2 Nisan 2007
Sabah erkenden kalktık, heyecanlıyız. Çantaları yüklendik, otelimizden aşağı doğru yürüyüp, soldaki Ölüdeniz yoluna girdik. Kısa bir süre sonra da Likya yolu tabelasını gördük. Fotoğraf makinemiz yok ki, önünde bir hatıra fotoğrafı çekelim. Olsun, deneyimi bize yeter…
Sabah erkenden kalktık, heyecanlıyız. Çantaları yüklendik, otelimizden aşağı doğru yürüyüp, soldaki Ölüdeniz yoluna girdik. Kısa bir süre sonra da Likya yolu tabelasını gördük. Fotoğraf makinemiz yok ki, önünde bir hatıra fotoğrafı çekelim. Olsun, deneyimi bize yeter…
Fotoğraf sonradan bir günlük yürüyüş arkadaşım olan Rita Schumann'ın albümünden: (Bu fotoğrafı 16 Eylül'de ekliyorum. İnsan yeter ki gönülden istesin, biz yokuz önünde ama fotoğrafı geldi)
Yaşamlarımızda bir başka hayali daha gerçek yapıyoruz! Emek verip, buraya kadar geldik. Lale ile “hayalleri eyleme geçirme” gücümüzü kutluyoruz neşe içinde, yolu planladığımız gibi tamamlarsak ne ala, olmazsa, elimizden geleni yaptık diyeceğiz.
Faralya yoluna giriyoruz. Çam ağaçları arasından yürüyoruz. Çantalarımız ağır. İkide bir durup çantayı ayarlıyoruz. Bir süre sonra yokuş başladı. Sürekli yokuş, ha bire çıkıyoruz. İçimden söylenip duruyorum, bu çantayı günün sonuna kadar taşıyamam diye. Sağ tarafta Ölüdeniz’in harika manzaraları tablo gibi, içimizi yıkıyor. Zihnim an’da, yerdeki taşta, yanağımdaki rüzgar serinliğinde, nefesimde, yandaki manzarada. Ne güzel zihnim tamamen an’da derken, bir ara yanımıza bir köylünün eşeği ile geldiğine ve bizim çantaları taşımak istediğine ilişkin bir hayal kurarken buldum kendimi… Gerçek zor gelince, zihin hayale nasıl da kayıveriyor :)
Yavaş yavaş yürüyoruz ama sırtımdan oluk oluk ter indiğini hissediyorum.
Bir saat kadar sonra harika manzaralı bir yerde durup, mola veriyoruz. Sabah güneşinde tepelerin arasında Ölüdeniz ve Akdeniz o kadar güzel görünüyorlar ki, tam kartpostallık manzara, gerçi artık tam masaüstüne arka plan yapılacak manzara demek daha uygun herhalde :) İçimiz sevinçle doluyor. Lale ile içimizdeki bu sevinci tüm dünya ile paylaşma niyeti yapıyoruz. “Burası bir sevgi kapısı olsun, buradan sevgi yayılsın” diyoruz. Yüreğimiz öyle istiyor, olur olmaz, onu ne bilelim…
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: (Bizim de bu fotoğraftakilerden pek farkımız yoktu zaten :))
İkinci saatte tepede yine çok güzel manzaralı bir kamp yerine geldik. Birileri taşlardan çok sevimli masa ve oturma yerleri yapmışlar. Biz de hemen oturup bir şeyler yedik.
Tam toparlanıyorduk ki, sesler duyduk. Bir Alman grupmuş. Rehberleri Kemal Bey ile biraz sohbet ettik. Gül pansiyonda kalacaklarmış. Belki görüşürüz diyerek ayrıldık.
Tırmanmaya devam. İlk gün için iyi bir sınav. Ancak Ölüdeniz’in neredeyse açı açı görünüşü muhteşem, içim coşku doluyor. Dar ve taşlı bir patikadan tırmanıyoruz. Bir ara kafamı kaldırıyorum, yamaç paraşütü ile uçan birini görüyorum, elimizi uzatsak neredeyse tutacağız. Hevesle tırmanmaya devam ediyoruz, yeri bırakıp, havada uçmaya başladıkları anı görmek istiyoruz. Kuş gibi uçuyorlar, nasıl idare ediyorlar bilmiyorum, ama uçtukları yer çok yüksek. Böyle bir deneyime hiç hevesimin olmadığını hemen anlıyorum…
Tepede bence çirkin bir inşaattan geçiyoruz, etrafta kimseler yok. Kısa bir süre sonra yamaç paraşütçülerinin havalandıkları yeri görüyoruz solda, kimse o sırada havalanmadığı için ilginç bir şey yok seyredecek. Devam ediyoruz. Ağaçlıklı bir yol ayrımına geldiğimizde, hangi yöne gideceğimizi anlayamıyoruz.
Tam o sırada ayak parmağımda bir sıkıntı hissettim. Duruyoruz, dağcı arkadaşların tavsiyesini dinliyorum ve hemen ayak bakımı durumuna geçiyorum. Dağcı eğitiminden öğrendiğim, ilk sıkıntıda hemen önlem almanın gerektiği idi, sonra geç olabilir ve gereksiz acı çekilebilir, demişlerdi. Yaşam için de yararlı bir tavsiye belki. Bazen ufak kızgınlıkları, alınganlıkları, endişeleri önemsemiyor, yokmuş gibi hayata/ yürümeye devam ediyoruz. Yaşam içinde bu ufak yaralar, büyüyor, büyüyor, uğraşması daha zor bir hale geliyor. Hatta başka her şeyi bırakıp, bunlarla ilgilenmek zorunda kalabiliyoruz. Burma’daki vipassana hocalarımdan biri olan Jeff Oliver’ın bir sözünü hatırlıyorum, zihindeki halleri kast ederek “Bir gün bakmak zorunda kalacaksınız, bugün, yarın, başka bir yaşamda. Ama mutlaka bakacaksınız. İsterseniz, daha da çetrefilli hale gelmeden bir an önce bakın”.
Daha da ince bakarsak, kızgınlık zihnimizde ilk belirdiğinde gücü azdır, sonra gelen pek çok düşünce ve geçmişe ait klasörlerdeki çeşitli olayların anıları bu kızgınlığı besler, adeta ateşe odun atar ve kızgınlık güçlenir. Sonrasında da genellikle kontrolü kızgınlık ele geçirir. Kimsenin işine yaramayan sözler söyler, eylemlerde bulunuruz. Kendimizdeki yara da büyür, karşımızdakinin yarası da büyür. Bu zihin halleri daha zihnimizde küçük bir tohumken görebilsek ve üzerine “merhem” sürsek, neyse yapılması gereken yapsak, belki yaşamımız çok farklı olur. Dağcılar kendi deneyimleriyle bu yaşam dersinin fiziksel boyutunu görmüşler.
Ayağıma bant yapıştırırken, yoldan bir çoban geçiyor. Bize kestirme bir yol söylüyor. Bu yolu takip ediyoruz, kısa bir süre sonra Kozağaç’tayız. Tam girişte gürül gürül akan bir çeşme. Hemen abdest durumu alıyorum, Lale gülüyor halime. Hava sıcak, eller, kollar, yüz, baş, ense yıkanıp duruyorum. Şişelerimizi suyla dolduruyoruz.
Toprak araba yolundan yürüyoruz. Eli bastonlu yaşlı bir nineyle sohbet edip gülüyoruz. Bana “Bu sopa ne?” diyor, muzip muzip “Ben de yaşlıyım”, diyorum. “Yaşlı benim” diyor. “Ben de yaşlıyım” diyorum. Bana inanmaz gözlerle bakıyor. Başörtüsünün altından beyaz saçlarını gösteriyor. Ben de şapkamın altından beyazlaşmaya başlayan saçlarımı gösteriyorum. Gülüyor gülüyor…
Yola devam ediyoruz, Kirme’de öğle yemeği yeriz ümidindeyiz, gözleme yiyeceğiz, ayran içeceğiz, hayalimiz öyle… Yol patikaya çeviriyor, dik yamaçlardan tırmanıyoruz. Kirme’ye varıyoruz. Yeşillikler içinde ufak bir köy. Etrafta kimseler yok. Evler arasında yürüyoruz, gördüğüm bir teyzeye yemek yiyip yiyemeyeceğimizi soruyorum. “Burada kimse yemek vermiyor”, diyor. Hayalleri suya düşürüyoruz. Neyse ki çıkınımız dolu, köyün çıkışında bir çeşme bulup Jale’den aldığımız krakerlerin üzerine çantamızda taşıdığımız tahin ve balı koyup yiyoruz. Ayaklarımızı çıkarıp çeşmenin sularına sokuyoruz. Keyfimiz yerinde. Bir anda iki inek beliriyor, hızla üzerimize geliyorlar, su içecekler belli, kendimizi zar zor toparlıyoruz, onlara yer açıyoruz, ne de olsa burası onların mekanı. İnekler hiç istiflerini bozmadan sularını içip gidiyorlar.
Kirme’nin çıkışında lay lay lom yürürken, birden yolu kaybettiğimizi fark ettik. Oraya buraya epey yürüdük. Son gördüğümüz işareti bulmak bile çok uzun zamanımızı aldı. Bir sonraki işareti bulmak için de epey dolandık. 5 dakika yürüyüp de işareti görmüyorsanız, mutlaka durup bir önceki işareti aramak çok akıllıca. Yoksa bizim gibi belki bir saate yakın dolanır durursunuz.
Günün sonuna doğru yorulurum sanmıştım ama tam tersine neşem gittikçe arttı, enerjim arttı. Hatta bir ara kendimi Lale’yle yüksek sesle konuşurken buldum. İçimden kaynayan enerjiyi ne yapacağımı bilemiyordum. Baldırlarım biraz ağrıdı. Yüke ise alıştım sanki.
Yol molalarla, kaybolmalarla aşağı yukarı 8 saat sürdü. Kate'in kitabındaki sürelerle tutuyor bizim de hızımız.
Faralya Konaklama: Gül Pansiyon
Önce Değirmen Pansiyon’un tabelasını gördük, sonra kendisini. Bu pansiyon ile ilgili övgüler duymuştuk. Yeşillikler içinde harika bir taş bina. Biz gittiğimizde akşam yemeği için masaları düzenliyorlardı. Çok şık ve rahat görünüyordu. Düşündük, taşındık; yolda rastladığımız Alman grubun rehberi Kemal Bey, Gül Pansiyonu önerdiği ve Değirmen Pansiyon bütçemize pahalı (43 Euro- YP) geldiği için Gül Pansiyonda kaldık.
Odalarda tuvalet ve duş var; sıcak su ile anlaşmak biraz zor gerçi- ortasını bulmak zor. Herhalde sezona henüz hazırlık yaptıkları için bazı ilgi isteyen yerler vardı. Gece çok soğuk oldu. Uyku tulumumuzu çıkardık ve üzerine battaniye örttük. Yemekler dengeli ve miktar olarak doyurucu, lezzetliydi. Yürüyüşte topladığım kekiklerden akşam çay yapıp içtik. Kemal Bey ile uzun uzun sohbet ettik, bize parkura ilişkin pratik bilgiler, kalınabilecek bazı yerlerin telefonlarını verdi. Daha ilk günden yaşamdan gelen böylesine bir destek içimi şükran duygusuyla doldurdu. Şükran duygusunun bir sebebi daha var tabii: Bu Alman grubun çantalarını taşıyan bir minibüs varmış. Yarın bizim çantaları da Kabak’a taşıyacak :) Lale sevinçten uçtu.
Sabah bahçedeki tavukların yumurtası ve yörenin balını yedik. Pansiyonun sahibi hanım da –her ne kadar niye yürüyüp, kendimizi yorduğumuza akıl erdiremese de- yine de yürüyüşe ilişkin bazı bilgilerle bize çok yardımcı oldu.
(Gül Pansiyon: 0252-642 11 45-- 0535 887 84 10/ 0535 408 60 98)
Faralya
Kelebekler Vadisi’nin üstünde yemyeşil bir yerleşim yeri. Vadiye inmek çok tehlikeli olduğu için, inmeye hiç kalkışmadık bile.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Faralya'dan Kelebekler Vadisi
Cep telefonu çekiyor. George’s House diye bir başka pansiyon ve kamp yeri olduğunu da öğrendik. Herhangi bir dükkân görmedik. Her gün Fethiye’ye ve Kabak yönüne minibüs var. Çeşmesi var, araba yolunun üzerinde.
merhaba
YanıtlaSilLikya yolu bizide cagirdi. Zaman problemi yuzunden yolun tamamini bir kerede yuruyemeyecegimizi anlayinca ve sadece 3 gun tatilimiz olunca ne olursa olsun baslayalim diyerek Fethiye den Agustos 2007 de yola cikmistik. elimizde de sadece nat. geo. verdigi harita vardi. Hisaronu nden Kabak a, bir gecelik otobus yolculugundan sonra durmaksizin cadir vs. ile yuruyunce devam etmeye mecalimiz kalmamisti. Kabak Koyu nda konaklayip oludeniz e geri donmustuk. Bu senede 5 gun tatilimiz var ve Kabak tan devam etmeye karar verdik. Bu arada sizin blogunuza rastladim. Yol boyunca sadece yurudugumuz icin kaydetmedigimiz herseyi hatirlattiginiz icin tesekkur ederim. Bu sene bizim icin cadirsiz ve zevkli bir yuruyus olur umarim. bu hizla gidersek 10 sene icinde yolu tamamlayabiliriz:) bilgiler icin cok tesekkurler.
Merhaba
YanıtlaSilAğustos'un sessizliğinden sonra, bloga tekrar döndüm.
Yazınız bana da heves verdi. 3 günlük tatil bile -kısa demeyip- değerlendirilebilir. Likya yolunda çeşitli nedenlerle yürümediğim bölümler var, belki kısa fırsatlarda oraları yürüyebilirim.
Nasıl geçti bu seneki yürüyüş? Ağustos çok sıcak olmuyor mu- yazınızdan Ağustos'ta yürüyecekmişsiniz gibi anladım. Hangi parkuru yürüdünüz? Var mı bizimle paylaşacağınız, ilham, keyif verecek anılar :)))
Tam şu anda yorumunuzu tekrar okuyunca, içimde "acaba ekimde birkaç günlüğüne de olsa, yürüsem mi" hevesi kaynamaya başladı. Alevi canlı tutmaktaki katkınız için, benden de teşekkürler...
Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba,
YanıtlaSilBookmarklarımı düzenlerken tekrar rastladım sitenize ve yorumuzunu okudum. Tatilim Eylül ayındaydı ve ne yazıkki çeşitli problemlerden Likya rotasından daha farklı bir rotada yürüdük. Marmaris, İnbükü, Datça'da Günlük ağaçlarıyla yol almak, kamp yapmak ve yeni insanlarla tanışmakta en az Likya Yolu kadar besleyiciydi. Lakin ömrü hayatımda yolu tamamlayacağımı ve bana katacaklarını çok iyi biliyorum ve bir sonraki tatil için sabırsızlanıyorum. Teşekkürler Hale Hanım...
Önemli olan yol, parkur değil, alış, veriş, akış, farkındalık, idrak ve sevgi belki de. Anladığım kadarıyla bunları içeren bir kamp olmuş sizinki. Ne mutlu. Yolunuz açık olsun, içte ve dışta...
YanıtlaSilMerhaba
YanıtlaSilUzun yıllar fırsat yaratamadığım benim için bir tutku olan likya yolunu 26-8-2007 de eşimle beraber faralya george hause kadar yürüdük.Bir gece çadırda kalıp kelebekler vadisinin muhteşem manzarasına daha fazla dayanamayıp vadiye indik.Bir çadır gecelemeside vadide yaptıktan sonra kalbimizi likyada bırakıp tekne ile ölüdenize döndük.Bizim için anlıtılamaz bir güzellikti.Artık ölsemde gam yemem denirya.Döndükten 13 gün sonra kanser olduğumu öğrendim.Ameliyat ve yoğun tedavi sürecinde likya yoluna tekrar gidebilecekmiyim diye düşündüm.Allaha şükür bir sene sonra 16-8-20008 tekrar eşimle sırtımızda çantamız çadırımız faralyadan kabak koyuna gitmek nasib oldu.
Senin yazılarını sonraki etaplar için birer kılavuz gibi tekrar tekrar okuyorum.Bu yaz kabaktan başlayıp yapabildiğimiz kadar gitmek istiyoruz.
Yazılarınız için teşekkürler Hale hanım:)
Sevgili Ceyamel
YanıtlaSilLikya yoluna gönül vermemiz sanki aynı köydenmişiz gibi bir his uyandırıyor içimde :) Sanki köyümden biri yazmış gibi :)
Ne güzel her yıl bir bölümünü yürüyebilmişsiniz- çok da güzel bölümleri üstelik. Hep Ağustos'ta gitmişsiniz gerçi. En sıcak zamanında. Tatiller o zamana denk geliyor ancak, değil mi? Dilerim bir sefer de baharda fırsatınız olur. Değer o zaman gitmeye :)
Bu sene bana henüz fırsat olmadı, ufukta da görünmüyor ama belli olmuyor hayat. Sürprizler dolu her köşe başı.
Yaşadığınız yoğun süreç yaşamı an an bilinçle yaşamayı hatırlatıyor hepimize. Geçmiş olsun (ki zaten geçmişte kaldı yaşananlar) ve nice doğa yürüyüşleri canımıza can katsın...
Ben de paylaştıklarınız için teşekkür ederim... İçinizden gelirse ve bu sene tekrar Likya yolunda yürürseniz, bizimle paylaşırsanız, sevinirim... Bize köyden haber gelmiş gibi olur... Sevgiyle
Likya Yolu ve otesi
YanıtlaSilFaralyadan Kabak uzerinden Alinca cikisida muhtesem guzelliklere sahip.Cikis evet cikis biraz zor olmasina ragmen, zorluk tabii 250mden 950m cikisin verdigi zorluklardan bahsediyoruz,tabiat ortusu oteki yerlere nazaran cok daha degisik.Likya yolunda hicbir Likya yerlesimine rastlamamak biraz garip geldi bana..:)
Eger Likya yolunda guzel bir butik hotelde kalmak istiyorsaniz Mandarin Boutique Hotel i demnemenizi tavsiye ederim,cift kisilik Jakuziler, genis 2x2m yataklar,antik mobilyalar ve sahane yemekler...www.villamandarin.com 0252 6421002