11 Eylül 2007 Salı

Kabak- Alınca

4 ve 5 Nisan 2007

Kabak’ta iki gece kaldık. İlk gün Lale ile dairesel yürüyüşü yaptık. İkinci gün ben tek başına Alınca’ya yürüdüm.

Hava güneşli, çantasız ikinci günümüz, birkaç parça eşyayla yola çıktık. Mamma’s pansiyonun önünden traktör yolunu takip ettik. Yolu buldozerle açarlarken, yol kenarındaki bazı bitkilerin kökleri dışarıda kalmış. Botanik dersi gibi. Bitkinin toprak üstü ve toprak altı kısmı görülebiliyor. Köklere büyülenmiş gibi bakıyoruz Lale ile. Kendimizin dünyaya ne kadar köklendiğimizi, köklenemediğimizi, bağımlılıklarımızı, özgürlüğü konuşuyoruz.

Birkaç adım daha atıyorum ki, yolun ortasında kocaman bir çukur kazılmış, sonradan öğrendiğimize göre su deposu yapılacakmış. Kenarlardan geçecek hiçbir yer yok. Yola nasıl devam edeceğiz? Çukurun altında bir patika bulmaya çalışıyoruz, keçiyolu gibi yollar var. Bana göre epey zorlu yerlerden geçiyoruz. Bir yandan kayıp düşmemeye çalışıyorum, bir yandan da ertesi gün bu yolu sırtımda çantayla tek başına nasıl geçeceğimi düşünüp endişeleniyorum. İşaretler falan çoktan kayboldu. Aşağısı uçurum. Tüm dikkatim bastığım yerlerde. Kimi yerde tutuna tutuna ilerliyorum. Keçiler gibiyiz. Aslında bu lafın gelişi, benim keçiyle uzaktan yakından bir benzerliğim yok, pür dikkat yere yapışmış bir şekilde zorlukla tırmanıyorum. Neden sonra Lale tepelerde bir yerde patikayı buluyor. Sanki otobana geldik, eni iki karış var yok ama bize yayla gibi geliyor yol, kırmızı beyaz çizgiler de var. Rahatlıyoruz.

Meğer işaretli patika daha yukarıdaymış, biz hakikaten keçilerin kullandığı yoldan gitmişiz. Ertesi gün işaretli yolu arıyorum ama bulmak saatlerimi alıyor, yine bir çoban yolu gösteriyor da ancak buluyorum. Bu patika emniyetli, ne olursa olsun bulmak gerek.

Dağlar tablo gibi, kıpırtısız, sessiz… Yüksek ve heybetliler… Biz de tam orta yükseklikte bir patikadan ilerliyoruz. Patika geniş, düşme tehlikesi yok. Ama dağlara baktıkça içimde korku hissediyorum. Heybetleri beni korkutuyor. Dağlar bana ne ifade ediyor diye bakıyorum içime, korkumun kaynağına bakmak isteyerek. Cevabıma şaşırıyorum. Güç, kuvvet, dayanıklılık, istikrar enerjisi. Sabitlik de diyorum ama Lale’yle bunun uygun olmadığı kanısına varıyoruz, yaşamda her şey değişiyor, hiçbir şey sabit değil. Günler sonra Patara kumsalında avucuma aldığım kumlara bakıp bu dağları hatırlıyorum. Dağlar kum haline geliyor, her şey değişiyor.

Dağlardan yansıyan bu güç, kuvvet, dayanıklılık enerjisini acaba kendi içimde kabul etmekte zorlanıyor muyum diye düşünüyorum ve bunları kabul etmeye niyet ediyorum. Bu yolculuk yalnızca bedenimle yaptığım bir yolculuk değil, aynı zamanda bir iç yolculuk. İç manzaraları da olabildiğince izlemeye çalışıyorum.

Kanyonun derinliklerine doğru yürüyoruz. Manzarayı anlatmaya kelime yok. Hani bazı fotoğraflarda heybetli bir dağın bir yerlerinde minicik görünen, renkli montlu insanlar görürüz, biz de öyle görünüyoruz herhalde.

Lale daha da tepede bir mağaraya tırmanmaya gidiyor, benim için adrenalin düzeyi yeterli, daha artırmaya hiç niyetim yok, bir taşın üzerinde oturup yazıyorum. Tek duyduğum sesler rüzgar, çağlayan su ve elimin kağıda sürtünme sesi. Nadiren de kuş sesi. Rüzgâr ara ara şiddetini artırıyor, sanki konuşur gibi sesler çıkarıyor. Simyacı’da olduğu gibi, Siddharta’da olduğu gibi bilincimi rüzgara açıyorum, dinliyorum… Lale dönüşünde çocukluğunu hatırladığını anlatıyor, şaşkınlık ve neşe içinde…

Dağda suyu olan iki çeşmeyle karşılaştık. Demek Nisan ayında iki küçük şişe suyla yürümek mümkünmüş.

Delikkaya’ya vardık ama uzun uzun baktıysak da delik kayayı tespit edemedik. Ertesi gün Alınca’ya gitmek üzere aynı yolu yürüdüğümde de yine baktım, hangi kaya delik göremedim. Delikkaya’da yol üçe ayrılıyor: biri geldiğimiz yol, biri Kabak’a, biri de Alınca’ya giden yol. Lale ile Kabak’a dönüş yoluna girdik, denize giden yola yani. Genellikle yürüyüş gruplarının Kabak’tan Alınca’ya gitmek için tercih ettikleri yol buymuş. Biraz önce yürüdüğümüzden bambaşka bir ortamdayız şimdi. Çok çok yaşlı ağaçlar var. Kalın gövdeli. Kaç yıldır oradalar kimbilir, neler yaşadılar kimbilir. Bir tanesine ellerimi koydum, pütürlü gövdesine dokundum, üzerinde yürüyen karıncaları izledim, kabuğunun desenlerine baktım, bir bağlantı hissettim aramızda. Nasıl çiçeklerimizle, kedilerimizle konuşuyoruz, ben de öyle konuştum ağaçla, dinledim. Duyduklarım belki ağacın bilincinden, belki kendi bilincimdendi, ama ne fark eder. İçeriği bilgelik doluydu, bana yol gösterdi.

Epey indikten sonra kanyonun sanki kapısı gibi duran iki kayanın ortasında mola verdik. Bir de dere akıyordu tam ortadan. Konuşmadan öyle oturduk. Lale bir ara şarkılar söyledi. Ben akan suyu seyrettim. Taşa yapışmış bir şeyler gördüm. Önce yosun sandım. Sonra hayvan olduklarını fark ettim. Solucan gibi ama küçücük. Kuyruk kısımları vantuzlu gibi, kayayı tutmuş. Tam suyun akan yerindeler, müthiş bir akıntı geçiyor üstlerinden. Akıntıya karşı kendilerini taşa yapıştırmışlar, bedenleri akıntı yönünde sallanıyor. Aklım almadı. Neden akıntının tam ortasında duruyorlar, neden vantuzlarını bırakmıyor da aşağıdaki sakin sulara inmiyorlar? O zorlu şartlarda niye yaşıyorlar sakin bir hayat varken. Cevabı bilmiyorum, bir anlamı vardır elbette. Ama bazılarımızı ve kimi hallerimizi düşündüm: yapışıyoruz bir şeylere, ille de bırakmak istemiyoruz, zorlanıyoruz, akıntı bizi götürmeye çalışıyor, ‘olmaaaz’ deyip tutunuyoruz, akıntı bizi oradan oraya çarpıyor da yine de bırakmıyoruz. Niye? Belki de ilerideki sakin suların varlığından haberimiz yok…

Oturup da uzun uzun seyredesim var doğayı. Bir yandan da sürekli yürüyorum. İki farklı tarz, ikisinden de çok şey öğreniyorum. İkisi de farklı derinliklere götürüyor…

Bir süre sonra deniz kenarına varıyoruz, yine ayak bakımı: ayaklar denizde…

An an görünür olan harita:

5 günlük birliktelikten sonra sabah Lale dönüyor. Ben de Alınca’ya doğru yola tek başıma devam edeceğim. Hava durumu ‘yağmur’ diyor günlerdir ama hava gayet güneşliydi gündüz. Gece yatakta dönüp duruyorum. Endişeliyim. Bugün bulamadığımız yolu bulabilecek miyim, bulamazsam, o tehlikeli yollardan çantamla nasıl geçeceğim. Korku, endişe. Kendime kızıyorum, “madem bu kadar korkuyorsun niye çıkıyorsun yollara!”. Bir yandan da ilerliyorum işte. İçimde öyle güçlü bir enerji çatışması var ki, kenara çekilip gözlemekten başka yapacak bir şey bulamıyorum. Böyle böyle uyumuşum. Bir takırtıyla uyandım. Saat sabahın 4ü gibi. Yağmur başlamış. Şimşekler çakıyor, gök gürüldüyor. Çantamı hazırlamışım. Artık orada kalmayacağımı biliyorum. Zihnimde birçok düşünce: Fethiye’ye mi döneyim, Faralya’ya mı döneyim, yoksa yürüyeyim mi, yürüsem yolda yıldırım düşerse ne yaparım? Şu internetteki doğada hayatta kalma (survival) sayfalarını nasıl da okumadım! Doluya koyuyorum, boşa koyuyorum, ama bilmiyorum ki hepsi boş… Uykusuz, yatağın içinde dönüyorum. Karar veremiyorum bir türlü.

Sabah saatin 7si. Yağmur durdu. Bulutlar yüksek. Köylülere soruyorum, “yağmaz” diyorlar “ama yine de sen bilirsin”. Kim emin olabilir ki.

Kahvaltı ediyoruz. Terasa çıkıp havaya bakıyorum, bulutlu, güneş falan yok, birden “tamam” diye geliyor içimden, “yola çıkıyoruz!”. Toplanıp, çabucak yola çıkıyorum. Lale’yle kucaklaşıyoruz. İçim biraz buruk, biraz heyecanlı.

Hava arada çiseliyor ama yağmıyor. Sonra da güneş açıyor. Bu yolculuk ‘anda yaşama’nın doktorasını yaptırıyor bana diye hissediyorum. Son an’a kadar ne olacağını bilmediğim nice an oluyor ve son an’a kadar sabırla beklemeyi öğreniyorum… Bir zamanlar bir kitapta okumuştum, adamın elinde bir harita vardı ve harita yalnızca o anda bulunduğu yeri ve hemen çevresini gösteriyordu. Adam yürüdükçe harita açılıyordu. O haritayı yaşıyorum ben de bu yolda ve sabırlı olmayı, an’da dikkatli olmayı öğreniyorum tekrar tekrar…

Bir önceki gün yürüdüğümüz kuzey rotasını takip edip Delikkaya’ya geliyorum. Delikkaya’dan Alınca’ya kadar da sürekli tırmanış ama kayaların, dağların muhteşemliği hem bana haddimi bildiriyor, hem de gücümün sandığımdan daha fazla olduğunu kanıtlıyor. Yürüyor da yürüyorum. Minicik mavi bir kelebek görüyorum bir ara, gözlerim doluyor, sanki yardan mektup almışım gibi oluyor. Kelebekte yaşamı selamlıyorum. Yolda pek çok kez yükseklerde uçan bir kuşta, yerde parlayan taşlarda yaşamı selamlıyorum… İçim tarif edilmez bir coşkuyla doluyor…

“Likya yollarından insan manzaraları”nın kahramanlarından biri olan yarım-saat-çoban ile karşılaşıyorum tepede. Manzara harika. Epey yürüdükten sonra ağaçlıklı bir düz alan çıkıyor karşıma. Çocuk sesleri duyuyorum ve ilk ev yolun sağ tarafında beliriyor.

Yolu 5 saatte yürüdüm, ancak bir saatten fazlası kuzey parkurunun ucunu aramakla geçti. Yani yolu hemen bulabilseymişim, pek de uzun bir parkur değilmiş. Öğle saatinde Alınca’ya varmıştım bile.

Alınca:

Alınca 13 haneli bir köy. Denizden epey yüksek bir yamaca yerleşmişler. Bakkalı, dükkânı yok. Haftada bir gün bir bakkal aracı geliyormuş, ihtiyaçlarını oradan alıyorlarmış. Cep çekmiyor. Müthiş bir deniz manzarası var. Denizi en son ne zaman bu kadar yüksekten gördüğümü hatırlayamıyorum. Şu anda bile gözümün önünde bir manzara var: Sanki denizin ortasına bir taş atılmış gibi ortadan dalgalar yayılıyor, çok geniş dalgalar. Hava hafif puslu. Denizin sesi bu kadar yüksekten bile duyuluyor. Sanki iç ufkum da genişliyor gibi hissediyorum.

Köyde tütün ekerlermiş eskiden. Şimdi satın alınmıyormuş, bırakmışlar. Kışın çok rüzgâr olurmuş. Evlerin çatısı yok o yüzden, bir binada çatı ve kiremit gördüm, onun da üstünde taşlar var kiremitleri tutsun diye. Köyde su sınırlı. Kendilerine kadar buğday, arpa, sebze ekiyorlarmış. Çoğunun inekleri, keçileri var.

Pansiyona yerleştim. Komşular beni gözleme gibi bir börek yemeğe davet etti. Gittim, bir teyze çeşitli dertlerini anlattı, biraz sohbet ettik. Oğulları Adem de beni köyde gezdirdi biraz. Dışarıda oturup, parkuru çalışayım istedim ama ilgi çok, konuşmaya geliyorlar sürekli.

Biraz sonra oldukça kalabalık bir yabancı grup geldi Bayram Ali’nin bahçesine, çay içiyorlar. Biraz konuştuk. İsraillilermiş. İçlerinden biri 7 kez gelmiş Likya yoluna. Yolu kendi başıma yürümeme şaşırdılar, kendi gruplarına katılmamı önerdiler. İstediğim bir şey değil ama yine de hoşuma gitti. Bir ara kondisyonuma ilişkin endişemi dile getirdim, 7 kez yürüyen, “Bu daha ziyade bir alışkanlık işi” dedi. Bu söz beni sonraki günlerde de düşündürdü, belki de arada bir doğaya çıkmak yerine, alışkanlık geliştirmeli.

Bu arada önemli bilgi: Alınca’da cep telefonu çekmiyor. Ancak Bayram Ali Öztürk’ün evinde telefon var, şehirlerarası konuşulabiliyor.

Alınca’da konaklama- Bayram Ali’nin Yeri:

Ağaç evler de kalınıyor. Benden başka kimse yok tabii. Bayram Ali’nin eşi Bircan’ın eli, gönlü bol, yemekleri lezzetli ve doyurucu. Öğlen ansızın gelmeme rağmen, karnımı güzelce doyurdu. Akşam da sebze yemeği, pilav, yoğurt, salata ve de yufka ekmeği ikram etti.

Akşam soğuk tabii. Uyku tulumumu çıkardım. Üç şilte var. Üç de battaniye, hepsini üzerime örttüm. Sıcak su var dediler ama ben göremedim. Tuvalet ailenin kaldığı yerin de arkalarında. Ağaç evden epey yürümek gerek, bir duvardan iniyorsun falan. Geceleri tuvalete kalkma alışkanlığım hiç yoktur ama Murphy kuralı böyle zamanlarda işler, değil mi? Geceyarısı bu macerayı yaşamasam, olmazdı tabii…

Gece mecburi gezintimi yaptıktan sonra, yıldızlara baktım bir süre. Yıldızlar o kadar parlak ki. Hani bazen gökyüzü yıldızla dolu olur, burada öyle değil ama görünen yıldızlar çok parlak. Yıldızlara bakmak içimi bir tuhaf yapar bazen, küçük dünyamın sınırlarını birden genişletiverir, minik bir nokta gibi hissederim…

Gece uyur uyanık bir uykuyla uyudum. Sabaha karşı bir ara uyandım ve evimde gibi rahat, güvende uyuduğumu fark ettim, hoşuma gitti. Kıvrılıp yine uyudum. Epey erken uyandım ama dışarısı çok soğuk, hiç yataktan çıkasım yok. 7 gibi kalktım. Bircan güzel bir kahvaltı hazırlamış. Yumurtanın sarısı nasıl güzel. Gezinen tavukların böyle olurmuş. Keyifle, iştahla önüme konan tepsidekileri yedim.

(Bayram Ali’nin Yeri Pansiyonu: Bayram Ali Öztürk- 0252-679 11 69)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder