21 Eylül 2007 Cuma

Aperlae – Üçağız

17 Nisan 2007

Aperlae’nin bulunduğu koydan diğer koya kadar yol yorgun ayakları sevindirecek bir şekilde düzdü. Tam bisikletlik. Koydan sonra sola doğru karanın içine giriliyor. Bu parkuru başından sonuna çok sevdim. Hem rahat, hem ilginç, hem güzel manzaralarla dolu, hem kolay, hem de diğerlerine göre kısa. Sol ayağım yolda iyice ağrıdı. Durup, Deniz’in verdiği arnica merheminden sürüp, bandajladım. Öyle yürüdüm.

Yolda içime ferahlık duygusu veren, güzel düzlükler vardı. Arada labirent içinden geçer gibi insan boyunda kaya dizileri arasından geçtim. Oyun gibi. Yağmur tehlikesi olduğu için hızlı yürümeye gayret ettim. Kitapta denize girilebilecek bir yerden söz ediliyordu, tabii hava soğuk olduğu için oraya uğramadan geçtim.

Bir yerde bir tepe inişi vardı, bu parkurdaki tek tepe inişi yanlış hatırlamıyorsam. Bu inişin tam başlangıç noktasına geldiğimde nefesimi tuttuğumu fark ettim. Üçağız muhteşem bir şekilde karşımda duruyordu. Ansızın belirivermişti. Şiir gibi, tablo gibi. İşte tam o noktada, “Ah dedim, nasıl fotoğraf makinem yok”, içim yandı. Bir kere bu fikir zihnime girince, çevremdeki harika çiçekleri görüverdim, taşların içinde büyüyenleri. İnsan zihni çok ilginç. Şu anda bile orada çekmek istediğim fotoğraf karelerini zihnimde netlikle görebiliyorum. Fotoğraf çekmemekle ilgili inançlarım orada dönüşüme uğradı. Hemen dönüşte fotoğraf makinesi almak için bir fon oluşturma planları yapıldı. (Henüz almadım ama araştırmaları sürdürüyor, fonuma para koyuyorum:))

Bir ara yürüdüğüm yerin karşısındaki tepeye baktım, yüksek bir duvar gibiydi ve üzeri yeşilin bir çok değişik tonunda ağaçlarla doluydu. Nasıl güzel bir görüntü, doldum doldum taştım…

Tepeden indim, düzlükte biraz daha yürüdüm. Deniz başladı. Sağımda deniz, yine labirent şeklindeki kayaların arasından ilerliyorum. Nasıl bir sessizlik. Ne kuş, ne sinek, ne arı, ne rüzgâr, hiçbir şey. Çok tuhaf. Gün içinde de ara ara durup, bu sessizliği fark etmiştim. Fırtına öncesi sessizlik mi acaba diye geçti içimden. Ortaokulda okuduğum Graham Green’in bir kitabındaki bir cümle beni çok etkilemişti: “Sessizlik şehirlere özgüdür” gibi bir söz. Bunun hep doğru olduğunu gözlemlemişimdir. Ancak şimdi doğada da müthiş bir sessizliği dinliyorum.

Üçağız görünür olup, yol da iyice düzleşince, bu sessiz, çarşaf gibi denizin kenarında yemek yemeye karar verdim. Oturdum bir kayanın üzerine. Bir şeyler atıştırıyorum. Ansızın çok tuhaf bir ses geldi bir yerden. Ne nereden geldiğini, ne de nasıl bir ses olduğunu algılayabildim. Daha önceden deneyimim var, bir yerde bir süre oturdum mu, pek kıpırdamadığım ve ses çıkarmadığım için, bir süre sonra çeşitli hayvanlar yanıma kadar gelebiliyor. O ürkek kertenkeleler bile neredeyse ayakkabıma çıkacak kadar yaklaşıyor.

Fakat bu garip bir sesti. Neyse yemeğime devam ettim. Yeniden sesi duydum. Nefes alma sesi gibi bir şey. Hafifçe tırstım ama “Belki de denizde bir dalgıç vardır” diye düşündüm. Fakat şnorkelin ucunu görmüyorum. Ses sanki deniz tarafından geldi diye düşündüğüm için, gözlerimi diktim denize bakıyorum. Aman yarabbi, bir süre sonra denizden koyu renk bir burun çıktı, bıyıkları da var, nefes aldı çok sakin bir şekilde ve yeniden daldı. Biraz sonra yeniden burun çıktı, gürültüyle nefes aldı, sakin bir şekilde daldı. Fok balığı. Sanki meditasyon yapıyor, öylesine bir dinginlik var havada. Epeyce izledim onu. İçim neşe doldu. Hayatımda ilk defa doğada bir fok görüyorum. Daha doğrusu fok burnu.

Yürüyüşün daha başlarında yürüyerek ne kadar çok şey görebildiğimi fark etmiştim. Bu güzergâhtaki pek çok yere geçmiş yıllarda arabayla gelmiştim, buralarda kalmıştım. Ama yürüyerek her şey çok farklı. İlişkiler çok farklı. Güzellikleri görme kapasitesi çok farklı. Doğayla, insanlarla bağlantı kurma kapasitesi çok farklı. Hızı azalttıkça, farkındalığın arttığını, güzelliklerin daha görünür olduğunu, deneyimlerin derinleştiğini bir kez daha gördüm. Şimdi yürümenin bile hızlı olduğunu, durduğum zaman bambaşka bir katman açıldığını, bambaşka güzelliklerin görünür olduğunu fark ediyorum. Eğer yürüyor olsaydım, bu fokun sesini duyamazdım. O sessizlik içinde yaşadığım ruh halini yaşayamazdım. Yavaşlamanın değerini bir kez daha yaşayarak, anlıyorum. Ayaklarım da ağrıyor ya zaten, öyle durup bakasım var doğaya, kıpırdamadan. Öylece durup, izlemek, gözlemek yalnızca. Döndüğümde arkadaşlarıma yola ilişkin anlattığım hikâyelerin başındaydı bu fok görme hikâyesi, o dinginlik kalbimi kavradı…

Bugün yolda yürürken, birkaç inekle karşılaştım. Onlar karşıdan geliyorlardı, oldukça geniş bir yoldan gidiyorduk, karşılaştık, ben sakin sakin yürüyorum. İneklerden biri, hem de epeyce iri olanı korktu. Yolun kenarından bir yerlere tırmanmaya çalışıyor. Nasıl üzüldüm. Hemen durdum, geri gittim, yol verdim. Yolda kaç kere yılan gördüm, onlar da beni fark edince, çılgın gibi kaçtılar. Pek çok hayvan beni görünce, kaçışıyorlar. Evet, kaçmaları benim için emniyetli, yürürken korkmuyorum, zira biliyorum ki beni görünce kaçacaklar. Ben korkmuyorum ama onlar korkuyor, kocaman inekler, kertenkeleler, kaplumbağalar, yılanlar benden kaçıyor. Oysa o inek benim üzerime gelse, bir boynuz atsa, beni ağacın üstüne asar. Biz insanlar ne yapmışız ki bu hayvanlara, genlerine işlemiş korku- onlar bizden güç yönünden üstün olsa da. Çok üzüldüm. Gavurağılı’ndan sonra yolda karşılaştığım tüfekli çobanın sözleri geldi aklıma. “Bana dağlarda korkmuyor musun diye soruyorlar, ben de neden korkacağımı bilmediğim için, korkmuyorum”, demiştim ona. O da “Bütün mahlûkatta insan korkusu vardır. İnsanı görünce kaçarlar. Korkacak bir şey yok. Sen şehirde kendine dikkat et.” demişti. Artık doğru mu, yanlış mı bilemem ama çevreme böyle korku verme duygusu beni biraz sarstı. Roller nasıl değişti, benim korkmam beklenirken, onlar korkuyor.

Üçağız Konaklama

Yolda Hollandalı bir çiftle karşılaştım. Uzun uzun sohbet ettik. Yıllardır gelirlermiş bu bölgeye. Böyle hikayeleri duyunca bir yandan seviniyorum, bir yandan biz niye burnumuzun ucundaki güzelliklerin keyfini çıkarmıyoruz diye düşünüyorum. Şu yürüyüşte yürüyen bir tek Türk ile karşılaşmadım. Elbette yürüyen vardır ama herhalde çok az. Yolda konuştuğum pansiyon sahipleri “Türkler yürümüyor” diyor. Neden? Para değildir sebep herhalde, zira üç kuruşa mal oluyor bu yürüyüş daha sezon açılmadığı için. Niye yürümüyoruz? Aklımıza mı gelmiyor? Birbirimize ilham mı veremiyoruz? Annemiz babamız yürümediği için, alışkanlığımız mı yok? Ya çocuklarımız da bizim gibi mi olacak? Bu yolu yürüyen birini daha önce duysaydım, o zaman yürürdüm herhalde. Acaba bu yazılar birilerine ilham olur mu? İlham olanlar bizimle deneyimlerini paylaşır mı? Kim bilsin.

Bu Hollandalı çift buralı olmuş neredeyse, bana Çıralı’da kalabileceğim bir pansiyon önerdiler. Üçağız’da da kaldıkları pansiyonun ismini verdiler. Kaş’taki rehberler de Üçağız’da başka bir pansiyonun adını vermişlerdi. Kararsız kaldım, hangisi önce karşıma çıkarsa, ona gideyim bari, dedim. Ekin Pansiyon, yani rehberlerin pansiyonuna rastladım ilk. Girdim, sahibi İngilizce konuşuyor benimle. Ben Türkçe cevap veriyorum. İngilizce konuşmaya devam ediyor. “Türkçeniz çok güzel, nerede öğrendiniz?” diye sordu. “İstanbul’da”, dedim, “zor olmadı, çünkü Türküm”. Adamcağız inanamadı, “Bu yolu tek başına yürüyen ilk Türk kadın sizsiniz herhalde” dedi. Pansiyon sahibi, Yusuf Bey yürüyüşü seven birisiymiş, abisi ile uzun yürüyüşler yaparmış civarda. Oralı olduğu için de çevreyi çok iyi biliyor. Bana günübirlik parkurlar önermek istedi ama ne mümkün, ayaklar oraya zor geldi. Yusuf Bey yürüyüş için tiryakilik diyor, katılmamak mümkün mü? Doğanın beni nasıl beslediğini, arındırdığını, görüşümü keskinleştirip netleştirdiğini düşündüm. İçimde uzun bir süre böyle dağda, tepede yürümek isteği hissettim, hemen sonrasında zihnime “peki ya, ama… ” diye başlayan cümleler üşüşünce, düşünmeyi bıraktım.

Ekin pansiyon rahat bir yer. Oda kahvaltı. Banyosu içinde. 3 gün sonra nihayet banyo yapabildim. Ben oradayken, henüz sezon tam açılmamıştı. O yüzden olsa gerek, kahvaltı biraz zayıftı.

Genellikle yabancılar Üçağız’da konaklayıp, Aperlae’nin diğer koyundaki lokantalara tekneyle geliyorlar, sonra Aperlae’ye yürüyüp, burayı geziyorlarmış. Oradan da yürüyerek Üçağız’a geliyorlarmış. Güzel fikir. Hem yürüyüş, hem tekne, hem tarihi eser gezme, güzel bir program. Yusuf Bey pansiyonda kalan bir çifti Kılıçlı’ya götürecek bir araba ayarladı. Oradan Üçağız’a yürüdüler. Yani Üçağız’ı merkez kılarak, değişik günübirlik yürüyüşler yapılabilir.

Fotoğraf Itzik Dagai'den:

Ayaklarımı dinlendirmek için iki gece kaldım Üçağız’da. Birçok turistik lokanta var. Bankamatik yok. İnternet cafe tabelası var ama benim bulunduğum tarihte açık değildi.

(Ekin Pansiyon: Yusuf Pehlivan - 0535 936 77 83- 0242 874 20 64 http://www.ekinpension.com/ )

Üçağız:

Daha iki yıl önce bir arkadaşımla günübirlik gemi gezisiyle gelmiştik buraya. Kaleye tırmanmıştık o geldiğimizde. Küçük turistik bir yer gibi gelmişti o zaman. Bu kez başka göründü gözüme. Öyle bir coğrafya var ki, deniz göl gibi görünüyor. Kıpırtısız, sakin. Gece de dolaştım biraz, gökyüzü yıldız dolu. Müthiş bir dinginlik hali.

Fotoğraf Itzik Dagai'den:

Bu dinginlik kısa sürdü. Meğer o sessizlik boşuna değilmiş. Ertesi sabah nasıl bir rüzgâr, her şey uçuyor. O göl gibi deniz dalgadan kahverengi oldu. Rüzgâr uğuldayıp duruyor. Saç baş kalmadı. Darmadumanız. Ayaklarımdan pek iç açıcı sesler de gelmiyor. Bugünü dinlenerek geçirmeye karar verdim. Pansiyonda odalar tek katlı, uzun bir binada yan yana. Her odanın önünde üstü kapalı veranda gibi bir yer var. Çamaşırlarımı yıkadım, sandalyelerin arasına ip gerdim, çamaşır asıyorum. Yan odayı yabancı bir çift gezdi. Pansiyon sahibiyle konuşurlarken duydum, “internet var” dedi. Hemen heveslendim, pansiyon sahibine interneti kullanıp kullanamayacağımı sordum. “Bilgisayarınız var mı ki”, dedi. Meğer kablosuz bağlantı varmış yalnızca. Hafiften buruldum.

O yabancı çift odayı tutmaya karar verdi. İlginç olan, tüm odalar boş ama yanımdaki odaya geldiler. İsraillilermiş, sanırım 60lı yaşlarda. Selamlaştık. Pek konuşkan bir günümde değilim, ayağım azıcık içimi huzursuz etmiş halde, içimde yürüme hevesi yoğun ama fiziksel olarak zorlanıyorum.

Komşum bilgisayarını çıkardı, tıkır tıkır yazıyor. Balkonların arasında kısa bir duvar var, sanki aynı yerdeyiz. İster istemez başladık laflamaya. Itzik ve Liliah, o kadar sıcak, o kadar paylaşımcı insanlardı ki, içimi yıkadılar, huzursuzluk falan kalmadı. Yemeğe gidiyorlardı, beni de davet ettiler, ancak yemek yemiştim. Bilgisayarı kullanabileceğimi söylediler. Nasıl sevindim. Onlar dışarıdayken, hemen yolculuğumu İstanbul’dan takip eden arkadaşlarıma ve kardeşime mesaj yazdım. Yolda aldığım bazı notları bilgisayara geçirdim. Döndüler. Ben de balkonuma döndüm. Gömleğimi dallara takmışım, bir de çantanın askı yerleri yırtmış, parça parça idi. Oturdum, onları dikiyorum. Itzik fotoğrafımı çekti. Böylece dağda, ovada, yaylada günlerdir yürüdüğümün Rita’nın çektiği bir iki fotoğraf haricinde başka kanıtı yok ama oturmuş, elimde iğne iplik gömleğimi dikerken iki fotoğrafım var :)


Fotoğraf pansiyon komşum Itzik Dagai'den:

Itzik ve Liliah ile uzun uzun konuştuk. Hiç beklenmedik kadar güzel ve derin bir bağlantı oldu. Liliah müthiş şefkatli bir insan. Konuşma sırasında Itzik ufkumu açan sözler söyledi. Konuşurken, “Bilmem bu yolculuk sonunda nereye varacağım.” dedim. Bana “Daha iyi bir insan olacaksın” dedi. Dudaklarımı büktüm, “Belli mi olur” dedim. “Öyle deme” dedi, “İnsan bir korkusuyla başa çıktığında diğerleriyle de başa çıkmayı öğrenir.” Kendisi birkaç sene önce çok zor bir dönem geçirmiş. Sonunda almış çadırını 5 gün dağa gitmiş. Tabii İsrail savaş içinde bir ülke olduğundan çeşitli korkular geçirmiş. Dönünce diğer korkularıyla başa çıkması kolay olmuş. “Yeni bir insan oldum”, dedi. ‘Bakalım ben ne olacağım’ diye düşündüm. Ölüm üzerine uzun uzun konuştuk. Huzurlu ölmek için, huzurlu yaşamak gerektiği üzerine sohbet ettik. Onlar da Likya yolunda çeşitli parkurları yürüyorlarmış, ters istikametlerde yürüdüğümüz için birbirimize çeşitli bilgiler verdik geldiğimiz yerlere ilişkin. Müthiş doyurucu, kafa ve gönül açıcı bir konuşma oldu. Bu gönül karşılaşması yolculuğun şaşırtıcı hediyelerinden biri oldu benim için. Bu yol büyülü gibi, neredeyse her iletişim kurduğum insanla derin bağlantı kuruyoruz, çok şükür.

Akşam ertesi gün ne yapacağımla ilgili netleşmiş bir kararım yoktu. Çayağzı’na yürüsem mi, yoksa bu sabah gördüğüm, 7:30da kalkan Demre minibüsüne binsem mi, yoksa bir gün daha kalsam mı? Bir türlü zihnim netleşmiyor, düşünüyorum, içime bakıyorum, olmuyor. Sonra pansiyon sahibine ödeme yaparken buldum kendimi, sanki otomatik olarak yapmışım gibi. Baktım Yusuf Beye “Ne olur ne olmaz belki kalırım ama yine de ödememi yapayım” diyorum ama o an anladım ki, ertesi sabah öyle ya da böyle yolcuyum, oradan ayrılıyorum.

Sabah kalktım, hala ne yapacağımdan emin değilim. Yola çıktım, minibüsün kalktığı yere geldim. 7.30 oldu, minibüs yok. 7.45 minibüs yok. 8.00, yok. Bu bir işaret herhalde deyip, yürümek üzere yola çıktım. Çok da iyi oldu, güzel bir parkurmuş, ayaklarım da izin verdi, rahatlıkla yürüdüm.

2 yorum:

  1. çok güzel bi yürüyüş olmuş sanırım.

    acaba kate clow'un likya yolu türkçe çeviri baskısını temin edebileceğim bir yer biliyor musunuz?
    sanırım yayoncı kurluşda da kalmmaış.yeni baskıyı beklemek gerekiyormuş ve zamanı da belli değilmiş.

    bu konyda elnizde varsa bana yardımcı olabilir misiniz. (fotokopi dahi olaiblir)

    mail adresim: ismeilofli@hotmail.com

    YanıtlaSil