6 Eylül 2007 Perşembe

Yola çıkıyoruz- Fethiye

30 Mart 2007

İstanbul’dan Fethiye’ye genellikle tren yoluyla gidiyorum. Yani Denizli’ye gece treni, oradan da minibüsle Fethiye. Tren yolculuklarını çok seviyorum. Zaten şimdi karbon salınımı sebebiyle de tren ya da otobüsü tercih etmek insanlık borcumuz olmaya başladı. Ancak bu kez Lale’nin zamanı kısıtlı, o yüzden uçakla Dalaman’a gideceğiz. Sabah çok erken havaalanına ulaşabilmek için de, Lale ile kardeşimde kalıyoruz. Heyecanlıyız, en büyük derdimiz çantalarımızın ağır olması. Hatta benim çantayı boşaltıp, gereksiz herhangi bir şey varsa, bırakmaya çalıştık. Hiçbir şey bulamadık gereksiz. Sadeleşme tecrübe gerektiriyor demek ki… Tecrübeyle zihnin hikayeleri “gerçek kevgiri”nden dökülüp gidiyor yaşam içinde… Günlük yaşama yansıması da sadelik oluyor…

Gece yatağa yattığımda, zihnime bir anda birçok endişe düşüncesi doluşuverdi. O kadar hızlı ve telaşlılar ki, düşüncelerin bir kısmını izleyemiyorum bile. Düşüncelerin içeriğine bakmak yerine, zihnimde ve bedenimde oluşturdukları hislere bakıyorum. Müthiş bir enerji patlaması. “Ah” diyorum, “Zehirleri bal yapabilsem, bu enerji beni Antalya’ya yürütmek ne kelime, uçurur.”

Sanki hızla zaplanan bir televizyon ekranına bakıyorum. Görüntüler, düşünceler hızla geçiyor. Arada bazılarını yakalıyorum: “Hazır değilim. Son bir ay işlerin yoğunluğundan hiç egzersiz yapamadım, ya yürüyemezsem. Kilom fazla. Parkurun yalnızca ilk 3 gününü okudum, gerisini çalışamadım. Nerede kalınacak yer var, nerede su var, hangi parkurları tek başına yürümemem gerek, bilmiyorum. İnternette survival tekniklerine ilişkin siteler buldum ama okuyamadım. Ya zorda kalırsam, ne yapacağım? Çantam ağır. Daha önce sırt çantasıyla böyle uzun yürüdüğümü hiç hatırlamıyorum. Çantayı taşıyabilecek miyim?”

Genellikle böyle durumlarda zihinde tek ses olmaz bilirsiniz, işleri iyice germek için, bir başka ses de aksini iddia eder. Baktım, çok geçmeden o ses de geldi: “Aslında hazırlık süreci de çok akışta geçti. Çok yardım gördüm. Yasin’in tanıştırdığı dağcılar çok yararlı bilgiler verdi. Gerekli malzemeleri rahatlıkla buldum. Yolculuk için gerekli bütçenin büyük bir bölümünü toparlayabildim. Her şey yolunda görünüyor. Nedir bu kadar endişe!”

Bu zihin karmaşasını bir adım öteden izledikçe, içimde bir şefkat oluştu, bir yanım güvende olmamı istiyor can-ı gönülden ve endişe şeklinde ifade ediyor bu güzel arzusunu. Bir yanım da derinden bir yerde güvende olacağımı, desteklendiğimi hissediyor ve yüreğimden geleni cesaretle yapabilmemi istiyor. İçimdeki bu seslerin özde istedikleri ne kadar güzel, bunu görünce, içim şefkat doldu. Güvenlik için alabileceğim başka bir tedbir var mı diye düşündüm. Kendime gereksiz cesaret göstermeyeceğime söz verdim. İçim biraz rahatladı. Yine sesler arka planda konuşmaya devam etti, ben de ekranı izlemeye devam ettim, kısa bir süre sonra dalmışım.


Fethiye: (31 Mart 2007)

Sabahın kör karanlığında yollara çıktık. Havaalanına rahat vardık. Heyecanlıyız. Lale Likya parkurunun kalabalık olabileceği endişesinde, o yüzden gördüğü bisikletlilere, sırt çantalılara üşenmeden nereye gittiklerini soruyor. Tabii Likya yolu diyen kimse yok, Lale rahatlıyor.

Tüm yolculuk boyunca uçak epey sarsıldı. Çocukluğumdan beri mide bulanmasına yatkınlığım var. O yüzden yolculuklarda yanımda sarı leblebi taşırım. Tam inme saatimize yakın midem bulanmaya başladı, haydi leblebi torbası açıldı. Kısa bir süre sonra kaptan hava koşulları yüzünden inemediğimizi, güneyde beklediğimizi söyledi ve bu anonstan hemen sonra leblebinin yardımcı olamayacağı evreye girdim ve içim dışıma çıktı. Ben içimle dışımla boğuşurken, inme denemeleri tam bir saat daha devam etti. Lale cam kenarında oturuyordu, birkaç kez havaalanını görecek kadar indiğimizi ancak başaramayıp tekrar havalandığımızı söyledi sonradan. Uçak acayip sarsılıyordu, hatta bir ara arkada mutfakta bir şeyler düştü. Bu arada başka yolcuların da benimle aynı makûs talihi paylaştıklarını gördüm.

Bir ara terlediğimi fark ettim, hem korkudan, hem midemin hareketliliğinden. “Belki bu yaşamın yolculuğu buraya kadardır” dedim içimden. Zihnimden çeşitli düşünceler geçti. İlk anda pişmanlıkların ve keşke’lerin yokluğu hoşuma gitti, kimbilir belki geçmişimin büyük bir kısmıyla helalleşmişimdir diye düşündüm. Bu konuda epey bir çalışmışlığım, yüzleşmişliğim var. Ölüm bilincinin yaşamı insanca yaşamamızda çok yardımcı olduğunu görüyorum ve yaşamı bu bilinçle yaşamaya gayret ediyorum. Tüm çalışmalara rağmen, yine de zihin bu, malzeme var :) En belirgin duygu bu yolculuğa çıkmaktan dolayı duyduğum suçluluk hissi. Bir gün bakmaktan yükümlü olabileceğim engelli bir kardeşim var ve böyle tehlikeli olabilecek bir yolculuğa çıkmaya lüksüm olup olmadığını, annemle babamı düşündüm. Bir yanım sakin, gözlemci, bir yanımda suçluluk duygusu, korku var. Korkuya baktım yakından, son aylarda birlikte çalıştığımız iki kişinin korkularını, bedenlerinde ne yaşıyor olabileceklerini, nerede tıkanmış olabileceklerini daha iyi anladığımı düşündüm. İlle damdan düşmek gerekiyor, değil mi!

Kendimce zihnimi sakinleştirebilecek bir uygulama yaptım. Ve bir anda müthiş derecede sakinleştim. Bedenim sakinleşti, ter durdu, zihnim açıldı, dinginlik geldi. Kusmam kesildiği için rahatladım. Birkaç dakika sonra da pilot Dalaman’a inmekten vazgeçtiğini, Bodrum havaalanına ineceğimizi söyledi. Bir süre daha uçtuk ve tekerlekler yere değdi. Önce Dalaman’a tekrar uçacağımız söylendi. Sonra da bu kez de inemezsek, İstanbul’a geri döneceğimiz. Pek çok yolcu gibi indik tabii. Yeniden İstanbul’a dönmek istemiyoruz… Sonradan öğrendiğimize göre uçak yine inememiş ve İstanbul’a geri dönmüşler.

Bağırsaklarım da bozuk. Sanki bu yürüyüş öncesinde ciddi bir arınma geçirdim, içimde ne var ne yok, boşaldı, geçmişe dair ne varsa, artık yeni bir şeylerle “beslenmek” lazım…

Sonrası aktı gitti, önce Dalaman’a, oradan Fethiye’ye geldik. Hava iyice coşmuş halde, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Dalaman’da yağmurluğumu çok kısa bir süre için giymiştim, kurusun diye de minibüsün koltuğuna astım. Tam inerken, bir yolcuyla uçakta ölüme ne kadar yaklaştığımızı konuştuk. “Yaşanacak günlerimiz varmış”, dedi. Ben de “Belki yeni bir sayfa açılmıştır önümüzde” dediğimi hatırlıyorum. Likya yolu yaşamımda yeni bir sayfa mı, bölüm mü açıyor?

Minibüsten indik ki, yağmur çiseliyor. İngiltere’den severek, üstelik ucuzluktan çok ucuza aldığım, müthiş hafif ve birkaç dakika ancak giyebildiğim yağmurluğu ölüm - yaşam üzerine konuşurken, minibüste unuttuğumu fark ettim. Şaşkınlık içindeyim. Neye yoracağımı bilemiyorum. Yaşamımda bir şey kaybettiğim sayılı olay var, sıklıkla yaşadığım bir şey değil yani. Bu ne demek şimdi? Yaşamda başıma gelenlerden dersler almayı seven zihnim dedektif gibi iz sürüyor, yorumlar yapıyor- yaşam bana ne diyor?

Lale, belki de yaşanacaklar için önceden bir bedel ödemem gerektiğini söyledi. Bazı hallerde yeniye yer açmak için bir şeyler bırakmamız gerektiğini anlattı. Belki, ancak tam idrak edemiyorum, tam oturmuyor. İçimde üzüntü ve biraz da telaş var. Yağmurluğun gitmesi bir şey değil, ama uçakta geçirdiğimiz durum ve yaşamımda nadiren bir şey kaybettiğim halde daha ilk iş önemli sayılabilecek bir parçayı kaybetmiş olmam beni tedirgin etti. Yaşam bana ne demek istiyor? Bu yolculuk uygun değil mi? Bir yerlerde yoldan mı çıktım? Ne oluyor?

Belki o minibüsü buluruz diye otogara gitmeye karar verdik, yürümeye başladık. Daha biraz gitmiştik ki, birisine yol sorarken yanımızda bir otobüs belirdi. Bizi otogara bırakabileceklerini söylediler. Kolaylık, kolaylık… Orada birkaç yazıhaneye sorduk ama nafile, samanlıkta iğne aramak gibi.

Artık kalacak yer arama zamanı. Yazıhanelerden biri bizi bir otele götürebileceklerini söyledi, bir de kartlarını verdi. Zaten yüküm ağır, bir de etraftan kart toplamak istemediğimi düşündüm ama elim kartı aldı. Yağmur iyice arttı. Neyse ki bizi otelin (Prenses Otel) kapısına kadar götürdüler. Minibüsten inince, dondum kaldım. Otelin hemen yanındaki dükkanın önünde lacivert bir yağmurluk asılı değil mi! Kozmik şaka gibi mi desem, başka bir kolaylaştırma mı desem, “merak etme, her şey yolunda” mesajı mı desem, bilemedim…

Otel limana bakıyor, manzara güzel. Lale ile yerleştik. Çıkıp, ilk iş o yağmurluğu aldık, uzun ve ağır ama ucuz ve o akşam beni şiddetli yağmurdan harikulade bir şekilde korudu. Çeşit çeşit yemeğin olduğu bir lokanta bulduk, ne yazık ismini not almamışım. Keyifle yemek yedik. Dışarıda fırtına kopuyor, şimşekler, gökgürültüsü… Görüntü güzel ama biz yürüyüşe nasıl başlayacağız! Bir de aklımın bir yerinde ‘yağmurlukla gelen mesaj ne’ sorusu.

Yağmurluk önemli hazırlıklardan biri, yaşam bana artık kontrolü bırakmamı mı öğütlüyor, tamamen hazır olunamayacağını mı hatırlatıyor, daha dikkatli olmam için mi uyarıyor, ciyak ciyak bir sarı olan yağmurluğu bile göremeyecek kadar zihnimin meşgul olabileceğini ve görüneni göremiyor olabileceğimi mi hatırlatıyor?

Sıcacık sularla duş yaptım, çoraplarımı yıkadım. Moralim iyi, hafiflemiş gibiyim…

Lale ile yolculuğa ilişkin niyet yaptık, bir çeşit açılış ritüeli gibi. Belki semazenlerin dönmeye başlamadan, saygıyla yeri öpmeleri gibi biz de doğayla derinden bağlantı kurmaya niyet ettik, saygımızı, sevgimizi dile getirdik, içinde bulunduğu zorlu durum için iyi dileklerde bulunduk. Lale’ye bu yürüyüşün benim için bir çeşit hac yolculuğu olduğunu ve yola çıkış niyetimin bir kısmının içteki aşkı büyütmek olduğunu söyledim. Lale durdu ve Gaia'nın “aşk zaten şifam” dediğini söyledi.

Yattıktan hemen sonra gözümün önünde birden yağmurluk tüm canlılığı ile belirdi. Şaşırdım. Ve ansızın yağmurluğu nasıl bulabileceğimi bildim. O kadar basit de bir yol. Hayret nasıl aklımıza gelmedi daha önce. Şaşırmış bir zihinle uyudum. Dersimi gördüm mü yoksa?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder