29 Ekim 2009 Perşembe

Yola Işık Tutan Söz: Cesaret



İnsan kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe, yeni okyanuslar keşfedemez.


Andre Gide


Genellikle yola ışık tutan sözlerle birlikte bir fotoğraf da koyuyorum.
Bu kez fotoğrafı kendimiz hissedelim. Nasıl bir fotoğraf canlanıyor içinizde? Kıyı nasıl, okyanus nasıl, keşif nasıl, iç alem nasıl?

Hepimize nice cesaretli an'lar, nice keşifler ve nice okyanuslara kavuşmalar diliyorum...

28 Ekim 2009 Çarşamba

Kabul'ün İçinden

Kalbim herkese tek tek içimdekileri yazma duygusuyla coşuyorsa da, yaşam bana söz verdiklerimi zamanında ve işe yarar bir şekilde yetiştirmek konusunda eğitim veriyor. Bu konuda çok harika bir öğrenci olduğumu söyleyemeyeceğim ama gayretli olduğum kesin. Öğrenme sürecindeyim, o yüzden gönlümden geçen her şeyi en uygun anda yapmayı hala öğreniyorum, kimi zaman tam hizada olamayarak, buna da çok üzülüyorum. Üzüldükçe de, ne yapabilirim başka'ya bakıp öğrenmeye gayret ediyorum...

Bazen de gayreti bırakıp, kabul etmek gerekiyor... Hatta belki çoğunlukla... Dün pek telaş etmiştim, hiç bir şeyi yetiştiremiyorum, içimden geçenleri yapamıyorum diye, o kadar gayret etmeme rağmen... Bugün sabah bir kabul haliyle uyandım... Bu kabul halinin içinden çıkan hareketler her ne ise ona teslimim bugün... Dinginliğin, sessizliğin beni bu zihnin yarattığı çalkantılı sulardan usulca çekeceğine inanıyorum... Hani bir ip atılmış da, yapacağım tek şey o ipe sıkıca tutunmak ve teslim olmak ve de etrafı iyi gözlemleyip, bu süreçte çok su yutmamaya çalışmak gibi geliyor gözümün önüne...

Dün ansızın, beklemediğim bir anda karşıma bir şiir çıktı. Belki yazdım daha önce- ama başka bir ömürde kalmıştır o şimdi, bir daha yazayım istiyorum bugün...

Ancak şiiri yazmadan, tekrar bir teşekkürüm var... Yazan, çizen, sözlü- sözsüz bağlantı kuran tüm dostlara gönülden teşekkürler... Sessizce iyi dileklerimi her gün tek tek gönderiyorum şimdilik, sayı da her gün artıyor :) Bu parmaklar yazamıyor olabilir, sesim çıkamıyor olabilir şu günlerde ama bilin ki yüreğim hep konuşuyor sizlerle tek tek... Yüreklerinize sağlık, nereye giderseniz gidin hep sevgiyle karşılaşın...


NE İÇİNDEYİM ZAMANIN

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında.

Bir garip rüya rengile
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgardaki yaprak bile
Benim kadar hafif değil.

Başım, sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen.
İçim, muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim.
Mavi masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Ahmet Hamdi Tanpınar
(1 Ağustos 1933- Varlık Dergisinin 2. sayısında yayınlanmış)

Varlık Şiirleri Antolojisi, Hazırlayan: Enver Ercan

23 Ekim 2009 Cuma

Binbir Renkli Sevgi Dansı...

Deniz doğumgünüm için yelken yepelek beni görmek istediğini söylediğinde, bir hediyesi var herhalde, dedim…

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Geldi ki, elinde kolunda bir sürü çantalar, torbalar. “Yine ağır bir çantayla seyahat ediyor.” dedim.

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Evin içinde bir oraya koştu, bir buraya… Baktım küçük bir kutuda pasta getirmiş… Çay suyu koydum…

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Uzun seyahatin yorgunluğu, durgunluğu, biraz da dinginliği hala üzerimde, onun bu telaşlı haliyle tam bir tezat haldeyiz…

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Mutfaktan salona geldim, yüzünde kocaman bir gülümseme, gözleri ışıl ışıl, elinde de devasa bir torba… “Aaa, abarttın, bu ne böyle?” dedim…

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Nasıl sevinçli, yerinde duramıyor, hatta ara ara zıplıyor gibi durduğu yerde…

Aklıma hiç bu gelmemişti tabii…

Koskocaman torbayı aldım, nispeten hafif, içimden “ne ola ki” diyorum…

Nereden aklıma gelsin…

Kurdeleyi açtım… Torbanın içinden dantelli örtüsüyle bir kutu çıktı, içinde de renk renk zarflar… Çoğu Deniz’in adresine gelmiş… Tam kavrayamadım, şaşkınlık içinde kutuyu elimde tutuyorum…

Deniz –tanıyanların gözünün önüne geliyordur- zıp zıp…

Aklıma hiç bu gelmemişti…

Uzunlu, kısalı, yeşilli, pembeli, büyüklü, küçüklü, çiçekli bir sürü zarf… Birkaçının üzerinde gönderenlerin ismini gördüm, tanıdıklar… Deniz’in yüzüne baktım…

Meğer bu kutunun içinde 41 tane mektup varmış, dostlar –tanıdık, tanımadık- doğumgünüm için birer mektup yazmış… Yaşamlarına nasıl dokunduğumu anlatmış…


Uzun hissettiğim bir süre öylece kalakaldım… Nasıl özel ve değerli bir hediye… Bunca yıllık yaşamımda hiç böyle bir sürprizle karşılaşmadım… İlk tepkim büyük bir şaşkınlık…

Sonra büyük bir merak… Kimler var acaba?

Deniz’in acelesi var, gidecek… Hızlıca hikayeyi anlattı… Geçen sene yürekten iletişim eğitiminde Nada; oğlunun 30. yaş günü için 30 dosttan 30 mektup hediye etmiş olduğunu anlatmıştı. Eğitimde çeviri yapıyordum, bu sözleri Türkçe söylerken, gözlerim dolmuştu. O insani bağlantı, o duygu yoğunluğu yüreğime dokunmuş, hatta iyice yüreğimin içine işlemişti… İnsanın başına gelebilecek en güzel şeylerden diye düşünmüştüm… Ama bir gün benim için yapılacağı hiç aklıma gelmemişti, hatta ah yapılsa bile dememiştim… Hatta unutmuşum bile… O an insanlar arasındaki bu derin bağlantıyı duymayı kutlamışım bir tek…

Deniz unutmamış… Aklına yazmış… Aylarca uğraşmış… Ayak üstü anlattığına göre, Seda’nın da (Talaakar) desteğiyle, dostlara ulaşmışlar… Çabayı, gayreti, emeği hayal bile edemiyorum, öyle farklı yerden dostlar var ki… Bu kadar çok insanla bağlantı kurmuşlar, nasıl oldu hiç haberim olmadı, müthiş… Tam bir sürpriz…

Kucağımda yürekler dolu bir sepet, öylece duruyorum… Bu derin bağlantının şaşkınlığı ve keyfini yaşıyorum… Deniz’e de ne diyeyim bilemiyorum, öyle sustu dilim, zihnim… Yüreğin aleminde geziniyorum… Bu kadar özel, bu kadar değerli bir hediye…

Bu daha başlangıçmış, mektupları okumaya başlayınca, başka bir aleme geçiş…

Deniz mektupları geliş sırasına dizmiş, ilk mektup taaa Ağustos ayında gönderilmiş… Biraz önce kapı çaldı, bir mektup daha geldi… Biri de yoldaymış… Zamana yayılmış bir enerji…

Mekana da yayılmış… İstanbul’dan, Samsun’dan, Ankara’dan, Bodrum’dan, İzmir’den, Nusaybin’den, İngiltere’den, Kanada’dan, Norveç’ten, hatta Burma’dan…

Tek tek mektupları açıyorum…

Çok eski dostlar, birlikte nice badireler atlatılmış dostlar, çeşitli vesilelerle derin bağlantılar yaşanmış dostlar, yeni dostlar, hiç yüz yüze görüşülmemiş dostlar, hiç tanımadığım dostlar, dünyevi olarak bu projeden haberi olmayan ama kartı sepetin içine evrenin düzenlemesiyle giren dostlar… Hatta şu an dünyada olmayan dostlar da ortak dostları vesile kılmış…

Bolca gözyaşı…

Bolca kahkaha…

Bolca şaşkınlık…

Yoğun bir sevgi enerjisi…

Hani “sevginin yaşama geçmiş hali olalım” niyetimiz vardı ya, daha ne olsun…

Bin bir renkle sevgi dansı… Her dans hem biricik, hem birin içinde… Bu dansın tanığı olmak, içinde olmak, gözünde olmak… nicelerine nasip olsun…

Nasıl bir incelik… Nasıl derinden bağlantılar… Nasıl yaratıcılıklar… Nasıl bir özen… Nasıl bir sevgi akışı… Sözler bitiyor işte… Kalbim yerinden çıkacak gibi…

Ara ara zorlanıyor sistemim bu yoğunluğu kaldırmakta ve hem yazanlara, hem tüm dünyaya, evrene bu güzelliğin katlanarak yayılmasını diliyorum can-ı gönülden… Gözler hep biraz nemli… Bu kadar güzel bir sevgi enerjisinin bir araya gelmesi çok özel… Buradan etkisinin büyüyerek dalga dalga yayılmasını diliyorum… Tüm insanlığa sevgiyi, dayanışmayı, paylaşmayı, dostluğu, derin bağlantıları hatırlatmasını diliyorum…

Henüz bir kere okuyabildim mektupları… Ancak kelimelerin, resimlerin, fotoğrafların, kitapların, taşların, kartların ardındaki enerjinin yoğunluğuyla hala zor nefes alıyorum… Ara vereyim dediysem de, merak yoğun basıyor… Her mektupla enerji daha da yoğunlaşıyor… Bakıyorum herkes kendi güzelliğini anlatıyor bir yandan, ne mutluluk böyle bir ağ’da olmak…

Çok güzel içgörülere vesile oluyor nicesi… Yaşam bilgelikleri, hatırlatıcılar yoğun… Hakikaten hiç fark etmediğim, hatta bilmediğim güzellikler de paylaşmış dostlar, içimde hep şükür kelimeleri…

Yine ben en iyisi bir 41 günlük (aslında kaç mektup oluyorsa) yürüyüşe başlayayım… Her gün bir mektubu tekrar okuyup, iyi dileklerde bulunayım yazana, yazanın ağ’ına, tüm yazanlara, tüm dostlara, tüm insanlara, tüm varlıklara- bu birleşmiş müthiş enerji burada tıkalı kalmasın, yayılsın artarak… Katılmak isteyen olursa, malum yürek; dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı birlikte kutlamaya hep hazır… Dilekler herkesin de bunları yaşamasına...

Bugün biiir...

İlk Deniz’den başlayayım… :)

Yürekten taşan sevgiyle...

22 Ekim 2009 Perşembe

Yollardan Kareler- 1

Hoşbulduk- hakikaten... :)) Büyük aralarla yazabildiğim halde, blogun hala takip ediliyor olması, yorumlar yazan dostların olması ne güzel... Yüreğinize sağlık...


Bu seferki de gezi yazısı olacak… Diyorum ki, bu kez de kaldığım yerleri yazayım… Ankara’ya gidişlerimde birkaç kez öğretmenevinde kalmıştım, aşinayım yani… Bu yolculukta da kolay bulunabilir, güvenilir ve ekonomik olması sebepleriyle çoğunlukla öğretmenevlerinde kaldım... Öğretmen ya da kamu personeli olmayanlar da kalabiliyorlar öğretmenevinde.

Konya’da ise Şems Otel’de kaldım, hemen Şems’in türbesinin karşısında… Daha önceden bildiğim bir oteldi. İnternet bağlantısı olduğunu biliyordum, çalışacağım diye orayı tercih ettim… Ama ne hikmetse bilgisayarım bozuldu ya da o alanda bir terslik vardı, hiçbir şey çalışamadım… Bu çok acayip bir hikaye, herhalde mantıklı bir açıklaması vardır ama görüşmelerin bir kısmını bilgisayara anında not tutarak yapıyordum. Bilgisayar bozulunca, karaları bağladım. Düşünün yolun da başı. Aileyi aradım, hepsini iyi dilekler göndermeleri için tembihledim. Çok şekerdiler sağolsunlar. Ertesi gün görüşmeye gittim, bilgisayarı da götürdüm. İlk denemede yine olmadı. Ancak ikinci denemede bilgisayar açıldı. Gözlerime inanamadım. Ama görüşmeyi yazabildim. Sonra otele döndüm, yine bozuk. Belki otelde bozuluyordur diye bir pastaneye gittim, yine bozuk. Ertesi gün yine görüşmede çalıştı. İnanılır gibi değil. Otele geldim, bozuk. Konya’dan sonra yine çalışmaya başladı…

Konya’dan tam ayrılırken gördüm, Alaaddin Tepesi’ne çok yakınmış öğretmenevi, bir dahaki sefere orayı denemek isterim…

Konya’dan sonra bir Ankara var… Dostlar sağolsunlar, çok iyi baktılar Ankara’da… Tanışmaktan çok mutluluk duyduğum insanlarla görüştüm… Yorucu ama pek verimli geçti Ankara… Sonra Adana…

Adana’da hemen tren garının karşısında Uygulama Oteli (0322 457 50 43) var, orada kaldım… Resepsiyondaki görevli hangi adresi sorduysam, çok güzel yönlendirdi beni. Otelin şartları basit. Ancak sonra kaldığım yerler yanında, burası lüks kaldı. Çok da merkezi bir yerde.

Adana’ya yıllar önce birkaç saatliğine transit yolcu olarak gitmiştim, yine trenle Kayseri’ye gidiyorduk o sefer… Nereden geliyorduk hatırlayamıyorum... O tren yolculuğundan hatırlıyordum yolu biraz. Özellikle Pozantı civarının manzarasına hayran kalmıştım... Mutlaka bu yolculuğu tekrar yapmak isterim, demiştim o sefer. Bu kez Ankara-Adana seferinde, o civarlardan sabaha karşı geçtik... Çok heves etmeme rağmen, bu kez çok uykum olduğu için, aralanmış gözkapakları arasından yarım yamalak tadını çıkarabildim manzaranın… Toroslar insanın içini coşturuyor... Yine diliyorum, o yolu gitmeyi çok isterim…

Adana doğrusu beni epey şaşırttı… Olmayan mağaza, marka yok… Yüksek binalar, yepyeni binalar, geniş bulvarlar… Ancak hemen arkasında eski Adana, küçük binalarıyla, dar ve tozlu sokaklarıyla… Yine de bana göre çok da yeşillikti Adana, parklarını çok beğendim… Özellikle parklardaki bitkiler, ağaçlar çok dikkatimi çekti… Gerçi gezecek fırsat da olmadı doğru dürüst… Görüşme yaptığımız bir uzman büyük bir nezaket göstererek, beni akşam yemeğine davet etti… Ailesiyle üniversitenin tesislerine götürdüler, harika bir ortamdı, karanlık olmasına rağmen manzara pek güzeldi… Tüm yolculukta yediğim iki sebze yemeğinden birini yedim orada, çok da lezzetliydi… Bir et yemeyen olarak, benim için değerini varın siz düşünün… Sonra da bir araba turu yaptık Adana’nın gecelerinde, ışıl ışıl her taraf… Birçok çay bahçesi gördüm, insanlar akşam dolaşmalarını seviyorlarmış, öyle anladım.


Adana’da gezip, gördüğüm bir de Seyhan nehri var. O da kıyısındaki bir çay bahçesinde oturup çalıştım birkaç saat, açık ofis durumu yani… Seyhan nehrini de tren şefi söylemişti, mutlaka görün, demişti… Dediği kadar varmış, baraj sebebiyle sakin, dingin bir nehir… İçimi de dinginleştirdi… Bana göre Adana’nın gördüğüm en güzel yeriydi… O çay bahçesinde bir de pek lezzetli dürüm/gözleme gibi bir şey yedim. Sıkma mı diyorlardı, yazmamışım ismini...


Seyhan Nehrinin üzerinde çeşitli köprüler varmış, birkaçını gördüm. Hatta üzerlerinden geçerken hafifçe esnermiş, insanın çok hoşuna gidermiş. Zamansızlıktan benim köprünün üzerinden geçecek fırsatım olmadı ama seyretmesi bile çok güzeldi...

Bu da Taşköprü- Roma döneminde yapılmış, M.S. 384'de. Tanıtıcı levhada yazdığına göre, dünyada şehir içi trafiğinde kullanılan en eski köprüymüş...

Adana’da görüşme yapacağım yurda giderken, sokakların birinde daha önce görmediğim bir şeyle karşılaştım. Tahta bir el arabası, hani şu eskicilerin kullandığı tipte olanlardan. Üzerinde elle çalışan bir kıyma makinesi. Meğer burada kırmızı biberleri önce bu makineden geçirirler, güneşte bekletirlermiş. Sonra tekrar makineden geçirirlermiş, salça olurmuş. Şimdi bu ikinci aşamayı yapıyorlardı. Hiç el değmediği için ne kadar temiz olduğunu anlattı çalıştıran. Fotoğrafını çekeyim istedim, utandım. Hala insan fotoğrafları çekmekte çekingenim. Sokak sokak gezip, salça yapıyormuş... Salça da salça ama rengi görecektiniz...

Adana’dan bende kalan ne var diye düşünüyorum… Şimdiye kadar hiç şalgam suyu içmemiştim hatırladığım kadarıyla. Çok beğendim. Hatta yalnız bir kere içtiğime de hayıflandım. Bilmiyorum bizim buralarda hazır satılanlar da o kadar lezzetli mi…

Bir de görüşmelere giderken, bir hediye götürmek istedim. İstanbul’dan bir şeyler alıp, Konya, Ankara, Adana’ya taşıdım ama malum sırt çantası şartları, sonrası için her ilden bir sonraki ile özellikli bir şey alayım diye düşündüm. Adana için cezeryeyi önerdiler (tabii kebap ve şalgamdan sonra :) Fakat bir de yer tarif ettiler, Büyük Saat’in altındaki imalathanelerde daha tazeymiş. Üşenmedim, gittim. İyi ki… Hem oraya giderken, hem o civarda pek çok güzel yer görmüş oldum. Cezerye de hakikaten çok lezzetliydi.

Büyük Saat civarından gözüme takılan bir yer:


Adana’yı düşününce, bir de koku geliyor burnuma. Akşam saatlerinde bazı yerlerde nasıl güzel bir koku oluyordu. Sordum, soruşturdum, çoğu insanın dikkatini çekmediğinden tam bir cevap alamadım. Bir rivayete göre bir ağaçtan geliyormuş, ağacın ismini de hatırlayamadılar. Burnumla takip etmeye kalkıştıysam da, yerini tespit edemedim. Birkaç sokakta rastladım bu kokuya. Portakal ağacı çiçeği kokusuna benzer bir koku. Yoğun arabalara, egzosta inat, doğa parfümünü hissettiriyordu.

Yazılar kendini yazıyor, güya kısa bir yazı yazacaktım bugün. Üstelik de konakladığım yerleri yazacaktım, hemen toparlarım diye düşünmüştüm. Yazı aldı başını gitti… Gerçi yazmayı da çok özlüyorum, bakmayın ara ara yazdığıma…


Devamı: Yazıyor işte kendini, birlikte okuyacağız... :)

20 Ekim 2009 Salı

Tren Yolculukları...

Bu yazı tren yolculuğuyla ilgili oldu. İlgili bir fotograf baktım ama bir tane bile tren fotoğrafı çekmemişim. Elde bir Malatya-Diyarbakır tren yolculuğunda Elazığ'daki Hazar Gölü fotoğrafı var trenden çektiğim. Sabah saatlerinde Hazar Gölü... 5 Ekim 2009

Tam 4 hafta sonra evime döndüm…
Bunca yıl birçok kez seyahatten döndüm, bu seferki bir değişik oldu…
Yeni geldiğim için tam değerlendirip, yorumlayamıyorum ama bir değişiklik var…
Öyle ki havaalanından otobüsle belli bir yere geldim, oradan da taksiyle eve geleceğim… Akşam vakti… Taksici, “Abla, ne tarafa gideceğiz?” diyor, ben tarif edemiyorum, sokağın adını da unutmuşum, belli tarif noktalarını da…
Eve geldim, bazı şeyleri görünce şaşırıyorum, bunları ben mi almıştım diye…
Daha uzun yolculuklarım da oldu ama bu sefer ne olduysa, sanki başka bir ömürde kalmış gibi ev…

Bu yolculuğumun ana nedeni sosyal hizmetler alanına ilişkin bir araştırma idi. Daha önce belki yazmışımdır, neredeyse 15 yıl önce girdiğim ama tez aşamasında yarım bıraktığım yüksek lisansı tamamlamaya karar verdim ansızın. Hikayesi uzun... Yaşamımın ortasına bomba gibi düştü bu karar. Her şey allak bullak. Neden? Çünkü akıllı uslu bir konu seçeceğime, kendi koşullarıma göre biraz büyükçe bir lokma ısırmışım, dilerim toparlayabilirim de katkısı olur alana…

Bu araştırma kapsamında Türkiye’nin yedi bölgesinden iller seçtik ve sırtıma çantayı attığım gibi (babamın her gördüğünde ‘kızım kaç yaşına geldin hala sırt çantasıyla geziyorsun’ sözüne rağmen), yollara düştüm… Hem sevdiğimden, hem dünyanın ekolojik dengesine olumsuz katkıda bulunmamak için, hem de ekonomik avantajı sebebiyle yolculuğun büyük bir kısmını trenle yaptım. Toplamda yolculuk 9 şehre oldu… İstanbul - Diyarbakır arasındakiler trenle...

Bu yolculuğu uzun uzun yazabilecek zamanım olabilecek mi, bilemiyorum. Ama ara ara notlar yazayım istiyorum…

Malum (bundan önceki yazılardan biliyorsunuz) İstanbul’dan sonra ilk durak Konya idi. Yolculuk Meram Ekspres ile… Birkaç kez şeb-i aruza giderken, binmişliğim var... Tren otobüsten uzun sürüyor ancak kuşetli ile seyahat etmekten çok keyif alıyorum. Kompartımanda 4 kişi kalabiliyor. Belli bir saatten sonra yataklar açılıyor, yatay bir şekilde dinlenerek yolculuk devam ediyor. Uyuyan uyuyor... Ben de yolculuğun büyük bölümünde uyuyabilenlerdenim. Ancak yatay olmak bile dinlenmek için yetiyor. Yastık, çarşaf, pike de veriyorlar örtülü kuşetlide. Yine de kalınca bir kazak ya da kalın, uzun bir şal şart. Bazen ansızın soğuyabiliyor.

Trenlerin en sevdiğim yeri, yemekli vagon. Eskiden sigara içiliyordu, epey dumanaltı oluyordu. Şimdi biz sigara içmeyenlerin de keyifle oturabildiği bir mekan oldu. Genellikle masalardan birini ofis haline getiriyorum her seferinde. Bilgisayar açılıyor, kağıtlar yayılıyor. Ne hikmetse yolculuklarda kafam bir başka iyi çalışıyor. Yemek ye, kahve iç, pencereden her daim değişen manzarayı izle- eğer hava hala aydınlıksa… Hatta bu kez ilk defa görüyorum, Ankara-Adana treninde internet bağlantısı da vardı, keyif tam keyif… Ofis tam kapasite çalıştı epey bir süre… Hatta gelip, internetten bir şeyler soranlar da oldu… Hele de trende kahvaltıya bayılıyorum… Sabahın bir saatinde “Kahvaltı servisimiz başlamıştır” diye bağıran bir görevlinin sesiyle uyanıyorsunuz… Kahvaltı saatinde hava aydınlanmış oluyor ve o gün güneş varsa, genellikle çok güzel bir ışık oluyor o saatte… Manzaraya doyum olmuyor… Kimi zaman bozkır, kimi zaman ağaçlı yerler, parkuruna göre… Güzel bir kahvaltı, çay… Of ya, yaşıyorum hissi…

Bir de kompartıman kısmı var. Kadınlar için tek bir kompartıman ayrıldığından bazen 4 kişi birlikte seyahat edilebiliyor. Birçok farklı hayat hikayesi… Başka bir yerde karşılaşmanız zor olan insanlarla tanışma, yaşamlarına tanık olma deneyimi... Önce klasik sorularla başlayan, ama bazen derin sohbetlere uzanan konuşmalar… Farklı yaşam koşullarındaki bilmediğimiz zorluklardan haberdar olma… Tam bir empati geliştirme fırsatı… Farklılıklara saygıyı öğrenme, ayakları yere basma fırsatı… Ne zor hayatlar var dedirten hikayeler, hafifçe bir boynu bükme, kendi yaşamındaki güzellikleri takdir etme, şikayetleri kesme fırsatı… Görüşü perspektife oturtma fırsatı... Dar alanda, kısacık zamanda öğrenme fırsatı… Bazen de tek başına yolculuk… Ankara-Adana öyle oldu mesela… Onun da keyfi ayrı… Tüm kompartıman sana ait... Oh...

Yurdumun çeşit çeşit trenleri varmış… Bunca yıldır trenle seyahat ediyorum ama hiç numarasız trene, posta trenine binmemiştim. Adana- Malatya arasında böyle bir tren işliyormuş. Adana’ya geldiğim trenin şefi, bu yolculuğu yapacağımı duyunca, gündüz gitsen olmaz mı, demişti. Önce bir düşündüm ama bir gün kaybetmek istemediğim için, gece trenine bindim yine de… Şefin bir bildiği varmış… Bu tren alıştığımız trenlerin konforunda değildi. Doğuya gittikçe, trenler de farklılaşıyor mu diye düşündüm ama sonra Malatya- Diyarbakır arasındaki trenin konforunu görünce, öyle olmadığını gördüm. Trene bindim, uygun gördüğüm bir kompartımana girdim. Bu tren genellikle hasat zamanı çalışmak için seyahat eden işçileri ve ailelerini taşırmış. Bu dönemde de fındıkçılar dönüyormuş ama hep kalabalık olan tren kısmetime o gün için oldukça boştu. Koltuklar dökülüyor. Kapılar kapanmıyor. Trenin hareketine göre, kapı açılıyor, kapanıyor, tutturmak mümkün değil. Daha önce binenler iplerle tutturmayı denemişler, iplerin ucunu gördüm. Bende ip yok, bir yemeni çıkardım ama esnediği için işe yaramadı. Trende koyun falan taşınmış herhalde, öyle de bir koku. Olacak elbette, tarım memleketinde bu ihtiyaçlar doğal. Bu koku yüzünden de herhalde pencereler açık. Bordo renkli perdeler uçuşuyor. Loş da bir ışık. Hafif bir korku treni havası var :) Tabii, serde tuhaf bir cesaret var ya, tek kadın yolculuk etmek için en uygun tren değil bu anlaşılan, anladım. Koridordan geçenlerin, kapının önünde duranların, içeri bakanların önü ardı kesilmiyor. Kondüktörün gayretiyle, uyarılarıyla yolculuk devam ediyor. Uyumak ne mümkün. Hele kondüktörün portakal verirlerse, yiyecek, içecek bir şey verirlerse, alma sakın diye uyarısıyla gözlerim oldu bir fal taşı. Benimle dalga mı geçiyordu, gerçek mi söylüyordu, bilemem. Ancak işin acıklı tarafı, sabahın 5’ine kadar uyanık kalma gayretlerimin –tam trenden inerken, tüm diğer kompartımanların boş olduğunu görerek- aslında boşa olduğunu fark etmem oldu. Meğer millet bir bir inmiş diğer istasyonlarda… :) Uykusuz kaldım ama bu trenle seyahat etmek durumunda olan nice insan da uykusuz kalıyor, koşullarla zorlanıyor herhalde. Bu ve bunun gibi trenlerin koşullarının iyileştirilmesini ümit ediyorum, diliyorum. Bazen koşullar iyileşince, insanların özeni de artıyor… Koşullar insan davranışlarını belirleyebiliyor… Bu dileği duyan olur mu acaba...

Malatya- Diyarbakır arasında ise, bir ekspres trene bindim yine gece yarısı. Aslında planıma göre o posta trenine binecektim yine, sabah 5te. Geldiğim trene yani. Ama bir yol göstermeyle, makas değişti… Malatya’da tam istasyonun yanında TCDD’nin misafirhanesi (0422 212 48 00) var. Çok basit koşullarda bir konaklama sağlıyor ama epey de ucuz. Son gece orada kalayım da, sabaha karşı trene binmem kolay olur diye düşündüm. Resepsiyondaki görevli çok yardımcı oldu. Bir kere beni ekspres trenle gitmeye ikna etti ki, gerçekten de trende çok rahat ettim. Kuşetli vagonu da varmış. Uyuyarak yolculuk yaptım. Üstelik tren İstanbul’dan geldiği için, gecikebiliyormuş. Bana “Siz uyuyun, tren gelince, sizi uyandırırım, tren burada 30 dakika duruyor” dedi. Gerçekten de dediği gibi oldu, sayesinde üç saat daha fazla uyudum. Bir de beni asansörsüz binada üçüncü kata koymuş, kendi de beni uyandırmak için o kadar katı tırmandı gecenin bir yarısı. Hatta gelip, beni kondüktörlere de emanet etti… Yurdumun insanı… Yaşamın hediyeleri…

Çok yıllar önce bir interrail deneyimim var Avrupa'da... Pek de komik anılarımın olduğu... Döndüğümde ülkemin toprağını öpmek isteyecek kadar yorulmuş olduğum... Bir daha da hiç öyle bir yolculuğa çıkmadığım... Ancak ara ara Türkiye için düşünürdüm, trenle gezsem diye... Bu seferki turistik bir gezi olamadı ama pek de güzel bir fikir olabilir... Özellikle de genç insanlar için... Ekonomik olarak da öyle aman aman bir masraf değil... Posta treni, Adana-Malatya arası 10 liraydı mesela, Malatya- Diyarbakır arası ekspres trende kuşetli bilet ise 12 lira... Diğerlerinde kuşetli bilet 30-35 lira civarında... Bir de 1 aylık biletler var, bir ay sınırsız gezilebilen, ücretine bakmak lazım... http://www.tcdd.gov.tr/


Farklı coğrafyaları kısa bir zaman içinde görmek çok değişik bir farkındalık sağlıyor, zenginlikleri, farklılıkları, çeşitliliği görüp, değerini bilmeyi sağlayabiliyor... Ayrıca farklı yaşam koşullarını deneyimlemek bazen pek de yerli olmayan bir şekilde kalkmış burnumuzu yerine indirebiliyor... Hele de küçük bir grupla yola çıkılsa, tam keyif... Bak eve yeni geldim, hala gözüm dışarıda... İflah olmam, olmam... :)))

Devamı: Vardır elbet...


16 Ekim 2009 Cuma

Önemli Olan...

Marmariç, İzmir, Ekim 2009



Yolculuğa devam, bugün internet bağlantısı buldum ama zaman kısıtlı... Bugün de yine kulağımıza bir söz takalım bari... Yolculukta tekrar tekrar yaşamın öğrettiği, cilalayıp, parlattığı bir söz :))
Yaşam yolculuğuna da taşınmaya değer bir söz...


Önemli olan;
hayatta “en çok şeye sahip olmak” değil,
“en az şeye ihtiyaç duymak”tır.

Sokrates


15 Ekim 2009 Perşembe

Her Köşe Başında Bir Sürpriz...

Şu son bir ayda dünya yer gezdim, Konya hikayeleri bitmedi bir türlü :))) Geleceğim diğerlerine de...

Konya'da kitapçıların olduğu bir han var... Rampalı Çarşı... Hemen Alaaddin Tepesine yakın... Konya kitaba meraklı diye düşünüyorum... Zira başka bazı illerde göremediğim kadar bir çeşitlilik vardı...

En alt katta da sıra sıra bir çok kart gördüm... Merakımı çekti... Yüzlerce kart... Müze gibi... Kimbilir kaç yıldır biriktirilmiş... Dükkanın içi, dışı, duvarlar... Sahibinin oğluyla görüştüm... Babası yıllardır kart işindeymiş... Bazı kartlar sararmış, gerçekten müze gibi... Epey bir dolandım, bir o kadar da sohbet ettik...

Orada bir karta rastladım, Nazım Hikmet'in bir şiiri... Bilmediğim bir şiiri... Ne güzel hiç beklemediğim bir yerde, beklemediğim bir güzellik...

Ayşe'ciğimden ilham aldım, burada paylaşayım bugün :)))


Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
Dünyayı çocuklara verelim
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler.

Nazım Hikmet





Fotoğraf: Küçücük yaşında doğal tarım yöntemlerini, yaşamı gören, öğrenen, hevesle, keyifle çalışan Tibet; kereviz fidesi dikiminde ekipte yerini almış... Şiirle fotoğraf çok anlamlı geldi, biri yolculuğun başı, biri sonuna doğru, ne güzel bir akış... İzmir, Ekim 2009

14 Ekim 2009 Çarşamba

Sözler...

3 Ekim 2009, Malatya...


İlk duraklarımdan biri olan Konya'ya trenle gittim. Kompartımanda birlikte seyahat ettiğimiz Nurcan, trenden inince, koşturmacaya başlamadan Alaaddin Tepesinde bir çay içmeyi teklif etti... Çay, badem, güzel bir güneş eşliğinde kırk yıllık dost gibi sohbet ettik...

Bir ara dedi ki, "Mevlevilerde söz çok önemlidir. Sözler boşlukta dolanırlar ve uygun şartlar oluştuğunda bir gün gerçekleşirler. O yüzden sözlere dikkat etmek gerekir derler. Hatta mesela ocağı söndür demezler, dinlendirmek, uyutmak sözcüklerini tercih ederler."

Seyahatin sonlarına yaklaşırken, İzmir durağındayım. Birkaç gün önce Yasin'lerin köye gittim günübirlik. Bir ara kütüphaneden bir kitabı çektim, açtım. Şu sözle karşılaştım:

"Sözün canı vardır."

(Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri- Abdülbaki Gölpınarlı)

Bir kez daha altı çizildi: ne söylediğine dikkat et...

Bazen şaka yollu söylediklerimiz ya da şikayetlerimiz ya da ümitsizlikle, endişeyle işlenmiş sözlerimiz de boşlukta dolanıyorsa, vay halimize...

Ve de henüz duyulmadığını düşündüğümüz sevgi sözleri de bir gün yerini bulabilir yani...

Sözlerimize dikkat etmenin önemini biliyor muyuz, biliyoruz... Mesele hatırlamak...

Farkındalık ışığını ağzımızdan çıkan sözlere ve de öncesindeki düşüncelere odaklamayı hatırladığımız nice anlar dileğiyle... Ve de şimdi başlamak ümit ve dileğiyle...


3 Ekim 2009 Cumartesi

Aşk İle...

Adana, Eylül 2009

Aşk'la dolup taştığımız, neye elimizi atarsak atalım, nereye bakarsak bakalım sevgiyi hissettiğimiz nice anlar dileğiyle...


AŞK NE’YLESİN SENİN İLE

İçin dışın kir, pas iken, aşk ne’ylesin senin ile?

Gönül gözün uyur iken, aşk ne’ylesin senin ile?

Aşıklara yoldaş olup, doğrulara yar olmadın,
Ölmeden önce ölmedin, aşk ne’ylesin senin ile?

Dünya gözün açık edip, gönül gözün kör eyledin.
Kararmış tümden yüreğin; aşk ne’ylesin senin ile?

Bize gerçek derviş gerek; doldu evren yargı ile.
Sabuk yargılar güdersen, aşk ne’ylesin senin ile?

Dervişlik sanma ki birden, yüzeysellik ile olur!
Sözde ise senin işin, aşk ne’ylesin senin ile?

Yunus Emre hoş dertlerle sürdüresin yaşantını
Doğru yola girmez isen, aşk ne’ylesin senin ile?

YUNUS EMRE

1 Ekim 2009 Perşembe

Yalnız Değiliz...

"Hiç bir işte yalnız değilim, yalnız olduğumu düşünüp, yalnız bırakmadığım takdirde kendimi..."

Bugünlerde kullandığım sarı kaplı küçük seyir defterine öyle yazmışım...

Bir iş yapılıyor ama belki yüzlerce varlığın katkısıyla, desteğiyle, rehberliğiyle, kolaylaştırmasıyla... Bunu fark etmek, değişik bir birlik bilinci oluşturuyor insanda... Önemli, önemsiz katkı ayrımından sıyrılıyor insan, yaşamın dansını "seyir" ediyor...

Sakin, dingin bir nehrin kıyısından sevgilerle...