19 Eylül 2007 Çarşamba

Kocaman yürekli insanlar

Tanrı misafiri olduğum kulübenin bulunduğu yer Sısla Mevkii imiş. Çevrede benim gördüğüm başka ev yok. Ama sonradan arkada biraz daha aşağıda bir ev daha olduğunu görüyorum. Evin içine girdiğimde evin bir oda olduğunu gördüm. Ancak depo gibi küçük bir oda da var. Kendi küçük aklım hemen bu bölmede yatabileceğimi planlıyor. Ne de olsa matım, uyku tulumum var. Bunu önerdiğimde Hasan Amca ile Saliha Teyze birbirlerine bakıyorlar. “Uygun olmaz”, diyorlar. Nedenini anlamıyorum, biraz da çekiniyorum bu durumdan. Israr edince, “Fareler seni rahat bırakmaz” diyorlar. Israrı derhal kesiyorum.

Daha havanın kararmasına zaman var, ertesi gün izleyeceğim rotayı bulayım bari diye düşünüyorum. Hasan Amca beni yalnız göndermiyor, beraber yola çıkıyoruz. Zannediyorum ki iki adım ötede. Kırmızı işaretlere ulaşmamız bir saatten fazla zaman alıyor, bir de bunun geri dönmesi. Nasıl yoruldum. Hasan amca ille başka bir rotadan gitmemi, zira daha kısa olacağını söylüyor. Cesaret edemiyorum, zira doğada kaybolmanın ne kadar kolay olduğunu biliyorum. Şimdi baktığımda eğer pusula ile kerteriz almayı bilmiş olsaydım, bunu rahatlıkla yapabileceğimi anlıyorum. Tabii akılsız ya da bilgisiz başın cezasını ayaklar çekermiş, hem o gün, hem de ertesi gün epey yürümek zorunda kalıyorum.

Hasan Amca yakında bir ameliyat geçirmiş, sonradan karısı anlattı, aslında sağlık açısından zorlanıyormuş. Yine de o haliyle bana yolu göstermek için onca yolu yürüdü. Ertesi gün onun gösterdiği yoldan yürürken, kimi yerlerde gözlerimden yaş geldi, bu nasıl bir gönül yüceliğidir. Kapıyı ansızın çalan misafiri hem ağırlayacaksın, hem onun için onca yolu yürüyeceksin.

Dönüş yolunda Hasan Amca “Sen hiç odun kömürü nasıl yapılır, gördün mü?” diye sordu. Görmemiştim, bir patikadan uzun uzun yürüdük. Ve dört tane insan boyundan yüksek tümseğe geldik. Tümseklerden birinden biraz duman çıkıyor. İkincisinde ise bir kadın hortumla su tutuyor, incecik, kara kuru bir adam kürekle toprak atıyor tümseğin üstüne. Adamın hali kanımı donduruyor. Yalın ayak, dizine kadar bacakları kömürle kapkara. Yüzünün bir kısmı da kara, eller kollar kömür isi. Ve o kömürlü havayı soluyor. Bir deri bir kemik tanımına tam uyuyor. Birkaç dişi de yok. Nasıl harıl harıl çalışıyor. O bedende o çeviklik nasıl oluyor şaşıyorum, öylesine hasta görünüyor aslında. O kömür kokusu içinde toprak karıyor. Bizi görünce nasıl gülümsüyor, yüzü, çevresi aydınlanıyor, hala gözümün önünde. Yürekten bir gülümseme. O zorlu işi yaparken, nasıl böyle gülümseyebiliyor! Bazı insanlar ne kadar zor para kazanıyor diye düşünüyorum. Kendimi düşünüyorum, böyle bir iş yaparken, biri seyretmeye gelse, sanki içten içe kızardım gibi geliyor. Nasıl eziliyorum büzülüyorum karşısında. Oysa adam şehirli misafiri bir yerlere oturtma, rahat ettirme düşüncesinde. Yaşam bazen havalanmış olan ayaklarımı gerçeklerle yere bastırır, o zamanlardan biri…

Odunları yüksek bir tümsek halinde dizmişler. Üzerine çam iğneleri yaymışlar. Tümseğin kenarlarında ateş sokulacak delikler var. Buralardan yakıyorlar. Sonra da üstünü ıslak toprakla örtüyorlar. İnce bir iş, hem odunlar bir şekilde yanacak ki kömürleşsin, hem de yanmayacak ki yanıp da kül olmasın. O yüzden 24 saat uyumazlar, başında nöbet beklerlermiş. İşçiye para gitmesin diye, karı koca kendileri yapıyormuş. Odun kömürü nargilede, mangalda, köfteci ve kebapçılarda kullanılıyormuş. Bana göre çok zahmetli ve yorucu bir iş. Üstelik de kömürle bu kadar yakın temas, ciğerlere ne yapar… Elimden bir şey gelmiyor, onları seyrederken ve dinlerken, içimden sürekli iyi dilekler gönderiyorum bu aileye. Bolluk bereket içinde olsunlar…

Hasan Amca’nın rehberliği harika, oradan çıktıktan sonra bir bakla tarlasının yanından geçiyoruz. Bana baklanın nasıl çiğ yendiğini gösteriyor. Bezelye- araka da yiyoruz çiğ. Çok lezzetli. Dağlardaki yabani hayatı konuşuyoruz, “Artık hiçbir şey kalmadı” diyor, “eskiden ceylanlar vardı, hepsi gitti”. Sonra bana keçi sürüsünü gösteriyor. Hepsi siyah, uzun düz tüyleri olan keçiler. Meğer üç cins keçi varmış sürüde. Bakıyorum, bakıyorum hepsi aynı. Hasan Amca iyi bir öğretmen, keçilerin cinsinin kulaklarından tanınacağını anlatıyor.

Hava kararıyor, eve varıyoruz. Saliha Teyze yemek yapmış. Allah ne verdiyse yiyoruz yer sofrasında. Sonra keçi sütü ikram ediyorlar. Yaşamımda ilk defa içiyorum. İshal yapar diye bir rivayet hatırlıyorum, o yüzden bir çay bardağı içiyorum. Ama hiç de bir şey olmuyor, turp gibiyim sonrasında :)

Biraz televizyon seyrediyoruz beraber. Çantamda evin küçük kızına hediye olacak şeyler arıyorum, ıvır zıvır bir şeyler buluyorum. Oynuyor bunlarla. Fethiye’den beri taşıdığım uzun yağmurluk ile alüminyum tencereyi de burada bırakmaya karar veriyorum. İkisi de yepyeni. Sonra bir bakıyorum, o tencerenin aynısını kullanıyormuş Saliha Teyze, seviniyorum, bari makbule geçecek.

Ailenin keçileri var. Bütün kış, Nisan sonuna kadar bu evde kalırlarmış. Sonrasında civarda ne bir insan, ne hayvan kalırmış. Çok sıcak olurmuş. Zaten su yok. Tanker var evin önünde, suyu oradan kullanıyorlar. Nisan sonunda köye göçerlermiş. Bazıları köyden de yaylaya gidermiş, yani üç evleri varmış. Hasan Amca “Biz yaylaya göçmüyoruz” dedi. Onlar yılda iki kere taşınıyorlarmış. Tek odada yaşam zor olmalı diye düşünüyorum. Nerede banyo yapıyorlar, nasıl giyiniyorlar.

Gece yataklar yapılıyor. İlle matımda ve uyku tulumumda yatayım desem de, alınıyorlar. Döşek ve yorgan veriyorlar. Hep birlikte sıra sıra yatıyoruz. Kısa bir süre sonra herkes uyuyor, seslerinden anlıyorum. Bense gözümü henüz kırpamıyorum. Tam o sırada tıkırtılar başlıyor. Aman ne tıkırtı. Yaşamım boyunca çeşitli kereler fare olan yerlerde yattım, ama böyle ses duymadım. Sanki bu fareler marangoz, öyle sesler çıkarıyorlar, tahtaları nasıl kemiriyorlar. Mutfakta bir şeyleri deviriyorlar, tencereler tavalar yerlerde herhalde. Ses o kadar yüksek ki, kulaklarım büyüdü sanki, hangi yönden geliyor, bana ne kadar yaklaşıyor tartmaya çalışıyorum. İşte böyle dinleye dinleye sabahı ettim, gözlerimde bir dirhem uyku yok. Zaten sert zeminde yattığım için, belimin ağrısı felaket.

Sabah erkenden kalkıyoruz. Dün mucize eseri tuvalete gitmedim ama artık tuvalete gitmem gerek. Saliha teyze beni dışarıda bir yere götürüyor. Bunca yıl ne tuvaletler gördüm ama bu hepsinden daha havalı. Bir kere çevresindeki tahtalar yarı beline geliyor insanın. Kapısı var yok arası, içerdeki kişi dışarıdan rahatlıkla görünüyordur. Allahtan daha ev halkı tam olarak kalkmadı. Alelacele işimi görüyorum.

Saliha Teyze farelere bağırıp duruyor. Akşam epey hasar vermişler –yine(!). Neyse keçinin sütünün olduğu tencereyi devirmemişler, ona seviniyor. Mutfak bölümüne hiç bakmıyorum. Kahvaltı etmek için oturuyoruz. Kendilerinin yaptığı keçi yağı, keçi peyniri ve de zeytin var. Tabii bir de yufka ekmeği. Keçi peynirine uzanıyorum. Saliha teyze “Çok ağır gelir” diye uyarıyor. Geçen seneden kalmış. Hakikaten çok ağır, nasıl bir koku. Zorlanarak yutuyorum. Biraz yağ yiyeyim diyorum. Yıllardır hiç yağı böyle yemedim. Bir kaşıkla yufka ekmeğine koyuyorum. Şimdi bile ağzımda o kaygan, ağır tat belirdi. Eskiden ekmeğin üzerine sana yağı sürüp yerdik, hayret ediyorum şimdi. Zarla zorla o lokmayı yutuyorum, sonra boş boş yufka ekmeğini yiyorum. Sabahları pek iştahımın olmadığını söylüyorum.

Hediyelerimi de verdikten sonra, yola koyuluyorum. Harika bir sabah, erken olduğu için hafif bir serinlik ve tazelik var. Yol boyunca bana evlerini, sofralarını açan bu aileye -ara ara da gözyaşları içinde- dualar ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder