1 Eylül 2010 Çarşamba

Hediyelerimiz...

Meriç Nehri kıyısı, Karaağaç, Edirne, 16.7.2010


Bir süre önce okuduğum bir kitapta pek hoş bir şiirle karşılaştım... Şiiri okuyunca, içimde bir burukluk oldu... Bu burukluğu içimde bir yerlerde bu şiirde yazılanın doğru olduğunu bilen bir yan var diye yorumladım...


Doğuştan gelen pek çok armağan var
Doğduğun günden beri hiç açılmamış,
Çok sayıda armağan, sanatkarane yapılmış
Sana Tanrının ihsan ettiği.
Sevgili bıkmadan tekrarlar,
“Varım yoğum, hepsi senindir.”
Doğuştan gelen pek çok armağan var, canım,
Doğduğun günden beri hiç açılmamış.

Hafız

Stephen Covey, 8. Alışkanlık- Bütünlüğe Doğru, Sistem Yayıncılık, 2004, sayfa 47

Armağanlarımızı fark etmemizi, görmemizi, heyecanla açmamızı engelleyen her ne varsa, en uygun şekilde yolu açmasını ve hepimizin armağanlarımızı merakla, coşkuyla, neşeyle bir bir açıp, o güzellikleri yaşama, hepimize hediye etmemizi diliyorum...


20 Ağustos 2010 Cuma

Güle Odaklan...

14.5.2010


Hazine bulma oyunu devam ediyor... Aslında bunlar üst üste oluyor da, benim yazmam zaman alıyor...

"Hay Allah, yine ağzımı açtım, yine yargıladım, şunu söylemeseydim, şu kararı almasaydım, şöyle davranmasaydım, of, of, of" halleri için, bir hazine parçası geldi...

Bir arkadaşımla konuşurken, Osho'nun önerdiği bir egzersiz geldi aklıma... Egzersiz tam olarak nasıldı diye bakmak üzere kitabı açtım. Sonra başka bir sayfa da dikkatimi çekti. Bir önceki yazıyla bağlantı kurdu zihnim. Malum tüyler yalnızca "dış" aleme dağılmıyor, bir de içte dağılanlar var... Kendimizle ilişkimizde ortaya çıkanlar... İçte pek çok yastığı parçalıyoruz zaman zaman... Tüyler de hiç bilmediğimiz yerlere dağılıyor, sonra da önceden pek tahmin edemediğimiz yerlerde ve zamanlarda görülüyorlar... Hatta tüyler bazı yerlerde birikiyor, aynı evde tozların bazı köşelerde birikmesi gibi... Bazen kediler gibi arada bu tüy öbeklerini çıkarıyoruz içimizden, bazen de ya duygusal, ya fiziksel hasta olabiliyoruz...

O nedenle...

Karşıma çıkan paragrafı okuyalım beraber:

“Ben sana hayata, aşka, insanlara evet demeyi öğretiyorum. Evet, dikenler de var ama oturup onları saymaya da gerek yok. Onları görmemezlikten gel; gül üzerine meditasyon yap. Eğer meditasyonun gülün derinliklerine inerse, gül de senin içinde derinlere inecek ve dikenleri daha da küçülecektir. Bir an gelecek ve gül seni tamamen ele geçirmiş, o anda dünyada artık hiçbir diken kalmamış olacak.”

Osho, Ruh Eczanesi, İnsan Ruhunu Olgunlaştıracak Özel İksirler, 2009, Butik Yayınları, s:112

17 Ağustos 2010 Salı

Bir Film ve Bir Hikaye... Rüzgarda Tüyler

Bazen ev bir hazine avı oyununa dönüşüyor… Hani biri bir şeyler saklar oraya buraya, diğeri de onları bulmaya çalışır, o oyun... Yaşam da oraya buraya bir şeyler saklıyor gibi… Ara sıra nereden geldiğini bilmediğim ya da büyük ihtimalle hatırlayamadığım bir şeyler buluyorum… Hem şaşırıyorum, hem zenginleşiyorum… Zamanlamalar da genellikle pek ilginç oluyor... Yine böyle bir film buldum durduk yerde… Öyle beyaz bir zarfın içinde kendi halinde duruyordu… “Bu da neymiş böyle” diyerek, izlemeye başladım…

Film: Şüphe (Doubt)…

Yönetmen: John Patrick Shanley. Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman oynuyor.

Hoş bir film, ele aldığı temayı güçlü bir şekilde anlatıyor… Katman katman ya da sürprizli bir film gibi gelmedi bana ancak güzel bir film…

Filmin bir yerinde, “Pes” dedim… “Yok artık…”

Buna seçici algı demek zor… Zira o film büyük ihtimalle uzun bir süredir duruyordu, niye şimdi? Nasıl görünür oldu birdenbire?

Filmde rahip bir Pazar ayininde bir hikaye anlatıyor…

Zihnimde görüntüsü kalan ve anlatmak istediğini bu görsellikle çok iyi ifade eden bir hikaye…

“Pes artık” dediğim yer…

Hikaye şöyle:

“Bir kadın bir arkadaşıyla aslında çok çok az tanıdığı bir kişi hakkında dedikodu yapmış. O gece bir rüya görmüş. Tam tepesinde bir el belirmiş ve bu kadını işaret etmiş. Bir anda müthiş bir suçluluk duygusuyla dolmuş içi.

Ertesi gün günah çıkarmak için kiliseye koşmuş. Yaşlı bir rahip varmış, ona her şeyi anlatmış ve sonra “Dedikodu yapmak günah mı?” diye sormuş, “Beni işaret eden o el Tanrı’nın eli miydi?”, “Özür dilemeli miyim?”, “Yanlış bir şey mi yaptım?”

Yaşlı rahip, “Evet” demiş, “Cahil kadın, bir kimsenin etrafta nasıl tanınacağını etkileyecek dayanaksız sözler söyledin. Utanmalısın”.

Kadın üzgün olduğunu söyleyip af dilemiş. Rahip, “O kadar çabuk değil, dur bakalım. Önce evine gitmeni istiyorum, eline bir yastık alıp, çatıya çıkmalısın. Bir bıçakla yastığı kesip, bana gelmelisin.”

Kadın biraz şaşkın, evine dönmüş. Yataktan bir yastık, çekmeceden bir bıçak almış, çatıya çıkmış. Yastığı kesmiş. Sonra rahibe gitmiş.

Rahip sormuş: “Tamam mı?”

Kadın: “Evet, yaptım” diye cevap vermiş.

“Ne gördün?”

“Tüyler..”

“Tüyler!” diye tekrarlamış rahip.

“Her yerde tüyler vardı.”

Yaşlı rahip, “Şimdi geri dönmeni ve rüzgarla uçuşan tüm tüyleri toplamanı istiyorum. Hepsini.”

“Ama bu imkansız. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Rüzgar hepsini aldı götürdü.”

Rahip “İşte” demiş, “Dedikodu tam budur.”



Tüyler aslında yalnızca dağılan sözler değil… Yargılarımızla, kızgınlığımızla, küçük görmelerimizle, kimi zaman nefretimizle, ayrım yaratan tüm düşüncelerimizle aslında toksik bir enerji yayıyoruz çevremize… Ve bunlar da o tüyler gibi rüzgarla dağılıveriyor… Ve gerçekten nereye gittiğini bilmek imkansız… Etki alanımız sandığımızdan daha geniş… Sanırım alanın genişliğini fark etsek, her türlü seçimimizden önce kısacık durur ve hızlı bir değerlendirme yapmaya çalışırdık…

“Şimdi söyleyeceklerim nereden, nasıl bir kaynaktan geliyor?”

“Şimdi söyleyeceklerim sevgiden, şefkatten mi geliyor?”

“Şimdi yapacağım şey birbirimizi etkilediğimiz, bir olduğumuz bilincinden mi geliyor?”

...

Belki bu hikayeyi bir başkasına da anlatmak iyi olur, hem kendimiz (biriyle paylaşınca, pekişiyor dersler malum), hem de diğer kişi için... Belki bu hikayeyi başkasına anlatmak daha önce rüzgarlara saçtığımız tüyler için kendi çapımızda bir tazmin yolu olur... Ben anlatmış, hikayeyi rüzgara bırakmış oldum böylece... :)

Çatıya çıkıp, sevgi, şefkat, dayanışma, hep birlikte kutlama tüylerini rüzgara bıraktığımız bir ömür diliyorum… :)

10 Ağustos 2010 Salı

Bir Hikaye: Kimi Beslersen...

06.05.2009, Altunizade


Bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum. O nedenle internetten araştırdım. İki versiyonunu buldum. Bir kitapta yazılanını hatırlayan varsa, hangi kitapta olduğunu bize de söyleyebilir mi? Kitaptan yazmayı tercih ederdim…

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki:

-"İçimde bir savaş var. İki kurt arasında. Bu kurtlardan birisi korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, suçluluk duygusunu, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu temsil ediyor. Diğeri ise keyfi, huzuru, sevgiyi, umudu paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliliği, dayanışmayı, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor. Aynı savaş sizin içinizde ve tüm diğer insanların içinde de sürüyor."

Çocuklar anlatılanları anlamak için biraz düşündüler ve içlerinden biri büyükbabasına,

-"Hangi kurt kazanacak?" diye sordu.

Yaşlı Cherokee'nin cevabı çok kısaydı:

-"Beslediğiniz!"

Yaşamda şu andaki anlayışım savaş, mücadele benzetmeleriyle çok uyuşmuyor. Daha ziyade birbirbirini duymaya, empatiye, gerçekten içten dinlemeye, görünenin ötesini görmeye, idrak etmeye, olanı olduğu gibi görmeye açık olmaya ihtiyaç var gibi geliyor... Ancak bu hikayeyi yine de seviyorum... Sevgiyi mi, korkuyu mu besliyorum diye ara ara sormak uyandırıcı bir etki yapabiliyor...

Neyi beslediğimizi fark ettiğimiz nice an'lar dileğiyle...

8 Ağustos 2010 Pazar

Ağızda Acı Tat Bırakıyor...

Erguvanlı Ev, Yeşilyurt Köyü, Kazdağları, 30.07.2010



Sandıkta sakladıklarımdan biri daha :)


"Başkalarının günahıyla aziz olamazsınız."
Çehov

(Haşmet Babaoğlu'nun 6/6/2010 Sabah Gazetesi'ndeki yazısından alıntı)

Geçen gün yaşadığım bir durum beni derinden etkiledi, rüyama bile girdi... Buraya yazılanlar uzunca bir süre kalıyor, sanki enerjisini sürdürüyor. O nedenle buraya yazıp, enerji vermek içime uygun gelmiyor.

Ancak aldığım ders; üçüncü bir kişi ağzımızdan yargı sözü almak için ne kadar maharetli olursa olsun, çeneyi kapatmayı becerebilmek gerek.

Epey bir zaman önce pek de tanımadığım bir kişiyle konuşuyordum. İnsanlarla ilişkilerinde onların kötü yanlarını ortaya çıkarmakla görevli gibi hissettiğini söylemişti. İlk anda tam kavrayamamıştım, sonra kişilerin kendilerini kandırmalarını engellemek gibi bir niyeti olduğunu tahmin etmiştim. Üzerinde düşünmüştüm ara ara... Yaşamda aynalık, geribildirim kendimizi görmek için çok değerli. Bir yandan da içimizdeki sevgi, şefkat büyüdüğünde, farkındalığımız arttığında, bilincimiz yükseldiğinde, zaten bazı davranışları yapmaz oluyoruz, o bilinç düzeyinde lekeler çabuk belli oluyor, hemen vicdanda huzursuzluk başgösteriveriyor. Sevgiyi yükseltmeye odaklanmak daha etkili bir yol gibi görünüyor... Özellikle de kendini suçlamaya pek yatkın olanlarda... Birbirimizi hırpalamak daha kolay bir yol gibi... Birbirimizin yolunu kolaylaştırmak, yüreklerimizin sevgiyle dolmasına destek olmak biraz daha fazla emek istiyor...

Başkası hakkında bir yargı yapmama çanak tutan kişi bu yargıyı yaptığımda bir rahatladı, gevşedi, tansiyonu düştü, telefonu huzurla kapattı... Çok şaşırdım olanlara... Hiç içinde olmak istemediğim ve başta epey bir direndiğim, konuyu değiştirdiğim, sahneye çıkmaktan kaçındığım oyunun içine düşüvermiştim... Neyse sürecek bir oyun değil, olay küçük... Telefonu kapattığım anda, aydım, yargıda bulunduğum kişinin gıyabında derin üzüntümü dile getirdim, kendi anlayışıma göre özür diledim...

Bu olay hem başkaları hakkında konuşmamakla ilgili niyetimi güçlendirdi. Özellikle yorgunken, enerjim nispeten düşükken, daha dikkatli olma konusunda uyardı. Hem de yoldan çıkmamak için, birbirimize yardım etmekle ilgili sorumluluğumuzu hatırlattı. Bilinen hikaye "hangisini beslersen" meselesi... (Bulup, yarın yazayım bu hikayeyi)

Yalnızca kendimizin yaşama katkıda bulunmayan şeylerden kaçınması yetmiyor, başkalarının da sevgi içermeyen davranışlarda bulunmalarına çanak tutmamamız da çok değerli... Madem aynı gemideyiz, bir bütünün parçalarıyız, kendi davranışlarımızın başkalarını sevgiden uzaklaştırmamasına, olumsuzluğa çanak tutmamaya da dikkat etmemizin değeri aşikar...

Sözün özü, yargılama sözleri söylememeye gayret et, başkalarının söylemesine de çanak tutma... Ağızda acı tat bırakıyor...

Çünkü...

Yaşam kabulle, destekle, dayanışmayla pek tatlı... Lokum gibi... Hımmm... Tadına doyum olmuyor... :)


7 Ağustos 2010 Cumartesi

Yola Işık Tutan Söz: İçteki Zorba...

Fotoğraf Nisan sonu miniminnacık bir Likya yolu yürüyüşünden, Üçağız, Nisan, 2010


Epey bir zaman önce bir kitap okuyordum, Halil Cibran'ın etkileyici bir sözüne rastladım. Elbet bir gün yazılara devam ederim diye, diğer sakladıklarımın arasına koydum.

Halil Cibran şöyle diyor:

"Bir zorbayı tahtından indirecekseniz,
önce o tahtı kendi içinizde yıkmalısınız."

(Felsefe Hayatınızı Nasıl Değiştirir? Aklı Başındakiler için Terapi, Lou Marinoff, 2007, Pegasus Yayınları)

Yine iş başa düşüyor değil mi! Ne yapıyoruz, ediyoruz, yine dönüp içimize bakmamız, değişikliğe kendi içimizde başlamamız gerekiyor, değil mi! Konu ev ahalisi olsa da, patron olsa da, politika olsa da, hep aynı, hep aynı... Sonra da bizdeki değişiklik bir şekilde bizden yayılıyor, hatta çok çaba göstermemize gerek kalmadan...

Üzerinden tozlar kalkınca, yüreğimizdeki sevgi ışıldıyor...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Yola Işık Tutan Sözler: Önemli Olan...



Bazen güzel sözler geliyor internetten… Bir tanesini bloga yazmaya başladığımda paylaşırım diye saklamışım…

“Önemli olan eylemlerimizin büyüklüğü değil,
içinde ne kadar sevgi olduğudur.”

Mother Theresa

Arkadaşım İpek Cihan Bilgin kendi yahoo grubunda paylaşmış… Teşekkürler, yolumuza biraz daha ışık geldi...

Kulağa küpe yapılacak, hatırlanacaklar kutusuna konulacak, ara ara kendi kendine söylenecek, sabahları okunacak sözlerden, değil mi?


15 Nisan 2010 Perşembe

Ucu Ucuna Yaşamak...

12 Mart 2010, İstanbul...


Aranızda mutlaka sigara içenler vardır… Ben alışamadım… Ancak yaşamımda pek nadir de olsa içmişliğim var… Birkaç kere tiryakilerin “tek kibritle içmek” dedikleri zincirleme şekilde de sigara içmişimdir… Kibritle ilk sigarayı yakıyorsunuz, sonra sigaranın sonu geldiğinde söndürmeden diğerini yakıyorsunuz, ardı ardına sigaralar geliyor…

Son dönemde yaşamıma baktığımda gözümde bu resim canlanıyor… Yaşamı tek kibritle yaşıyorum sanki, bir olaydan diğerine ucu ucuna geçiyorum sanki… Bu resim gözümde sık sık canlanınca, bu resmi gördüğümde ne hissettiğime bakayım dedim…

Geri planda çok inceden bir yas duygusu hissediyorum… Her ne olursa olsun (neşeli, acılı ya da nötr), her yaşanandan sonra
sindirme,
ortalığı toplama,
bu olaydan/ görüşmeden kaynaklanan işleri tamamlama
(belki bir bilgi gönderilecek, bir telefon edilecek, bir kitap alınacak),
yaşanandan öğrenme,
yaşamı, yaşananı kutlama,
ilhamın ortaya çıkabilmesi için boşluk bırakma
gibi ihtiyaçlarım olduğunu fark ediyorum…

Hafif de bir endişe var, yaşananlar idrakimi artıracak ortam bulabiliyor mu?

Yoksa bir olaydan diğerine gelişmeden, arınmadan, bilincim artmadan, yüreğim genişlemeden geçiveriyor muyum?

Cepten mi yiyorum, yoksa süreç içinde olaylarla yoğrularak genişliyor muyum?

An’lar çok değerli, yaşam an an akıp gidiyor… Yaşamla karşılıklı birbirimizi iyi değerlendiriyor muyuz acaba?

Düşüncem o ki, bu soruları soran cevabını da kısmen biliyor, yas duygusu biraz ondan… Kısmen diyorum, zira bazen süreç içinde değişimi hissetmek mümkün olmuyor… Bunu da hesaba katmak gerek…

Çok uzun yıllar önce Buda’nın bir ifadesini ya okumuştum, ya dinlemiştim. Buda günlük değişim için çok hoş bir benzetme kullanmış. Aklımda kaldığınca şöyle diyor: Günlük değişimi hissetmek zordur. Siz yine de gayret göstermeye, çalışmaya devam edin. Sanki hiçbir şey değişmiyor gibi gelebilir. Marangozun çekicine her gün bakarsanız, hiçbir değişim görmezsiniz. Ancak bir süre sonra marangoz her gün çekici tuta tuta, her gün küçücük bir parça yontulur çekicin sapından. Ve bir gün bakarsınız ki, marangozun parmaklarının şeklini almış çekicin sapı…

Eski evlerin basamaklarını gördüğümde de bu durumu hatırlarım. Basamağın bir bölümü hafiften oyulmuştur her gün insanlar aynı yere basa basa…

Elbette bir değişim oluyor yaşamlarımızda, umarım bu değişim yüreğin genişlemesine, idrakin, bilgeliğin artmasına doğrudur… Yaşama katkıda bulunma isteği tek yönlü bir istekmiş… Gittikçe daha net görüyorum… Sarkaç elbette bir gün ortada duracak…

Bu yazılar sarkacın ortada durduğu anlar… Nasıl özlemişim…

Sevgiyle…

18 Ocak 2010 Pazartesi

Dostlar...

Yürekten iletişimle ilgili bir gruptaki yazışmaların birinde bir cümle dikkatimi çekti...

"Yabancılar henüz karşılaşmadığımız/ tanışmadığımız arkadaşlardır."
(Strangers are friends we haven't met yet.)

Ne ilginç yaklaşımlar var, değil mi? Yaşamı her zaman bize öğretildiği gibi değil, bambaşka açılardan görmek, "sistemi şaşırtmak" aslında ne kadar önemli... Toz pembe gözlüklerle saf saf ortada dolaşmak değil, sistemi şaşırtmak önemli olan...

Tanıştığımız, tanışmadığımız tüm dostlara selam ve sevgiler... :))

12 Ocak 2010 Salı

"Bir Sevgiye Harcanmadıktan Sonra"

"Altın ne oluyor,
can ne oluyor,
inci, mercan da nedir
bir sevgiye harcanmadıktan,
bir güzele feda
edilmedikten sonra."
Mevlana
(Şeb-i Aruz davetiyesinin arkasından alınmıştır)

Bu dizeler farklı şekillerde yorumlanabilir elbette...

Bugün yaşam sepetinden bize çıkan sorular şöyle:

Sevdiklerimizle elimizdekileri yeterince paylaşıyor muyuz? Yeterince izafi elbette... Gönül bilir yeterincenin kararını herhalde...
Yine otomatiğe geçtik mi? Yine sevdiklerimizi çantada keklik sayma modunda mıyız? Yine sevdiklerimizle derinden bağlantı kurmadan, dokunmadan yaşamlar mı geçiriyoruz?
Şöyle bir düşündüğümüzde, acaba onların yaşamını zenginleştirecek neler verebiliriz?
Ya tanımadıklarımız ancak ihtiyacı olduğunu tahmin ettiklerimiz?
Yine para kazanmaya, alışverişe çok mu daldık? Yaşamda gerçekten önemli ve değerli olanın farkında mıyız, yoksa değerlerimizle uyumlu yaşama rayından çıktık mı?

Bugün yine bir ince ayar günü herhalde :)))




11 Ocak 2010 Pazartesi

Bilgi ve Gerçek...

Birkaç yıl önce bir diş hekimine gittim... İki dişimde sorun vardı... Biri kolaylıkla halloldu... İkincisinde dişler arasına bir 'ders' sıkışmış...

Diş hekimi çeşitli çalışmalar yaptı diş üzerinde... Ancak dişin üzerine basınca, ağrı oluyor... Bunu dile getirdiğimde, diş hekimi, "Mümkün değil ağrı olması" diyor... Bu cümleyi her duyduğumda, içimden ya sabır çekiyorum, zira ağrıyor... Ancak bir çözüm bulamıyoruz, zira ağrıması 'mümkün olmadığından' diş hekimi yeni bir çözüme bakmıyor...

Sonunda diş hekimine şunu söyledim: "Bilgi sizde ama gerçek bende. Her ikimiz de yarımız. Diş sağlığına ilişkin bilginiz var tamam. Ancak gerçeği yaşayan benim".

Bu olay benim için çok önemli bir içgörüye neden oldu... Dışarıdaki insanlar çeşitli tavsiyelerde bulunabilirler, yol gösterebilirler, rehberlik edebilirler, teşhis koyabilirler; ancak gerçek bizde... Bu gücü fark etmenin ve ipleri tümüyle başkasının eline vermemenin çok önemli sonuçları olabilir yaşamda... Bilgiden, rehberlikten elbette yararlanacağız, boş yere zaman ve enerji kaybetmenin anlamı yok kendimiz keşfedeceğiz diye; ancak gerçeğin bizde olduğunu hep hatırlayalım...

8 Ocak 2010 Cuma

Bardağın Yarısı...

Birkaç hafta önce bilgisayarın başında yazı yazıyorum... Konu, özellikle destek ilişkilerinde güçlü yanlara odaklanmanın önemi... Sosyal hizmet uzmanlarının değerlerinden biri, çalıştıkları kişilerin ya da grupların güçlü yanlarını keşfetmek, bunları ortaya çıkarmak ve kişinin kendisine yardım edebilmesi için bunların gelişmesini sağlamak...

Hele Türkiye gibi bir ülke için çok önemli bir değer... Hep olumsuza, olmayana, eksik kalana, hataya, yürümeyene odaklana odaklana kendi özgüvenimizi, özsaygımızı törpülüyor gibiyiz... Oysa güçlü yanları keşfedip, daha da geliştirmek için desteklemek, "güzel şeyler var", "daha da güzel şeyler olabilir" duygusu veriyor insana... Bu konuya girmeden önce de, blogda benzer yazılar yazdığımdan, pek bir keyifle okuyordum bu yaklaşım üzerine yazılanları...

İşte bu yaklaşımla ilgili okur ve yazarken, telefon çaldı... Nasıl yorgunum, fazlasıyla yoğun zihinsel çalışmadan kafam hafiften saman gibi olmuş... Arayan üniversiteden arkadaşım Özdal... Kırk yılın birinde arar, merakla dinledim anlattıklarını... Önce havadan sudan konuştuk... Sonra konuşma nasıl geldi bilmiyorum, bir hikaye anlattı... Kafamın samanları arasında bazı detaylar kaybolmuş maalesef ancak sanırım önemli kısmını aktarabileceğim :))

Bedensel bir rahatsızlık sebebiyle, bedeninin neredeyse tüm kontrolünü kaybetmiş bir kişinin sözlerini anlattı Özdal... İsmini tekrar öğrenirsem, yazarım...

Bu kişi şöyle demiş bir gün: "Bana soruyorlar 'Bardağın yarısı boş mu, dolu mu?' Anlamıyorum, bardağın bir yarısında su var, diğer yarısında hava. Boş bir yer yok..."

Özdal bunu anlattı, ben geri kalanları pek dinleyemedim... Bu yaklaşımdan derinden etkilendim... Bu sözleri içimizde evirip çevirip, farklı açılardan bakmakta yarar var sanki... Artık adına derin düşünme mi deriz, tefekkür mü, meditasyon mu, bilmem... Ancak içimizde birkaç gün bu sözleri tutup, derin bir anlayış niyetiyle bakmanın belki bize hediyeleri olabilir...

Tekrar paylaşmanın keyfi ve coşkusuyla...

Not: Çağla'cım hatırlatma için çok sağol, bir sonraki yazıda yazayım diş hikayesini...

7 Ocak 2010 Perşembe

Olması Gereken ve Olan

Sonunda...

Aylardır emek verdiğim çalışma öyle böyle bitti... Daha doğrusu ilk ve en büyük evresi bitti...

Çok şükür... :)))

Artık duraklat düğmesinden parmağımı çekiyorum... :)


Bugün bir soru var yaşam heybesinden çıkan:

Yaşamın nasıl olması gerektiğine fazlasıyla odaklanıp da, acaba yaşamı kaçırıyor muyuz?

(Bu sorunun çok çeşitli versiyonları olabilir: 'Çocuğumun aslında şöyle olması gerekir' diye düşünmekten, şu anda olan'ı kaçırıyor olabilir miyiz? Şu andaki güzelliklerini, güçlü yanlarını, ihtiyaçlarını, kutlamalarını kaçırıyor olabilir miyiz? Karımızın, kocamızın, kardeşimizin, annemizin, babamızın, patronumuzun, çalışanımızın, arkadaşımızın, otobüs şoförünün, banka memurunun, kayınvalidemizin, her ne ilişkimiz varsa, hatta kendimizin...)

'Olması gereken' bir düşünce, 'olan' ise gerçek... Gerçek ile bağımız ne kadar kuvvetli?

Bugünlük bu kadar olsun... :)