Sabah Rita ile 7de Atatürk heykelinin önünde buluşuyoruz. Rita yolun ilk kısmını biliyor, daha önce pek çok kez yürümüş. Oh; deyim yerindeyse, ben arkama yaslanıyorum, direksiyonu ona bırakıyorum. Parkur çok güzel. Limanağzı’na iki farklı rotadan gitmek mümkünmüş, kitapta alt yolun biraz tehlikeli ve zorlu olduğu yazıyor, “Üst yol daha uzun ama rahat gidersiniz” diyor. Ben seçimi Rita’ya bıraktım. O iki yolu da biliyor. “Alt yoldan gidelim, daha kısa” diyor. Ancak bir süre sonra kitapta yazılanın gerçeği yansıttığını anlıyorum. Çeşitli kaya inişleri var. Çantayla epey zor. Allahtan Rita yardım ediyor da, ilerliyoruz. Tek başına gitmeyi tercih etmezdim herhalde, bazı yerlerde yüreğim ağzıma geliyor. Ancak manzara harika. Kaş’tan itibaren denize girilebilecek pek çok yer var, Büyükçakıl gibi. Limanağzı’nda da tesisler var, sanırım konaklama mümkün. Deniz öyle güzel görünüyor ki... Tam hatırlayamıyorum ama sanırım Limanağzı’na bir buçuk saatte vardık.
Fotoğraf bugünkü yürüyüş arkadaşım Rita Schumann'dan: Sonunda bu yollarda yürüdüğümün bir kanıtı var!
Limanağzı'ndan sonra parkur yine epey zorluydu. Sanırım şimdiye kadar yürüdüğüm yolların en zoruydu. Zira sürekli kayaların üzerinde yürünüyor, atla, zıpla, in, çık, çok yorucu. Çanta olmasa, eminim çok zevkli olurdu. Ama çantayla dengeyi ayarlamak her zaman kolay olmuyor. Bazı kayalar da sivri, bir düşsem, ne olur acaba diye düşünceler uçuşuyor zihnimde. Ancak kayaların şekilleri nasıl ilginç, sırf bu şekilleri seyretmek için tekrar buraya yürümek isterim diye düşündüm. İlginç olan sadece kayaların şekilleri değil, neredeyse her yerde kayaların içinde kristaller var. Dokular, renkler harika. Durmuyoruz ama içim gidiyor, kafama burayı not ediyorum, “tekrar gelinip, kayalar seyredilecek”.
Çoban plajında biraz dinleniyoruz, deniz kumsala çöp yığmış. O güzelim yer çöplük gibi.
Yürüyüşe devam. Ufakdere’de yemeğimizi yiyoruz. Birkaç yıkıntı bina var. Bir ağacın gölgesinde hem dinleniyoruz, hem sohbet ediyoruz. Yaşamlarımızın alışıldığın dışındaki bölümlerini paylaşıyoruz Rita ile. Bilinmeyene yöneldiğimiz, yüreğimizin götürdüğü yere gittiğimiz bölümlerini. Rita’nın da keyfi yerinde görünüyor. Fotoğraf çekip duruyor. Çektiği fotoğrafların bir gün yazacağım yazılara eşlik edeceği tabii hiç aklıma gelmiyor o gün.
Fotoğraf Rita Schumann'dan: Rüzgar doğanın saçlarını taramış...
Sonra tırmanmaya başlıyoruz. Epey yükseğe çıktığımız halde, her yer deniz kabuklusu fosilleri dolu. Öyle bir tane, iki tane değil. Yuvarlak, tırtıklı fosiller, dolu. Artık oyun haline geliyor. Rita ile birbirimize fosil gösterir oluyoruz. Değişik hayvanların fosillerini arıyoruz. Böyle böyle kitapta sözü edilen çoban evine geliyoruz ki, kapısında asma kilit, etrafta kimse yok. Akşam nerede kalacağımı bilmiyorum. Okçuöldüğü’ndeki evlerden birinde kalabileceğimi söylemişti Özkan Bey. Rita ile Okçuöldüğü’ne yürüyoruz. Haritada büyük puntolarla yazıldığı için, köy zannediyorum. Meğer üç evden oluşuyormuş. Üstelik iki tanesi kapalı, birinde yaşayan var. Bir kadın ile konuşuyoruz. Buralarda gece kalınacak bir yer olmadığını söylüyor. Hafiften içim sıkılıyor. Rita ile geriye dönme şansım var ama bu ertesi günü Kılıçlı’ya olan parkuru yürüyemeyeceğim anlamına geliyor. Hatta sonraki parkuru da yürüyemeyeceğim anlamına geliyor. Zira buralara minibüs işlemiyormuş.
Rita ile yürümeye devam ediyoruz. Yolda genç bir çoban ile karşılaşıyoruz. O da bize benzer şeyler söylüyor, ancak eğer istersek, onların evinde kalabileceğimizi anlatıyor. Kararsızlık bir kere daha üzerime çöküyor. O sırada konuyu değiştiriyoruz. Yürürken, yolda uzun, siyah beyaz çubuk şeklinde, plastiğe benzer bir şeyler bulmuştuk. Hem de epeyce çok. Benzerini Letoon yolu üzerinde de görmüş, bir anlam verememiştim. Ancak çok estetik görünüyor. Ne olduğunu çobana soruyoruz. Meğer oklu kirpinin oklarıymış. Benim gözler fal taşı gibi açılıyor, hiç duymadığım bir hayvan, nasıl meraklanıyorum. Büyükçe bir hayvanmış, köşeye sıkıştırılınca, tehlikede hissettiğinde oklarını fırlatıyormuş. Çobanın köpeği böyle bir kirpiyi sıkıştırmış da, oklar köpeğin 10–15 santimetre kadar etine girmiş, köpek perişan olmuş. Gündüzleri çalıların altında uyurmuş. Gece yemeğe çıkarmış. Tehlikeli değilmiş, zira ancak sıkıştırılınca ok atarmış. Yolda epey ok vardı, herhalde kirpinin başına bir şey gelmiş. Doğada böyle yabani hayvanların yaşıyor olması beni nasıl sevindiriyor, çeşitlilik içimi coşkuyla dolduruyor.
Bu coşkudan sonra, yine gece nerede kalacağım meselesine dönüyorum, bir türlü karar veremiyorum. Rita ile geri yürümeye başlıyoruz. Yolda bir kulübeden sesler geliyor. Kapıyı çalıyorum. Bir çoban ailesi. Biraz konuşuyoruz. Orada kalabileceğimi söylüyorlar. Ben de ‘Tanrı misafiri’ oluveriyorum. Yaşamımdaki ilginç deneyimlerden biri. Çok zorda kalmadığım sürece bir daha yapmayacağım bir şey ama farklı hayatları da bazen bilmenin başka yolu yok.
Ancak bu yolu ille de yürümek isteyen ve de çadırda kalmayacaklar için bir öneri: Kaş’tan bir araba ile anlaşmak olabilir. Belli bir saatte Sısla mevkiinden araba gelip sizi alabilir. (Biz sabah 7de yola çıktık Kaş’tan, yanlış hatırlamıyorsam 13 gibi Sısla mevkiindeydik) Yine ertesi sabah araba sizi aldığı yere bırakır, böylece bir sonraki parkuru da yürüyebilirsiniz. Gece Limanağzı’nda kalınırsa, bir günde Boğazcık’a yürünebilir mi, bilmiyorum. Sanki çok uzun bir yürüyüş olur, epey de yorulunur ama yapılabilir gibi.
Bu yolculugu unutulmaz kılan da tanistigimiz insanların misafirperverliği değil mi?Bezirgan'da anılarını anlatan emekli polis, Saribelen'de yorgunluk ayranı sunan çoban amca, Cukurbag'da bizi buyur eden yaşlı pansiyoncu.. Hangisinin kalbinde en ufak bir pürüz, en ufak bir kötülük olabilir ki? Meger biz görünmez yalnızlık duvarlariyla çevrili kent hayatlarımızda nasıl da farkında olmadan unutuveriyoruz bu erdemleri..
YanıtlaSil