananları hemen tanıyorum, uygunsa, istenirse kendi deneyimlerimi paylaşıyorum, ne çok enerji ve zaman kaybettiğimi, acı çektiğimi… Bir gün tüm bu çıkmaz sokaklara ilişkin daha geniş yazmak isterim…

İçimde hala “zorda olan birileri varsa, o birilerinin iyiliğini, mutluluğunu isteme” hali yoğun… “Gerçeği görme” ve “gerçeği görmeye ilham olma” isteği yoğun… Ömrümden saatleri, günleri kullanıp, bu yazıları yazmamın herhalde en büyük nedeni bu… Ancak artık her şeyin aktığı gibi aktığının daha çok bilincindeyim sanırım…

16 Ocak 2008 Çarşamba

İki Kişilik İnziva- Bizim Evde

10 Mart 2003

2002 inzivasından hemen sonra Buğday’da ekolojik yaşamı desteklemek üzere 7 ay kadar çalıştım. Hiç unutmuyorum inziva dönüşünün hemen ertesinde Buğday organizasyon grubu 5 senelik program yapmak üzere Büyükada’da 3 günlük bir çalışma düzenlemişti. Beni de davet ettiler. An an an, dedikten sonra, birdenbire 5 senelik program üzerine düşünmek, konuşmak bana bir zor gelmişti. Hatta kafam fiziksel olarak da ısınmıştı, yanaklarım al al olmuştu. Beyne yükleme mi oldu, bilmem. Birileri reiki falan verdiler, ben de gidip ağaçların altında yürüdüm, toprağa bastım da, toparladım :) Oluyor demek böyle şeyler…

2002’nin sonlarına doğru evsiz hayatım bitti. Eve taşınırken, ön odada gruplarla birlikte farkındalık çalışması yapıldığına ilişkin bir resim geldi gözümün önüne. Hatta bir de rüya gördüm buna ilişkin. Hoşuma gitti bu hal.

2002 Natürel Festival’inde vipassana üzerine bir konuşma yaptım. İlgiye şaşırdım. Hatta ilgilenenlere ne yapmalı diye düşündüm, hiçbir merkezde çalışma yapmak fikri içime iyi gelmedi. O zamana kadar senelerce organizasyonların içinde yer almıştım, bir yorgunluk muydu benimkisi. Yoksa çalışmaya geleneği sebebiyle bir ücret koyamayacağım, katkıyla çalışabileceğim için, merkezlerle bu para konusunu halletmenin yolunu mu göremedim. Birkaç ay geçti böyle.

Fiilen bir şeyler yapmak Mart 2003’ü buldu. Şu an nasıl gelişti de, öyle karar verdik, hatırlayamıyorum ancak evde 5 günlük bir inziva planladım. Belki 15 senedir tanıdığım bir dostum müthiş bir kapı açtı önümde. Yaşam öyle ilginç ki, benden genç olan Yasemin’e ilk tanıştığımız zamanlarda belki ablalık yapmıştım. Ancak yıllar sonra Yasemin, farkındalığı paylaşma kapısının aralanmasında çok önemli bir girişimde bulunarak, hepimize belki de annelik yaptı… Yasemin o tarihte vipassanada kullandığımız tekniği biliyor muydu, hatırlamıyorum. Ama 5 gün inziva yapmak istedi büyük bir hevesle. Bir program yaptım, yemeklerimizi de hazırladık, telefonları kapattık. İnzivada Yasemin’e rehberlik yapacaktım ama kendim de yarı inzivaya niyetlendim.

Tahmin edin, ilk gün yine günlüğüme: “Niye gene bu cendereye kendimi koydum!” diye söylenmişim :) Ancak bu kez artık, “Seni tanıyorum şekerim, biliyorum ki geçeceksin, buyur hükmünü yap ama senin ürettiğin düşünceleri eyleme geçirmediğimi de sen biliyorsun. Sahne senin, eriyene kadar seni izliyorum.”

Bu kez dersimi almışım, menü pek güzel. Yine iki öğün yiyoruz. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, öğle yemekleri yalnızca salata, mümkün olduğunca çiğ besleniyoruz. Ama içinde yok yok. Kıvırcık, havuç, ceviz, kuru üzüm, peynir, mantar, portakal. Hatta buğday çimlendirmişiz, ondan da koyuyormuşuz.

Yasemin ile çok disiplinliyiz. Tam anlamıyla bir vipassana inzivası yapıyoruz. Akşamüstleri Yasemin’in uygulaması üzerine konuşuyoruz, paylaşacağım, önereceğim bir şey varsa, söylüyorum. Ancak Yasemin halinden memnun mu, tam anlayamıyorum. Uygulaması, disiplini, odaklanması çok iyi ama “nereden inziva yapmaya geldim” diyor mu, bilemiyorum, halinden tavrından hiç anlaşılmıyor. İnzivanın sorumluluğunu üstlendiğim için, zihnimde düşünceler yığınla. Ama bu da iyi bir deneyim oluyor. Sorumluluk üstlendiğimdeki koşullanmalarımı izliyorum. Beni derinden etkileyen farkındalık konusunu başkalarına nasıl anlatabileceğime ilişkin fikirler geliyor. Bir yandan da ne biliyorsun ki, ne anlatacaksın düşünceleri. Sanki her inziva bilgimi artıracağıma, bilgimi azaltıyor. Gittikçe hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum. Yıllarca tutunduklarım bir bir elimden kayıp gidiyor. Hatta Natürel Festivalindeki konuşmaya “Hiçbir şey bilmiyorum” diye başlamışım da, insanlar bayılmış. Niye bayılmışlar bilmiyorum, bu zaman oldu hala anlamış değilim. Oysa ara ara ahkam kessem de, emin olduğum hiçbir şey yok şu hayatta. Bir bilinmeyen içinde akıp gidiyorum. Tek bildiğim an’daki hisler diyeceğim ama orada bile dokunduğumu fark etmek için dikkatimi dokunma hissine götürdüğümde, bazen dokunduğumu bile hissedemiyorum, bir genişlik duygusundan başka bir şey kalmıyor. Tutunacak bir şey olmaması, bir referans noktası olmaması hem güzel, hem zor. Böyle bir halde, kime neyi anlatayım, neyi paylaşayım. Düşünce, düşünce… Neyse neredeydik: bizim evde Yasemin’le inzivada.

5 günü tamamladık, inzivayı bitirdik. Son gece Yasemin’le oturduk, konuşuyoruz. “Yasemincim ya, merak ettim, nasıl hissediyorsun, ‘nereden geldim bu inzivaya?’ diye düşündün mü?” Yasemin’in cevabını duyunca, mideme yumruk yemiş gibi oldum: “Hale, bu çok önemli bir çalışma. İnsanı gerçekle buluşturan bir çalışma. Sen bunu nasıl başkalarıyla paylaşmazsın. Bunu paylaşmamak en büyük ihanet (şimdi geçmiş gün, ihanet mi dedi, günah mı dedi, kötülük mü, hatırlayamıyorum, bu meyanda bir söz).” Sarsıldım. Bir yandan hoşuma gitti, bir yandan da hafif bir suçluluk sardı içimi. Ama daha ziyade teşvik olmuş.

Zira bu çalışmanın hemen arkasından farkındalık grup çalışmaları başladı. İki buçuk yıl kadar yoğun bir şekilde gruplarla farkındalık uygulaması yaptık. Aranızda eminim o çalışmalara katılmışlar vardır. Birlikte şehir koşullarına uygun uygulamalar oluşturduk. İhtiyaçları gördükçe, uygulamalar çeşitlendi. Ayşe’cim (Elmalı) sağolsun, çalışmaları bir program haline getirmekte çok yol gösterdi. Hatta bir ara işi iyice ilerletip, birinci kur, ikinci kur programlar bile yaptık. Bir-iki-üç günlük inzivalar yaptık. Hatta doğada farkındalık çalışmalarına gittik kaç kere. Acaba o programı da bu bloga koymak yararlı olur mu? Ne dersiniz?

15 Ocak 2008 Salı

İkinci kez Gaia House...

Aralık 2001- Ocak 2002

“Sahne tozu yutmak” diye bir deyim vardır, sahne tozu yutan sahnelerden inemezmiş. Ben de inziva tozu yuttum herhalde. Kardeşimin evindeki inzivadan bir ay sonra yine İngiltere yollarındayım.

Önce Londra yakınlarındaki bir merkeze gidiyorum. Burası bir inziva merkezi değil, insanlar konuşuyor. Ancak meditasyon yapmak mümkün. Mutfakta, bahçede çalışıyorum, kalan zamanlarda da oturma çalışması yapıyorum. Orada kalanlardan biri bana bir kitap ödünç veriyor: Nonviolent Communication- Şiddetsiz İletişim. Yanlış hatırlamıyorsam bir hafta kalıyorum orada ve bu kitabı bitiriyorum. Hayran kalıyorum. Ah diyorum, bunları daha önce bilseydim. Kitap öyle güzel bir şiirle başlıyor ki, daha başından kalbimi fethediyor.

“Sana bir şeyler verebildiğim zaman aldığım keyfi
Sen de anladığında,
Sana verdiğimden fazlasını alıyorum.
Ve sen de biliyorsun ki bu verme
Seni bana medyun etmek için değil,
Sana olan sevgimi yaşamak için.
Erdemle almak,
Belki de vermenin en büyüğüdür.
İkisini ayıramam.
Bana bir şeyler verdiğin zaman,
Sana içten kabulümü sunuyorum.
Ve benden bir şeyler aldığında,
Bana dünyalar bağışlanıyor.

Ruth Bebermeyer’in Given To şarkısı 1978”- Şiddetsiz İletişim- Sistem Yayınları

Yürekten almak ve vermek. İnsan doğası bu. Ama ne oluyor da yürekten alıp veremez oluyoruz diyor yazar. Ne oluyor da görev diye, zorunluluk diye, ayıp olmasın diye, suçluluk duygusundan, korkudan bir şeyler yapıyoruz diye soruyor. İnsanın içinde canlı olanla, kıpır kıpır olanla, neşe içinde olanla nasıl bağlantı kurulur, onu anlatıyor. Uzun uzun deftere notlar almışım. Burada da kader ağlarını örüyor ama yine haberim yok. İki sene kadar sonra ilginç bağlantılarla bu alanda epey gezineceğim.

Oradan Gaia House’a gidiyorum. 5 hafta work retreat- çalışma inzivası yapacağım. Geçen inzivanın tadı damağımda. Yine mutfakta çalışmayı diliyorum. Ama bu kez düzenleme muhteşem. Tam bir hallaç pamuğu gibiyim. Hem içte, hem dışta savrulup duruyorum. Bir kere beni bir yere yerleştirmediler, sürekli çalıştığım yer ve konu değişti. Üstelik hayatta hiç yapmadığım şeyler yaptım. Panoda her gün yeni bir not buldum, çalışma yerim değişmiş, çalışma saatim değişmiş, çalışma günüm değişmiş. Sürekli bir değişiklik. Üstelik sürekli yeni şeyler öğrenmek zorunda kalıyorum. Dikiş makinesi kullanmayı öğrendim ve perde dikmek zorunda kaldım mesela. Bahçede yaprakların toplanacağı kompost düzeneği inşa ettim mesela. Seradaki sebzelere musallat olmuş kabuksuz sümüklü böcekleri tek tek topladım mesela. Merdivene çıkıp, yüksekçe bir duvarın tuğlaları arasına dolgu malzemesi koydum. Yağmur borularını temizledim. Ütü yaptım. Bulaşık yıkadım. Yatak yaptım. Yer süpürdüm. Testere ile kalas kestim. Araba yıkadım. Sebze ayıkladım, doğradım. Tuvalet temizledim. Zımpara yaptım. Dolap boyadım. İşaret levhaları yazdım, boyadım. Geridönüşüme gidecek malzemeleri ayırdım.

Kısacası birçok alanda birbirine benzemeyen bir dolu iş. Çoğu epey sabır gerektiriyor. Bir an önce bitsin de rahat edeyim dedikçe işlere, bir sonraki iş daha da yaman oluyor. Yapacağım iş de genellikle önceden pek belli olmuyor. Acil durumların aranan kişisi oldum. Bunu böyle ayarladılar sanmayın, merkezin o dönemdeki ihtiyacı böyle. Anlaşılan benim de ihtiyacım buymuş. Sürekli kayan bir zemin, sürekli adaptasyon isteyen, sürekli yeni bir zihin isteyen, sürekli uyanıklık bekleyen bir biri ardına günler. Düzeni, bilinirliği seven zihnim darmadağın. Buradaki ilk inzivam olsa, daha kolay olurdu eminim. Ama öncekinden beklentiyle gelmişim. Ah şu beklentiler, beklentiler…

Bir ara ateşim çıktı, kemiklerim sızladı, bedenim kırıklaştı. Değişikliklerin hızına bir fren koyma çabası gibi geldi bana bu. Tam o sıra yeni bir grup çalışması başladı. Konu: Korku ve endişeler. Zihnimi izliyorum zaten bu değişim sürecinde, içi zehir zembelek, hepsi de gerçek dışı. Neredeyse hangi düşünceyi kazısam, altından korku çıkıyor. Hocaların konuşmaları da odağımı iyice bu alana çevirdi. Farkındalığım arttıkça, günlük yaşamda duyamadığım incecik, küçük sesli düşünceleri de görür oluyorum. Şaşırdıkça şaşırıyorum. Koşullanmaları gördükçe, hapishanenin duvarlarını görüyor gibiyim. Demişim ki: “Gün içinde o kadar çok kere endişe geliyor ki- günlük yaşamımı nasıl sürdürdüğümü merak ediyorum. Henüz geçerli bir sebebe dayananını da görmedim. Hepsi hayali hikayelere bağlı.”

Bir gün bahçedeyim, hava soğuk ama güneşin parladığı nadir günlerden biri. Sebzelerin arasındaki otları yoluyorum. Kimi yerleri de belliyorum. Yakınlarımda bir kuş sesi. Nasıl şarkı söylüyor! Kim bu güzel ses diye arandım, bir kızılgerdan (robin) kuşu. Aynı ismi gibi göğsü tarçınımsı kızıl serçe büyüklüğünde bir kuş. Hemen yanı başımdaki ağacın en alt dallarında gezinip duruyor ve benimle konuşuyor. Böyle diyorum, çünkü yüzü bana dönük ve orada bulunduğum bir saate yakın süre boyunca, oradan ayrılmadı ve bana baka baka şarkılar söyleyip durdu. Nasıl bir duygu seli oldu içimde, bir posta ağladım tabii… İçim kabardı kabardı…

Üstüne bir konuşma dinledim: şefkat-sevgi ve bilgelik üzerine… Hoca (John Peacock) demiş ki ya da ben öyle anlamışım ki: sevgisiz anlama/idrak soğuk bir şey; anlama/idrak olmayan sevgi ise duygusallık, işe yaramaz bir şey. Denge olmalı.

Yine bir hoca demiş ki:
- Sıkılmanın panzehiri tekrarlama. Çok sıkıldığınız bir şeyde az daha dayanırsanız, zihninizin enerjiyle ve ilgiyle dolduğunu görürsünüz. (Hımm, bunu unutmuşum bakın, denemeli)
- Huzursuz, kıpır kıpır hissettiğinizde, rahat bir duruş seçin ve sonra kıpırdamayı reddedin ve öyle durun.
- Yorgun/uykulu hissettiğinizde de, bunu nerede hissettiğinizi arayın.
Güzel öneriler, işe yaradıklarını da biliyorum çoğu kereler.

Yine günlüğümden hoşuma giden bir tarif. Bir oturumda neler olduğunu yazmışım:
“Başımda çeşitli ağrılar oldu. Yine rahatsız edici, utandığım bazı olayları hatırladım. Üzüldüğüm bir olayı geçiştirmeye çalıştığımı fark ettim ve üzüntüye alan açtım, sonuna kadar üzüldüm. Sanki sahneyi üzüntüye bıraktım, ben izledim. Bedenimde izledim ve birden “oh be” sesi yükseldi içimden, müthiş bir rahatlama hissettim. Sanki sonunda duygunun yaşamasına izin verdim, o da yaşadı ve öldü. Ömrünü tamamlayıp, gitti. İçimde hiçbir kırıntısı kalmadı.
Şimdi çeşitli çalışmalarda tarif etmeye çalıştığım oluş bu işte. Bu konuda sonradan bir yazı yazmayı isterim, not alayım: “eriyişi izlemek”

Günler beni hallaç pamuğu gibi savururken, 4. haftanın sonunda pat bir not daha panoda. Bir telefon gelmiş, İngiliz annem dediğim Mrs Twiss rahatsızlanmış, yanında da kimse yokmuş. Bir değişiklik daha. Apar topar toplandım, ilk bulduğum trene bindim. Mrs Twiss yorgan döşek yatıyor, o yaşta zatürre olmuş, durumu biraz tehlikeli. Onunla kaldım bir süre. Bu arada Buğday’dan Victor Findhorn’a gidecekmiş, hazır ben de oradayken, birlikte gidelim dedi. Ancak tarih bildiremiyor, her şey havada. Bu arada uçak biletimi aldığım acente iflas etmiş, dönüş biletimin akıbeti meçhul. Ani değişikliklerin sebep olduğu harcamalar bütçemi iyice kısmış durumda. Bir de 11 Eylül’ün üzerimdeki baskısı. İnsanlar Müslüman bir ülkeden geldiğim için, bin türlü laf ediyor. Kendimi sürekli korku ve tehdit dolu konuşmaların içinde buluyorum.

Yaşam beni sıkı bir imtihana almış durumda ya da müfredatta bu dönemin dersi: “Ani değişikliklere verilen tepkileri fark etme ve karşılık verebilmeyi geliştirme”. Artık nasıl görmeyi seçersem, ya sınav, ya öğrenme fırsatı… Ya büyüyerek çıkacağım, ya büzülerek…

14 Ocak 2008 Pazartesi

Boş bir evde sessizlik...

14 Ekim 2001

Burma’dan döneli 6 ay kadar oldu. Her şey değişiyor diyoruz ama İstanbul’daki çevrem benimle aynı hızda değişmemiş gibi geliyor bana. Sanki bulyaptaki parçam değişti, şimdi eskiden uyduğum yere uyamıyormuşum gibi. Hafif bir kaybolmuşluk da var. Önümde bembeyaz bir sayfa ne çizmek istersem, çizebilirmişim gibi. Ama ne çizeceğimi bilemiyorum bir türlü.

Doğumgünümden önce kendi kendime bir sessizlik yapmaya karar verdim. Babam bu sessizliklerin bana yarar mı, zarar mı verdiğini kestiremiyor, hafiften dalgasını geçiyor. Halimde bir değişiklik var ancak anne babaların listesindeki kariyer, eş, ev, araba, gelecek güvencesi maddelerinin yanına tamam işareti koyamadığım için, onlar nezdinde ruh alemimde olanlar sayılmıyor. Anneannem de halimden endişeli. Hindistan’da, Burma’da ne yaptığımı anlamıyor ama bir işe dönüşeceğini ümit ediyor, “e, ne olacak şimdi?” diyor. Bir gün eskilerden oradan buradan konuşuyoruz. Halasının belli zamanlarda evin bir bölümüne bir perde çektiğini ve günlerce kimseyle konuşmadığını söyledi söz arasında. Ve bu söylediği zaman en az 70 yıl önce. Nasıl sevindim, “Anneanne işte ben de ona benzer bir şey yapıyorum” dedim. Anneannem, “Aman kimseler duymasın” dedi. Halası için biraz aklını sıyırmış diye mi düşünüyorlardı acaba o zaman, kimbilir, ama anneannemin endişesi biraz arttı :) Aileden pek destek yok ama pek köstek de yok, iyi.

Bu zamana kadar uzun inzivalar yaptığım için, gizliden gizliye kendimden beklentim var, görüyorum. Her ne kadar vipassana’nın olanı olduğu gibi görmek olduğunu bilsem de, bakıyorum kızdığım zaman huzursuzlanıyorum, üzüldüğüm zaman şaşırıyorum. Ne ilginç değil mi! Üstüne üstlük tabii bunca yoğun izlemenin sonunda, konsantrasyonum artmış, günlük yaşam içinde zihnimi müthiş izliyorum. Niyetleri, duyguları, düşünceleri pat pat görüyorum. Gördükçe, aman diyorum, bu ne! Nereye gitti bu inzivalar. Oysa derinden biliyorum ki, bu durum çok iyi bir şey, gittikçe olanları daha netlikle görüyorum, farkındalığım artıyor. Ancak yürümeye devam etmem gerek, yılmadan, gördüklerime kapılmadan. Önümdeki beyaz sayfaya da nasıl bir resim yapacağımı iyi tespit etmem gerektiğini hissediyorum.

İşte bu duygular ve düşüncelerle kendi kendime bir inziva yapmaya karar verdim. Tam o sırada kardeşim bir ev tuttu. Bahçe katı. Minicik bir yer. Tek oda, mutfak, banyo. Boya yapıldı, temizlik yapıldı. Daha taşınmasına zaman var. Bir haftalığına bu evde inziva yapayım dedim. Bir yatak taşıdık. Başka hiçbir eşya yok. Ocak, buzdolabı falan yok. Beden temizliklerine oldum olası ilgim var, sadece meyve-sebze suyu ya da yalnızca su içtiğim oruçlar yapmışlığım var. Evin bu koşullarında bari detoks yapayım, dedim. Şimdi bunları yazarken, yine içim şefkat dolu kahkahalarla doluyor. Taneyle ceviz, badem, fındık, hurma, kayısı, incir aldım. Sabah kahvaltısı ve öğle yemeği için gün gün bunları böldüm. Limon ve bal görüyorum şimdi günlüğüme baktığımda, menüde başka neler var hatırlamıyorum. Bu kadar da olabilir. Protein ve B12 vitamini içerdiğini bildiğim spirulina yosunu da var. Bol da su tabii.

İlk akşam günlüğüme yazdıklarım tipik bir tepki. Hakikaten buna otomatik tepki diyeceğim, zira her sefer aynı: “Kendimi niye bu cenderelerin içine sokuyorum? Deli miyim neyim?” :) İlk anda zora gelince, bir isyan ediyorum, sonra “Ah ne iyi etmişim” diye seviniyor, şükürler ediyorum.

Ancak bu kez şartlar herhalde yaşadığım en zoru. Zira ev boya kokuyor. Yiyecek çok kısıtlı. Dışarı hiç çıkmıyorum. Ancak en zorunu ilk gece keşfediyorum: evde ömrümde gördüğüm, göreceğimden de fazla hamam böceği yaşıyor. Şimdi yazarken, emin olamadım karafatma mı yoksa o böceklerin adı. Şu harika parlaklıkta siyah kabukları olan irili ufaklı böcekten söz ediyorum. Gece çıktıkları için, önceden bilemedim tabii buranın onların evi olduğunu. Ben misafir gelmişim gibi hissediyorum. Nereye gitsem böcek. Dün gece bu inzivayı hatırladığımda, sonuna kadar o şartlarda bu çalışmayı sürdürdüğüme şaşırdım. Koşullar yüzünden çalışmayı bırakmak aklıma hiç gelmedi sanırım. Neyse gündüz rahattım zaten. Gece de temizlikten orada kalan süpürge, faraş ve leğen işi kurtardı. Böcekleri öldürmek istemediğim için, onları faraşa toplayıp, leğene koyuyordum. Leğenin kenarlarından yukarı çıkamıyorlardı. Sonra gidip onları bahçeye atıyordum. Gecenin büyük bir kısmı böyle geçiyordu. Yüzlerce böcek taşıdım böyle. Aslında geceleri uzun uzun uyumamam için müthiş etkili bir yardımcı oldu :)

Oturma ve yürüme çalışmalarını düzenli bir şekilde yaptığımı hiç sanmıyorum. Ancak sessizlik bana müthiş iyi geliyor. Günlüğüme: “Sürekli geçmişte yaptığım yanlışlar zihnime geliyor. Kendime çok kızdığımı görüyorum.” diye yazmışım. Şimdi böyle bir inziva yapacak olsam, tam o sırada “peki buradan ne ders aldım?” diye sorardım, neyi farklı yapıyorum ya da yapabilirim diye sorardım. Ve bu dersleri yazardım. Günlük yaşama çıktığımda da bunları uygulayıp, sonuçlarına bakardım. Vipassana inzivasında önerilen bir yöntem değil elbette, ancak bu yaptığım da tam bir vipassana inzivası değil zaten.

Bu sessizlikte “başarı-başarısızlık” konusuna bakmışım. Başarısız oldum diye küsüp oturacağıma, kendime sorabileceğim soruları yazmışım, soruları beğendim, sizinle de paylaşayım. Şöyle yazmışım:
“Bir tek şeye bakarak, tüm faaliyeti değerlendirmek doğru değil. Bir işte başarılı olunan bölümler var, olunmayanlar var. Olunmayanların nedenlerine bakılır, düzeltilebilecekler, düzeltilir:
Bir işe daha başlamadan, önceden elde edebileceğim bilgi/beceri var mı? diye sorabilirim.
Bunu öğrenecek zamanım var mı?
Bunu öğretecek kimse/kitap/kurs vs var mı?
Bunu öğrenecek param/malzemem var mı?
Bunu gerçekten öğrenmek istiyor muyum?
İstemiyorsam, bu işi eldeki beceri/bilgi/yetenekle yapmak ne gibi eksikliklere yol açabilir?
Bu eksikler başkaları tarafından tamamlanabilir mi? Mesela kimler?
Eksikler çok önemliyse, bu işi tümden benden başka kim yapabilir?

Çok basit, basiretli bir insanın zaten yürüyeceği yol gibi görünüyor ama bazen hevesimiz kırılınca, bu soruları sorup, yola devam etmeyi unutuyoruz gibi.

Yine günlükten basit birkaç cümle:
Peki insan kendi seyrini, içinden geleni nasıl bilecek?
Coşkudan. Hem hazırlıkta, hem yaparken, hem sonrasındaki coşkudan, içe sinmeden, neşeden, tortu kalmamasından, geçip gitmesinden, yumuşaklığından, akış hissinden.
Peki bu içten gelene nasıl ulaşacağım?
Sor. Canım ne yapmak istiyor? Gelen fikirden sonra, ya beceremezsem, sonra yapayım, çok üşendim, şimdi param yok, aracım yok vs. geliyorsa, AYIKLA ve yola devam et. Önceleri biraz enerji vermek gerekebilir ancak bu enerji sonradan fazlasıyla geri döner.”

Kendime hazırladığım yemek menüsü için:
“İtiraf etmeliyim ki çok iyi bir fikir değildi. 12:00den sonra yemek yememekle ilgili bir sorun yaşamıyorum. Ancak yediklerim çok az ve yemek değil. Biraz aşırıya kaçmış gibiyim. Yosun tableti çok iyi oldu, öyle hissediyorum. Ancak artık bedenim daha fazla yemek istiyor. Başım ağrıyor ve çok isteksizim. Genel bir sıkkınlık, bıkkınlık halim var. Bu beslenme düzeni 3 gün için ideal ama sonrasında farklılaştırmak gerek. Aslında bedeni toksinlerden arındırmak ile farkındalık çalışması zorunluluktan bir araya geldi ama daha makul olmak iyi olurmuş.”
Daha önceki oruç zamanlarında, bedenin toksinlerden arınması dönemlerinde araştırmıştım, ilk birkaç gün toksinler sökülüp kana karıştığında geçici bir zehirlenme yaşanıyormuş. Bu da baş ağrısı, huzursuzluk, bedende kırıklık, halsizlik, isteksizlik şeklinde görünüyor. Bol su içilip, kan temizliğinde, birkaç gün sonra zihin müthiş bir berraklığa ulaştığı gibi, duyular, algılar keskinleşiyor, zihin dinginleşiyor, enerji artıyor. O ilk dönemde dişi sıkmak lazım yani. Gerçi benim bünyemde biraz farklı işler bu süreç, ilk 3 gün enerjik ve iyiyimdir genellikle, 4. gün zorlanırım. Bu kez de öyle olmuş.
Ancak bedeni iyi tanımak lazım. İnsanın gizli şekeri olabilir, başka bir hastalığı olabilir, bedeni temizliyorum diye telef olmanın alemi de yok tabii… :)

Yine günlükten:
“Karafatmalar aslında normal birer varlık ama ışıktan, aydınlıktan nasıl ölesiye korkuyorlar. Tüm yaşamları karanlık içinde geçiyor. Dün gece öyle üzüldüm ki hallerine. Bir kırıcık gölge buldular mı, sığınıveriyorlar ve kimse beni görmez inşallah diye dua ediyorlar gibi. Karafatmaların kalbi olur mu acaba, varsa küt küt ediyordur kesin. Saklandıklarını sanıyorlar ama gölge onları saklamıyor ki, açıktalar hala. Kendileri saklandım sanıyorlar.
İçimi fazla burkmak istemiyorum ama benim içimde de bazı özellikler karafatmalar gibi sanki. Gölge yanlar aydınlıktan korkuyor. Sanki gölgede kalınca, saklanmış oluyorlar gibi ama aynı karafatmalar gibi yalnızca kendileri saklandık sanıyorlar, oysa ortadalar. Farkındalık bu gölge yanlara ışık tutuyor ve artık gölge kalmıyor. Bu farkındalık ne önemli şey.”

Bu da böyle değişik bir inziva… 1 hafta. Sessizlik içinde. Az yiyecekle. Az uykulu. Bol oturmalı. Az yürüyüşlü. Biraz da yaşamı gözden geçirmeye, değerlendirmeye fırsat verilmiş. Gölge ve aydınlık birlikte kucaklanmış

9 Ocak 2008 Çarşamba

Burma- kare kare birkaç iç resim daha (4)

Kasım 2000 Burma inzivasına devam…

Sessizlik içinde iç aleme baktıkça, bin bir resim çıkıyor karşıma…

Günlüğümden:
“Başından beri, “Hah, şimdi buldum, tüm huzursuzluğun kaynağı bu” dediğim bir çok konu oldu. Aslında ta üniversite yıllarından beri. Ancak bunlar hep bir şekilde hükümlerini yitirdi. Doğrulardı. Yanlışlık o durumu değiştirince, her şeyin düzeleceği inancıydı. Çünkü istikrar, sabitlik istiyordum. Tüm yaşamımı bir şeyleri düzene koymakla geçirdim. Ama her şey her an değişiyor. Yaşam da böyle, bir şeyi düzene koyunca, böyle gideceğini beklemek, beyhude. Özdemir Asaf’ın bir dizesini hatırlıyorum: “Her şeyi süpürebilirsin ama sonbaharı süpüremezsin.” Çünkü sonbaharın doğasına aykırı bu. Düşüncelerimi gördükçe şaşırıyorum, her şeyin gelip geçici olduğunu iki yıl önce açıklıkla görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla yaşamıma sokmuştum, böylece gereksiz bazı sıkıntı ve acılardan kurtulmuştum. Peki niye hala duygulara, olaylara, etiketlere, insanlara, düşüncelere yapışıyorum?”

Sahi niye?

Bir de inzivayı dolu dolu yaşama hali var. Zaman uzun olunca, ben ilk ayın sonuna doğru bir ara iyice sermişim, ne de olsa dünya kadar zaman var önümde diye: “Son günlerde yavaşlamıyorum, günde birkaç kez oturuyorum, neredeyse hiç yürüme yapmıyorum. Yazıyorum. Aslında buranın kurallarına uygun neredeyse hiçbir şey yapmıyorum. Sadece burada zaman geçiriyorum. Takvime bakıp bakıp, çentikler atıyorum. Kaç gün kaldığını hesaplıyorum. Çıkınca yapacaklarımı planlıyorum, hayal ediyorum. Tuvalet kağıdının yetişip yetişmeyeceğine ilişkin endişeleniyorum, hesaplar yapıyorum. Daha rahat nasıl yaşarım, ona bakıyorum. İşte bu! Yoksa burada çalışma falan yapmıyorum. Aynı idare sınavına benziyor durumum, kitabın kapağını açmıyorum, iki fotokopi okuyorum, 32 saat okuma yapıyorum, sonra Allah Allah neden bu sınavı veremedim diye şaşırıyorum (üniversitede idare hukukundan çakmamı anlatıyorum). Sen emek gösterme, rahatından ödün verme, dersini çalışma, disiplinli olma, sonra Allah Allah! Farzet türlü pişirmesini biliyorsun ama gidip bahçeden sebzeleri toplamıyorsun, sonra Allah Allah ben türlü pişirmesini biliyorum da neden bu yemek olmadı diyorsun. Ne yapılması gerektiğini bilmek yeterli değil, yapmak lazım. Burada da çalışma yapmaya direniyorum, çünkü işime gelmiyor, tembel olmak daha keyifli. Burma’ya gelmek işin heyecanlı kısmı, o işin en kolay kısmı. Asıl içini doldurmak mesele.” Tembelliğin yaşamımın idaresini eline aldığı nice an’a, döneme ilişkin sayfa sayfa yazılar. Bir yandan bir açılım, bir yandan da düşünce tuzağı.

Sonunda bir gün yürüme çalışması yapmak için zorla kendimi salonun ortasına götürdüm. Katır inadı tutmuş, o ayak yerden kalkmıyor. Bir çekişme içimde, sormayın. Biri diyor ki, o ayak oradan kalkacak, diğeri diyor ki kalkmayacak. Kalkmıyor da. Hatta yürümemek bir yana, ‘odaya gidilecek çamaşır yıkanacak’ diyor, yani çalışma bırakılacak. Diğeri de diyor ki, ‘ne işimiz var şimdi çamaşırla, burada çalışalım’. Öyle salonun ortasında duruyorum. Dışarıdan çok sakin, huzurlu bir görünüşüm vardır eminim, ancak içim gerçek bir savaş alanı. Birden yoruldum bu çekişmeden, içimde kamera geri çekildi, savaşanlara baktı. Bir tarafın tembellik enerjisi olduğunu gördü. Hiçbir şey yapmadı, yalnızca ona dikkatle baktı. Enerji zayıfladı, zayıfladı, yok oldu. Ayak kalktı, yürüdü. Sonra yanlış hatırlamıyorsam, iki buçuk saat kadar aralıksız yürüme çalışması yapmışım. Sürenin farkında değildim, çok odaklı bir çalışma oldu, kalitesini şimdi bile hatırlıyorum. Bu deneyim benim için başvuru kaynağı gibi oldu sonraları.

Bir de “ben” tutkusu. Bazı mekanizmaları gördükçe, bir sevinç, bir kıyamet içimde. Hemen hocaya söylenecekler arasına yazılıyor ve görüşmelerde heyecanla anlatırken, bakıyorum da bir “bak ben neler gördüm” havası. Şimdi bunları yazarken, günlükleri okuyorum. Bu konuyla ilgili sayfalar, sayfalar var. Ben’e nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğumu gördüğüm, bunu görüp kızdığım, kızgınlığı da görüp, bunu nasıl başaramıyorum diye daha da kızdığım bir hal. “Kesinlikle kuyruğumu kovalıyorum. Üşütücem” diye yazmışım sonunda :) Bir ara bir yılgınlık ama kimlik öyle kolay sıyrılmıyor insanın üzerinden, pes etmemişim bir türlü… Bir ara iyice yılgınlığa düşmüşüm, eve dönmeyi planlamışım: “Biraz dinleneyim, sonra gidip yaşamıma geri döneyim bari. Oynadığım oyunlara geri döneyim. Mış gibi yapayım. Ara ara acı çeker, yaramın üstüne bir yara bandı yapıştırır, üstüne de örtü örterim. Sen sağ, ben selamet.”

Her karıncayı ezmemek için adımımın yerini değiştirdikten, masada birine yemeği uzattıktan, birine yol verdikten, sivrisineği öldürmek yerine, üfledikten sonra içime baktığımda, inceden inceye bir hoşluk görmüşüm, bir gurur, kimliğe eklenen bir tuğla. Bir yandan tuğlalar düşerken, bir yandan da yenilerin örüldüğünü görmüşüm. Tam bir belgesel…

Bu belgeselin bir bölümüne çok güldüğümü hatırlıyorum, komedi bölümlerden biriydi. Gülmekten gözümden yaş bile gelmişti. Şu herkesin işi gücü bırakıp, beni izlediğini zannettiğim bölüm. Bir gün zihnimdeki düşünceleri izlerken, bir baktım ki, insanların benim nasıl yürüdüğüme, kaç saat oturduğuma, nasıl nefes aldığıma, nasıl yemek yediğime dikkat ettiklerini düşünüyormuşum. Dışarıdan nasıl görünüyorum, diye düşünüyormuşum. Kısa oturdum diye eleştirecekler diye düşünüyormuşum. Ya da “amma uzun oturdu, kıza bak” diyorlar diye düşünüyormuşum. Hareketlerimi bu mezuraya göre ölçmeye çalışıyormuşum. Bunu görünce, beni bir gülme tuttu. Yani milletin işi gücü yok, kendi çalışmalarını bırakıp, bana mı dikkat edecekler? Varsay ki ettiler, burada beni tanıyan kimse yok, bir daha hiç birini de görmeyeceğim, ne düşündüklerinden bana ne? Üstelik düşünceler çok çabuk geçiyor, unutuluyor, benim hallerimi mi akıllarında tutacaklar? Niye tutsunlar, bu anlamda benim ne önemim var? Kendimi amma önemli sanıyorum. İçimden geleni yaşamak yerine, bir imaj yaratıp, içinde tıkılı kalmaya amma meraklıyım. İnanılır gibi değil, komikliğe bak… O zaman çok uzun uzun güldüğümü hatırlıyorum.

Bu “Ne derler? Ne düşünürler?” düşüncesi budama makası gibi değil mi! İç alemimizden kaynayan enerjileri budayıp duruyor…

Bir ara otur, yürü canım sıkılıyor. Biraz renklendirmek için çeşitli deneyler yapıyorum. Gözlerimi yemeni ile bağlıyorum ve odanın içinde yürüyorum, çoraplarımı giyiyorum, gömlek düğmeliyorum, diş fırçalıyorum, çeşitli işler yapıyorum. Bambaşka bir farkındalık. Yemek yerken ince ince ağzımın içinde olanları izliyorum, her gün yeni bir şey keşfediyorum, buna çok şaşırıyorum. Alt tarafı yemek yemek, daha fazla ne görülebilir diyorum ama ertesi gün yeni bir şey daha keşfediyorum. Zihni de gözlemliyorum ve nice koşullanmalar görüyorum. Şu küçücük faaliyette yaşama dair nice içgörü pat diye gözlerimin önüne seriliyor.

Nasıl görüyorum, nasıl koku alıyorum, inceleyip duruyorum. Sabırsızlık, tembellik, gurur, kızgınlık, neşe hallerini gözlemliyorum. Bir bilim adamından pek farkım yok.

Mesela bakma isteğini gözlemlemişim:
“Neden görmek/bakmak istiyorum? Çoğu zaman meraktan- çünkü eğlenceli. Gözümün ucuyla birisinin bir yere gittiğini görüyorum. Dönüp bakıyorum. Zihnim adam hakkında bir hikâye yazıyor. Günlük yaşamda çok enerji kayboluyor bu yüzden. Bana hiç gerekli olmayan bilgiler topluyorum, üstelik bilgilere hikâyeler takıyorum. Zihnim önemi ve gerçekliği olmayan bilgilerle çöplüğe dönüyor. Üstelik bu işlem zaman ve enerji alıyor. Tamamen çöpe atılmış zaman ve enerji. Maalesef bu çok otomatik oluyor. Çoğu halde fark etmek çok güç. Çok hızlı ilerliyor. Ama başlangıç genellikle “bakma” ile gerçekleşiyor. Bakma isteğini fark edebilirsem, zinciri kesebilir, bu çöpleri zihnime sokmayabilirim. Bir de kendime sorabilirim, “bu gerekli mi?”
Kimi zaman ise başkasını eleştirmek için bakıyorum. Bunu gördüğümde utandım doğrusu. Bir kadından hoşlanmıyorum. Kadın sürekli tabağını savaş alanına çevirip, öyle bırakıyor. Yemek sonunda kadının tabağına bakmak isterken “yakaladım” kendimi. Neden? Çünkü kadını sevmeme olumsuz duygum bir delille daha meşrulaşacaktı. Ve ben rahat edecektim. Olumsuzluk hissetmekten dolayı rahatsızlığım bu delille biraz daha azalacaktı. Doğrusu biraz şok oldum. Zihnimde ne mekanizmalar var. Sen Allah’ın tanımadığım, bir daha da görmeyeceğim bir kadını için yaşananlara bak. Ya tanıdıklarım, ya birlikte zaman geçirdiklerim! Zihnimden neler geçiyor, haberim yok. Şurada yürürken omuzlarımı yukarı kaldırdığımı bile yeni fark eden ben, ilişkilerimde bu sessiz düşüncelerden kaynaklanan kimbilir ne mesajlar veriyorum. Doğrusu utanç verici, ürkütücü ve acı. Zaman çöplükte çöpler içinde geçiyor. Zaman ve enerji kaybının hesabı yok.”

Korkuya bakmışım:
Bir durumda tehlike ya var, ya yok. Yoksa zaten korkacak bir şey yok, varsa korkmak daha tehlikeli. Çünkü korku insanı donduruyor, felç ediyor, etkisiz hale getiriyor. Kendimi korumak için korkmaya ihtiyacım olduğuna inandığımı gördüm. İşe yaramayan bir inanç olduğunu anlıyorum şimdi. Korkumu izleyince ne hale geldiğimi yakından gördüm. Korku değil ama uyanık ve farkında olmaya ihtiyacım var. Korkunun ürettiği düşünceler içinde kaybolmak tehlikeli, gerçek ile bağı koparıyor, insanı bir anlamda savunmasız bırakıyor. Farkındalık bu tür durumlarda çözüm. Çünkü düşünceler, korku gibi engeller kalktığında durumu netlikle görüyorsun. Zaten karar vermeye gerek kalmıyor, çözüm “börek” gibi ortada duruyor. Bir süredir korktuğumda kendime soruyorum: Burada gerçek bir tehlike var mı, yok mu? Çoğu zaman yok. Ancak bazen yapraklar hışırdıyor, yılan olabilir diye düşünüyorum. O zaman soruyorum: Şimdi kendimi korumak için yapabileceğim bir şey var mı? Varsa, yapıyorum. Yoksa, ilginç bir teslimiyet geliyor üzerime. Her iki halde de kendimi daha güvende hissediyorum.”

Farkındalığa bakmışım:
Dikkat elek gibi. Dikkatim arttıkça, eleğin delikleri küçülüyor, daha ince zihin durumlarını yakalar oluyorum.” Konsantrasyon arttıkça, farkındalık keskinleşiyor, olan daha açıklıkla görülüyor. Tam olarak olanı görüyorum diyemeyeceğim, çünkü her gün daha farklı görüyorum, gittikçe keskinleşiyor görüşüm.

Eleştiren zihne bakmışım:
“Yaşamda olanları problem olarak görme eski bir koşullanma, oysa problem yok, neyse o, o koşullarda ne olması gerekiyorsa, o oluyor. Verdiğimiz tepkiler hoşumuza gitmiyor, aldığımız kararları tutamıyoruz, uygulayamıyoruz, üzülüyoruz, kızıyoruz, oysa beceremeyen, uygulayamayan, kızan birisi yok. Bunların hepsi koşullanma, arkalarındaki isteklerin gücü kadar hükümleri var.”

Sessizlik, tek başına olma hali ve dikkatlilik günlük yaşamda göremediğimiz pek çok zihin halini görmemize yardımcı oluyor. Bazı tanıdıklarımızı da daha net görmemizi sağlıyor. Görüşümüz gittikçe netleşiyor yani. Bunlar anlatılsa da anlaşılamaz, zira yaşamak, deneyimlemek gerek, farkındayım. Tüm niyetim bu yaşananların zihinlerde merak, ilgi, ilham oluşturması, belki özgürlük yolunda bir faydası olur.

Öyle böyle günler inişli çıkışlı ilerliyor. Bazı gün dingin bir zihinle olan biteni izliyorum, bazı gün fırtınalarla boğuşuyorum, bazı gün de tembellik yaşamı ele geçiriyor. Günlüklerimde nice mücadele okuyorum, kimisine gülüyorum ama kimisine de üzülüyorum şimdi. Mücadele ile geçirdiğim zaman ve sarf ettiğim enerjiye üzülüyorum. İçim şefkat dolu o halime, o günlerdeki halimi şefkatle kucaklıyorum.

İnzivalar çok değerli deneyimler oldu benim için. Her ne kadar yıllar içinde çizgileri çizilmiş imajımı inzivalarda da sergilemeye ve korumaya çalışsam da, bir bir tuğlalar dökülüyor. Çünkü inzivada hiç kimsesiniz. Hiç kimse olmak zorunda değilsiniz. İnsanın kendine bundan büyük hediyesi olur mu? Ağladığımda, kimse gelip beni teselli etmeye çalışmıyor, kimseye niye ağlıyorum diye hesap vermek, açıklama yapmak, haklılığımı göstermek durumunda değilim ya da genelde olduğu gibi sonunda karşımdakini teselli etmek zorunda kalmıyorum. Canım sıkkın olduğunda, kimseye gülümsemek zorunda değilim. Kimseyle havadan sudan konuşmak zorunda değilim. Sosyalleşmek zorunda değilim. İç âlemim ne haldeyse, onunla yaşıyorum, yüzüme maske takmak zorunda değilim. "Olduğun gibi görün" hali yani, ne büyük özgürlük. Yaşadığım iç gerçeği -konuşarak ya da uzun uzun tahliller ile saptırmadan- olduğu gibi görme ihtimalim büyük. Karşılaştıklarım beni çoğunlukla şaşırtıyor, çoğu hoşuma gitmiyor. Ama olan bu. Burmalı hoca Sayadaw Jotika “Neredeyseniz, oradan başlayın. Olmak istediğiniz yerden değil. Zira bu mümkün değildir, sonunda olduğunuz yere geri düşersiniz.” diyor. Olduğum yeri görmek büyük nimet o yüzden. Maskesiz, hiç kimse olmaya çalışmadan, neyse o…

Ve de sürekli dikkatimi bedene ve zihne getirdikçe -ki az buz değil, sabah uyandıktan akşam uyuyana kadar ardı ardına her gün tatilsiz haftalar haftalar boyu- görüşüm netleşiyor, sanki yaşamı biraz daha anlar oluyorum.

Ve neyin altını kaldırırsam kaldırayım, önce bir acı, sonra derin bir şefkat ve sevgi ve özgürlük

Bu satırlarla Burma macerasını bitirmek istiyorum. Malzeme daha çok ama şimdilik bu kadarı ve bunlar çıkmak istedi gün yüzüne. Yazdıklarım daha ziyade ilk bir buçuk ayda tuttuğum notlardan. Başta niyetim iki buçuk ay inziva yapmaktı, öyle de yaptım. Kendime verdiğim sözü tuttum. Sonra 1 hafta ara verdim. Mutfakta çalıştım. Daw Kin Tan beni Yangon’a götürdü, gezdirdi. Götürmeden önce de gömlek ve pantalonumu oğlan çocuğu giysisi olarak değerlendirmiş olacak ki, bana bir elbisesini getirdi, güllü dallı :))

Yine bu bir haftada U Dhammarakkitha’nın civar çocuklarına verdiği İngilizce dersine katıldım. Hatta bunu yazınca, aklıma bir anı geldi. 14-15 yaşlarında gençler hevesle İngilizce öğrenmeye çalışıyorlar. Bana da sorular sordular İngilizce pratik yapmak için. Tabii bildik sorular, nereden geldim, nereye gidiyorum, ne iş yapıyorum. Tabii ikibuçuk aylık an’a odaklanmadan sonra bana biraz zor geldi sorular, geçmiş, gelecek. Neyse geçmişte sosyal hizmet alanında çocuklarla yaptığım çalışmaları anlattım. Bir çocuk kalktı, “size teşekkür ederiz” dedi. Bir anlam veremedim. “Bizim için bu çocuklarla çalıştığınız, onlara destek verdiğiniz için çok teşekkürler.” Doğrusu bu teşekkürün anlamını ancak sonradan daha iyi anlayabildim ve bu bilince hayran kaldım. Bir’lik bilinci, bütün bilinci içlerine işlemiş, nasıl bir gönül yüceliği

Bir hafta müthiş bir enerjiyle dolandım, tabii inzivada enerji epey yükselmiş, ışıl ışıldım sanki. Sonra bir ay daha inzivaya oturdum. Vizemin bitmesine bir gün kala inzivadan çıktım. Burma’yı gezmeye fırsat bulamadan, ülkeden ayrıldım.

Burma macerasında emeği geçmiş dostlarım Raymond, U Dhammarakkitha, Daw Ariya ve Mimi’ye, kardeşim gibi sevdiğim Thet Thet’ye, Ma Wine’a, hocanın görüşmelerinde karşılaştığım, pek çok anlamda bana aynalık etmiş Bai ve Judy’ye, bana birkaç günlük arada Yangon’u gezdiren mutfak sorumlusu Daw Kin Tan’a, 4 ay tam bir sessizlik ve uyum içinde ev paylaştığım Chang Jing’e kalpten teşekkürler…

8 Ocak 2008 Salı

Burma- Zihin Maceraları (3)

Kasım 2000 Burma inzivasına devam…

Yemekler harika. Daha doğrusu ben et yemediğim için, et yemeyenlerin bölümünde oturuyorum. 4 kişi bir yer sofrasını paylaşıyoruz. Bizim yemekler çok güzel. Bazen et yiyenlere giden yemekleri görüyorum, halime şükrediyorum, tuhaf görünüşlü yiyecekler. Değişik değişik sebze yemekleri yapıyorlar bize. Meyve veriyorlar. Biz yabancılara yardım eden bir Mimi var, dünya şekeri bir kız. Çocuk gibi bir yüzü var. Benden çok genç diye düşünüyorum ama sonradan öğreniyorum ki benden 15 yaş büyükmüş. Biraz moralim bozuluyor :) Mimi bize çok iyi bakıyor. Burmalılara verilmeyen, yabancıların hoşlanacağı yiyecekler veriyor. Sürpriz gibi yiyecekler. Uygulamaların zorluğu içinde şefkatli bir el gibi Mimi, bizi özeniyle, sıcaklığıyla, şefkatiyle kucaklıyor.


Mart 2001- Burma'daki son günüm, beyaz gömlekli Mimi...


Merkezde uygulamanın serbest olması müthiş özgürlük. Çok da destek olmaya çalışıyorlar. Ama gelin de bana sorun. Daha geldikten birkaç gün sonra, 29 Kasım’da şöyle yazmışım günlüğüme: “resmen kendimi berbat hissediyorum. kapana kısılmış gibi, hapishanede gibi. Niye çıkıp gitmiyorum bilemiyorum. Bir güç beni burada tutuyor. Aslına bakarsan güzel bir yer, hava da iyi. Arındığımı hissediyorum burada, günden güne cildim güzelleşiyor, oradan anlıyorum. Koşullar Hindistan’dan on kat daha iyi. Yemekler çok iyi. Fakat gel gör ki çıldıracağım. Haftaya gitmeyi planlıyordum ki, üç aylık vizenin yapıldığı haberi geldi. Şimdi gitsem, ayıp olur. Buradan nasıl kurtulacağım? Ne yapsam, her şeyi sineye çekip Yunus gibi, dervişler gibi çile mi çekeyim? Onlar 40 yıl çile çekmişler, benim 2 ayım kaldı. Gayret mi edeyim?” :)

Okurken sizi gülümsetiyor mu bu satırlar bilmiyorum, beni gülümsetiyor. İki haftada nasıl bunalıvermişim zihnimden. Dış koşullardan değil gördüğünüz gibi. El üstünde tutulduğum bir yer, müthiş destek var. Ama zihnime tahammül edemiyorum. O ruh halini şimdi bile netlikle hatırlıyorum. İyi ki bırakıp gitmemişim o zaman. Sonradan pek çok içgörü açıldı önümde. Bir eşikmiş sanki o sıra yaşananlar, geçince, her şey daha da kolaylaştı. Olur da böyle inziva yapmak isteyenler olursa ya da yaşamının bir döneminde kapana kısılmış gibi hissedenler olursa, fırtınanın içinde çırpınmadan durduğumuzda su bizi yukarı kaldırıyor. Sabırla izleyin demek isterim size. Bilmem o fırtınada hatırlar mısınız bu sözleri. Ben şimdiki fırtınalarda bazen hatırlıyorum, bazen hatırlamıyorum :) Ama kulakta küpe etmenin faydası olabilir.

Daha önceki inziva yazılarından da okumuşsunuzdur, konuşmuyoruz hiç. Ancak her akşamüstü 15 dakika hocayla görüşme var. Kitap okumuyoruz, yazmıyoruz ki zihnimiz meşgul olmasın, sürekli ne yaşıyorsak onu fark edelim. Kavramları geçip, gerçekle bağlantıda olalım.

Tabii bu yine teori. Konuşmama konusunda çok iyiyim. Hakikaten 3,5 ay inziva yaptım, hiç konuşmadım gerekmedikçe. Ama yazma konusunda aynı başarım yok. Hele ilk günler. Şu isyan ettiğim, egomun, gururumun tavan yaptığı günler. Kendi kendime konuşuyorum zihnimde, yetmiyor bir de yazıyorum. Analizi, yorumlamayı, çıkarımlar yapmayı seven zihnim yazmak istiyor elbette. Ancak şimdi geriye bakınca, zihnin bu yönünün nasıl ipleri eline almış olduğunu görüyorum. Geçmişe ya da olaylara yakından ve derinden bakıp, ders almanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Ancak her şeyin yeri, boyutu ve süresi var. Bakıyorum da inzivanın ilk ayında zihin ne yapacağını şaşırmış, beni oraya buraya çekiştiriyor, bol bol düşünüyor, yazıyor. Sanki önceki inzivalarda soğanın üst kabuklarını soymuşum da, Burma’da daha alt katmanlarda farkındalık yaşıyor gibiyim. Derinleştikçe, huzur bulurum sanmışım ama bulduğum birçok acı ve bunları nasıl yarattığımın resmi…

Öyle böyle 2.5 ay inzivayı bitirdim, sonra 1 ay daha uzattım. Toplamda 3.5 ay inziva yapmış oldum. Zihin, yaşam çok ilginç. Bu süre içinde zihni çok daha iyi tanıdım, anladım. Gerçekten ne kadar uzak olduğunu gördüğümde zihinde olanlara inanamadığım nice an oldu. Belki insanların günlük yaşam içinde uzun yıllarda gördüklerini o aylar içinde yakından gördüm.

Şimdi geriye bakınca şefkatle gülümsediğim nice tepki dolu anlar geçirdim. Kimse bana bir şey yapmazken, kendi kendime yarattığım fırtınalardan geçtim. Zihindeki hiçbir özgürlüğe yer bırakmayan, otomatik koşullanmaları gördüm. Tepki mekanizmalarını gördüm. En çok da kendi gözümdeki imajımın yıkılışını gördüm tuğla tuğla. Endişelendirici, utandırıcı, şaşırtıcı ama en çok da özgürleştirici.

Özellikle ilk ay içinde yazdıklarımın, yaşadıklarımın küçük bir kısmını paylaşıp, birkaç kısa örnek vereyim:

1991 yılında Gandhi’nin otobiyografisinde ahimsa (hiçbir canlıya zarar vermeme) ilkesini okumuş, etkilenmiş ve et yememeye karar vermiştim. O zamandan beri de bilerek hiçbir hayvanı öldürmüyor, canlılara zarar vermemeye gayret ediyordum, kendimi şiddetten arınmış biri zannediyordum. Ancak Burma pek çok hocanın bulunduğu ve her an ders gördüğüm bir okul olduğu için, bu konuda da yüzleşme yaşadım. Bu kez hocalarım pirelerdi. Yemekhaneye giden yolun kenarında bir köpek yavrulamış, ben de o yoldan geçerken, ayaklarımda kaşıntılar hissediyorum. Bir baktım pire. Soruşturmalarımdan anladım ki, benden başka kimseyi ısırmıyorlar. Kimseden şikayet yok. Ben ise perişan haldeyim. Pire ısırığı da çok kaşındırıyor. Beyaz çorap giyiyorum, eteğin altına pantolon giyiyorum ki, ısıramasınlar. Eve girmeden de çorabın üzerine gelmiş pireleri ayıklıyorum, beyaz çorabın üzerinde rahat görülüyorlar. Ama bir kez odama bir pire girmiş. Beni de fırsat buldu mu ısırıyor. Nasıl kızdım, nasıl kızdım, pireyi arıyorum hırsla ve kendimi “Seni bir elime geçireyim, öldüreceğim” diye bağırırken buldum. Çok şaşırdım. İçimdeki öfke, şiddet duvarlarda yankılandı. İnsanlar da işte böyle hissederek, birini öldürüyorlar herhalde diye düşündüm. Hiç fark yok içteki şiddette bence. O enerji ile ne yaptığımız değişiyor belki, belki dozajlar farklı ama aynı hamurdanız. Bu farkındalık biraz ayaklarımı yere basmama neden oldu. Pek de öyle yunmuş yıkanmış biri değilim demek. İmajımdan bir tuğla taklalar ata ata düştü, yitti gitti.

Hiç inziva yapmamış biri, hiç kimse ile konuşmadığın, hatta kimseye bakmadığın bir inzivada ne olay olabilir diye şaşırır herhalde. Yani ne olur da zihin tepkide bulunur? Tam tersi çok olay olur, olay olmasa da zihin bir şeyler uydurur, aynı yaşamda olduğu gibi. Mesela bir gün oturduğum platforma geldiğimde bir baktım, bir kadın gelmiş, oturmuş, meditasyon yapıyor. Minderim, cibinliğim, her şey orada. Aklı selim biri ne yapar: a demek durum bu, başka bir çözüm bulayım der, değil mi? Ben de sonunda öyle yaptım ama önce bir kızdım, zihnimden kadınla konuştum uzun uzun, bu sorun konuşmadan nasıl çözülür, düşündüm. Ve tüm bu mekanizmayı yakından izledim. Çok ilginç, çok. Nasıl “benim” diye yapışıyoruz, sonra o “benim” gidince, nasıl kızıyoruz, o “benim”i korumak için nasıl kaygılanıyoruz. Al bu mekanizmayı tüm yaşama uygula, her yerde aynı: tutunma, tutunduğun gidince acı, tutunduğun gider diye acı. Zihnin hapishanesinde bir ömür. Ah bunlar nasıl anlatılır, yazdıklarım bir anlam ifade ediyor mu acaba!

Bir gün merkeze ufak tefek esmer bir kadın geldi. O da inzivaya katıldı. Kadını gördüğüm an hiç sevmedim. İçimde nasıl bir hoşnutsuzluk. Aksi gibi yemekte de bizim 4lü masaya vermesinler mi onu. Kadına nasıl kızıyorum, ne yapsa bir kulp takıyorum. Tabakta yemek artıklarını nasıl bıraktığından, nasıl hızlı hareket ettiğine, yürürken etrafa bakmasına, her şeyine bir lafım var. Tabii ben de kendime odaklanacağıma, onu izliyorum ama hiç derdim değil, kadına kızıyorum. Kadıncağızın da bana bir şey yaptığı yok, ne konuştuk, ne göz göze geldik, ne herhangi bir iletişimimiz oldu, hiçbir şey. Bu iç tepkime bir anlam veremiyorum. Ama kadını sevmiyorum. Ne oluyor diye içimi gözlemleye gözlemleye, beni çok şaşırtan bir şey buldum: bu kadını sevmememin nedeni birisine çok benzetiyor olmammış. Şok oldum bu duruma. O kişiye olan kırgınlığımı, bu tanımadığım kişiye yansıtıyormuşum. Bunu fark edince, kadına karşı duygularım söndü. Bu otomatik koşullanmalar, gözlerimin önündeki bu geçmişin renkli lensleri yaşamımda kimbilir neleri olduğundan farklı görmeme neden oluyor diye uzun uzun düşündüm. Yıllar sonra vipassana hocası Thich Nhat Hahn’ın bir kitabında güzel bir öneriyle karşılaştım. “Algılarımızın çoğu gerçeği yansıtmaz” diyor Thich Nhat Hahn, “O yüzden bir yargıda, yorumda, çıkarımda bulunurken, kendinize ‘Emin miyim? Burada olanı görüyor muyum?’ diye sorun.”

Devamı var: dile kolay 4 ay Burma, yaz yaz bitmiyor tabii...