30 Temmuz 2008 Çarşamba

Sharda'nın Konuşması-3

Zihnin berraklığının önüne geçebilen bir diğer zihin hali de, uyku hali, donukluk hali.

Bunu yaşamımızda tembellik, üşengeçlik, cansızlık, sıkılma, ilgisizlik, can sıkıntısı olarak görebiliyoruz. Öyle ki yaşadığımız deneyime dönüp bakacak enerji bile bulamıyoruz. Of pof hali. Yorgunum, halsizim, canım istemiyor hali.

Vipassana hocası Sharda diyor ki, “Burada üç olasılık söz konusu olabilir:
- Kendinizi çok zorlamış olabilirsiniz ve dinlenmeye ihtiyacınız vardır.
- Çok güçlü bir alışkanlık/koşullanma karşısındasınızdır ve enerjiniz düşmüştür ve uyku hali bastırmıştır.
- Ya da bilinçaltınızda ortaya çıkmayı isteyen bir direnç vardır.”

“Eğer bu zihin haline tüm dikkatimizle bakabilirsek, altta yatan korkuyu keşfedebiliriz. Belki yalnızlık korkusu, belki üzüntü, belki yas. İlgi isteyen bir duygu, bir ihtiyaç. Uyku halinin, isteksizliğin altındakini görebilirsek, ihtiyaç ne ise onu karşılamak mümkün olabilir.”

Sharda uyku hali/donukluk/enerjisizlik hali için de panzehirler önermiş:

Enerjinizi artırın ki, gerçekten ihtiyaç duyulan ne ise onu görebilmek için enerji olsun. Tabii Sharda bu konuşmayı bir vipassana inzivasında yaptığı için, vipassana inzivalarında/ meditasyon sırasında bu hal ortaya çıkarsa, ne yapabileceğimize ilişkin bazı önerilerde bulunmuş: gözleri açmak, dik oturmak, ellerimizi kafamızın üzerine kaldırmak, ayağa kalkmak, daha derin nefesler almak, hızlı yürüyüş, yağmura/rüzgara çıkmak, ıslanmak, üşümek gibi. Ayrıca an’da, uyanık olmaya, farkında olmaya ilişkin niyetlerin de enerji, canlılık getireceğini söylemiş. "Böyle bir niyet yaptığımızda ‘bakmaya istekli olduğumuzu’ ifade ederiz", demiş.

Günlük yaşamımızda da bazen hareket etmek, doğaya çıkmak, denizi seyretmek, su içmek, dikkati bedene getirmek, nefese odaklanmak enerjiyi yükseltebiliyor. Biraz enerji arttığında hemen bu enerjiyi burada ne oluyor diye bakmakta kullanmak yararlı olabilir. Zira günlük yaşamın içinde enerji kısa zamanda çar çur olabiliyor. Gerçek ihtiyacımızı görebilirsek, bunu karşılamak için fırsatımız da olabilir. ihtiyacımız karşılanınca da, doğal olarak enerjimiz biraz daha yükselebilir.

Huzursuz zihin:

"Huzursuzluk olduğunda bedende çok fazla enerji hareket ediyordur. Düşünceler, duygular birbirine karışmıştır. Endişe, korku, kaygı, dağınıklık şeklinde deneyimleyebiliriz bu zihin halini. Zihin bir türlü yatışmaz, rahatlamaz, oturmaz, dinlenmez. Saatlerce aynı hikayeyi kurar, kurar, kurar."


Sharda iki panzehir önermiş:
1. Bu zihin hali ortaya çıktığında bunu etiketleyin, tanımlayın: “Huzursuzluk” gibi.
2. Zihni nefese getirmeye çalışmayın, odaklanmaya çalışmayın. Farkındalığınızın alanını büyütün. Daha geniş bir açıdan bakın. Sanki birkaç adım geriye atıp, daha geniş bir alana bakın.

Kuşku hali:

Sharda bu zihin halinin diğerleri içinde en güçlüsü olduğunu söylemiş, zira kuşku insanı meditasyondan/yolundan çıkarma potansiyeline sahip.
“Bu yaptığım uygun mu?”, “Bu bana göre değil”, “Böyle giderse, başaramayacağım” gibi düşüncelerle görünebilir. Kendimizden kuşku duyabiliriz, durumdan, diğer kişilerden.
Bunların hepsi düşüncedir, hepsi gelir geçer.
Elbette sağlıklı kuşku da vardır, bizi araştırmaya, sorgulamaya yöneltir. Durduran ile ilerleten arasındaki ayırımı yapabilmeyi öğrenmek önemli.

Sharda’nın önerdiği panzehirler:
1. Kuşkunun bir düşünce olduğunu hatırlamak. Düşünce, yani zihnin bir ürünü.
2. Kuşkunun yararlı mı, yararsız mı olduğunu ayırt etmek.
3. Kendimizi an’a, an’ın gerçeğine getirmek
4. Deney yapmak. Mesela “Bu hafta tüm dikkatim, enerjim ve istekliliğimle bunu deneyeceğim. Haftanın sonunda değerlendireceğim.”

Sharda bir noktaya defalarca tekrarlayarak dikkat çekmek istiyor: “Bu zihin halleri ne meditasyon uygulamamızda, ne yaşamımızda engel değil eğer bunları oldukları haliyle görürsek. Bunlar zihnin güçlü ve kişisel olmayan enerjileri ve bu enerjiler gelir ve giderler. Okyanustaki dalgalar gibiler ve okyanustan ayrı değiller. Bunları kişiselleştirmeyin, özdeşleşmeyin. ‘Öfkem, benim öfkem’ dediğimizde, ben öfkeyim diyoruz aslında. Kişiselleştirmediğimizde, öfkeyi yalnızca bizi ziyaret eden bir enerji olarak gördüğümüzde, aradan çekildiğimizde, hiçbir şeyden kurtulmaya çalışmadığımızda, deneyimin akmasına izin vermiş oluruz. Akar gider. Öfke enerjisi bir süre sonra gücünü kaybeder, ömrünü tamamlar, söner gider. Elbette biz beslemeye devam etmezsek. Düşüncelerle, itip kakmalarla, yok saymaya çalışmakla beslemezsek.

Perdeler indiğinde bunlara sabırla, sükunetle, tüm dikkatimizle bakabilmemiz, değiştirmeye çalışmadan “ol’abilmemiz” ve berrak bir zihin dileğiyle…

29 Temmuz 2008 Salı

Sharda'nın Konuşması-2

Dün vipassana hocası Sharda’nın bir konuşmasından bende kalanları paylaşıyordum. Zihinin berraklığının önündeki perdelere bakıyorduk.

Bu perdelerden biri de istemeyen/iten zihin hali:
Kızgınlık, nefret, korku, sıkıntı, deneyimimizi yargılama, suçlama, rahatsız olma bu zihin halinin örnekleri.
Yaşadığımız deneyimden hoşlanmıyoruz ve gitmesini, bitmesini, değişmesini istiyoruz. Bu deneyime kalbimizi kapatıyoruz. Daralıyoruz, geriliyoruz. Kaslarımız da geriliyor. Bu deneyimden kaçmaya, uzaklaşmaya, deneyimi itmeye çalışıyoruz.

Sharda, “Böyle durumlarda kendinize sorun:” diyor,
“Burada ne oluyor?”
“Gerçekten neye kızıyorum?”
“Gerçekten neden nefret ediyorum?”

Sharda, “Dikkat edelim” diyor, “Bu hali kişiselleştirdik mi, ona güç veriyoruz, onu neredeyse sabitleştiriyoruz”

Kızgınlık bir tarafa, kızgınlık duyduğumuz için bile kendimize kızabiliriz, utanç duyabiliriz. Hatta orada yokmuş gibi davranmaya çalışabiliriz. Oysa açık bir kalp ile bu zihin halinin, bu duyguların yanında durabilmek çok önemli. Aksi halde değişmek nasıl mümkün olabilir.

Sharda’dan bu zihin hali için panzehirler:

1. Etiketleyin, adını söyleyin, tanımlayın. Bu duyguları, enerjiyi hem bedeninizde, hem zihninizde hissedin, iyice dikkatinizi bu hislere verin. Tanımlamaya ve tanımaya çalışın.

2. Ses tonunu değiştirmeye çalışın. Karşınızdakine de konuşuyor olsanız, kendinize de, sert, eleştiren tondan daha nazik ve şefkatli bir ses tonuna geçip geçemeyeceğinize bir bakın. Sertliği fark ettiğinizde, durun, kızgınlığı/ nefreti/ hoşnutsuzluğu kesin ve kendinize en derin özlemimiz olan mutlu olma isteğini hatırlatın: “Nezaketle, şefkatle konuşulmayı hak ediyorum. Mutlu olmayı hak ediyorum.”

3. Eğer zihin itme, istememe haline kayıyorsa, bilinçli bir şekilde güzelliklere yönlendirin. Kalbinizi açacak şeyler yapın, böyle yerlere gidin, güzelliklere odaklanmaya gayret edin.

Devamı: Diğer zor zihin halleri

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Olumsuzluktan Uyanma- Sharda

Sharda’nın 2000 yılında yaptığı “Waking Up From Negativity”- “Olumsuzluktan Uyanma” konuşmasından bende kalanlar:

Sharda konuşmaya “İnsanın iç dünyasıyla oturabilmesi zorlu olabilir elbette. Ancak nereye kaçabiliriz ki? Gerçek acı, sıkıntı, huzursuzluğun nereden ortaya çıktığına bakmaktan başka ne yapabiliriz ki eğer gerçekten bu acıyı aşmak istiyorsak?” diye başlamış.

“Belli başlı 5 zorlu zihin hali var. Eğer bunlar netlikle, açıklıkla görülmezlerse, yaşadığımız deneyimi netlikle, berraklıkla görmemizi engelleyebilir.” diyor.

Bunlara bir ad vermek günlük yaşamda gördüğümüzde daha rahat tanımamıza yardımcı olabilir.

1. Arzu zihni, yani isteyen zihin. Bizi o anda yaşadığımız deneyimden uzağa çeker. Orada olmayan bir şey ister.
2. İten zihin, yani istemeyen zihin. Direnç. Frenlere basılı halde ilerlemeye benzer.
3. Uykulu zihin, donuk zihin.
4. Huzursuz zihin. Enerjisi yüksektir, yerinde duramaz ama huzursuzdur.
5. Kuşkulu zihin.

Sharda, Buda’nın bir benzetmesini anlatıyor bu zihin hallerinin iyice gözümüzde canlanması için.

Buda zihni berrak bir göle benzetiyor.

Zihne arzu geldiğinde, göle renkli boyalar atılmış gibi oluyor. Gölün suyu renkleniyor, ancak içi görülmez oluyor.

Zihne “istemiyorum” hali geldiğinde de, bu kez göl sıcak çamur kaynayan göllere benziyor. Yine içini açıklıkla görmek mümkün olmuyor.

Haydi tahmin edin, uykulu, donuk zihin nasıl bir göle benziyor?
Buda kalın yosunlarla kaplanmış bir göle benzetiyor bu zihni. İçinde kıpırdamak bile mümkün değil, değil netlikle görebilmek.

Huzursuz zihin ise, üzerinde kuvvetli rüzgarların estiği bir göle benziyor.

Kuşkulu zihin ise, dipteki çamuru karıştırıp karıştırıp, suyu bulandırdığımız bir göle benziyor.

Bu hallerden herhangi birine yakalandığımızda zihnimizde ve kalbimizde olanları netlikle göremez oluyoruz. Bunların olması, ortaya çıkması mesele değil, insan hali, doğa hali, olur. Mesele bunlarla özdeşleşmek, “bak zihne kızgınlık geldi şimdi” demek yerine, “kızdım” demek, yani kızgınlığın kendisi olmak. Oysa bunlar zihnin doğal halleri, geliyorlar, gidiyorlar, sürekli değişiyor zihnin coğrafyası.

“Bu zihin hallerini tanımakta ve tanımlamakta fayda var,” diyor Sharda, “Çünkü meditasyonda ya da günlük yaşamımızda bunlar geldiğinde kendimizi yargılamak, suçlamak çok kolay ve sıklıkla yaptığımız bir şey. Bunlar geldiğinde yanlış bir şey yaptığımızı düşünüveriyoruz. Hemen bunlardan kurtulmaya çalışıyoruz. Bir an önce kurtulalım ki, meditasyonu yapmaya başlayabilelim diye düşünüyoruz. Böylece meditasyonda/ günlük yaşamda olması gereken diye düşündüğümüzle bizzat yaşadığımız arasında bir fark oluyor, hatta bazen uçurum oluyor, çelişki yaşıyoruz. İşte farkındalığı geliştirmek için yaptığımız meditasyonlarda yaptığımız şey olan ile durabilmek, olan’a bakabilmek. Bu zihin hallerini gözlemleyebilmek. Bunları oldukları gibi görebilmek. Baktığımızda ne görüyoruz: gelip gidiyorlar. Sürekli değişiyorlar. Tüm yapmamız gereken, deneyimi değiştirmek yerine, deneyimle ilişkimizi değiştirmek. Deneyimi kucaklayacak, deneyime izin verecek bir yol bulmak.”

“Zaten bu zor zihin halleriyle beceriyle çalışmayı öğrendikçe, bunların daha az, daha az ortaya çıktıklarını görüyoruz. Ortaya çıktıklarında da pek sıkıntı yaratmıyorlar, zira sürekli değişen bir gösteri gibiler.”

Bunu yapabilmek için, yani zor zihin hallerine bakabilmek, geldiklerinde onlarla oturabilmek, onlara sahneyi bırakabilmek için, Sharda ilgi, merak geliştirmemizi öneriyor.
“Bu ne?”
“Bundan ne öğrenebilirim?”
“Değişik bir şey keşfetmek”
“Ortaya çıkanla dost olabilmek”

Biraz daha yakından bu zihin hallerine bakalım ki, çıktıklarında daha iyi tanıyabilelim:

İsteyen zihin:
Bu zihin hali bana hep şu annelerinin eteklerine yapışan, “anneeee, şu cikletten alsana, çikolata istiyorum, tuvaletim geldi, televizyonu aç, gitmek istiyorum, anneee” diye çığlıklar atan küçük çocukları hatırlatıyor. Bu isteme enerjisini bedenimizde de hissederiz. Sanki bir yere doğru çekiliyormuşuz gibi. Zihin hoş deneyimi aramaktadır, çünkü olduğumuz yerden hoşnut değilizdir. İşimiz, ilişkimiz, arabamız, evimizden hoşnut değilizdir, daha farklısını isteriz.

“Burada kırmızı bayrakları çıkarıp, zilleri çalmalı” diyor Sharda. “Burada mesele hoş olması, olmaması değil, mesele bizi içinde olduğumuz halden uzaklaştırmak isteyen “istiyorum, istiyorum” zihni, tutunma, yapışma hali. Böyle olduğunda yaşadığımız her deneyimin zaten içinde olan tamlık hissini, tamamlanmışlık hissini yaşayamıyoruz.”

“Meditasyonda, farkındalıkta derinleştikçe, içimizde bize tatmin duygusu veren bir şeye dokunmaya başlarız. An’da oluruz, bağlantıda hissederiz, yaşadığımız deneyimle yakınlaşır, derinleşiriz.”

Peki bunun gerçekleşmesi için, ne yapalım? Çocuk eteğimizden, paçamızdan çekerken, çığlıklar atarken, “haydi haydi” diye çekiştirirken, ne yapalım?

Sharda, bir reçete yazmış :)

Panzehirler vermiş:
1. Bu zihin halini etiketleyin, ismini söyleyin, tanımlayın. Bu “arzu, istek”. “Enerjetik olarak beni çekiyor”. “Beni şu an yaşadığım deneyimden uzaklaştırmaya çalışıyor.” gibi.

2. Geçicilik, her şeyin gelip geçiyor olması üzerine düşünün, bunu hatırlayın. Bu arzuyu şimdi gerçekleştirmek yarın ne kadar anlamlı olacak ya da 6 ay sonra? Ne kadar bir değişiklik oluşturacak? Bu da sonuçta geçecek, değişecek.
Bazen zihnin hayal ettiği şey gerçekten o kadar tatmin edici, hoş olmayabiliyor gerçekte. İyice bir bakalım, hakikaten hayal ettiğim kadar hoş olacak mı?

3. Ilımlılık, sadelik, orta yol, orta nokta anlayışı geliştirin. Biraz sınırlama getirin. Aş erer gibi istek içimizde kabarmışsa, durun ve bu istek enerjisinin solup gitmesini izleyin. Yemek sırasının önüne koşmak yerine, biraz bekleyip, arkaya geçin. Çikolatayı hop diye ağzınıza atmayın. Televizyonu hemen açmayın. Arkaya doğru eğilin yani. (Hani otobüs virajı alırken, ters yana eğiliriz ya, öyle.) İstek enerjisinin içine düşmeyin. Bunları istek enerjisi dalgaları olarak görün. Bunların üzerine atlamamız, içinde kaybolmamız gerekmiyor.


Devamı var: Diğer zihin halleri

24 Temmuz 2008 Perşembe

Yazmak İsteyenlere Öğütler

Çevremde birçok tanıdığım ya kitap yazıyor, ya makale… Aramızda daha verimli çalışmanın yollarını konuşup duruyoruz. Bu konuşmalar sırasında hep iki yıl önce okuduğum bir röportajı anıp duruyorum. Bari o röportajdakileri özetleyeyim de, hepimize faydası olsun diye düşündüm- tanıdık tanımadık kim ilgileniyorsa…

Röportajı Can Dündar yapmış, Milliyet Pazar Eki'nde 15 Ekim 2006 tarihinde yayınlanmış. Aslında Can Dündar Orhan Pamuk ile yıllar önce TV için bir röportaj yapmış ve nasıl yazdığını anlatmasını istemiş. O da “yazıhane”sinde uzun uzun anlatmış. Nobel ödülünü alınca, Can Dündar gazeteye bir yazı olarak aktarmış bu görüşmeyi.

Orhan Pamuk, yazanlara önerilerde bulunmuş. İşte özet alıntılar:

İlham:
“İlham mistik bir şeydir. Dışarıdan gelir; bunu kabul edelim biraz… Ama ne kadar çok beklersen, o kadar gelmeme ihtimali de vardır.
Ne zaman:
Eskiden geceleri çalışırdım, bütün şehir uyurken. Sabah 4’e kadar. Bu 16 yıl böyle sürdü. Pek çok romanımın en iyi sayfalarını gece yarıları tam sessizlikte yazmışımdır. Kızım okula başlayınca, onu okula götürdüğüm için, sabah çalışmaya başlar oldum. Bir dönem 9:30’da yatıp, sabah 3:30da kalkıyordum. Sabah 10’a kadar yalnızca kahve içerek ve olağanüstü yazıyordum. Böyle sessiz bir ortamda sanki bütün dünya sana “Yaz artık. Yaz” diye bağırır. “Görüyorsun. Bir zamanlar zor zannettiğin şey ne kadar kolay.” der.
Gazete:
Yazıhaneme girer girmez, yaptığım ilk iş kahvenin başına koşmaktır. Sabahları fazla gazete okumam. Çünkü bu tempomu böler.
Törencikler- zihni raya oturtma yolları:
Terbiye edilmiş bir makine gibi yazının başına geçerim. Bazı törencikler, bazı kurallar, ezberlenmiş alışkanlıklar beni disipline eder. Yazarlık çok disiplinli bir iştir. Yüzlerce kuralınız olacak. Bunlar sizi çalışmaya itecek. Bu bağlamda disiplin ya da kurallar dışarıdan bakıldığında saçma gibi görünür ama aslında o törenlerden çok, o törenlere boyun eğmek önemlidir. Yazarlıkta da benim dışarıdan saçma görülecek törenlerim, alışkanlıklarım aslında bütün gün, sayfaya boyun eğmeye, yazıya hürmete sevk eder. Bir anlamda kendimi kurallarla döve döve, kendimi ite ite, terbiye ede ede yazar yapmışımdır. Böyle yazar olunur.
Neye yazmak:
Beğenmediklerimi kolayca yırtmak için telli not defterine yazıyorum.
Telefon:
Telefonun fişini çekerim. İsteyen bana faksla ulaşır.
Yer:
Geçen yaz ıssız bir adadaydım ve günde 12 saat çalışıyordum. Çok da memnundum. Adaya çekildiğim zaman romanımdan başka bir şey düşünmem. Kimse beni aramaz. Görmez. O zaman insan kafası, ruhu bir lokomotif şeklini alır; hızla yeni fikirler üreterek, fikirleri birbirine katlayarak, zincirleri birbirine birleştirerek durmaksızın düşünür. Yazacağım şeyler ben olurum, kitap sanki bana dönüşür. Düşüncelerle birleşirim.
Yazının başında ilk iş:
Yaptığım ilk iş, Hemingway’in öğüdüyle önceki gün yazdıklarımı okumaktır. Bu beni hem romanımın havasına sokar, hem de yazdıklarımı yeniden değerlendirme şansı verir. İyi mi, kötü mü olduğuna hemen karar veririm: gaddar bir günümdeysem hemen cart curt yırtar atarım.
İlk cümle:
Bütün mesele budur işte… İlk cümleye başlayabilmek… O güne iyi başlamak, o günün ilk cümlesini bir an evvel yazabilmek… Hemingway’in çok güzel bir öğüdü vardır bu konuda: “Akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. Onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz.” der.
Tıkanıklık varsa, bedeni hareket ettirme:
Günümün çoğu sayfa üzerine bir şeyler yazmakla değil, volta atmakla, yani evin içinde disiplinli bir şekilde bir yerden bir yere hızlı hızlı gidip gelmekle geçer. Ruhum harekete geçemiyorsa, kendini çok engellenmiş ve kötü hisseder. Ezilir sanki. O zaman hiç olmazsa vücudum hareket etmek ister ve yürümeye başlarız. En sonunda o cümle bana gelir ve onu yazarım. Yalnız o cümleyi değil, ağacı sallayınca bir armut yerine beş altı armut dökülmesi gibi, beş altı cümle birden dökülür. Onları toplarım.
Toplama zamanı daha çok, az yazıyorum diye moral bozma:
Yazma sürem kısıtlıdır. Vaktimin çoğu onun etrafında orduları toplamak ve düşünmekle geçer."

Yaratıcılığımızı dolu dolu ortaya koymak dileğiyle...

22 Temmuz 2008 Salı

Ezber Bozma Günleri... :)

Seda ile ara ara kitap değiş tokuşu yapıyoruz, sağolsun. Kitap satın alarak yazarları desteklemek istiyorum ama tekrar okumayacağım kitapları satın almak da kaynak israfı gibi geliyor. İlle de satın aldımsa, ücretsiz değiş tokuş sitesi www.freecycleistanbul.com sayesinde neyse ki yeni yerlerine gönderebiliyorum.

Seda’nın eleğinden geçmiş iki kitap okudum son zamanlarda. Biri Zülfü Livaneli’nin anılarını derlediği “Sevdalım Hayat” -ki çok sevdim, iki günde bitirdim. Anı kitaplarında olduğu gibi, hem kendi kişisel tarihini yazmış, hem de yakın tarihe ilişkin yeni bir bakış sağlamış. Kitapta beni en çok etkileyen; pek çok zorluk yaşarken, bir yandan da dostlarıyla neşeyi, eğlenceyi, coşkuyu yaşamaya hep zaman ayırmış olması. Kitabın sonunu da bütündeki yerimizin farkındalığı ile bağlamış ki buna da bayıldım.

Okuduğum ikinci kitap da, Paulo Coelho’nun Portobello Cadısı (Can Yayınları, 2008). Bu kitapta beni etkileyenlerden biri, “ezber bozma” kısmı. Geçen aylarda farkındalık çalışmalarında ara ara bu yaklaşımı denedik yaşamlarımızda. Ezber bozma haftası bile yaptık. Kitabı okurken bu bölüme gelince, içim tekrar bir coştu.

Kitapta Athena “ritme uymadan” dans ettiğinde bir kapı açılır. Der ki, “Değişiklikler ancak yapmaya alıştığımız her şeyin tam tersini yaptığımız zaman gerçekleşir.” “Bugüne kadar öğrendiğin her şeye karşı gel. Sen ki ritmin aşığısın, ritmin bedeninden geçmesine izin ver ama ona boyun eğme.” “Geometri ve mükemmellik takıntısını aşmanın bir yolu bu.” “Bir çok şeyi ‘yapılmaları gerektiği gibi’ yapmaya alışmışızdır. Hiçbirimiz birtakım hareketleri yanlış yapmaktan hoşlanmayız, hele yanlış yaptığımızın farkındaysak.” “Engelleri yıkmaya bir kez cesaret ettikten sonra çok daha ruhunu vererek ve çok daha uyumlu dans eder Athena.”

Bir şeyi ezberden yaptığımızda içinde ruhu olmuyor görebildiğim kadarıyla. İçi boş oluyor. Belki doğru şeyler yapıyoruz ama kabuk gibi oluyorlar, içleri boş. Ve yaşamlarımıza baktığımızda ne kadar çok an’ı ezberden yaşadığımızı görüyorum. Acelemiz var çünkü, bilmem ne için! Sonra da içimizde yarattığımız boşluğu doldurmak için ne yapacağımızı, hangi kursa gideceğimizi, hangi kişiden medet umacağımızı şaşırıyoruz. Ya çaresizlik içinde olduğumuz yerde eşiniyoruz, ya kendi merkezimizden çıkıp, dışarıda çare arıyoruz.

Bazen de güvenlik alanımızdan dışarı adım atmamak için bir inat, bir inat hali içindeyiz. O tanıdık, bildik alanda sıkışmış haldeyiz oysa ki, ilerlemek, genişlemek, bilinmeyene atılmak istiyor bir yanımız. İçimizde bir çatışma.

Bu yazıyı okuduğumuz şu andan itibaren bir hafta boyunca “ezber bozma” haftası ilan edelim, ne dersiniz? Daha önce hiç gitmediğimiz yerlere gidelim, hiç yemediğimiz şeyler yiyelim, hiç giymediğimiz renkler giyelim, hiç veremeyeceğimizi düşündüklerimizi verelim, alışıldık ne varsa, bir farklılık katalım. Çevremizi de, kendimizi de şaşırtalım. Kendimize çizdiğimiz sınırları aşalım, bakalım ötesinde ne var?

Merak, macera, oyun, keyif, muziplik, farklılık, sürpriz ve keşfe açalım kendimizi…

Her zamanki ritme uymadan dans ettiğimizde, kalıpları kırdığımızda/ kalıplardan çıktığımızda, bakalım hangi yeni ritmi duyacağız? Çok heyecan verici…

Not: Yaşamınızda ezberi nasıl bozduğunuza ilişkin örnekleri, deneyimlerinizi bizimle de paylaşırsanız, bu satırlara gözü değenlere katkıda bulunmuş, ilham vermiş olabilirsiniz.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Yola Işık Tutan Sözler: Yaşam Akışı

lawatt, 18.07.2005, www.flickr.com


Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır.

Montaigne



Nasıl akıyor yaşamımız?

Öksürür gibi mi?

Neredeyse durur gibi ağırdan ağırdan mı?

Neşeli, coşkulu mu, beyaz beyaz köpükler havada uçuşur gibi mi?

Ara ara sel baskınlarıyla mı?

Dingin mi?

Şelaleleriyle bilinmeyene atlar gibi mi?

Çamurlu mu, dipten toprak mı kaldırıyor sürekli?

Yoksa etraftan dökülen çer çöpü mü taşıyor?

Yosun mu tutmuş yoksa?

Bir an duralım. Şimdi. Şu an. Uzun değil, birkaç saniye duralım: Yaşamım nasıl akıyor? Gözümde yaşamımın bu dönemdeki akışı nasıl canlanıyor?

18 Temmuz 2008 Cuma

Bakışlarda Ezber Bozmak

Daha önce yazmıştım (21 Mayıs 2008- Yüreği Şiirle Beslemek) şair Ahmet Aslan’ın bazı şiirlerini ve öyküsünü. Geçenlerde rastlantı eseri Sunay Akın’ın televizyondaki bir programında bu çoban şairi görmek, dinlemek kısmet oldu. İlginç bir karakter. Kocaman taşlar getirmiş hediye olarak Sunay Akın’a. Kocaman diyorum abartmıyorum, Sunay Akın iki büklüm oldu kaldırırken. Konya'dan taşımış bu ağır taşları. Her biri insan yüzüne benziyor, “Bakın” diyor, “Bu kulağı, bu burnu”. “Yaşamda imge arıyorum. Her şeye farklı gözlerle bakıyorum, taşa, ağaca.”

O gün izlediklerimden ve bu şairin şiirlerinden bana kalan şu oldu:

Farklı bakmak etrafa.

Her zamanki alışıldık gözlerle değil, sanki ilk defa görüyor gibi.

Bakışlarda da ezberi bozmak yani.

Farklı görmek.

Farkı görmek.

Çocuk gözleriyle görmek bu olsa gerek.

Ne eğlenceli olabilir dünya, her şey nasıl oyun olabilir farklı bir dikkatle bakabilsek çevremize.

Şu an gözlerimizi ekrandan kaldırsak, karşımızda, yanımızda ne varsa, dikkatle, sanki ilk defa görüyormuş gibi baksak.


(Yazacağım da uygulamayacağım olur mu? Hemen kaldırdım kafamı, yanımdaki kalemliğin içindeki tornavida dikkatimi çekti. Bir kere bu tornavidanın şeklini daha önce görmemişim. Kocaman iki göz gibi duruyor. Bana bakan gri bir baykuşa benzettim birden ve içimde bir kıkırdama başladı. Aynı çocukluğumdaki gibi. Küçük Prens gibi. Ne zaman ciddileştim, her şey kutulara, kategorilere konmaya başladı? Boşver, baykuş bakıyor şu an. Gerisi hikaye…)

Gelelim tekrar Ahmet Aslan’a. Canım Çağla’cım, bu şairi çok sevdiğimi ve kitabını bulamadığımı öğrenmiş- ki yayınevine kadar gitmiştim şairin ilk kitabını bulabilmek için. Baskısı bitmiş. Çağla dağları delmiş, uğraşmış ve yaşam onun bu güzel niyetini duymuş. İade kitaplar içinden bir tane çıkmış “Bütün Kuşları Alkışlamaya Gidiyorum” ve yayınevi yelken yepelek Çağla’ya duyurmuş. Çağla da biraz da kelimenin tam anlamıyla “uçmuş” kitabı almak için. Görünce sevinçten coştum tabii, hem kitaba, hem kitabı getiren niyete, çabaya.

Ahmet Aslan’ın birkaç şiirini paylaşayım (Bütün Kuşları Alkışlamaya Gidiyorum, Kora Yayınları, 2005):

SEKTİRME

Yassı yuvarlak bir taştı
Suyun yüzeyinde sektirmek istediğin
Az geriye çekilip
Savurdun elini
Bir
İki
Üç
Dördüncüsü sekmeden
Gömülüp gitti sulara
Birkaç saniyede bitti bu iş
Oysa asırlar sürmüştür belki
O taşın suda karaya doğru ilerlemesi
Ve kim bilir
Belki binlerce yılda atabildi kendini dışarı

SARHOŞ

Halhal takmış ayaklarına
Dans ediyor zaman
Kendinden geçmiş
Zil zurna

NAKKAŞ

Şiire işliyor
Geçip giden ömrünü
İnciler dizerek dil denizinden
Ölür gider de nakkaş
Bir nakış kalır geride
Zaman iğnesinin delemediği

İÇ BARIŞ

Koşar adım sevişirken buldum iki ayağımı
On parmakla sarmaş dolaş iki ayak
Uçuyordu sevinç kanatlarıyla serçeler
Ve kır çiçekleri açıyordu tabanlarda
Birleşiyordu patikalarla yollar
Ve ellerim
Göğsümün üstünde kenetli iki kardeş
Bir avuç umudu nasırlı iki dost
Uzak bir yarını selamlıyordu
Sevişiyordu içim dışım
Uçuşuyordu giysilerim rüzgarda
Coşuyordum el ayak
Saç baş
Et tırnak
Yaşıyordum.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Bir kitap: Momo

Arkadaşım Lale bir kitap hediye etti: Momo (Michael Ende, Kabalcı Yayınları, 2005)

Hediyesini verirken de, “Bu bir çocuk kitabı. Almanya’da çok okunan bir kitap. Biz ailece ara ara bunu okuruz. Umarım seversin.” dedi. Oldum olası masal kitaplarını, çocuk kitaplarını severim. Ancak epeydir okumamıştım.

Gece okuduğum kitap bitince, elime Momo’yu aldım. Nasıl güzel, anlamlı, ufuk açıcı, iç açıcı bir kitap. Şu çocuklara diye yazılan ama yetişkinlere hayat gerçeklerini hatırlatan kitaplardan. Daha ilk sayfalarında kalbim bağlandı kitaba. Kitaptan birkaç bölümü yazıp, sizlerle paylaşayım istedim, yazmak üzere kitabı açtım. Öyle güzel bir akışla anlatılıyor ki, cımbızla cümleleri çekmek okuyacak olanlara haksızlık olur diye düşündüm sonunda.

Kalpten dinlemek böyle mi güzel anlatılır. Hele yaşamımızdaki an’ların, zamanın bir tasviri var, hala gözümün önünde görüntüsü.

Kitabın arkasında bir tanıtım yazısı var, birkaç cümlesini yazayım:
“Momo karşısındakileri, aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi… Momo’nun yanında oynanan oyunlar başka hiçbir yerde oynanamazdı.

Yaşanılan gün içinde çok büyük bir sır vardır. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir.”

Zamanı daha verimli kullanmak için yaptığım bazı seçimleri sorgulattı bana bu kitap. Verimlilik mi, yürekten bağlantı mı? An’da yaşamanın gerçek anlamı ne? Yaşam dolu dolu nasıl yaşanır, en önemli özellik ne? Yaşanan an’ın anlamı ne oluyor da boşalıyor? İçimizde doldurmaya çalıştığımız boşluğu acaba her an biz mi yaratıyoruz? An’ların içini biz mi boşaltıyoruz? Kitapta sözü geçen duman adamlar kim? Bizim yaşamlarımızda da varlar mı?

15 Temmuz 2008 Salı

Açık Ofis...

Bu blogun ortaya çıkmasında “açık ofis” dediğimiz bir uygulamanın çok desteği olmuştu.

Devam etmesinde de çok önemli bir yeri varmış, anladım. Bir süredir açık ofis için zaman ve enerji ayırmadığım için, yazı da yazamıyorum.

Geçen Temmuz ayında birkaç arkadaş konuşuyorduk. Bir arkadaş yeni işten ayrılmış, zamanını ve enerjisini senaryo yazmaya vermek istiyor ama bir türlü verimli çalışamıyormuş. O dönemde ben de yazı yazmak istiyordum, ancak yaşamın kendi gündemi hep önceliği alıyordu. Acaba bir araya gelsek de mi çalışsak, nerede çalışsak derken, açık ofis fikri doğdu ve şimdiye kadar pek çok arkadaşımla açık ofiste birlikte çalıştık.

Serbest çalışma seçimi yapmış olanlar ya da dıştan bir zorlama olmadan çalışmak durumunda olanların en büyük zorluğu motivasyon, disiplin, odaklanma herhalde. Özellikle evde çalışmayı çoğumuz zor buluyoruz. Evde insanın aklına bir sürü yapılacak iş geliyor. Odaklanmak zor olabiliyor.

Artık teknoloji, diz üstü bilgisayarıyla, cep telefonuyla ofisimizi yanımızda taşımamıza imkan veriyor. Biz de çalışma koşullarımızı “insani” kılmaya karar verdik. Dört duvar arasından, iç mekandan dışarıya, doğaya çıkalım, dedik. Çoğu zaman ağaçlar altında, kimi zaman deniz kenarında buluşur, birlikte çalışır olduk. Koşuyolu’ndaki Öğretmenevi’nin bahçesinde başladık önce. Yemyeşil, yaşlı ağaçların altındaki masalara açtık bilgisayarlarımızı, not defterlerimizi, kitaplarımızı. Kimimiz senaryo yazıyordu, kimimiz kitap, kimi eğitim hazırlıyordu, kimi blog yazısı yazıyor… Birbirimizle konuşup, dağılmamak için, ayrı masalarda oturup, çay molalarında ve öğle yemeklerinde bir araya geliyor, sohbet ediyorduk. 9:00-17:00 mesaisi ile çalışıyorduk. Mesai arkadaşları artıyor, azalıyor, kimi zaman tek kişi çalışmak durumunda kalıyorduk. Haftada iki günü açık ofise ayırma kararı almam çok verimli bir dönemi başlatmıştı. Hem blog yazılarını yazabiliyor, hem diğer çalışmalarım için, okuma ve yazmalarımı yürütebiliyordum.

Düşünsenize, ofiste kuş cıvıltıları var, arada kediler geçiyor, bilgisayarda gözleriniz yorulunca, düşünmek için, kafanızı kaldırıyorsunuz, ceviz ağacıyla göz göze geliyorsunuz ya da kıpırtısız bir denizle. Karşınızdaki tablo sürekli değişiyor, bir kuş geliyor, ışık değişiyor, rüzgar çıkıyor, güneş süzülüyor.

Zamanla bu çalışma günlerinin –ki pek de ara vermeden, odaklanarak çalışıyorduk- benim dinlenme günlerim olduğunu fark ettim. Şimdiyse başka bir yönünü daha keşfettim. Son aylarda açık ofise gün ayırmadım, ancak birkaç saatlik çalışmalar yaptım fırsat bulduğumda. Bugün aylar sonra ilk tüm günlük açık ofis günüm. Arkadaşım Sevgi kitabı üzerinde çalışıyor yan masada. Yine ağaçlar altındayız. Şimdi netlikle görüyorum ki, açık ofis günleri benim aynı zamanda beslendiğim, enerji dolduğum günler. Dün kendimi çok halsiz ve neşesiz hissederken, bugün sevinç içinde içim. Yaşamın “sıcak sıcak, soğuk soğuk” oyununu yazmıştım daha önce, işte bugün burada “sıcak, sıcak” diye neşeli çığlığını duyuyorum yaşamın.

En çok sevdiğim yerlerden biri Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesindeki çay bahçesi. Hem yaşlı meşenin altında oturmayı çok seviyorum, en sıcak günde bile püfür püfür, hem de kafamı kaldırıyorum deniz. Bütün gün aynı masada oturmaktan sıkılmışsak, hop deniz kenarındaki masalara geçiyoruz. Kaç kere arkadaşlarımla sohbet için buluşmadan birkaç saat önce gidip, çalışmalarımı yaptım orada. Hatta Ayşecimle birkaç saat sohbet edip, sonra “haydi biraz açık ofis” deyip, birkaç saat de iş yapmışızdır. Saray bahçesinde ofis...

Geçen kış Beşiktaş’ta Ihlamur Kasrının karşısındaki öğretmen evi (yarı-)açık ofisimizdi çoğunlukla. Orada internete de bağlanabildiğimiz için, rahatımız yerindeydi. Yemek seçenekleri çok kısıtlı ama fiyatlar da çok makul.

Burgazada’da da kaç çalışma yaptık. Seda sınavlarına orada hazırlandı da, ne iyi sonuçlar aldı. Üstelik mola verdiğimizde iki adım yürüdük de, kıyıya kadar gelmiş yunusların dansını izlemiştik. Ofis bahçesinde yunus gösterisi :)

Büyükada, Moda çay bahçeleri, Beylerbeyi sarayının bahçesi (ki şimdilerde nilüferler iyice coşmuş durumda), Çengelköy Çınaraltı, Kadıköy’de Piraye bize harika ofis oldular, oluyorlar.

Hatta geçenlerde Likya fotoğraflarından bildiğiniz Rita ilk kez İstanbul’a geldi. Hem onunla İstanbul’u gezmek istiyordum, hem de işleri aksatmamak. Bir keresinde Pierre Loti’ye gitme programı yaptık. Üsküdar’dan Eyüp’e vapura bindik. Çok güzel bir yolculuk bu, daha önce yaptım birkaç kez biliyorum. Yol bir saat sürüyor. Dışarıda oturduk. Rita fotoğraf çekiyor sürekli. Açtım bilgisayarı, hem o günün işlerini yaptım, hem kafamı kaldırıp, etrafı seyrettim.
O günkü yüzer ofisteki manzaralarımdan biri :))) Fotoğraf: Rita Schumann

Sanki yaşamı bloklar halinde yaşamamız gerekiyormuş gibi bir hal görüyorum. İş yaşamı, dinlenme, eğlenme, aileye zaman, kendine zaman, rutin işler gibi. Oysa mümkünse aralarında keskin çizgiler olmayınca, ne kadar güzel bir akış oluyor.

“Çay bahçesinde yalnızca çay, kahve, neyse içilir, etrafa bakılır”, “kitap evde okunur”, “e-postalar işte/evde cevaplanır”, “iş/yazı dört duvar arasında yapılır/yazılır” ezberini bozmak çok insani geliyor bana.

Bir anıyla bitireyim. Bu bahar gün içinde iki çalışma arasındaki birkaç saati değerlendirmek için, arada Validebağ Korusuna gidiyordum. Harika bir koru orası, elma ağaçları, erik ağaçları nasıl çiçekle donanmıştı. Genellikle elma ağacının altına oturuyor, termosta getirdiğim çayımı içerken, bir yandan da internet mesajlarını cevaplıyordum. Outlook kullandığım için internet bağlantısı gerekmiyordu. Ara ara kafamı kaldırıp, elma çiçeklerini hayran hayran seyrediyordum. Ofisin böylesine can kurban. Yine bir gün tıkır tıkır çalışırken, yaşlıca iki bey geldi yanıma. “Burada internet bağlantısı var mı?” diye sordu biri. Kafamı kaldırdım, “Burada yok ama ilerideki büyük meşe ağacının altında var” dedim. Hakikaten de orada bir kablosuz bağlantıyı çekiyor. Adamcağız şaka mı yapıyorum, ciddi mi söylüyorum emin olamadan, gitti.

Çam ağacının altındaki açık ofisten selam ve sevgiler…