20 Eylül 2007 Perşembe

Sısla Mevkii- Aperlae

16 Nisan 2007

Yolun ilk kısmını bulmak epey zamanımı aldı. Hasan Amca’nın gösterdiği yolun başını bir türlü bulamadım, neyse sonra ipin ucunu bulunca kolayca Üzüm İskelesi’ne indim. Fakat burada işaretler çok seyrek. Yukarıda dinek taşını görüyorum, oraya gitmem gerektiğini biliyorum ama işaretleri takip etmezsem, kaybolma riskim de var. Zira deneyimlerimden biliyorum ki, bir yerde hedefi göremezsem, ne tarafa gideceğimi bilemiyorum. Ağaçların arasında yön duygumu kaybediveriyorum.

Üzüm İskelesi’nde epey bir zaman kaybediyorum, işaretleri bulamadıkça sabırsızlanıyorum. Neyse oflaya puflaya, işaretlemeyi yapanlara zihnimde mektuplar yaza yaza dinek taşına ulaşmayı başarıyorum. Bugünkü hedefim Aperlae, zira öncesinde kalacak yer olmadığını söylüyorlar. Yol uzun. ‘Daha başlangıçta bu kadar zaman kaybedersem, yandık’ diyorum. Dinek taşını geçtikten sonra tırmanmaya devam ediyorum.

Bir süre sonra tarihi taşların olduğu bir yere geliyorum. Zaman kaybetmemek için, burayı gezmedim. Ama bir yol ayrımının ortasında işaretleri yine kaybettim. Bugün yol uzun, dün de epey yürüdüğüm için, bedenim yorgun, içimde karanlık basmadan varma endişesi var, zihin bu kadar kalabalık olunca, işaretleri görmekte zorlanıyorum. Bir hayat dersi daha, zihinde endişe varsa, yaşamın işaretlerini de görmek mümkün olamayabiliyor.

Belki yaşam da bu yola benziyor. Hepimizin bir hedefi var. Bu yolculukta: Antalya’ya varmak. Yaşamda: belki mutlu olmak, bütünün mutluluğuna bir katkıda bulunmak, bir iz bırakmak, potansiyelini gerçekleştirmek gibi. Bu hedefe varabilmek için bir şekilde iz takip ediyoruz. Bu yolculukta takip ettiğimiz Kate ve gönüllülerin kırmızı-beyaz işaretleri. Yaşamda ise kimimiz insanların –anamızın babamızın, hocalarımızın, grup arkadaşlarımızın ya da bilge kişilerin- çizdiği, kimimiz yaşamın, iç bilgeliğimizin çizdiği işaretleri takip ediyoruz. Korktuğumuzda, endişelendiğimizde de zihnimiz dolu olduğu için, bir sonraki işareti göremiyor, yanlış patikalara sapabiliyoruz. Aynı bu yolda benim başıma defalarca geldiği gibi. Mesela Patara çıkışında dişlerini göstererek havlayan köpek ve bir gece önce gördüğüm rüya, zihnimi o kadar bulandırdı ki, uzun bir süre bir sonraki işareti bulamadım. Hatta bambaşka yerlere saptım, uzun uzun oralarda yürüdüm. İşareti göremediğim için panikledikçe, daha da kayboldum. Oysa son işarete geri yürüsek, o işaretin çevresinde birkaç adım atsak, yol önümüzde tekrar açılıverecek. Yolu işaretleyen gönüllülerden biri olan rehber Ersin Demirel bir yazışmamızda “Yapılacak tek şey devam etmekte ısrarlı olmamak. Kaybettiğin son işarete geri dönüp yeniden ısrarla aramayı orada sürdürmek.” demişti. Aynı yaşamda olduğu gibi. Bu dersi de her zaman hatırlayabilmeyi çok istiyorum.

İşareti bulmak için oldukça debelendikten sonra, aslında biraz daha yürüseymişim rahatlıkla görebileceğim işareti buluyorum. İçim rahatlıyor. Yola devam. Epey tırmana tırmana sonunda Boğazcık köyüne giden toprak yola çıkmayı başarıyorum.

Burada arabasından inmiş bir köylü ile karşılaştım. İçimden dua ediyorum, ne olur köye gitsin. Değil, arılarına bakmaya gidiyormuş tam ters yöne. Beni bu yürüyüşten vazgeçirmeye çalışıyor. Bakıyor vaka ümitsiz, bir ara çaresizce “Peki ben sana nasıl yardım edeceğim?” diyor. Şaşırıyorum, tüm gayretinin bana yardım etmek olduğunu anlıyorum. Sonunda sevinçle bir yol buluyor, “Köye git, karımı bul” diyor, “O sana yemek verir”. Evini tarif ediyor. Yarım kulak dinliyorum, zira haritaya göre Boğazcık Köyü yolun dışında. Hiç yolu uzatmaya niyetim yok.

Tekrar yola koyuluyorum. Hiç ağaç yok yolda. Nasıl sıcak. Birden şu ana kadarki yolu oflaya puflaya geldiğimi fark ettim. Keyif alamıyorum. “Aaa, ne oluyoruz?” dedim. Baktım, hava kararmadan varabilme endişesi içimde ana zemini oluşturmuş. Üstüne ne koysam, kararıyor. Bunu değiştirmek için bir şey yapmadım, yalnızca fark ettim sürekli. Neyse ki bu toprak yol rahat, düz yol, kaybolma endişesi de yok. Bir süre sonra zihnimde bulutlar dağıldı. Epeyce yürüdükten sonra bir köye vardım. Meğer Boğazcık Köyü’ymüş. Haritanın bu kısmı yanlışmış.

Aperlae’ye dönen yol kavşağında çantamı indirdim, biraz su içiyorum. Çantamın üzerinde yeşil, tombul bir tırtıl. Kimbilir nereden taşıyorum onu. Bir ot parçasıyla onu çantamdan indirmeye çalıştım, ne mümkün, kıvrıldı ulaşamayacağım bir yere girdi. Ben tırtılla konuşurken, bir köylü kadın yanıma geldi. Lafladık. Yemeğe davet etti, zaman baskısı var ya, kabul etmedim, zaten de pek aç değildim. Su isteyip istemediğimi sordu. Buna hayır demedim tabii, zira buraya kadar hiç çeşme yoktu. Evine gittik. Meğer yolda gördüğüm adamın karısı değilmiymiş, şaşılacak şey. Bana elma ve portakal verdi. Bazen turistleri evlerinde ağırlıyormuş.

İşte orada o gün için kafama koyduğum hedef gözümü boyadı ve bu bilgiyi değerlendiremedim. İstesem akşamı orada geçirebilirdim. Boğazcık Köyü çok güzeldi, konumu, yeşilliği ile. Ayrıca zaten akşam uyumamıştım, bir gün önce uzun yol yürümüştüm. Yola devam etmeyip orada ara vermem çok iyi olurdu. Ama o gün yola çıkarken, hedef Aperlae deyince bunu göremez oldum. Çok yazık. Bir yaşam dersi daha. Her an’a yeniden doğmak, uyanık olmak, özgürce bakabilmek ne kadar önemli. Zira bu köyden ayrıldıktan birkaç saat sonra ayaklarımda müthiş bir ağrı oldu. Sonraki günlerde beni epey zorlayacak bu ağrı, yürüyüş bittikten aylar sonra ancak geçti. O gün uyanık olabilseydim, belki her şey çok farklı olabilirdi.

Boğazcık Köyü’nden ayrıldım, Kale Tepesi’ndeki Apollon harabelerini gezecek ne halim var, ne isteğim. Bu harabelerin yoluna saptım, karman çorman bir sürü işaret, genelde işaretler kırmızı beyaz, buradakiler yalnızca kırmızı, üstelik oraya buraya dağılmış gibi. Sonra da pat diye işaretler bitti. Herhalde yürüyüşçüler bu harabeleri gezsin diye burayı işaretlemişler, demek asıl yol buraya geldiğim toprak yolun devamındaymış deyip, gerisin geriye döndüm. Ancak toprak yolun aşağısında da hiçbir işaret bulamayayım mı? Bir de onca yolu yürüdüm, sırtta çanta.

Haydi tekrar harabelerin yoluna girdim. Kale Tepesi’nin altında bir tel örülmüş. Meğerse –sonradan anlıyorum- işaretlerin devamı bu telin içinde kalmış, o yüzden işaretleri bulamamışım. Çantayı bırakıp, uzun uzun aradıktan sonra bu teli sağıma alarak aşağıya yürüdüm, yokuş bitince solda işareti gördüm. Nasıl bir sevinç tabii… Yokuşu tırmandım, çantayı yüklendim, tekrar indim aşağıya. Sonrası kolay oldu. İşaretleri takip ede ede, toprak yola çıktım. Bir de baktım ki, iki deve yük taşıyor. Bu memlekette bu devirde develeri yük taşımak için kullandıklarını bilmiyordum. Öyleymiş. Neşeli, çok temiz yüzlü bir çobanla karşılaştım yolda. Üstü başı yırtık, yok birbirimizden farkımız :) Güler yüzü bana enerji verdi, konuştuk biraz.

Sonra Kate’in kitapta ballandıra ballandıra anlattığı bir patikaya girdim. Artık yorgunluktan mı, yoksa patika değişmiş mi, bilmem, hiçbir özellik göremedim yolda. Bir ağacın altında dinlendim bir süre. Sonra bir beli aştım. İşte o beli aştıktan sonra ne oldu bilmiyorum ama içim nasıl bir mutlulukla doldu, anlatması zor. Sanki eve geldim. Nasıl rahatladım, gevşedim, neşelendim. Oysa kaybolmalarla da birlikte çok yol yürümüştüm, yorgundum, banyo yapamamıştım iki gündür, sanki keçi kokuyordum (belki de gerçekten kokuyordum), daha da yolum vardı. Hiç bunlar etkilemedi beni, bir anda tüm ruh halim değişiverdi. Ne oldu da böyle oldu, bilmiyorum. Yolun gerisini neşe içinde yürüdüm. Sürekli inişti Aperlae’ye kadar. Yolda sırt çantalı 65 yaşın üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir turistle karşılaştım. Epey lafladık ayaküstü. O bana “Ooo daha çok yolun var” dedi, ben de ona “Ooo daha çok yolunuz var” dedim. İkimiz de biraz hayalkırıklığı yaşadık. Ama yoldaki kaybolmalarımızdan konuştuk, gülüştük, dertleştik. İyi geldi.

Yol iki yumruk büyüklüğünde taşlarla doluydu. Düz yürümek mümkün değildi. Biraz daha yürüdükten sonra ayaklarımda müthiş bir ağrı hissettim. Çok yorulmuşlardı. Oturdum, biraz dinlendim. Sonra yürümek daha da zor oldu. İyice yavaşladım. Saat ilerlediği için uzun bir mola verecek durumum yoktu. Hızlı yürümeme de imkân yoktu. Yine biraz endişe kapladı içimi. Yavaş yavaş, bastığım yerlere çok dikkat ederek, ayaklarımı yormamaya gayret ederek yürüdüm. Ama ağrı gittikçe arttı. Bu yol çok güzeldi. Yaşlı ağaçlar, değişik kayalar. Ayaklarımın ağrısından istediğim gibi keyfini çıkaramadım. Ama ağrıya da pabuç bırakmadım. “Hem ağrı çekerim, hem keyfederim”, dedim, içinde yüzdüğüm güzellikleri görmeye gayret ettim. Aperlae’nin duvarlarını gördüğümde çok sevindim. İçim çok enerjik ve tatlı bir hisle dolu olduğu halde, ayaklarımın ağrısıyla epey zorlandığım bir yolculuk olmuştu. Bu antik şehirde de kendimi harika hissettim. Sanki orada benim görmediğim sevgi dolu varlıklar yaşıyormuş gibi geldi. İçimi neşeyle doldurdu binaların arasında yürümek. Ancak pek de gezecek lüksüm yoktu, ayaklar izin vermedi. Merdivenlerden deniz kıyısına indim.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:


Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden:



Müthiş bir koy. 3 tane bina var. Hepsi o.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:
Biraz daha yürüdüm ve yeni açılmakta olan bir pansiyon/ kamp alanı ile karşılaştım. Binalardan biri onlara ait. Hemen eşyalarımı bıraktım ve denize ayaklarımı sokmaya gittim. Yolda söz vermiştim ayaklarıma. İskeleye oturdum, ayaklarımı buz gibi denize soktum. İyi ki, meğer böyle durumlarda soğuk tedavisi yapılırmış. Bunu da yapmasam ne olurmuşum kimbilir.

Otururken, bir küçük balıkçı teknesi yanaştı. İçinde bir kadın, bir adam. Laflamaya başladık.
Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Tam böyle bir görüntüydü.

“İlle bizimle çay iç” dediler. Hiç niyetim yoktu, zaten ayaklarım üşümüştü. “Ayaklarım üşüdü, gideyim” dedim, kadın hiç giyilmemiş bir çorap verdi. O kadar ısrara “Haydi bir çay içeyim” dedim. Yumurta pişirdiler, pansiyonda yemek yiyeceğim için, yalnızca bir lokma yedim. Ama o teknenin üzerindeki sahandaki yumurta şimdi bile gözümün önünde, tadı damağımda. Nasıl tatlı geldi anlatamam. Balıkçılık yapıyorlarmış. Kaş’ta oturuyorlarmış. Gündüz ağ atıyorlar, gece burada, teknede kalıyorlar, ertesi gün de sabah ezanından önce ağı topluyorlarmış. Ezanda ya da sonrasında toplamaya kalkarlarsa, yunuslar balıkları yediği için elleri boş kalıyormuş. Foklar da balıkları yiyormuş. Belli balıklar için daha derine, bazıları içinse kıyıya yakın yerlere ağ atıyorlarmış. Karides yokmuş ama ıstakoz, kalamar varmış. Kısmete ne çıkarsa artık. Kadının ailesi keçi çobanıymış. Balıkçılığı sonradan kocasından öğrenmiş. Çocukları var. Onları bırakıp, balığa çıkıyorlar. Bu korunaklı koyda geceyi teknede geçiriyorlar. Bir hayat kurmuşlar yarı deniz üstünde, yarı toprak üstünde…

Bir de hikâye anlattılar, içimde yer etti. İki yabancı turist yürüyüşleri sırasında bir köpeğe rastlamışlar. Köpek bunları çok sevmiş, onlarla bütün gün yürümüş. Yanlış hatırlamıyorsam, Ufakdere kıyısında bu balıkçı ailesi turistlerle karşılaşmış, onları Kaş’a götürmeyi teklif etmiş. Yorulmuş olan turistler köpekle vedalaşıp, tekneye binmişler. Köpek denize atlamış arkalarından. Epey takip etmiş. Turistler gözyaşları içinde kalmışlar. Sonrasını unuttum hikâyenin. Ama kalbime dokundu anlattıkları...

Aperlae konaklama:

Pansiyon üç odadan oluşuyor. Meğer babalarının eviymiş, dedelerden kalma bir ev, 200 yıllık. Sit alanı olduğu için ancak boya yapmışlar, hiçbir şey değiştirmemişler. Elektrik yok. Binada tuvalet, banyo yok. Tuvalet dışarıda. Biraz orta yere yapılmış, yerden yüksekte bir tuvalet.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:

Sıcak su yok tabii, zaten banyo da yok sanırım. Dünkü maceradan sonra, o kadar yorgunluğun üstüne yine toz toprak, keçi kokusuyla kaldım. Binanın kendisi, iç döşemesi güzel, yatak rahat. Ateş yaktılar, bir süre ateş başında oturduk. Orayı işleten kişinin abisi, karısı ve bir buçuk yaşındaki çocukları da işletmeye ortak olmak üzere yeni gelmişler. Ortama alışmaya çalışıyorlar. Demre’deki hayatlarından çok farklı elbette, karışık duyguları var. Elektrik yok, pek komşu yok, bakkal yok. Tüm malzemeyi arkadaki koya kadar tekne ile getiriyorlarmış, oradan da taşıyorlarmış. Ertesi gün yolun gayet düz olduğunu gördüm, herhalde bisiklet kullanıyorlardır.

Gece yine tıkırtılar oldu, o kadar yorgunluk ve uykusuzluğa yine rahat uyuyamadım. Epey de üşüdüm.

Ertesi sabah hava çok bulutluydu. Ayaklarım da pek iyi durumda değildi. Ancak burada kalmak istemedim. Islanma riskini göze alıp, yola çıkmaya karar verdim. Buradaki şartlar için, kalma ve yemek parası biraz pahalı geldi bana. Çadır da kurulabiliyormuş, kesinlikle daha hesaplı olur.

(Mor Ev Pansiyon (ben oradayken henüz ismi konmamıştı ama bu isim üzerinde konuşuluyordu): Rıza Cüce- 0505 886 90 86)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder