31 Aralık 2008 Çarşamba

Uç uç uğurböceği...

Fotoğraf: JessicaRose, 24.7.2008, www.flickr.com

Uç uç uğurböceği...
(melodisiyle söylüyorum, bilmem sesim geliyor mu oraya)


3.5 ay içinde iki kere 40 gün iyi dileklerde bulunduk.
Bu kez başından ve toptan olur mu acaba :)))



Yaşama sevgiden ve bilgelikten gelen nice katkıda bulunduğumuz, üreterek yaşamı zenginleştirdiğimiz, içimizdeki aşkla yaşamı kutladığımız ışıl ışıl bir yıl diliyorum hepimize… İç huzurumuz, bereketimiz bol olsun… İçte ve dünyada idrakimiz, şefkatimiz artsın, içte ve dünyada barış olsun…

Yürekten taşan sevgiyle…

30 Aralık 2008 Salı

Küçük Adım, Büyük Değişiklik

K. Kay, 2.8.2008, www.flickr.com
Kelebek etkisinden çağrışımla...

Aslında bugün için bambaşka bir yazı düşünmüştüm ama yaşam farklı bir yazı yazdırıyor. Bunun coşkusu diğerinden daha fazla olduğu için, laf dinliyorum…

Geçen hafta dosyalarımın birinde Balzac'ın bir sözünü görmüştüm:

"Hayatın büyük neticeler doğuran küçük tesadüflerden ibaret olduğunu unutmayınız."

Cümlede ‘tesadüf’ kelimesi geçtiği için, bloga koyma konusunda çekinik kalmıştım. Zira yaşamı dikkatle izliyorum ve tesadüf diyemeyeceğim öyle bir düzen görüyorum ki, zihnim açıklayamasa da, derinden bir yerde böyle bir düzene tanıklık etmekten dolayı coşku duyuyorum fark ettikçe.

Söze bugün şöyle bir kelime eklemek istedim, o zaman tamam oldu sanki içimde:
"Hayatın büyük neticeler doğuran küçük tesadüflerden (ek: eşzamanlılıklardan) ibaret olduğunu unutmayınız." Balzac

Sonra hemen bu sözün üstünde bir söz daha gördüm:

"Büyük yollardaki dönemeçler, gözlerimizin önüne nasıl yeni yeni manzaralar koyarlarsa, bazen küçük tecessüsler (Türk Dil Kurumu Sözlüğü: görme, anlama merakı) de bütün bir hayatı değiştirebilir." Tagor

Bugün bir vesileyle küçücük adımların ne büyük değişiklikler yaratabileceğini bir kez daha hatırladım. İçimize uygun gelenleri söylediğimizde bazen hiç fark etmeden, karşımızdakinin yaşamını bilmeden nasıl etkileyebildiğimizi hatırladım. Ya da küçük bir teşvikin, küçük bir kolaylaştırmanın başkalarının yaşamında tahminimizden daha büyük etkilerinin olabildiğini hatırladım.

Daha önce yazıların birinde yazmıştım- hangisinde bulamadım ama- dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılığı eğitiminde eğitmenlerden Angela şileplerde bir aletten söz etmişti. O alette birkaç milimlik bir açı oluşturacak sapış, bir süre sonra şilebin rotasında kilometrelerce uzunlukta bir sapma oluşturabiliyormuş. Geçenlerde televizyonda bir stratejist (adını unuttuğum için yazamıyorum, sureti gözümün önünde ama) aynı prensibi Pisa Kulesinden örnek vererek anlattı. Pisa Kulesinin altında eğim birkaç santimetre olmakla beraber, tepesine gidildiğinde eğimin 4.3 metre olduğunu hatırlattı.

Söylediğimiz küçük bir söz, yazdığımız birkaç cümle, attığımız bir kart, ettiğimiz bir telefon, durup yalnızca karşımızdakini dinlediğimiz, laf yetiştirmeye çalışmadan, çözmeye çalışmadan, öylece sessizce (zihinde de) dinlediğimiz birkaç dakika bazen büyük değişiklikler yaratabilir. Önemli olan niyetin sevgiden, sessizlikten gelmesi bana göre. Böyle yapılan her ne ise, yaşama gerçek katkı diye düşünüyorum. Küçücük bir adım. Küçücük bir seçim. Küçücük bir değişiklik. Küçücük bir kolaylaştırma. Küçücük bir şefkat.

Yeni yılda küçücük adımlarımızın etkilerini kutlayacağımız, yaşamın esrarengizliği karşısında şaşıp şaşıp kalacağımız nice anlar dileğiyle…

29 Aralık 2008 Pazartesi

Mevlana'dan: İhtiyacını Artır

Haziran 2008'de Vivet ve Sija'nın öncülüğünde yapılan şiddetsiz iletişim eğitiminde eğitmen Nada Ignjatovic- Savic idi. Hasbel kader eğitimin tercümesini yaparken, Nada'nın elinden düşürmediği küçücük, avuç içi kadar bir kitapçık dikkatimi çekmişti. O kitapçıktan bir şeyler tercüme etmemi isteyince, Mevlana'nın Mesnevi'sinden parçalar olduğunu anladım. Yeni yıla girerken, belki bizi düşündürür, ufkumuzu açar, sezgimizi dinletir, meraklandırır diye bir bölümü burada paylaşmak istiyorum. Bu vesileyle de bu ve bunun gibi daha pek çok bilgeliği bizimle paylaşmış olan Nada'ya bir kez daha teşekkürler...


İHTİYACINI ARTIR

Fare ruhu azar azar kemirmekten başka bir şey değildir.
Fareye ihtiyacıyla orantılı
bir zihindir verilen.
Çünkü ihtiyaç olmadan, Her-Şeye-Muktedir-Olan
vermez kimseye bir şey.
İhtiyaç, öyleyse, varolan her şey arasında bir ağdır.
Bir
insan ihtiyaçlarıyla orantılı olarak araçlara sahiptir.
Öyleyse, bir an önce, ihtiyacını artır, ey yoksul,
ki bolluk-bereket denizi
sevgiyle yükselip, taşsın.


INCREASE YOUR NEED

The mouse soul is nothing but a nibbler.
To the mouse is given a mind
Proportionate to its need,
For without need, the All-Powerful
Doesn’t give anything to anyone.
Need, then, is the net for all things that exist:
A person has tools in proportion to his need.
So, quickly, increase your need, needy one,
That the sea of abundance
May surge up in loving-kindness.

Mesnevi II, 3279-80, 3292

27 Aralık 2008 Cumartesi

Bir Şiir: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

Biliyorsunuz genellikle haftasonları yazı koymuyorum. Ancak bu sabah uyandım ki, bu şiiri paylaşma isteği yüreğimi pır pır ettiriyor. Tamam dedim. Daha önce blogda yazmış mıydım bilemedim ama bugün üniversite yıllarımdan hayranı olduğum, son günlerin temasındaki bu şiir kendini yazdırmak istedi:

Kızılgerdan (robin) kuşunu çok sevdiğim için Kebire yıllar önce bu fotoğrafı göndermişti, bilmem nereden bulmuştu. Çekenden özür dilerim ismini koyamadığım için.


YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısı, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi, olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu

Şiirler 1959-1982
Adam Yayınları

26 Aralık 2008 Cuma

Yaşamı Kutlamak

Açık ofislerden birinin bahçesi (Şu meşe ağacının altında internet bağlantısı olan :)), 24.11.2008


2008 Nobel Barış Ödülünü alan Martti Ahtisaari ile ilgili pek çok program yapılmış. O dönem ne zaman televizyonu açsam, bu programların biriyle karşılaştım. Ahtisaari’nin yaşamını ve yaptıklarını izleme fırsatım oldu.

Nobel aldıktan sonra, çalışmalarını bırakıp bırakmayacağı sorulduğunda, asıl şimdi daha çok ve etkili çalışabileceğini söyledi Ahtisaari bir programda. Beni en çok etkileyen cümlesi ise, aklımda kaldığı kadarıyla, “Her sabah ömrümün ilk gününe uyandığımı düşünürüm. Son günü değil, ilk günü. Ve merakla, keşif heyecanıyla güne başlarım. Öğrenilecek, görülecek o kadar çok şey var ki. Merakım gittikçe artıyor.” oldu.

Ahtisaari 71 yaşında. Kendimi düşündüm, anneannem gibi yaşasam, 57 yıl her sabah ömrümün ilk günü gibi yaşama başlayabilirim. 57 x 365 gün. Zenginliğe bakın. Her gün uyanık ve meraklı olsam, yeni bir şey keşfetsem, müthiş bir şey...

Sizlerle paylaşmak için bunları tasarlarken, arkadaşım Ayşe’nin yeni blogundaki
www.altinicizdigimsatirlar.blogspot.com “Kısa Kısa” yazısından bir cümle çok hoşuma gitti. Selim İleri’nin Bodrum Dörtlemesi’nin ikincisinden birkaç satırın altını çizmiş Ayşe: “Telefonun sesiyle irkildi, çalıyordu. İçeriye koştu, elinde fırça ve sarı boya tüpü. Emre telefon ediyordu. 'Akşama sonbaharı kutluyoruz.' diyordu.”

Yıllardır güzel bir hayal olarak kalmıştır: her gün bir şeyi kutlamak. Doğum günleri tamam. Bir de ağaçlara su yürüme zamanı, kırlangıçların gelişi, karıncaların topraktan çıkışı, birinci cemrenin düşüşü, en uzun gün, en uzun gece, yeni ay, dolunay, yağan ilk kar, farkındalık günü, dostluk günü, her gün kutlayacak bir şey bulmak, sonunda da yaşamı tam bir kutlama olarak yaşamak. Buğday Derneği’nin geleneksel ajandasında doğa olayları vardır mesela. Onlara yenilerini de ekleyerek, her gün yaşamı kutlamak.

Dün babamın doğum günüydü, bana yemeğe geldiler. Aile toplandı, herkes yiyecek, içecek bir şeyler kattı, sofra donandı. Babam bir ara, “İnsanın bu birliktelikleri, güzellikleri görünce, daha çok yaşayası geliyor” dedi. İçimde duygular birbirine karıştı.

Arkadaşım Alp (Pir), katıldığı bir konuşmada (umarım yanlış anımsamıyorumdur) Satish Kumar’a (çok ilginç bir karakter) yaşamın amacı sorulduğunda, “Yaşamın amacı, yaşamı kutlamaktır” diye cevap verdiğini söylemişti.

Yeni yıla hazırlanırken, (biliyorum takvim nedir ki, ancak ara değerlendirme ve niyetleri canlandırma için iyi de bir fırsat olabilir) belki niyetlerimiz içine, yaşamı kutlamaya ilişkin niyetler de katarız…

Biz bugün Ayşe ile açık ofisteyiz. Bugün rahat nefes alıp verebildiğimizi kutlamaya niyet ettik. Bedene giren, bedende dolaşan havayı kutlayacağız. Havanın bedene rahatlıkla girmesini mümkün kılan burnu, boğazı, ciğerleri, sonra dolaşıma katan kalbi, damarları kutlayacağız. Benim hücreler daha ben bunları yazarken, marakasları çıkarmış, festivale başlamış durumda :)

Yaşamı tam bir kutlama olarak yaşayabilmemiz dileğiyle...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Yaşanacak Bir Saat- Krişnamurti

Memleket meseleleri, dünya meselelerinden sonra, gelelim yine kendi yaşamımıza... Yeni yıl geliyor malum. Bazılarımız yeni yıl öncesi bir geçmiş ve durum değerlendirmesi yapmayı seviyor.
Gerçekten yaşamda önem verdiklerime mi odaklanıyorum, yoksa yaşamın/ çevremdekilerin gündemini mi izliyorum? Kendi merkezimde miyim, yoksa başkalarının yörüngesinde miyim? Yaşamımı değerlerime uygun yaşayabiliyor muyum? Geçen yıl nasıldı, şimdi nasıl değişiklikler yapmalıyım? Çözümlemediğim duygu/ ilişki bıraktım mı arkamda? Ya tamamlamadığım iş/ çatışma? Almadığım kararlar var mı? Dilemediğim özürler? Etmediğim teşekkürler?

Bu konuda Krishnamurti'nin de söyleyecek sözü var:

"Yaşanacak Sadece Bir Saat Varsa

Eğer yaşanacak bir saatiniz olsaydı, ne yapardınız? İlişkiler, vasiyet gibi dış dünyaya ilişkin yapılması gerekenleri düzenlemez miydiniz? Ailenizi ve arkadaşlarınızı bir araya toplar ve onlara vermiş olabileceğiniz hasarlar için onlardan sizi affetmelerini istemez miydiniz ve onları size vermiş olabilecekleri hasarlardan dolayı affetmez miydiniz? Zihnin her şeyine, arzularına ve dünyaya tamamen ölmez miydiniz? Ve eğer bu bir saat için yapılabiliyorsa, o zaman geriye kalan günler ve yıllar için de yapılabilir… Deneyin ve görün."

(Çeviriyi aşağıdaki paragraftan yaptım. Ancak bu metinlerin olduğu kitap Türkçe'de var: Yaşam Kitabı, Sistem Yayınları)

"Only One Hour to Live

If you had only one hour to live, what would you do? Would you not arrange what is necessary outwardly, your affairs, your will, and so on? Would you not call your family and friends together and ask their forgiveness for the harm that you might have done to them, and forgive them for whatever harm they might have done to you? Would you not die completely to the things of the mind, to desires and to the world? And if it can be done for an hour, then it can also be done for the days and years that may remain...Try it and you will find out."

The Book of Life - November 9
http://www.jkrishnamurti.org/

23 Aralık 2008 Salı

Kriz Eğitmenimiz Olabilir Mi?

Mustafa hakkında yazmayan bir ben kaldım herhalde, haydi onu bırakayım. Ama dünyadaki finansal-ekonomik kriz üzerine çok yazılıyor çiziliyor, bu kalabalığa katılasım var... :)


Amerika'da patlayan, küreselleşmiş ekonomiyi domino etkisiyle allak bullak eden ekonomik kriz çok olumsuz bir durum olarak görünüyor. Pek çok kişinin hayat şartları değişiyor. İrili ufaklı pek çok taş yerinden oynadı, daha da epey yer değiştirecek görünüyor.

Bir başka açıdan bakınca da, bu kriz “gerçek” ihtiyaçlarımızı fark etmemize yardımcı olacak gibi. Tüketerek doyurmaya çalıştığımız açlığımızla yüzleşeceğiz belki. Nedir bu açlık? Bu “alma”, “sahip olma” arzunu daha yakından tanıyacağız belki. İçimizde alışveriş arzusu uyandığında hemen dükkanlara koşmadan, belki durup, bu enerjiyi izleyeceğiz. Bu arzu hangi ihtiyacımızın kılık değiştirmiş hali acaba? İçimizde ne oluyor?

Belki şaşaadan sadeliğe geçişi yaşayacağız. Bu kriz eğitmenimiz olacak. Pek çok olağan durumda, alelade bir iş yaparken mesela, iliklerimize kadar bizi doyuran bir enerji akışı hissedeceğiz belki. Çok sıradan an’larda. Öyle hiçbir şey düşünmez, hiçbir şey beklemez, öyle yalnızca olanla bir olmuşken.

Belki yerele döneceğiz. Kriz yine eğitmenimiz olacak. Çok uluslu şirketlere mi katkıda bulunmak istiyorum, mahalle esnafıma mı diye düşüneceğiz. Belki bazılarımızın çocukluğundaki yerli malı haftalarının mantığına döneceğiz, aldığımız malların yerel olmasına dikkat edeceğiz. Ekonomi uzmanları piyasaları mı çökertmek istiyorsunuz diye soracaklar belki ama onların sistemi de birbirini deviren dominolardan ibaretmiş, nereden tutacaklarını bilemiyorlar diye düşüneceğiz.

Belki dayanışmayı daha çok hatırlayacağız. Marmara depreminde yaşadık, çoğumuzun içinde bir acil durum düğmesi varmış sanki, düğmeye basıldı, neredeyse bir refleks otomatikliğinde yığınlar dayanışmaya koştu. Gerçi çoğunluk ne yapacağını bilemedi, müthiş bir enerji heba oldu gibi ama bu dayanışma niyeti var ya çoğumuzda; gerisi teferruat. Öğreneceğiz verimli, yerinde dayanışmayı da. Bu kriz yine öğretmenimiz olacak belki. Deprem vehametinde değil elbette, acıdan değil, empatiden, sevgiden gelecek belki bu dayanışma

Belki yaratıcılığımız gelişecek bu süreçte. Para, malzeme azlığı yaratıcılığa müthiş yer açar genelde. Çocukluğumuzu hatırlayalım, yani 30-40 yıl önce çocuk olmuş olanlar. Oyuncaklar ne kadar azsa, o kadar hayale yer yok muydu? Kırık bir çini parçası bebeğin yatağı da olurdu, tabak da, duvar da, araba da, kapı da- oyununa göre. Şimdiki yatak şeklindeki bir oyuncak ancak yatak olur, hayale yer yok. Geçen siyaset meydanında Halit Kıvanç eski radyo günlerini anarken, bir ustanın kendisini “Aman fazla tasvir etme, hayal gücüne yer kalsın” diye uyardığını söyledi. Belki kriz yaratıcılığımızı ortaya çıkarmak için eğitmenimiz olacak, bize yer açacak.

Belki kriz gerçek bolluğa, berekete açılmamıza vesile olacak. Gerçek zenginliğin ne olduğunu hatırlatacak bize. Kendimize “Gerçek zenginlik ne?” diye soracağız. Cevapla belki kendimizi bile şaşırtacağız.

Belki kriz yönetmeyi öğreneceğiz. Şirketlerde kullanılan tekniklerini bilmiyorum ancak belki an’da olmayı, zorluklar karşısında sağlam, doğrudan, açık durmayı, gözlemlemeyi öğreneceğiz. Gözlemledikçe, olanı olduğu gibi göreceğiz. Bilgeliğimiz artacak. Bilgelikten gelen eylemlerle yaşamı zenginleştireceğiz. Belki.

Belki önceleri zoraki, sonraları bilinçli olarak daha adil, daha dürüst, daha karşısındakini de düşünen, daha birleştirici insani, ticari, siyasal ilişkilerimiz olacak. Haberlerde gördüm, ezeli düşmanlar diye kendini tanımlayan Çin ve Japon yetkililer dostluk mesajları veriyor, aynı masada oturup, krizin etkilerini azaltmanın yollarını, dayanışmanın yöntemlerini konuşuyormuş. Belki böyle böyle kalbimize de dokunacak, kalbimizi de kaplayacak bu birliktelik ruhu.

Belki dünyamıza hesapsızca, hatta vicdansızca yüklediğimiz yükleri önceleri zoraki ancak sonraları bilinçli eylemlerle azaltacağız. Dünyamız bir “oh” diyecek. Büyülenmiş gibi gerçeklerden uzaklaşmış zihnimiz yaşayan tüm varlıklarla ortak yaşadığımızı hatırlayacak. Belki. Dilerim.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Ortak Bilince Kutlama

Aşağıdaki yazıyı yazalı da birkaç hafta oldu. Ancak sırası geldi. Son güne de iyi uydu...
Sayılı gün, bitti yine :) 40 günü doldurduk.
Yolcuları, kenardan yolcuları izleyenleri sevgiyle kucaklıyorum...

---


Bu iyi dileklerde bulunma sürecine bir başka yönden yaklaştım geçenlerde. Şu ülkenin insanlığa nasıl katkısı oldu, ya şu ülkenin, bizdeki şu şehrin, şu grubun diye sormaya başladım. Tabii bilgim sınırlı ama yine de birkaç madde sayabildim. İçimi bir neşe kapladı.

Televizyonda, gazetede, doğrudan yaşamda olan biteni izlerken, bir de bu yönden bakmaya çalışıyorum şimdi. Bu kişinin/
durumun/ kurumun bütüne nasıl katkısı oluyor acaba?

Katkıyı görürsem de, sessiz sedasız kolektif bilince bir kutlama yolluyorum :))


21 Aralık 2008 Pazar

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 6

Önceki günlerden devamla...

---
Mağduriyet/kurban enerjisini görünce, büzülmenin, yine mi diye yılmanın, öfkelenmenin, bu kez de bu enerjinin mağduru olmanın alemi yok. Tahminim bu enerji çoğumuzun kimliğinde var, ortak kimliğimizde var. Bir kere bunu kabul edelim.

Peki ne yapabiliriz?

* En önemlisi bu enerjiyi tanımak, geldiğinde geldiğini fark etmek. “Aaa, mağduriyet/kurban enerjisi geldi.”, “Burada mağduriyet enerjisi hüküm sürüyor” diyebilmek. Çünkü bu enerjiyle özdeşleşmekten ayrılmak herşeyin başı.
Bu enerjiyi nasıl tanıyabiliriz?

- Birini/ olayı suçladığımızda;
- "Artık benden geçti, değişemem", dediğimizde;
- "O zaman yanlış karar almışım. Bu evliliği yapmayacaktım, bu okulu okumayacaktım, bu işe girmeyecektim. Bu eve taşınmayacaktım. Bu durumu onaylamayacaktım. Bu karar hayatımı mahvetti. Belimi doğrultamıyorum."
- "Benim ne gücüm var ki."
- "Bütün suç onun. Neler, neler yapıyorum, takdir de ediyorum, alttan da alıyorum. Şu bana yaptığına bak."
- "Bu çukurun içinden çıkmama imkan yok, bütün yaşamım böyle mi geçecek?"
- "Hakkımı vermiyorlar, hep küçük bütçelerle yaşamaya mahkumum sanki."
- "Doktor teşhisi koydu, ilaçları almaktan başka elimden ne gelir?"
- "Bu memleket böyle kardeşim. Hiçbir şey değişmez. Beceremeyiz. Yapamayız." (Devrim Arabaları filminde büfecinin sözleri mesela)
- "Param yok, bunu yapamam." dediğimizde, (diğer örnekleri de sizden alalım)
dikkatli bakalım, belki mağduriyet/ kurban enerjisi vardır yakınlarda. Olmayabilir. Genellemek gerçekle bağdaşmaz. Ancak bir yoklamakta fayda var bu düşünceler uçuşmaya başladığında.

* Mağduriyet/ kurban enerjisini görmek ilk adım. Sonra bunu bedenimizde nerede hissediyoruz diye bakabiliriz. Sakince, tarafsızca yanında oturup, gözümüzü dikip bakabiliriz bu enerjiye.

* Bu enerjiyi yakından tanımaya, anlamaya çalışabiliriz. Sanki bir laboratuar araştırması yapar gibi bu enerjinin özelliklerini, nerelerde çıktığını, bağlantılarını gözlemleyebiliriz.

* Yapışık başka duygular varsa, bunları fark edebiliriz. (Üzüntü, öfke, hayalkırıklığı, yas, korku, endişe gibi)

* Önündeki ardındaki düşünceleri, inançları, kalıpları fark edebiliriz. Sonra “Bu düşünce gerçeğe uygun mu, bu düşüncenin bana bir uyarısı, rehberliği var mı? Burada daha görmem gereken ne var?” diye bakabiliriz.

* Bir de “çalışkan öğrenciler” için :) Caroline Myss Sacred Contracts kitabında yaşamımızı etkilediğini söylediği arketipler için bir mülakat yöntemi önermiş. Sanki karşılıklı mülakat yapar gibi sorular sorulup, cevapların yazılabileceğini söylemiş. Bir enerjiyi tanımak için iyi bir yöntem olabilir. Bu soruları mağduriyet/ kurban enerjisi durumuna uyarlarsam, şöyle olabilir:

- Bu kurban/çaresizlik/güçsüzlük enerjisi ile bağlantılı kimler var yaşamımda? Bu kişilerin bu enerji ile nasıl bağlantıları var? Bu kişiler içinde benim yaşamıma en yakın kim var? Peki bu kişiyle olan bağlantım bana manevi yolculuğumda nasıl katkıda bulundu?

- Bu enerjiyle ilişkili bitmemiş hangi işler var yaşamımda? Yani affedemediklerim, serbest bırakamadığım acılar? Bu meseleler nasıl, hangi yollarla tamamlanır?

- Bu enerji yaşamımda iş başındayken fark edebiliyor muyum? Bu enerjimin düşüncelerimi, duygularımı etkilediği nasıl fark ediyorum?

- Bu enerjinin bana getirdiği bilgelik ne olabilir?

- Bu enerjiyle bağlantıda olabilecek hangi korkular, endişeler olabilir?

- Bu enerjiyle bağlantıda olabilecek hangi kuvvetler, olumlu özellikler olabilir?

- Şu anda bu enerjiyle ilgili atabileceğim hangi somut adım/lar olabilir?

* Mağduriyet/ kurban enerjisini gördükten sonra, bir seçim yapabiliriz (özgürlük işte burada): Bu enerjinin söylediklerini yapmama, hükmünden çıkma.

Kendimize sorabiliriz: Tıkanmış bu durumda nasıl bir akış olabilir? Genellikle perde oluşturan enerjiye tarafsız ve sakin bakıldığında, bu perde erir ve bir sonraki adım açıklıkla ortada görünür. Öyleyse, ne ala.

Değilse, kendimize hatırlatalım, “Her tıkanık durumda bir yol var. Biz görmüyoruz.” Hep aynı yerden baktığımızdan, aynı düşünce grubunun kombinasyonlarını denediğimizden, haklı olmaya yapıştığımızdan, üşengeçliğimizden, işimize gelmediğinden, kolayı seçmeye eğilimimizden yolu görmeyebiliyoruz. Oysa orada açıklıkla duruyor belki. Baktığımız yeri değiştirsek, ezber bozsak, çözme yolunda içten olsak, göreceğiz belki. Zihnimin içinde bana bunu her daim hatırlatacak bir küçük insancık istihdam edebilmeyi hayal bile ettim. Etrafı sis bastığında, kırmızı bayraklarını çıkarıp, “Yol var. Bakmaya devam et. Olağanın, alışıldığın dışına çık.” diye hatırlatacak biri.

Bir yanda mağdur elbisesine bürünmenin yüzeysel rahatlığı, diğer yanda yaşananların sorumluluğunu üstlenerek, hak aramanın, çözüm yaratmanın, dolayısıyla yaşama katkıda bulunmanın, akışa katılmanın özgürlüğü.

Her bir an seçim bizim.

Devamı derseniz: Şimdilik bu kadar :)

19 Aralık 2008 Cuma

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 5

Önceki günlerden devamla...
---
Bir de daha ince bir mağduriyet oyunu var. Bilirsiniz, çeşitli iç çalışmalarda sorunlar eşilir, deşilir, genellikle “değersizliğe” erişilir. Değersizlik düşüncesi, zaten ipleri başkasının eline vermenin bir görüntüsüdür. Anne, baba ya da başka birine kendi değerimizi biçmenin iznini vermiş oluyoruz. “Buyur benim değerimi biç, ben de buna inanayım”. Şu andaki anlayışıma göre, en yalın haliyle durum bu. Değerli- değersiz ikili sistemin bir anlayışı, yaşama daha yukarıdan baktığımızda böyle bir zıtlık var mı ki? Her çarklı kendi yerinde işliyor gibi.

Bu değersizlik teşhisine bir kere vardığımızda artık dibi olmayan bir torba ele geçirmiş gibi oluyoruz. Yaşamımızda nerede tıkansak, ne ters gitse, ne olsa, “işte her şey bu değersizlik duygusuna dayanıyor” diye bu torbaya tıkıyoruz. Tüm başarısızlıklar, tembellikler, kafa karışıklıkları, hırslar, kıskançlıklar torbaya atılıyor. Ancak ne işe yarıyor bunları torbaya tıkmak? Bana göre hiç. Mağduriyet hissini besliyor o kadar. Yine sorumluluğu üzerimizden atmış oluyoruz.

Bu mağduriyet/kurban hissi o kadar derin bir yara oluşturmuş ki, başkasının başarısını kutlamakta çok zorlanıyoruz. Bu toprakta yaşayanlar için bir fıkra anlatılır, bilirsiniz. Cehennemde fokur fokur kaynayan çukurların hepsinin başında dışarı çıkmaya çalışanların başına tokmak vuran bir zebani varmış. Ancak Türkiye için ayrılmış çukurun başında hiç görevli yokmuş. Zira dışarı çıkmaya yeltenenleri diğerleri aşağıya çekiyormuş. Çok doğru deyip, gülümseyip geçiyoruz ama gerçek olduğunun yeterince farkında mıyız acaba? Ne büyük yaramız var ki, “ben mağdursam, herkes mağdur olsun” ruh haline girmişiz. Böyle aktif bir dilemeye girmeyenlerimiz de, başkasının başarısını gönülden kutlayamamakla aynı enerjinin hafif dozunu yaşamakta. Öyle mi, değil mi, dürüstçe bakalım yaşamlarımıza...

Niyetim kendimizi yüklenmek değil, katiyen. Burada aklıma bir konuşmada Sevgin’in söylediği bir söz geldi: “Yaramız suçumuz değil.” Mağduriyet enerjisine tutsak olmamız, bir yaramızdan ötürü. Fark edelim, görelim, büyük adım…
Mağduriyet enerjisinin içine tutsak olmuş kişi potansiyelini keşfedemiyor, yaratıcılığını ortaya koyamıyor, kendi farklılığını yaşama katamıyor ve kolay yönetiliyor. Tarihimize geçmiş "Öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığını gül gibi yönetirdim" diyen Bakan gibi; renkli, nice zenginliklerle, parlak, sıradan olmayan fikirlerle dolu vatandaşları etkisiz hale getirmenin, böylece görünüşte bilinebilirlik, güvenlik sağlamanın en güzel yollarından biri onları mağduriyet tutsağı etmek gibi geliyor bana. Tartışılır elbette. Şimdiki anlayışım böyle.

Bu tutsaklıktan uyanmak için kendimize sormamız uygun olan soru belki de: “Gerçekten özgür olmak istiyor muyum? Özgürlük benim için önemli bir değer mi?” Hepimizin çok iyi bildiği gibi, özgürlük, gerçeğe bakma cesareti istiyor. Karşımızdakileri/olayları/değersizlik hissini/sistemi suçlamayı kesersek, kendi iç alemimize bakmak durumunda kalacağız. Belki nice korkularla yüzleşmek durumunda kalacağız. Belki nasıl adım atmaktan, sevilmemekten, onaylanmamaktan, kabul edilmemekten, dahil edilmemekten korktuğumuzla yüzleşmek durumunda kalacağız.

Suçlamak, sorumluluğu üstümüzden atmak işin kolayı ama aynı zamanda da düğümleri sıkıştıran bir alışkanlık. Bu alışkanlığı yakından tanımaya, bu alışkanlıkla yüzleşmeye hazır mıyız? Biz tarafsız bir tutumla, doğrudan bu alışkanlığa baktığımızda, yalnızca gözlemlediğimizde, düğümler gevşemeye, açılmaya başlıyor, bir denesek, öyle mi değil mi göreceğiz.

Yine soralım: “Gerçekten özgür olmak istiyor muyum?”. Çünkü mağdur durumunda oturmak, kendimizi acındırmak bir ilgi, enerji toplama yöntemi, ama biliyoruz ki talihsiz bir yöntem. Karşımızdakini gizliden gizliye sömüren bir yöntem. Bu alışkanlıklarımızla sömürgeci devletlerden ne farkımız kalıyor? Pekala, baktık öyleyiz, kendimizi dövecek halimiz yok ya. Öncelikle durumu iyice bir tanımakta fayda var. Tam olarak ne oluyor, bedende bu hissi nerede hissediyorum, yapışmış inançlar/düşünceler ne? Sonra da farklı çözümler arayışına girebiliriz. Enerjimi daha farklı bir yolla nasıl artırabilirim? Acaba enerjimi gereksiz bir yerlerde harcıyor muyum? Bu ilgi ihtiyacının altında acaba başka ihtiyaçlar da var mı? Gerçek olmayan inançlarım mı var? Karşımdakinden almak yerine, her iki tarafa da zenginlik sağlayacak, idrakini artıracak bir yol bulabilir miyim? Özgür olmaya niyet ettikten sonra, yol açılır...

Devamı yarın :)

18 Aralık 2008 Perşembe

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 4

Önceki günlerden devamla...

----
Mağdur rolünün bir başka yüzü de sessizlikle görünüyor. Ara ara hakkımızı korumaktan, özümüzün aktığı yere gitmekten, özümüzle uyumlu karar almaktan, kimi yerde gerçeği söylemekten korkmuyor muyuz? Aman mesele çıkmasın, aman uyum, huzur bozulmasın, aman idare edeyim. Çekindikçe, git gide daha da sessizleşiyoruz. “Bana ne”, “boşver”, “dertsiz başına dert mi alacaksın” hallerine giriyoruz, toplumda zaten bu tutumu destekliyor. Arada sesimizi çıkarmaya kalktığımızda, kendi şarkımızı söylemeyi hiç öğrenemediğimiz için, sesimiz ya çatlak çıkıyor, ya yüksek, ya kulak tırmalıyor. Karşı taraftan tepki aldığımızda, yine sessizliğimize geri dönüyoruz. Dönmüyor muyuz, haydi dürüst olalım, gerçeğimizle yüzleşelim. Ailemizde, çocuklarımızla, ana babamızla, eşimizle, eşimizin ailesiyle, iş yerinde “idare” ediyoruz. Geçici bir uyum oluyor belki ancak bilgelik, şefkat içermeyen uyumun kimseye pek bir faydası da olmuyor, eminim hepimiz derinden biliyoruz. İdare ettikçe, mağduriyet enerjisinin içine gömülüyoruz.

Geçenlerde televizyonda bir sokak röportajı var, mikrofonu bir çifte uzattı muhabir. Kadın kocasının arkasına geçti, koca konuşuyor. Konu kadınlarla da ilgili olduğundan muhabir kadının da görüşünü almak istiyor. Kadın hala kocasının arkasında. Çevredekiler kadını terbiyeli, edepli olmaktan dolayı övüyor. Kadın bu halinden dolayı hem utanıyor, hem gururlanıyor. Kaç açıdan trajik. Bir açıdan bakarsak, kadın kendini mağdur duruma koyuyor, çünkü sorulacak sorulara vereceği cevapların sorumluluğunu almak istemiyor, yaşamdan gelenin sorumluluğunu başkasının üzerine atıyor, üstelik bu tutumu çevre tarafından da övülüyor, başta kocası tabii. Mağduriyet enerjisi destek görüyor, zira mağduriyet halinde olanlar çok rahat yönetilebiliyorlar, çünkü toplum çok korkuyor. Sürekli çevresini suçlayanlar için de, durum farklı değil.

Toplum olarak ipleri başkalarına vermeye, kendi kararlarımızın sorumluluğunu üstlenmemeye eğilimimiz var. Zira mağduriyet hikayesini anlatmaya devam etmenin bir fonksiyonu daha var: başarısız olma ihtimali yok. Sürekli şikayet edip, harekete geçmediğimiz için başarısız da olamıyoruz. Daha baştan, eyleme geçmeden sözde başaramamamızın nedeni belli: dış koşullar, toplum olarak bunun adı dış mihraklar. Dış koşulların, dış mihrakların hiç etkisi yok demiyorum, mümkün mü, kör olmak lazım bunu söylemek için. Üstelik hiç de kolay bir coğrafyada ve toplumda yaşamıyoruz. Ancak ipleri eline almış, yaşamının tam sorumluluğunu üstlenmiş bir kişi/toplum için dış koşullar ancak kendisini geliştirmenin bir vesilesi olabilir, engellemenin değil diye düşünüyorum. Gandhi’ye ve Atatürk’e ilişkin okudum birkaç ay önce. Her ikisinin de niyeti; mağduriyet enerjisindeki insanları uyandırmak, bu tutsaklıktan kurtulmak için yol göstermek diye görüyorum. bu kuvvetli niyetleri, ülkeleri bağımsızlığa ulaştırmış. Ülkelerdeki kafalar da yavaş yavaş yetişmeye çalışıyor gibi. Belki uygulamalara ilişkin tartışılabilir, bilemiyorum uzman olmadığım için. Ancak mağduriyet enerjisinin ülkeleri ne hale getirdiğini görünce, kendi yaşamlarımızda da bir bağımsızlık/ özgürlük süreci başlatmak için şevk geliyordur belki.


Arkası yarın...


17 Aralık 2008 Çarşamba

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 3

Not: Kervan yolcuları yazdıklarınız nasıl içime iyi geldi anlatamam. Bazı yorumlarda gözlerime yaş geldi, yüreğim genişledi. Bazı yorumlarda içim kıkırdadı. Yaşam çok ilginç bir düzen, akıl sır ermiyor ama seyretmesi, içinde var olması çok ilginç. Türkiye'de de, dünyada da bu aralar yıllardır dokunulmayan konular açılıyor. Merakla izliyorum...

Dünden devamla...

---

Mağdur hissetmeye devam etmemizin de nedenleri var elbette. Yakında okuduğum için, Caroline Myss’in Sacred Contracts kitabından alıntı yapayım yine: ”Bu böyle sürüp giderken, bir yerde bu kurban olma halinin avantajını fark edersiniz. Belki kendi haklarınızı korumaya korkuyorsunuzdur ya da böylelikle sempati alıyorsunuzdur, bu da hoşunuza gidiyordur. Kurban hissetme enerjisinin ana meselesi, bağımsızlığınızın sorumluluğunu almaktan kaçınmak için kendi gücünüzü vermeye değip değmeyeceğidir.”

Myss’in tarif ettiği halleri yaşamıyor muyuz? Mağdur rolünden pek memnun olmalıyız ki, sıklıkla yaşamımızda sergiliyoruz. Arkadaşımızla buluşuyoruz, “bır bır bır” bir şeylerden şikayet ediyoruz. Elbette “derdini söylemeyen derman bulamaz”, ancak biz gerçekten derman bulmak istiyor muyuz anlatırken? Yoksa içimizi mi döküyoruz? Karşımızdakinin bize hak veren sözlerinden tuhaf bir hazla besleniyor muyuz? Hatta karşımızdaki de bizimle bir olup, orada olmayan diğer kişiye kızdığında haz doruğa mı çıkıyor? “Kişi kişinin zehrini alır”, gerçekten de öyle. Ancak zehrimiz alındıktan sonra ne yapmaktayız, idrakimizi artırmaya ve bilgelikten doğan eyleme mi geçmekteyiz, yoksa zehrin kaynağına hiç bakmadan, başka bir fırsatta bu zehri köpürtüp köpürtüp, yine birilerine mi kusmaktayız?

Aynı meseleyi senelerce anlattığımız olmuyor mu? Suçlaya suçlaya birilerini kendimizi helak etmiyor muyuz? Ya da bu şekilde beslenmeye çalışmıyor muyuz? Geçenlerde 2008 Nobel Barış Ödülünü alan Martti Ahtisaari ile yapılan bir görüşmeyi izledim, “Ortadoğu gibi sorunları çözemememiz için neden yok, ne yapılacağını herkes çok iyi biliyor, yüzlerce kez konuşuldu, yapılacaklar net. Çözülmüyor, çünkü birileri bundan besleniyor. Ancak aynı zamanda da çok acı çekiliyor, tüm taraflar tarifsiz acı çekiyorlar ve acı gittikçe artıyor.” dedi. Aynı durum kendi iç dünyamız için de geçerli. Ya çözümü biliyoruz, işimize gelmiyor, ya çözmek gibi bir niyetimiz bile yok. Bir şekilde içimizde bir yer bir sorunun süregelmesinden, çözülmemesinden besleniyor. Ancak bu yanımız farkında değil ki, iç huzurumuzdan, potansiyelimizi dolu dolu yaşama katmamızdan çok ciddi bedel ödüyoruz bu şekilde. Bu kilitlenmişlikten çıkış yöntemlerinden biri, dikkatimizi ve anlayışımızı bu alana yönlendirmek ve ne oluyor burada diye tarafsız bir tutumla bakmak olabilir. Mağdur hissederek (hasta kalarak, haksızlığa uğramış kalarak mesela) nasıl besleniyoruz? Elbette bir ihtiyacı karşılamaya çalışıyoruz bu şekilde ama ne talihsiz bir yöntem- ne işe yarıyor, ne yaşamımıza katkıda bulunuyor. Yakından bakalım düşüncelerimize, içine sıkıştığımız durumda nasıl bir mekanizma işliyor? Kısacası “şikayet”e de farkındalığımızı yönelttiğimizde, çok zengin içgörü yatakları bulabiliriz. Şikayetten ne öğrenebilirim yazısında (Ekim 2007) bunun yöntemine ilişkin bazı uygulamalardan söz etmiştim.

Arkası yarın :)

16 Aralık 2008 Salı

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 2

Önce bir not: Dün yorumlara yorum olarak yazdım ancak sonradan burada da paylaşayım diye düşündüm. "Bu kervanın yürüyüşü diğerinden farklı oldu, en azından benim için. Yürüyorum ama bir şekilde diğer yolcularla bağım kopuyor gibi oldu ara ara. Kimi zaman ne yazı yazabildim, ne yorumlara yorum katabildim. Günlerce blogu açmadığım oldu. Bu kez büyük lokma mı aldık ağzımıza diye düşündüm bir ara :)) Ancak diğer yandan da bir şekilde yürümeyi sürdürüyoruz bazılarımız, belki bir öncü keşif yürüyüşü idi bu, bir yandan yürüyenlerin kaslarını da geliştirdiği. Diğer kervan yürüyüşünde gözümün önüne yanyana yürürken, bir yolu süpürüyoruz gibi bir görüntü gelmişti. Bunda ise diz boyu, kimi zaman adam boyu karda yürüyoruz gibi geldi. Bilmem sizlerin de hissi böyle mi?


Şimdi dünkü yazıya devamla...

---

Geçenlerde bir arkadaşım aradı, birisiyle aralarında geçen bir konuşma sonucunda çok sinirlenmiş, neredeyse hasta olmuş. Olaya çeşitli açılardan bakma teşebbüslerimin neredeyse hepsine bir cevabı vardı. Haklı olmak isteği ne kadar ağır basıyor diye düşündüm. Kendimden biliyorum, nice olayda haklı olma isteği perde gibi gözümün, kalbimin üzerine inmiştir ve olanı olduğu gibi görmemi engellemiştir. Kendi kendime sakince olayı tekrar gözden geçirdiğimde, gözlemci gibi baktığımda ise bambaşka açılardan bakabilmiş, nice idrakler yaşamışımdır. Birini, bir olayı, durumu hararetle suçladığımızda içimize daha yakından bakmakta yarar olabilir. Bazen haklı olma isteği mağduriyet enerjisine bizi tutsak edebiliyor. Özgürlüğü seçme niyetinde olanlarımızın dikkatine… :)

Elbette kimi zaman mağdur durumda olabiliriz. Ancak nasıl yalnız olmakla yalnız hissetmek arasında fark varsa, mağdur olmakla mağdur hissetmek arasında da fark var bana göre. Bir şekilde hasara uğramış olabiliriz ancak mağdur hissederek bu durumun içine hapsolmak bize hiç yardımcı bir tutum değil gibi görünüyor.

Mağduriyet/kurban enerjisinin ortaya çıkışına ilişkin elbette pek çok görüş var. “Çocukken istediğiniz ya da ihtiyacınız olan bir şeyi elde edemediğinizde ya da anababadan biri veya arkadaş tarafından tacize (not: biliyorsunuz taciz yalnızca cinsel olmuyor, dayak gibi fiziksel ya da duygusal taciz de olabilir) uğradığınızda ya da yapmadığınız bir şey için suçlandığınızda/ cezalandırıldığınızda, kurban hissetme enerjisi ortaya çıkar. Eğer karşınızdaki sizden daha kuvvetliyse, bu adaletsizlik karşısındaki öfkenizi bastırmış olabilirsiniz” diyor Caroline Myss Sacred Contracts kitabında.

Kendi yaşamlarımızı düşünelim, hele bu coğrafyanın tarihini düşünelim. Adaletsizlikler karşısında öfkemizi bastırmış olduğumuz nice hal var, değil mi? Çocukluğumuzdan, öğrenciliğimizden, çalışma hayatımızdan, toplum hayatımızdan yüzlerce örnek vardır. Bu bastırma kimi zaman iradi, kimi zaman da zoraki olmuştur. Peki nereye gitti o bastırılan öfke? Bir de şiddet niye artıyor diyorlar, şaşıyorum. Düdüklü tenceredeki buharın artması gibi birikiyor öfke. Kimi zaman şartlarla orantılı olmayan bir şekilde, ansızın bir yerde patlayıveriyor. Yunanistan’da şu sıralar hala sürmekte olan şiddet olayları yalnızca bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle mi ilgili! Değil elbette, düdüklü tencere patladı, neyse ki yine kontrollu patladı, ölümler olmadı. Kendi yaşamlarımızı düşünelim, kimi yerde nasıl da patlıyoruz, kendimiz bile şaşıyoruz. Kimi zaman da düdüklü tencere patlamıyor, içindeki enerji tencereyi çürütüyor, hastalıklar, hastalıklı ilişkiler, nahoş etkileşimler yaşanıyor. Tüm bunlar düdüklü tencerenin içinde neler olduğuna bakmadığımızda, o enerjiyi tanımadığımızda, gözlemlemediğimizde oluyor, mağdur oluveriyoruz.

Arkası yarın :)))

15 Aralık 2008 Pazartesi

Mağduriyet/Kurban Enerjisi-1

Upuzun bir aradan/tatilden sonra yeniden bloga yazı koymak güzel... Umarım keyifli, dinlendirici, yenileyici, besleyici bir tatil geçirmiştir herkes... Bu ilk iş gününde iç açıcı bir yazı koyayım dedimse de, aşağıdaki yazı "Ama ben çok bekledim, tamam artık" dediğinden yeri ona bıraktım. İlk cümle geçen hafta diye başlıyor, ancak yazı epey önce yazılmaya başlandığından aslında bundan birkaç hafta öncesi kast ediliyor. Türkiye'ye, Dünyaya iyi dileklerde bulunma sürecindeki gözlemlerden biri...

****
Geçen hafta duvarıma bir Dünya, bir de Türkiye haritası yapıştırdım. Bakıp, bakıp, iyi dileklere başlıyorum. İyi dileklerin önüne önyargılar, yoğun duygular (kızgınlık gibi) geçiyorsa, geçenlerde anlattığım şekilde yanlarında oturup, izliyorum.

Bir gün bazı ülkelere bakınca, bir acıma duygusu kapladı içimi, acımanın yanında oturunca (itip kalkmadan, kurtulmaya çalışmadan gözümü dikip bakınca), alttan üzüntü ile karışık çaresizlik duygusu çıktı. Üzüntüyü izleyince, belli belirsiz bir mağdur/kurban enerjisi ile karşılaştım. Osmanlı-Türkiye tarihini okurken, aşağıdaki yazıya başlamış ancak bitirememiştim. Bu süreçte mağduriyet enerjisini yakalayınca, tekrar bu yazıya döndüm.

Kendi kişisel tarihlerimize baktığımızda da, toplumumuzun tarihine baktığımızda da, pek çok başka halin yanında, mağdur hissetme, çaresiz, güçsüz hissetme, gücünü devretme hali yaşamlarımıza oldukça sık hakim olmuş gibi görünüyor bana. Tebaadan vatan-daşa geçiş çeşitli bilinç evreleri gerektiriyor elbette… Birinin “doğru”yu söylemesine ve bunu takip etmeye alışmış benliklerin kendi içine dönüp, gerçeği kendi görmesine ve eylemlerini bu farkındalıkla yapmasına geçişi yine böyle evreler gerektiriyor anlaşılan…

Mağdur hissetmenin, gücünü devretmenin çok çeşitli görünümleri var ve bana öyle geliyor ki, özellikle Türkiye’de bizler bu enerjinin içine doğuyoruz. Birkaç yıl önce bir yurtdışı gezisinden İstanbul’a döndüğümde, sanki havada “budama” enerjisi hakimmiş gibi gelmişti. Özümüzü ifade etmeye çalıştığımızda, diyelim meşe tohumu filizlenip, serpilip, dallarını açtığında; birileri ellerinde budama makasıyla dalları ikide bir buduyor gibi gelmişti. Ancak hiç gelişme zamanı, alanı tanınmadığı için, sürekli budama devam ettiği için, güdük ağaçlar olarak etrafta dolanıyoruz gibi gelmişti. Belki önceki yazılarda yazmışımdır bunları. Hatta bazen öyle durumlar oluyordu ki, meşe ağacına “hayır, sen meşe değilsin, sen çam ağacısın” deniyor gibi geliyordu bana. Üstelik bunu herkes birbirine yapıyor gibi. Böyle budana budana, biz de özümüzün ne olduğunu şaşırır oluyoruz, gücümüzü bilemiyoruz, hatta gücümüzü başkalarına teslim ediyoruz. Dolayısıyla da olayların, kişilerin, sistemin, kurumların kurbanı gibi hissediyoruz. Bu halden –farkındaysak- şikayet ediyoruz ancak başkalarını suçladığımız, dolayısıyla ipleri başkalarının eline verdiğimiz için, bir şey yap(a)mıyoruz. Bol şikayet, hiç hareket.

“Kayınvalidem şöyle söyledi, böyle yaptı, hayatım bu hale geldi.”, “Babam şöyle söyledi, bu kararı aldım.”, “Eşim böyle yaptı, şimdi böyle mutsuzum”, "Arkadaşım şunu yaptı, küstüm.", hatta “Kendim vakti zamanında şöyle bir karar verdim (bu kişiyle evlendim, bu tahsili yaptım, bu ülkede kaldım), şimdi bunun sonuçlarını yaşıyorum ve artık yapacak bir şey yok.” gibi...

Suçlama enerjisi olduğunda orada bir mağduriyet enerjisi de oluyor genelde. Suçladığımızda olanın neredeyse tüm sorumluluğunu suçladığımız kişi/duruma yüklüyoruz. Kendimiz mazlum, mağdur. Ve olay kilitleniyor. Düşünün olayın tüm sorumluluğu karşımızdaki kişide ise, ne yapabiliriz ki? Bütün ipler onun elinde demek, özür dilerse, yaptığının yanlışlığını (bize göre) anlarsa, telafi ederse, olay çözülecek. Bunları yapmazsa, düğümlü kalacak ve biz bu düğümle yaşamaya mecbur kalacağız. Mağduriyet enerjisine bakın, tutsaklık gibi. Sanki bizim hiç gücümüz yok gibi. Oysa buna mahkum değiliz, özgür olabiliriz, yalnızca farkında değiliz.


Devamı yarın...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Yola Işık Tutan Sözler: Birliktelik

Omnia, 26.4.2006, www.flickr.com


"Yalnızlığımdan kendi başıma kurtulabileceğim umudunu taşımıyorum. Taşın taştan başka bir şey olma umudu yoktur, fakat işbirliğine girerek bir araya gelir ve bir Tapınağa dönüşür."

Antoine De Saint-Exupery


Her günü sevgi, şefkat, farkındalık, idrak, bilgelik işbirlikleriyle geçirmemiz dileğiyle...