28 Kasım 2008 Cuma

Kervan Yolculuğu Ara Değerlendirme :)))

Kaç gündür yazı yazmaya oturamıyorum. Oysa ocakta kaç tencere dolu, kaç yazı pişiyor... Gün içinde minicik notlar alıp duruyorum.
Bugün yine zaman olmayacak gibi görünüyor. Madem şu an'ın gerçeği bu, bu gerçeğe uygun bir dans da vardır mutlaka... 15 dakikalık bir dans...

Hımm, bakalım...

Tamam şimdi buldum :)) Dansı beraber yapalım...

Birlikte yolda olmaktan büyük sevinç duyduğum Brajeshwari, Çağla, Duygu, Seda, Tijen, Zahide, Kemal, Hale T., Banu, Ayşe, Ebru, Nurten, Ayşegül, Sija, Marie Helene, Deniz, İren, Tugay, Lale ve sessizce izleyenler ne haldesiniz?

Nasıl gidiyor yolculuk? Azıklar yetişti mi? Yorulan var mı? Hafifleyen var mı? Koruduğu yara görülüp, kapanınca dikenlerinin birkaçı yok olan var mı? İyi dileklerde bulunurken, yeni keşifler var mı? Kendini şaşırtmaya devam eden var mı? Yüreğinin genişlediğini hisseden var mı? Yeni farkındalıklar, içgörüler, idrakler yaşayan var mı? Ara ara da olsa sevginin yaşama geçmiş hali olan var mı? Bir ihtiyacı olan var mı? Yolculuğun daha da kıymetli olması için önerisi olan var mı? Peki ya bugün kaçıncı gün bilen var mı?

Dünyada bunca şiddet sürerken, sabırla, sükunetle bir bir dikenlerimizi fark etmemiz, şifalandırmamız ve sevginin yaşama geçmiş hali olmamız dileğiyle...


Not: CNN'i izlerken, Hindistan'daki olayı çıktığından hemen sonra haber aldım. Mumbai'de 3 ay geçirdiğim ve orada yaşayanlardan tanıdıklarım olduğu için belki de, dikkatle izliyorum. Orada yaşayan Hintli bir tanıdığıma yazdım hemen, bu sabah cevap gelmiş. Derin bir korku, çaresizlik ve kızgınlık geliyor ki mesajının satır aralarından. Bugün içimizden gelirse, Hindistan'a, bu olayları düzenleyenlere ayrıca iyi dileklerde bulunalım- gerçeği görebilsinler, kalpleri sevgiyle dolsun, yaşama söylemek istediklerini bilgelikle, şefkatle, hiç bir varlığa zarar vermeden ifade edebilsinler. Gandhi'nin ektiği tohumların çoğalması, kuvvetlenmesi dileğiyle...

Not 2: Bir de Zimbabwe'de tatsız olaylar varmış. Dileklerde orayı da ayrıca araya sıkıştırırız belki...

26 Kasım 2008 Çarşamba

İyi Anlaşılmış Şey Kendini Tekrarlamaz

Bu mevsimin son yapraklarından, Açık Ofis, Kasım 2008


Tarih tekerrürden ibarettir, derler... Dersler alınmaz, bilinç yükselmez, koşullar aynı kalırsa, elbette... Bu durum kişisel tarihimiz için de, ortak tarihimiz için de geçerli... Yaşamımızda hep aynı temalı olaylar olmaktaysa, burada neyi görmüyorum diye daha yakından bakmakta yarar var. Belki farklı bir açıdan bakmak karanlıkta kalan yerleri görmekte yardımcı olabilir. Aynı hal toplumsal tarihimiz için de geçerli gibi geliyor bana. Tarihe bakınca, pek çok tekrar var gibi görünüyor. Bu tekrarlanan olaylarda görülecek ne var diye bakmakta hem kendimiz, hem toplum için yarar olabilir... Hangi güncel haber dikkatimizi çekiyorsa, bir de bu gözle bakalım, "burada görülecek başka ne var?".


Bugün ilham olsun diye yine Krişnamurti'den bir paragraf okuyalım...



"İyice anlaşılmış/idrak edilmiş şey kendini tekrarlamaz

Kendine yönelik farkındalık halinde günah çıkarmaya gerek yoktur, çünkü iç farkındalık her şeyin olduğu gibi, çarpıtılmadan yansıdığı bir ayna oluşturur. Her düşünce, duygu bu farkındalık ekranına gözlemlenmek, araştırılmak ve anlaşılmak üzere -deyim yerindeyse- koyulur; ancak bu anlayış/idrak akışı; ortada suçlama ya da kabullenme, yargılama ya da özdeşleşme varsa, tıkanır.

Bu ekrana ne kadar çok bakılır ve anlaşılırsa –ki görev olarak ya da mecbur kılınmış bir uygulama olarak değil de, acı ve sıkıntının doğurduğu bir ilginin getirdiği disiplin ile bakılırsa-, farkındalık da o kadar yoğun olur ve bu da yüksek bir idrak/ anlayış getirir.

Bir şey yavaş hareket ediyorsa, onu takip edebilirsiniz; eğer bir makinenin hareketleri izlenmek isteniyorsa, bunu yavaşlatmak gerekir. Benzer olarak, düşünceler-duygular; ancak zihnin yavaş hareket kabiliyeti varsa, araştırılabilir ve anlaşılabilir; ancak bir kere bu kabiliyet uyandırıldığında, zihin yüksek bir hızla hareket edebilir ve zihin ziyadesiyle sakinleşir. Hızla döndüğünde pervane tek parça bir metal levha gibi görünür. Bizim zorluğumuz zihni her bir düşünce-duyguyu takip edebilecek ve anlayabilecek kadar yavaş hareket ettirmektir. Derinden ve iyice anlaşılmış/ idrak edilmiş bir şey kendini tekrarlamaz."

Yaşam Kitabı- 21 Haziran
(Bu kitap Sistem Yayınları tarafından Türkçe yayınlanmış durumda. Ancak bu çeviriyi kendim yapmayı tercih ettim bugün.)


=== JKrishnamurti.org - Daily Quote ===

What Is Thoroughly Understood Will Not Repeat Itself

In self-awareness there is no need for confession, for self-awareness creates the mirror in which all things are reflected without distortion. Every thought-feeling is thrown, as it were, on the screen of awareness to be observed, studied and understood; but this flow of understanding is blocked when there is condemnation or acceptance, judgment or identification. The more the screen is watched and understood—not as a duty or enforced practice, but because pain and sorrow have created the insatiable interest that brings its own discipline—the greater the intensity of awareness, and this in turn brings heightened understanding.

...You can follow a thing if it moves slowly; a rapid machine must be made to slow down if one is to study its movements. Similarly, thoughts-feelings can be studied and understood only if the mind is capable of proceeding slowly; but once it has awakened this capacity, it can move at a high velocity, which makes it extremely calm. When revolving at high speed the several blades of a fan appear to be a solid sheet of metal. Our difficulty is to make the mind revolve slowly so that each thought-feeling can be followed and understood. What is deeply and thoroughly understood will not repeat itself.

The Book of Life - June 21

25 Kasım 2008 Salı

Geçmişten Öğrenmek

Fotoğraf: Bu yazının yazıldığı açık ofiste kafamı kaldırdığımda gördüğüm karelerden biri, Kasım 2008


Farkındalık Işığını Geçmiş üzerinden Güne Tutmak


Geçen gün bir arkadaşımı iş yerinde ziyarete gitmiştim. Malum bugünlerde odağımı tuttuğum memleket, dünya meselelerinden konuşurken, odaya aynı yerde çalışan öğretim üyesi bir arkadaşı girdi. Sohbete katıldı. Bir yerde, “Son aylarda tarihe merak sardım” dedim. Bana maalesef şimdi kimin söylediğini hatırlayamadığım birinin bir sözünü aktardı: “Gelecekten ümit kesildiğinde, tarihe döner insanlar”. Kısaca içimi yokladım, gelecekten ümit kesmişliğim hiç yok- en azından bilincinde olduğum kadarıyla. Tam tersine açıklanamaz bir neşe var en derinlerde. Olan biteni izlerken, kimi zaman kaygı, üzüntü duymuyor muyum? Olmaz mı, elbette. Ancak bu kaygının, üzüntünün beni yeni farkındalıklara, idraklere götürmesi için, beraber oturuyorum bu duygularla…

Sanırım benim için gelecekten ümit kestiğimde değil ama bir sonraki adımı göremediğimde ya da başka bir deyişle bir sis içinde oturduğumda geçmişe bakmak ihtiyacı doğuyor. Okuyanlar hatırlar, yıllar önce kendi kişisel tarihimi de gözden geçirmiş, tekrarlanan kalıpları, düğümleri görmüştüm. Belli bir mesafeden bakınca, olay zamanında gözümün önüne inmiş perdeleri fark etmiş, gerçeğe uygun olmayan algılarımı görmüş, nice idrakler yaşamıştım.

Birkaç aydır bunu Türkiye tarihi için de yapmak geldi içimden. Tarih okumaya başladım. Liseden sonra, üniversitedeki inkılap tarihi dersini ve konuya özel tarih derslerini saymazsam, hiç tarih okumamışım. Önce bir arkadaşım dünyanın yakın tarihine ilişkin politika ağırlıklı bir kitap verdi, çok hızlı okudum. Sonra bir gün kitapçıda başka bir kitap ararken, gözüme bir kitap takıldı: Kısa Türkiye Tarihi. Yazarı Sina Akşin. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 6. Basım, Fiyatı da makul) Ne kadar uzak bırakmışım kendimi bu alana ki, yazarın ismini duymuştum ama hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Gerçeklere uygun yazan biri mi, değil mi, hiç fikrim yok. Kitaba tekrar baktım, sanki kitabın üzerinde yanıp sönen ışıklar var, “Al beni, pişman olmazsın.” diyor. Sezgilerime güvenip, aldım kitabı. Hakikaten de, aynen öyle çıktı, çok uygun bir ilk kitap- bana göre. Çok rahat okunan, hatta günlük dille yazılmış, yaşamda çok sık kullanılan bazı terimlerin bile açıklamasını yapan, benim gibi tarih okumayan bir kişiye bile keyifle, merakla kendini okutan bir kitap. En hoşuma giden özelliği de yazarın tartışmalı konularda kendi fikrinin sorumluluğunu üstlenerek yazması.

Ortaokulda, lisede aklımda tutmak için zorlandığım, neredeyse hiçbir şey anlamadığım o anlaşmalar, anlaşmaların maddeleri kitabı okudukça, nasıl da kolay, anlaşılır geldi. Çok şaşırdım. Kitap 1800'lerin başındaki Osmanlı'dan başlıyor, 2002 yılına kadar çok özet bir Türkiye bakışı yapıyor. Benim için güzel bir temel oldu. Türkiye’nin tekrarlanan kalıplarını görmeye çalıştım. Birçok olayın aslında nasıl pek çok koşulun bir araya gelmesinden oluştuğunu biraz daha gördüm. Şimdi yaşananların mekanizmalarını az biraz daha gördüğümü düşünüyorum, ancak büyük resmi görmek ne mümkün! Ve okudukça, iç dünyamızda neler yaşıyorsak, ülkenin de benzer durumları yaşadığını düşündüm. Bir örnek: tekrar tekrar muhalefetteyken, eleştirdiklerinin daha beterini iktidara gelince yaptıklarını gördüm geçmişe bakınca. Aynı biz. Başkasında görünce, yargıların biri bin para, oysa farkında değiliz ki, kendimizde de aynısı var. Gerçek muhalefet bilgelikten, şefkatten gelen olabilir ancak, hatta buna muhalefet bile denemez herhalde. Empatiyle yoğrulmuş bir farkındalık tetikleyicisi…

Tarih okumalarımın zamanlaması da güzel oldu. Mustafa filmi ile ortalık hop kalktı, hop oturdu. Seyreden, seyretmeyen, bilen bilmeyen bir şeyler söyledi. Merakımı uyanık tuttular. Memleketteki çeşitli hareketler de tarihin tekerrürünü anımsattı. Bilincimiz yükselene kadar da olmaya devam edecekler herhalde.

Evvelki gece Habertürk’te Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında İlber Ortaylı ile Murat Bardakçı konuktu. Daldan dala pek çok konuda konuşuldu. Gece geç oturmalarına pek dayanamadığım halde, iki buçuğa kadar gözümü kırpmadım. Merak içinde izledim. Programdan bende kalan şu oldu: Emin miyim?

Bildiğimi düşündüğüm bazı konularda gerçeğin hiç de öyle olmadığını duyunca, kimi yerde kulaklarım düştü. Bildiklerime, duyduklarıma, düşündüklerime, görüşlerime pek de öyle sıkı sıkıya tutunmanın manasızlığını bir kere daha gördüm. Görüşlerimizi dayandırdığımız kimi ikinci/hatta kaçıncı el bilgi hiç de gerçek olmayabilir. Dolayısıyla gerçek olmayan bilgi rayında ne kadar ilerlediğimizin pek de önemi kalmıyor. Tarih söz konusu olduğunda hangi bilginin gerçeğe uygun olduğundan emin olmamıza pek de imkan yok. Ancak sezgilerimizi dinleyebiliriz ve izlemeye, değişik kaynaklardan okumaya devam edebiliriz ve tüm bilgileri askıda tutabiliriz. Görüşlerimizi de esnek tutabiliriz. Kutuplaşma; hep katılıktan, görüşlere tutunmaktan olmuyor mu?

Tarih okudukça, tekrarlanan kalıpları, düğümleri, hüküm süren enerjileri, ortak bilince yüklenenleri görmek mümkün olabiliyor. Boyutu büyük olduğu için, bunları görmek çok daha kolay. Dev bir ayna gibi. Bu süreç; durup kendimize bakmamıza, farkındalığımızı artırmamıza yardımcı olabiliyor. Ortak bilince bakıp, ortak bilinçten bireysel bilincimize geçmiş enerjileri fark etmek mümkün. Bu yolla, bunlarla özdeşleşmemek de daha kolay olabilir, "hımm, bu gerçek doğam değil, bu ortak bilinçten yapışmış üzerime" gibi. (Böyle yazıyorum da, elbette nihai olarak bir-lik içindeyiz.)

Bireysel farkındalığımızın, dönüşümümüzün belki ortak bilinç dönüşümünü gerçekleştirmeye büyük etkisi olmayabilir, ancak hiç olmazsa yumağı daha çok karıştırmıyoruz, çilenin önümüzdeki kısmını açıyoruz, yünü kullanılabilir kılıyoruz. Zihnimiz özgürleştiğinde, toplum için doğrudan katkıda bulunabileceklerimizi görebiliyorsak da ne mutlu...

Tarih okudukça, karşılıklı etkileşimi de daha çok görür oldum. Büyük düzenin işleyişini anlamak zihnim için imkânsız, ancak içte bir yerde kelimelerle ifade edemeyeceğim bir şey hissediyorum ve bu bana neşe veriyor.

Olan biteni izlemenin yanında, geçmişten "ders almak- bilincimizi yükseltmek" için farkındalığımızı tarihe yöneltmek de yararlı geliyor bugünlerde bana... Ne dersiniz?


Önümüzdeki günlerde: Tarihte gördüğüm bazı hüküm süren enerjiler üzerine gözlemlerimi paylaşma niyetindeyim.

24 Kasım 2008 Pazartesi

İçte Barış, Dünyada Barış...

Geçen hafta dünyaya iyi dileklerde bulunurken, aklıma bazı ülkeler geldi. Sizlerin bilincine etkisi olmasın diye isimlerini yazmıyorum.

İlk başta aklıma gelen ülkeye iyi dilekte bulunmakta ne kadar zorluk çektiğimi anlatamam. İyi dilek ne kelime, daha ziyade bir kızgınlık enerjisinin ziyaretine maruz kaldım. İçimdeki düşünceleri izledim, aman aman. Birkaç ülkeyi daha aklıma getirdim, durum hiç parlak değil. Sömürgeci olduklarından başlayıp, açgözlülüklerinden çıktım. Gözlerimi dört açtım, izlemeye başladım, içimde sanki bir düğmeye basmışım gibi düşünceler salınmaya başladı. Zihnimde böyle düşünceler olduğundan hiç haberim yoktu. Bilirsiniz, şu kendimizin düşünmediği düşüncelerden. Bir radyo programı dinler gibi, hayretle izledim. Bir ara lise birdeki tarih hocamızın sesini duyduğumda şaşkınlığım tavan yaptı. Bu hocanın sıklıkla kullandığı bir sıfat vardı bazı ülke halkları için. Baktım zihnimde bozuk plak gibi bu sözcük dönüyor, ancak sözcüğün anlamını bilmiyorum. Bu yazıyı yazarken, sözlüğe baktım, daha da şaşırdım. Bu halklarla hiç alakası olmayan bir sıfatmış. Herhalde kızgınlığını ifade etmek için bulduğu en uygun sözcüktü hocanın. Düşünebiliyor musunuz 25 yıldır zihin deposunda anlamını bilmediğim bir sözcük bir halkın yanında öylece duruyor, kızgınlık enerjisini temsil ediyor ve bir ihtimal o halkla ilgili bir şey duyduğumda bilinçaltında duyduklarıma yapışıyor ve bilinçdışı düşünceler/ önyargılar üretiyor. Şaşkınlık içinde kaldım.

Zihnimde diğer ülkelere dair yankılanan cümlelerin de şahsen gerçekliğini yaşamış değilim. Tamamen kitapların, medyanın, toplumun anlattıkları. Şahsi tarihimde bu önyargılara ulaşabileceğim hiçbir olay yok. Ancak bende kızgınlık duyguları oluşturduklarına göre, artık şahsi tarihime katılmış durumdalar. Bir de kolektif bilincimizi düşündüm, Türkiye’nin kolektif bilincini mesela, dünyanın çeşitli ülkelerine ilişkin ne çok birikmişlikler vardır. Biz de bu kolektif bilinçte dönüp duran düşüncelerden nasibimizi alıyoruz. Ben kendi torbama düşenlere inanamadım.

Arada Türkiye’yi çeşitli konularda eleştiren ülkeleri duyduğumda ya da yurtdışındaysam, yüzüme söylendiğinde, şöyle bir kabarıp, “Sizin elleriniz çok mu temiz! Siz de şunu, bunu yaptınız.” diye celallendiğim olmuştur. Ancak bunca düşünce ve duyguya ev sahipliği yaptığımdan haberim yoktu. İyi ki şu kervana katılmışım… :) Bu halimle dünyada barış olsun dediğimde biraz komik duruma düştüğümü şimdi gördüm. Kendi zihnimde bu önyargılar varken, olmadı bu…

Peki siyasetin doğrudan içinde olmayan, sıradan biri olarak benim üzerime ne düşüyor dünyada barışa doğru gidiş için?
Kendi iç alemim ve ortak bilinç için ne yapabilirim?

1) Şu andaki anlayışıma göre, iç alemdeki deneyimimizi, tutumumuzu bu alana taşıyabiliriz. Şöyle ki,
nasıl iç alemimizde kızgınlık, endişe, korku, çaresizlik, nefret ortaya çıktığında, bu duygunun yanında oturuyorsak,
(iç) gözümüzü öylece dikip bakıyorsak,
nasıl inançlarımızı, düşüncelerimizi fark ediyorsak ve
gerçeğe uygun olmayanların peşinden gitmeyip,
olanı yalnızca izliyorsak, aynı tutumu dünya olayları için de uygulayabiliriz.
Göz ardı etmeden, gözümüzü kaçırmadan olan biteni izleyebiliriz, pür dikkat.
Olan’a farkındalığımızı, dikkatimizi yöneltebiliriz.
İzlerken, içten gelen öfke, endişe, korku, üzüntü duygularını da fark ederek,
bu duyguların kendilerini ifade etmelerine izin vererek,
bedende oluşturduğu hislere bakabiliriz.
Zihnimizden yargılar geçiyorsa, bunları da fark edebiliriz.
Biliyoruz ki, her fark ettiğimizde, bu düşünce, duygu bir çeşit sihirli değnek değmiş gibi yok olup gidiyor. Kimi bir ateşte yanan odun gibi zaman istiyor, ancak dikkatle bakıldığında eriyip gidiyor. Eridiklerinde de bazen bir idrak hali bırakıyorlar. Sanki sis perdesi kalkmış da, ortalık açıklıkla görünür gibi.

Zihnimden geçen ülkelere ilişkin düşüncelere baktığımda, duyguların yanında oturduğumda, kızgınlık enerjisinin altında aslında derin bir yas, üzüntü, hayalkırıklığı ve kimi zaman da korku buldum. Atalarımızın yaşadığı duygular herhalde, ortak bilinçten aktarılan duygular. İçim şefkatle doldu. Atalarıma da şifa diledim. Daha sonra olumsuz duyguların yönelmiş olduğu ülkelere baktığımda, seçtikleri talihsiz hareketlerin ardında korku ve bir miktar yas buldum.

2) Bu ülkelere empatiyi başka bir adımda daha fazla yakaladığımı düşünüyorum. Biliyoruz ki, şu yaşamda ne ekersek, onu biçiyoruz. Yaşanan kimi talihsiz olaylar başka talihsiz olayların sonucu. Şiddet şiddeti doğuruyor. Kendi atalarımın diğer ülkelere vermiş oldukları zararlar konusunda bir özür dileyeyim diye düşündüm. Daha iyisini bilselerdi, böyle talihsiz eylemlerde bulunmazlardı. Böyle düşününce, dünyadaki talihsiz seçimler yapmış ülkeler için de içimde bir yumuşama oldu. Bilinçler ancak bu kadarına olanak verdi demek ki. Bizler kendi küçücük dünyamızda kimi zaman doğru bildiğimizi yaşama geçirmeyi başaramıyoruz, koca ülkeler ruh hastaları gibi davranmışlar çok mu garip. İçim yine şefkat doldu.

Şimdi kimi olayları izlerken, mağdur diye düşündüklerimden özür diliyorum zihnimde. Daha yüksek bilinçte olamadığımız için, mağdur edenin de, genelde toplumun da, bu bilincin yükselmesinde ne katkı vereceğini bilemeyen, harekete geçemeyen kendimin de payından dolayı özür diliyorum. Ve peşi sıra iyi dileklerde bulunuyorum. Hem mağdura, mağdur edene, hem de kendime- bilincimizin yükselmesine, gerçeği görmemize, bilgelikten ve şefkatten gelen eylemleri yaşama geçirebilmemize dair.

3) Bu süreçte bir denemeye daha giriştim ancak daha ilerleyeceğim yol var önümde. Yine de bu ham haliyle yazayım belki size ilham verir. Ülkeleri yazdım, yanlarına da yargıları. Sonra baktım acaba bunlar kişiliğimde var mı diye. İçimde bir şekilde bir tepki oluştuğuna göre, aynalık ediyor olmalılar. Önce Türkiye olarak baktım ve başka ülkeler için söylediğim enerjileri bu ülkenin de barındırdığını düşündüm. Bunu görmek de önemli, gerçeği kabul etmek, değişim için ilk adım. Belki bu farkındalık ve kabul etme kolektif bilince de katkıda bulunur. Sonra kendi kişiliğimdeki yansımalara baktım. Tabii ülke boyutundan birey boyutuna getirmekte zorlandıklarım oldu. Bir kısmını kişiliğimde tanıdım. Daha dikkat edeceğim yaşamımda. En çok içimde kızgınlık oluşturan bir özelliği kendi kişiliğimde tanıyamadım. Belki kör noktam. Bakmaya devam ediyorum.

Bu yazdıklarım Türkiye ve diğer ülkeler ekseni; varın siz yazılanları Türkiye içine uygulayın. Partiler, etnik, dini gruplar, şehirler. Söyleyin içimiz yargılarla dolu bir çıfıt çarşısı değil mi? Kendi zihnimiz böyleyse, kolektif bilinç ne halde!

Karışık mı oldu bu yazı?
Birkaç toparlayıcı cümle yazmak gerekse, ne yazabilirim?

Kısacası, televizyonda, radyoda, gazetelerde ya da doğrudan yaşamda olan biteni izlerken, kendi iç dünyamızda beliren düşünce ve duyguların farkında olmaya çalışabiliriz. Olayların içinde kaybolmadan, yargı/düşünce/duygularla özdeşleşmeden, bunların gerçeği örtmesine izin vermeden, olanı olduğu gibi görmeye çalışabiliriz. Böylece hem kendi bilincimize, hem ortak bilince farkındalık katabiliriz. Ve dönüşüme katkıda bulunabiliriz diye düşünüyorum.

Ayrıca yine olan biteni izlerken, dramanın altındaki enerjileri “bu kızgınlık”, “bu yoğun arzu”, “bu korku”, “bu endişe”, “bu çaresizlik”, “bu atalet” diye tahmin etmeye çalışabiliriz. Böylece empati geliştirebiliriz ve belki olayları daha iyi görmeye başlayabilir, ortak bilince farkındalık katabiliriz.

Benim için de yaşamın bu alanına böyle yaklaşmak yeni bir keşif yolculuğu. Özellikle kişisel etki alanımızı aşan konularda olan biteni izlemek, gözlerimizi dikip, izlemek, farkındalıkla izlemek çok önemli bir katkı diye düşünüyorum şu andaki anlayışımla. İmbikten süzülüp geçmediği için, demlenmediği için, anlayışım henüz ham olabilir.

Ancak kalpten inanıyorum ki, öncelikle kalbimdeki karanlıklara ışık getirmek herhalde dünya barışına yapabileceğim en büyük katkı- şimdiki halde.

Olanı olduğu gibi görme cesareti, gücü diliyorum hepimize...


Not: Bugün Tugay "Yeni Kervan Yola Çıkıyor" yazısının altına bir yorum yazmış, okumanızı öneririm, pek hoş...

20 Kasım 2008 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler: Kendin Olmak

Fotoğraf: Hale, Oxford Botanik Bahçesi, Mayıs 1993

Birkaç gün önce üç dört tane yazı başladım paylaşmak istediğim. Özellikle dünyaya iyi dileklerde bulunurken, nelerle karşılaştığımı yazmak istiyorum. Ancak o zaman bu zaman yazıların başına oturacak fırsat olmuyor bir türlü. Bugün de öyle.


Yine de bugünü boş bırakmayayım istedim. Dosyamı açtım, ilk karşıma çıkan söz geçenlerde paylaştığımız ve üstüne ayrıca bir yazı yazmak istediğim bir konuya pek denk düştü, onu paylaşayım.


"Sürekli sizi başka bir şey yapmak isteyen bir dünyada kendin olabilmek en büyük başarıdır."

Ralph Waldo Emerson


To be yourself in a world that is constantly trying to make you something else is the greatest accomplishment.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Yola Işık Tutan Sözler: Işığını Büyüt

Bugün Findhorn'un üç temel taşından biri olan Eileen Caddy'nin "İçimizdeki Kapıları Açmak- Opening Doors Within" (Epsilon Yayınları, tercüme İpek Cihan Bilgin, editör Füsun Sanaç) kitabından 12 Kasım'a denk düşen paragrafı paylaşmak istiyorum:

"Ruhsal yaşamında yolunun çok uzun olduğu duygusuyla vakit kaybetme. Bunun yerine, katettiğin yolu farkedip güçlü ve cesaretli ol ve bunun için sonsuz şükran duy. Şükran duyman gereken ne kadar çok şeyin olduğunun farkına var. Kendini güzel düşünceler, güzel olaylar ve güzel insanlarla sarmala. Her şeyde ve herkeste gerçeğin ışığının parıldadığını gör. İçindeki ışığın özünden yayılıp pırıl pırıl parlamasına izin ver. Bil ki o ışığı hiç bir şey söndüremez, senin içindeki olumsuzluktan başka. Bu yüzden her zaman olumlu ol. Daima ışığın yolunu seç; karanlığı göz ardı et ve ona güç verme. Dünya’da ruhsal açlık büyüdükçe, ışığa da daha fazla ihtiyaç var, o yüzden ışığını büyüt ve parlat. Işık ol ve bırak ışık senden yayılsın; karanlığı uzaklaştırsın. Sevgi ol ve bırak sevgi senden özgürce aksin; dünyadaki o muazzam ihtiyacı karşılasın."

18 Kasım 2008 Salı

Özüne Uygun Yaşama Cesareti...

Geçenlerde bir dükkanda alışveriş yapıyorum. Satıcıyla konuşurken, yaşlıca bir hanım girdi dükkana. O da müşteri ancak belli ki satıcıyı tanıyor. Bizim konuşmamıza dahil oldu, alacağım şeye ilişkin önerilerde bulunuyor. Neyse karar verdim. Satıcı aldıklarımı naylon torbaya koymak istedi. İstemediğimi söyledim. Bu hanım niye torba almak istemediğimi sordu. Her sorana verdiğim klasik kısa cevabı söyledim: “Bir naylon torba 100 yılda eriyormuş. Dünyaya gereksiz yük olmasın.” Satıcı da, “Hakikaten balıklar yutuyormuş, kuşların boynuna dolanıyormuş.” diye destekledi. Hanımın ilgisi arttı, sordukça soruyor: “Peki hiç mi almıyorsun? Aldıklarını nereye koyuyorsun? Çöp için ne yapıyorsun? Evdeki herkes de torba almıyor mu?” Cevaplardan tatmin olmuş gibi göründü. Sonra birden, “Ama tek kişiyle bir şey olmaz ki evladım.” dedi.

Her birimiz kendi yaşamlarımızı oya işler gibi işliyoruz. Her an seçim yapıyoruz. Seçimlerimizi değer verdiklerimize, önemli bulduklarımıza göre yapmaktan doğal ne var? Yaşamı hep birlikte kutlamak istiyorsak, mümkün olduğunca zarar vermemeye ve de katkıda bulunmaya yönelik seçimler yapmak zaten doğal akış değil mi? Çoğunluk tersine gidiyorsa, bunun benim seçimime etkisi ne olabilir? Çoğunluğa göre mi seçim yapacağım? Bir sorumluluk varsa, sorumluluk kendi vicdanıma.

Aklıma Hindistan’da yaşadığım bir olay geldi. Okuyanlar hatırlar, bir sosyal hizmet değişim programı ile Hindistan’a gitmiştim. Değişik ülkelerden gelenlerin oluşturduğu bir gruptuk. Hindistan’ın sokakları malumunuz çöp dolu. Bir gün Alman bir arkadaş sokağa çöpünü attı. Şaşırdım, Almanların bu konularda pek titiz olduğunu biliriz çünkü. “Niye attın?” dedim, “Baksana herkes atıyor” dedi. Almanya’da da atar mıydı, hiç sanmam. O zaman kendi vicdanına sorumlu yaşamakla topluma göre yaşamak üzerine epey düşünmüştüm.

Bunları söyleyemedim o hanıma, kısaca “Ben vicdanıma sorumluyum. Başka varlıkların vebalini almak istemem.” dedim. “Ah evladım,” dedi anlar gibi ama bu-işler-böyle-yürümüyor-bu-ülkede yüz ifadesiyle, “Tek kişiyle iş bitmiyor ki.”

Oysa deneyimlerim farklı. Kendi vicdanımla ilişkimin yanı sıra, bir farklılık da gözlüyorum. Yıllardır bu torba meselesi var yaşamımda. Pazarcılardan azar işitmişliğim de vardır, destek gördüğüm de. Fiilen yaptıklarını görmedim ama zihinlerinde deli işareti yaptıkları da olmuştur birilerinin, belki entel diyeni olmuştur, moda diyeni olmuştur, bilmem. Yakınlarım haricinde kimseye karışmışlığım da yok oysa. Kendi kendime yürüttüğüm bir uygulama.

Son bir yıldır pazarda çantalarından evden getirdikleri torbaları çıkaranları görüyorum artık. Bez torba kullananları görüyorum. “Çantama atarım, poşete gerek yok” diyen arkadaşlarımı görüyorum. Mesele torba meselesi değil, bu yalnızca bir örnek. Şu an iç alemimizin de, dünyanın da daha elzem sorunları var elbette. Bu; daha ziyade bir farkındalık meselesi, seçimlerimizin bütünü nasıl etkilediğini düşünme meselesi, sevdiği bir şeye özen gösterme meselesi, değerlerimize uygun yaşama meselesi, birlik bilincine doğru gidiş meselesi bana göre. Üstelik insan bir şeye dikkat edince, usul usul başkalarına da dikkat etmeye başlıyor.

Yaşamlarımıza bakalım: Seçimlerimiz değerlerimize uygun mu? Tek başına da olsak, çevremizdeki kimse bu şekilde davranmıyorsa da, özümüze uygun eylemde bulunma cesaretini gösterebiliyor muyuz?

Bir de meşhur 100. maymun hikayesi var. Araştırma tekrarlanamamış sanırım, o sebeple bilimsel mi bilmiyorum. Yine de duymamış olanlarla paylaşayım:

İnternette aradım, bir web sitesinde hikaye şöyle anlatılıyor:
“Pasifik Okyanusundaki irili ufaklı birkaç ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre Japon bilim insanları tarafından gözleniyor.

1952 de Koshima Adasında bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyor. Maymunlar tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ancak kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün 18 aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo’nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasında yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasında genç maymunlar, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. 1958 sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerinin suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor. Bir gün 100. maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an herşey değişiyor, aynı günün akşamı adadaki hemen hemen tüm maymunlar patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. 100. maymunun ilave enerjisi her nedense yenilik yaratıyor.

Ama hikaye bitmedi. Bilim adamlarını şaşırtan asıl sürpriz bu adayla doğrudan ilişkisi olmadığı halde, diğer adalardaki maymunlar da aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları...” (Alıntı:www.golovaliyiz.biz, wikipedia’dan da bakabilirsiniz)

Bu hikayeyi bireysel bilincin belli bir seviyeye ulaştığında kolektif bilinci etkilediğini göstermek için anlatırlar. Gerçeğe uygun mudur, bilemem. Ancak toplumdaki, dünyadaki lineer seyri izlemeyen bazı değişimleri ilgiyle izliyorum. Belki hikayeye inanmaya gerek yok ama aklın bir köşesinde askıda tutmak iyi fikir gibi… Ya böyle bir evrensel yasa varsa, ya bazı alanlarda 89. maymunsak :)


Bugün altı…

Yolcular ne haldeyiz? Yolda neler görüyoruz?


17 Kasım 2008 Pazartesi

Günün Kolajı...

Bugün (Cumartesi) ardı ardına birbirini destekleyen, tamamlayan, sanki bir tema işleniyormuş hissi uyandıran sözler duydum.

Önce Sevgin, “Dünyayı kurtarmak görevimiz değil. Kendi nefsimizi terbiye etmek görevimiz” dedi, yanlış aktarmıyorsam. Bu söze katılmamak mümkün değil, hele hele dünyayı kurtaracağım diye yerinden kalkan ve dünyayı bin bir sıkıntıya sokanları gördükçe. Herkes kendi evinin, işyerinin önünü (iç alemini) süpürse, her yer tertemiz olurdu herhalde. Hepimiz deneyimlerimizden biliyoruz, yaşamımızda değişim ancak kendimizden başlıyor. Gandhi’nin sözünü hatırlayalım: “Dünyada görmek istediğin değişimin örneği ol.” Diğer yandan da pek çoğumuzun dünyada görmek istedikleri arasında, herhalde dayanışma, derin bağlantılar, özen, saygı, düşüncelilik, empati, destek, paylaşma, cömertlik de var. Demek ki bunları da kendimizde geliştirmek önemli.

Sevgin bu sözü yaşama daha çok katkıda bulunmakla ilgili bir konuşma sırasında söylemişti. Akşam haberlerde yarım yamalak takip edebildiğim bir konuşmaya rastladım. Anlayabildiğim kadarıyla Edirne’de ekonomik durumu az olan çocuklar için bir proje başlatılmış ve bu proje için bir gece düzenlenmiş. Gecede Edirne Emniyet Müdürlüğünden genç bir kişi (Terörle Mücadele Şube Müdürü Hakan Öndoğan’mış) hem ağlıyor, hem konuşuyor. Haberi burada yakaladım ve şu sözleri duydum: “Biz bu çocukları topluma kazandırmıyoruz, biz aslında kendimizi topluma kazandırıyoruz.”

Bir yılı stajda olmak üzere, toplam 5 yıl kanuna aykırı bir eylemde bulunmuş çocuk ve gençlerle ıslahevinde, tutukevinde, gençlik merkezinde çalıştım. O dönemde bu çocukların “topluma kazandırılması” terimi sıklıkla kullanılırdı. Ara ara düşünürdüm, hangi topluma? Gerçekten bu topluma kazandırmak uygun bir şey mi? Daha öncesinde çalıştığım yetiştirme yurtlarında sıklıkla kim kimin yaşamını şekillendiriyor diye düşünürdüm, ben mi çocukların, çocuklar mı benim. Sanırım yaşama dair pek çok şeyi ilk gençliğimde gönüllü çalıştığım çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarında öğrendim. Sosyal hizmet müthiş bir dershane oldu benim için. Bir çeşit “hizmet-içi” idrak artırma, yürek genişletme yolu...

Emniyet yetkilisinin derin ve yürekten sözleri kavradı beni. Şimdi toplumsallaşmadan kendi özüyle uyumlu olmayı, birlik bilinciyle hareket etmeyi anlıyorum. Herkes kendi özüyle hizalı olabilse, toplumda kendiliğinden uyum olurdu gibi geliyor bana. Bu sabah Lale iyi dilekler kervanı ile ilgili konuşurken, “yaşadığım şeyler karşısında, iyi dileklerde bulunmak hoş bir hikaye gibi geliyor bana” dedi. "Yalnızca kuşlar, kelebekler, dünya çok güzel, biz de iyi dileklerde bulunalım gibi bir uygulamamız olsaydı, sanırım pek işe yaramazdı. Farkındalık, idrak sağlamadıktan sonra etkisi pek küçük olur herhalde. Bizim niyetimiz ise bambaşka." dedim. Daha önceki kervan yoldayken yazmıştım, bir kere daha hatırlatayım istiyorum şimdi. Biz iyi dileklerde bulunurken, aslında “gönülden” iyi dileklerde bulunmamızın önündeki engelleri, bulutları, acıları, yaraları görmek için de yoldayız. Bu topluma ve insanlığa ilişkin hayalkırıklıklarımızı, öfkemizi, üzüntümüzü, endişelerimizi anlamak, idrak etmek ve şifalandırmak için yoldayız. Biz kendimizi topluma kazandırmak için yoldayız.

Akşam bir kitaba başlayacaktım. Neredeyse bilinçsiz bir şekilde aniden kalktım ve Zeynep’in geçen hafta verdiği 6-7 filmin içinden birini makineye koydum. Seçtiğim filmi daha önce duymamıştım. Film başladı, o kadar film seyretme niyetim yoktu ki, başka bir odaya gidip, bir iş yapmaya başladım. Fakat içeriden bir görünmez ip beni usulca çekip, ekranın karşısına oturttu. Film, “Cafe’deki Kız- The Girl in the Cafe”. Bir bakayım ki, film politikacılar, dünyadaki yoksulluk, bebek ölümleri, karar mekanizmaları hakkında. Fırsatınız olursa, seyretmenizi öneririm. Film bitti ve en sonunda Mandela’nın bir sözü çıktı ekrana:

“Bazen büyük olmak görevi bir neslin üzerine düşer.
O büyük nesil siz olabilirsiniz.

Sometimes it falls upon a generation to be great.
You can be that great generation.”

Pes dedim. Ayarlanmış gibi. Bilinci yükselmiş, yüreği açılmış, özgürleşmiş o nesil bu nesil olabilir mi? Olur olmaz, her birimiz üzerimize düşeni yapalım da, bakalım nereye gidiyoruz.

Tam bu sırada bir de aklıma yine bugün Lale ve Sevgin’le gördüğümüz gökkuşağı gelmez mi? İstanbul’da belirgin renkleriyle uzun uzun gökyüzünde kalan bir gökkuşağı vardı. İçimiz kabardı duygudan, “bizim hissettiğimiz mutluluğu tüm varlıklar da hissetsin” diye diledik. Ne harika bir dünyada yaşıyoruz. Düşünce/kavram dünyasından çıkıp da gerçek dünyanın güzelliklerini, mucizelerini görmek nasip olsun hepimize...

Günün kolajı epey renkli, değil mi?

Yatmıştım, bu yazı zihnimde aktı, yine görünmez bir ip yatağımdan kaldırdı, bilgisayara çekti beni. Yazıyı tavındayken yazdım.

Biz bir avuç insan kendimizi topluma kazandırabilir miyiz dersiniz? Biz o nesil olabilir miyiz?



Bugün beş...
Selam kervanın yolcuları ve yolcuları izleyenler...
Yukarıda sözünü ettiğim yazı 22 Eylül 2008 "İyi Dilekler Kervanı" yazısı. Belki tekrar okumak bu süreçte ufuk açar.

14 Kasım 2008 Cuma

Yola Işık Tutan Sözler: Yaşamın Amacı


Bugünlerde Krishnamurti sözleriyle çok güzel bir eşzamanlılık yaşıyoruz. Yolumuza ışık pek çok yönden geliyor, ne mutlu…

Yaşamın Amacı*

"Size yaşamın amacını verecek, kutsal kitapların yazdıklarını anlatacak birçok kişi var. Zeki ve kurnaz insanlar ise yeni yaşam amaçları bulmayı sürdürüyorlar. Politik grubun bir amacı, dini grubun başka bir amacı, diğer grupların ise bambaşka amaçları var.
Peki, kafanız karıştığında yaşamın amacı ne? Kafam karıştığında, size “yaşamın amacı ne?” diye sorarım, çünkü bu karışıklığın içinden bir yanıt çıkarmaya çalışırım. Kafam karıştığında, nasıl doğru yanıtı bulabilirim? Anlıyor musunuz? Zihnim karışık ise, aldığım yanıt da karışık olacaktır. Zihnim karışık, rahatsız ise, zihnim güzel ve sakin değilse, aldığım yanıt da bu karışıklık, endişe ve korku eleğinden geçecek; dolayısıyla yanıt çarpık olacak.

O zaman önemli olan, “Yaşamın, varoluşun amacı ne?” sorusunu sormak değil, içteki karmaşayı yatıştırmak. Bu, kör bir adamın “Işık nedir?” diye sormasına benziyor. Ona ışığı anlattığımda her şeyi karanlığına, körlüğüne göre dinleyecek, ama görebildiğini varsayalım, o zaman asla “ışık nedir?” diye sormayacak. Işık orada…

Benzer bir şekilde, içinizdeki kargaşayı açıklığa kavuşturur, arındırırsanız, yaşamın amacını bulacaksınız; sormak, aramak zorunda kalmayacaksınız. Bütün yapmanız gereken, kargaşa ve karışıklık getiren unsurlardan arınmak."

(*Yaşam Kitabı, Krishnamurti ile Günlük Meditasyonlar, Krishnamurti, Sistem Yayıncılık, 2007)

Öyle tercih edenler için, İngilizcesini de ekliyorum:

=== JKrishnamurti.org - Daily Quote ===

Life's Purpose

There are many people who will give you the purpose of life; they will tell you what the sacred books say. Clever people will go on inventing what the purpose of life is. The political group will have one purpose, the religious group will have another purpose, and so on and on. So, what is the purpose of life when you yourself are confused? When I am confused, I ask you this question, "What is the purpose of life?" because I hope that through this confusion, I shall find an answer. How can I find a true answer when I am confused? Do you understand? If I am confused, I can only receive an answer that is also confused. If my mind is confused, if my mind is disturbed, if my mind is not beautiful, quiet, whatever answer I receive will be through this screen of confusion, anxiety, and fear; therefore, the answer will be perverted. So, what is important is not to ask, "What is the purpose of life, of existence?" but to clear the confusion that is within you. It is like a blind man who asks, "What is light?" If I tell him what light is, he will listen according to his blindness, according to his darkness; but suppose he is able to see, then he will never ask the question, "What is light?" It is there.

Similarly, if you can clarify the confusion within yourself, then you will find what the purpose of life is; you will not have to ask, you will not have to look for it; all that you have to do is to be free from those causes which bring about confusion.

The Book of Life - November 7
_______________________________________________
DailyQuote mailing To subscribe:
send an email to dailyquote-join@jkrishnamurti.org


Bugün ikiii...

Kervanın yolcuları azıklarını da (Sen çok yaşa Tijen) yanına almış ilerliyoruz. Tanıdık, tanımadık tüm yolculara selam olsun... Ayşecim, halay başı benzetmene çok güldüm, ama gerçekten de kutlama niyetine bu kadar uygun bir benzetme olabilir. Yolu halay keyfiyle yürümek ne harika.

Elbette Türkiye ve Dünyaya iyi dileklerde bulunurken, geçen sefer yaptığımız gibi kızgınlık duyduğumuz tanıdıklarımıza da ayrıca iyi dileklerde bulunabiliriz. Seda'cım, iyi ki hatırlattın.

Zaten iyi dileklerde bulunurken, kalbimiz bize yol gösteriyor. Mesela bu sabah dileklerimi söylerken, içimde yoğun şefkat duygusunun yanında kızgınlık duygusu buldum. Bazı karar mekanizmalarında olanlara tutumlarından dolayı kızgınlık duyduğumu fark ettim. Bu kızgınlığın elbette ne bana, ne bütüne bu haliyle bir faydası yok. Kızgınlığımın yanında oturdum. İlerleyen günlerde bunlar üzerine daha derin ve detaylı paylaşımlar yaparız.

13 Kasım 2008 Perşembe

Yeni Kervan Yola Çıkıyor...

Bundan bir süre önce Mevlana’nın bir sözünden ilham alarak, Mevlana’nın ışığını takip ederek, yola çıkmıştık. Bir süre sonra bir bakmıştık bir kervan olmuşuz. Aklımıza geldiklerinde içimizde huzursuzluk hissettiğimiz kişilere 40 gün boyunca iyi dileklerde bulunmuştuk.

Var mısınız yeni bir kervanla yola koyulmaya?

Bu kez son birkaç gündür yazdığımız yazıların devamı niteliğinde bir iyi dilekler kervanı oluşturalım.

İçinde yaşadığımız coğrafya ve dünyamız için, bütün için çam sakızı çoban armağanı bir katkıda bulunalım.

Türkiye ve Dünya eşzamanlı olarak karmaşık bir dönemden geçiyor. Ekonomik, siyasi, psikolojik pek çok sıkıntı var. Diyorum ki, 40 gün boyunca Türkiye’ye ve Dünya'ya iyi dileklerde bulunalım hep beraber, ne dersiniz? Bir arada enerjilerimizi belli bir süre birleştirirsek, belki bu sürecin en yüksek yarara olacak şekilde gelişmesinde bizim de bir katkımız olabilir.

40 gün boyunca,
hem Türkiye,
hem Dünya için
diyebiliriz ki: (örnek)

Bütünün (yani hem hayvanların, hem bitkilerin, hem canlıların, hem cansızların, hem görünenlerin, hem görünmeyenlerin, hem dünyadakilerin, hem evrenlerdekilerin, kısaca tüm varlıkların) en yüksek iyiliğine olacak şekilde,

Türkiye’deki ve dünyadaki tüm varlıkların ve içlerinden biri olarak benim kalbimiz sevgiyle, şefkatle dolsun. Sevgiyi hissedelim. Kalbimizin aynasını parlatalım.

Gerçeği açıklıkla görebilelim. Her an farkındalıkla uyanık olalım. Gerçekten, bilgelikten, sükunetten, şefkatten kaynaklanan eylemlerimiz olsun. Eylemlerimiz dürüstlük, özen, empati, sevgi, saygı, şefkat, düşüncelilik, uyum, farkındalık, yüksek bilinç içinde olsun.

Birlik bilincini idrak edelim ve eylemlerimizi, seçimlerimizi bu bilinçle yapalım. Sevginin yaşama geçmiş hali olalım
.”

Elbette her gün kendi içimizden neler geliyorsa, yoksa ille bu sözlerle bu şekilde olması gerekmiyor. Ancak böyle genel dileklerin daha uygun olabileceğini düşünüyorum. Zira hükümet şöyle bir karar alsın, şu ülke askerlerini şuradan çeksin gibi somut dilekler uygun düşmeyebilir. Zira büyük resimde en uygun eylemi şu anki bilincimizle algılayamıyor olabiliriz. Zaten yukarıdaki gibi dileklerle hükümetlerin, karar mekanizmalarının bütünün en yüksek iyiliğine olan kararları almalarını dilediğimiz için, daha toptan bir dilek oluyor gibi geliyor bana.

Bu yazıları dünyanın çeşitli bölgelerinden Türkçe bilen insanların okuduğunu görüyorum. Başka coğrafyalarda yaşayanlar bize yazarlarsa, Dünya içinde o ülkeye biz de ayrıca iyi dileklerde bulunuruz...

Bu süreçte iyi dileklerde bulunmanın yanında, her gün: “Bugün bütüne katkıda bulunmak için ne yapabilirim? Yaşamın güzelliğini, mucizesini başkalarının da kutlayabilmesi için bugün ne yapabilirim?” diye sorabiliriz ve minicik de olsa bir eylemde bulunabiliriz bu niyetle.

Birkaç yıldır aklımda olan, bir yıl önce start alan, ancak hala ayaklarını yerden kaldırıp uçamamış bir proje var: “Hayatı Birlikte Kutlamak için Katkım Olsun”. Ne yapabilirim diye sorduğumuzda bize önerilerle ilham verecek bir web sitesi. Henüz başlangıç aşamasında kalmış bir halde, belki burada sizlere duyurduğuma göre, enerjimi bu siteye yoğunlaştıracak zaman gelmiştir. "Bütün için ne yapabilirim bugün?" diye sorduğumuzda belki ilham almak için, bu siteye bakabiliriz. www.katkimolsun.org (Bu yazıyı yazdıktan sonra, “Dur misafirler gelmeden, ortalığı biraz toplayayım. Birkaç madde daha ekleyeyim, kimi maddelere ‘daha yapım aşamasında’ yazayım” diye sitenin admin/kontrol paneli bölümüne gireyim dedim. Heyhat, son girişimin üzerinden aylar geçmiş, ne yaptımsa giremiyorum. Ne mesajı var acaba? Siteye giren misafirler olursa, dağınıklığın kusuruna bakmayın :) Yine de içeride ilham verecek birkaç öneri bulunabilir belki. Metinler içinde altı çizgili olanları tıkladığınızda daha detaylı bilgiye ulaşabiliyorsunuz.)

Şimdi…

Sizden bir de ricam var. Bakın bunca zamandır -aralarda uzun sessizlikler de olsa- yazıyorum, şimdi ilk defa sizden ciddi anlamda destek rica ediyorum. Eğer bu 40 günlük Türkiye ve Dünyaya iyi dilekler kervanına katılmışsanız ve içinize uygun geliyorsa, lütfen kendinizi gösterin. Bir satır da olsa, sesinizi yorumlar bölümünde çıkarın. Yolcuların birbirinden haberdar olması kadar teşvik eden başka bir şey yok. Geçen sefer bana özelde gelen pek çok yazı oldu ve bunların kişisel yolculuğuma müthiş desteği oldu. Şimdi bu yazıları yorumlar kısmında görelim ki şevklenelim, sinerjiyi fark edelim, ilham alalım. Yazacak bir şey bulamasanız da, “ben de yürüyorum” diye üç kelime yazsanız bile bize kuvvet olacaktır.

Hazır mıyız?

Bugün biiiir...



Aramıza yeni katılanlar için: İlk kervan yola 11 Eylül 2008’de çıkmıştı. Yazı başlığı: Yola Işık Tutan Sözler: Eğer Birini Sevmiyorsak.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Bir Göz İçe, Bir Göz Dışa- 3

Ülkede, dünyada, çevremizde olanları izlerken, zehirlenmiş hissetmemizin sebeplerinden biri de, hissettiğimiz çaresizlik, ne yapacağını bilememek, nerede duracağını bilememek. Kurban hissedip, köşeye sıkışmak, güçsüz, değersiz ve yetersiz hissetmek. Yani zehir dışarıdan gelmiyor aslında, içteki zehir görünür oluyor. Dış dünyaya gözlerini kapatmanın bir yararı yok yani, içteki zehir mevcut olduktan sonra. Ne de olsa en uygun fırsatta bu zehir kendini gösterecek. Zehir dediğimiz de aslında vakti zamanında olmuş bir yara. Dokunulduğunda acıyan bir yara. Şefkat, kucaklanma isteyen bir yara. Şifalanınca, kişiyi bütünleştirecek bir fırsat.

Belki önce bu yanı kucaklamak, üzülür ağlarken ya da kızıp bağırırken, yanında oturmak, kendini ifade etmesine fırsat yaratmak uygun olur.

- Belki bu kurban, çaresiz, güçsüz hisseden yanı konuşturmak için yazabiliriz. Ona bir isim verip, sorular sorup, onu tanımaya çalışabiliriz. Bunun için sağ elle soruyu yazıp, sol elle cevaplama yöntemini kullanabiliriz içimize uygun geliyorsa.

- Ya da bu güçsüzlük, çaresizlik, kurban hissetme enerjisi bedenimde nerede oturuyor diye bakabiliriz. Bedenimizden gelen sinyali izleriz, ağrı, basınç varsa, bunlara dikkatimizi veririz. Bedenin kendini ifadesine izin verir, izleriz olan biteni. Bu süreçte bir anı, bir görüntü geliyorsa, bunları fark eder, yine izlemeye devam ederiz. Sonra çıkanları değerlendiririz.

- Gücümüzü hissetmek, başkalarına verdiğimiz gücümüzü tekrar elimize almak için neler yapabileceğimize ilişkin bir eylem planı yapabiliriz. Tabii bundan önce günlük yaşamda nerede gücü başkalarına teslim ettiğimizi fark etmek için kendimizi gözlemleyebiliriz.

Bunlar hemen aklıma gelen birkaç öneri. Elbette bu yarayı şifalandırmanın, bu enerji ile çalışmanın çok farklı yolları olabilir, kendimize en uygun olanı/ları araştırmakta fayda var. Zira toplum tarihimize de baktığımda bizim en çok acı çekmemize sebep olan yaralardan biri, bu kurban hissetme, çaresizlik, güçsüzlük, değersizlik, yetersizlik yarası gibi görünüyor. Bu enerji ya acı çekmemize, ya da acı çektirmemize (dolayısıyla acı çekmemize) sebep olmuş anladığım kadarıyla. Bütün için bir şey yapmak istiyorsak, bu yarayı şifalandırmaktan başlamakta fayda olabilir. Ortak bilincimizde bol bol olduğunu tahmin ettiğim bu enerjinin kendi payımıza düşenini şifalandırdığımızda kimbilir belki diğerleri için de bu süreci kolaylaştırmış olabiliriz.

Sonra da ortalık sakinledikten, zihin dinginleştikten sonra “Peki ben burada ne yapabilirim? Burada katkıda bulunabileceğim ne var? Nerede durayım?” diye bakmak ve harekete geçmek. Zaten zihnimiz sakinse, ferahsa, harekete geçmek için çabaya gerek olmuyor, akıp gidiyor eylem. Yaşamla dans bu. Ne yardım, ne destek, ne dayanışma, ne de hizmet, yalnızca kutlama, yalnızca yaşamla dans…

Hepimize nice böylesine danslar kısmet olması dileğiyle…


Yarın: Yeni bir kervan yola çıkmaya hazır mı :)))

11 Kasım 2008 Salı

Bir Göz İçe, Bir Göz Dışa- 2

Günlük olan biteni izleme sürecinde bir farkındalığım daha oldu. 14 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz eden yazar ve adli tıp raporuna ilişkin olayı daha önce fark etmediğim farklı bir açıdan gördüm bir gün. Bu kişiler sebebiyle, ülkede ne kadar büyük bir farkındalık yaşandığını görüyorum. 1981den beri çocuk haklarına, çocuklara yönelik çalışmaları takip ediyorum, bir dönem de içinde yer aldım bazı çalışmaların.

Yıllardır çocuklara tacizle ilgili çalışan, emek verenleri, toplumda farkındalık yaratmaya çalışanları izliyorum. Kendim de yıllarca sosyal hizmetler alanında çalışmış biri olarak çok derin hayalkırıklıkları yaşamışlığım var, ümitsizlik yerleşmiş hücrelerime. Oysa bu olayı izlerken, toplumdan yükselen sesleri biraz şaşkınlık, biraz sevinçle izliyorum. Yürüyüş yapan kadınlar, yasa değişikliği için uğraşanlar, televizyonlarda anne babaları bilinçlendiren konuşmalar yapanlar, harekete geçen Bakanlık. Tabu olan aile içi taciz konusunun tartışılıyor olması. Geçenlerde televizyonda dini sohbet yapan bir kişinin bu konuda çok doğru (en azından bana göre) farkındalık uyandıran sözleri ve bunları dinleyen farklı bir kitle...

Toplumda bu konuda bir hareket oluştu, sarsılıyor, yeni bir düzleme oturana kadar da sarsılacak görünüyor. Nereye oturacak bilemem ama şu ana kadar izlediğim konuşmalar, tartışmalar saygılı, özenli, dikkatli, farkındalıklı bir düzene ilişkin. (Bu yazıyı birkaç gün önce yazmıştım. Dün haberlerde yönetimdekilerin bu konuya ilişkin insan haklarında geriye doğru düzenleme çabalarını izledim. Demek toplumda daha da yoğun bir bilinçlenme, daha büyük bir sıçrama ihtiyacı, fırsatı var.) Önceleri bu yazara ve adli tıp yetkililerine kızarken, birden toplumda yarattıkları depremle nelere vesile olduklarını düşündüm. Sanki toplumda farkındalık yaratmak için, zor bir rol üstlenmiş oyuncular gibiler. Hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir. Şimdi gördüğüm gibi bile olmayabilir. Müthiş bir düzenin içinde seyir halindeyiz, değil mi?

Bu olay bana bir şey daha düşündürdü. Yıllarca bu alanda emek vermiş ama hiçbir yere adım atamadığımızı düşünenler (içlerinde ben de var(d)ım) için bir içgörü fırsatı var bu olayın içinde. Kendi iç alemimiz için geçerli olan bir kural, toplum için de söz konusu. Suyu buharlaştırmak için ateşe koyduğumuzda, 70 derecede su, 80 derecede su… 90 derecede hala su diye ümidimizi kaybedip, hayal kırıklığına uğrayıp ateşin altını kapatmanın alemi var mı? Sabır gerek. Evrenin yasalarının bilgisine dayanan bir sabır ve sükunet. 98 derece hala su, 99 derece hala su. Ve 100 derece, buhar. Niceliksel değişim, niteliksel değişimi oluşturdu. Her bir derecenin önemi aynı, değeri aynı, biri olmasa sonuç olamıyor. Önemli olan içten, özümüzden, doğamızdan açıklıkla bildiğimiz, hissettiğimiz değerlere uygun yaşamak, eylemek, bu yönde dayanışmak.

Bugün bu taciz olayına ilişkin bunca hareket varsa, bunca yıl insan hakları, çocuk hakları, özgürlük, şefkat, bilgelik yolunda emek vermiş olanların emeklerinin sonucu. Biz küçük dünyamızda yaptıklarımızın, seçimlerimizin bütünü nasıl etkilediğini göremiyoruz. Görseydik, çok şaşırırdık herhalde. Her bir küçük seçimimiz suyu buhara dönüştüren yolda bir derece, hem kendimiz için, hem de bütün için. Önemliyiz yani. O sebeple yüzümüzü toplumun, dünyanın yaşadıklarından döndürürsek, gözlerimizi, kulaklarımızı kaparsak, “bir derece” eksik kalıyor.

Peki duygusal yorgunluğa uğramadan, zehirlenmeden nasıl izleyebiliriz olan biteni? Ara ara kendini toplumsal acılarla hücrelerini tıka basa dolduracak kadar zehirlemiş (!) biri olarak, bugün diyebiliyorum ki, “kalbimizi kapatarak değil, tam tersine kalbimizi sonuna kadar açarak olana bakabiliriz.” Kaçarak, görmemeye çalışarak, bir cam arkasından izlermiş gibi değil, fırtınanın kalbine ilerleyerek, bakabiliriz. Özdeşleşmeden, farkında olarak, gözümüzü dikip bakarak. Aynı kendi iç dünyamızda yaptığımız gibi. Dışarıda olan biteni izlerken, bir gözümüzle de içte nasıl tepki verdiğimizi izleyerek. Toplum olaylarından öğrenilecek çok şey var, kendi iç dünyamıza dair de.

Küçük bir öneri: televizyonda haberleri izlemeden, gazeteyi okumadan birkaç saniye bedenimizi izleyebiliriz. Tüm dikkatimizi bedenimize verip, küçük çapta bir oturma çalışması yapabiliriz. Bu uygulamayı (vipassana) bilmeyenler için: oturduğumuzu fark edebiliriz, dikkatimizi ayak tabanlarımıza götürüp, oradaki hisleri (sıcak, serin, sert, yumuşak, karıncalanma, ağrı, batma, basınç gibi) gözlemleriz, sonra ellerimizdeki, sırtımızdaki, yüzümüzdeki (böyle bir sıraya gerek yok, örnek olsun diye yazıyorum) hisleri gözlemleriz. Bu gözlemleme düşünme şeklinde değil, doğrudan ne hissediyorsak, onu hissetme şeklinde olur. Dilediğimiz bir süre dikkatimizi bedenimize verip, o andaki gerçekle temasımızı kuvvetlendirdikten sonra, televizyonda olan biteni izlediğimizde olanların akışına (kimi zamanda medyanın gayretiyle duygu sömürüsü haline gelen) kapılmadan çevremizden haberdar olabiliriz. Yine izlerken, ara ara dikkatimizi bedenimize getirmemiz bizi an’a odaklayacak, bir yerlere savruluyorsak, bizi an’a çıpalayacak bir önlem olabilir.

Yarın: Olanları izlerken, zehirlenmemizin sebeplerinden biri de, hissettiğimiz çaresizlik, ne yapacağını bilememek, nerede duracağını bilememek olabilir.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Bir Göz İçe, Bir Göz Dışa...

Geçenlerde sevdiğim bir tanıdığımla telefonla konuşuyorduk. Birbirimizi çok tanımıyoruz ama derin, güzel bir bağ var aramızda. Hal hatır sorduk tabii. “İyiyim” deyip, geçiştirmek yerine, daha gerçeğe uygun bir cevap vermek istedim. “Kendi yaşamımda her şey yolunda çok şükür. Yuvarlanıp gidiyoruz. Ancak son günlerde ülkede ve dünyada olanları dikkatle izliyorum. Keyfim kaçıyor.” dedim. Tanıdığım tüm iyiniyetiyle belki yardımcı olur diye “Biz televizyon izlemiyoruz. Haberler toksik madde gibi zehirliyor insanı” dedi. Cepten konuştuğumuz için, daha detaylı konuşamadık, diğer konulara geçtik. Belki başka bir şey kast etmiştir, çok yakından tanımadığım için bilemem. Önemli de değil. Bana bu haliyle düşündürdüklerini paylaşmak ve yazarak farkındalığımı artırmak niyetindeyim.

Bir olumlu düşünme furyası gidiyor yıllardır. Güzel düşünenin eylemi de güzel olur. Buna diyecek yok. Ancak bu furyada kimi zaman olumsuz enerjiden kaçmak öneriliyor. “Haberleri seyretmeyin, gazete okumayın, kendinizi zehirlemeyin.” Nasıl kendi iç dünyamızda korku, öfke, yargılama, kıskançlık enerjilerini gördüğümüzde, diyar diyar kaçmalara kalkıyorsak, aynı tutumu dış dünyada da sergileyebiliyoruz. Kulaklarımızı kapatırsak, yok olacağını ümit ediyoruz belki de. Her yerde aynıyız yani, iç dünyada da, dış dünyada da. Oysa her bir kaçma eylemi, tozları halının altına süpürmekten başka bir şey değil. İçimizdeki güzellikleri fark etme, genişletme fırsatını kaçırmaktan başka bir şey değil. Günümüzde çeşitli yerlerde akışa bırakmanın altı yoğun olarak çizilirken, bazen akışı kendimizin de yarattığını unutup, pasifliğe yatıveriyoruz.

Belki yaşamımızın bu döneminde kendi küçük dünyamızda, evimizde, ailemizle, arkadaşlarımızla ilişkilerimizde, bereket içindeki yaşamımızda hoşnuduz. Hatta kimi zaman bir kuş cıvıltısında, yağmur sesinde, gün batımında, mandalina kokusunda içimizi tarifsiz mutluluklar kaplıyor. Yaşamımızdakiler için şükrediyoruz belki her sabah.

Böyle bir yaşamda vicdanımda bir huzursuzluk hissediyorum. “Ee, ne var, rahat mı batıyor” demek mümkün. Evet, bir şey batıyor. Başkalarının acısı yüreğime batıyor. Ateş düştüğü yeri yakar derler, tamamen katılıyorum. Deneyimlerden gördüğüm o ki, yaşamadan insan yaşananı tam hissedemiyor. Ancak başkalarının acısına tanık olduğumda ateş benim de yüreğime düşüyor. Başkası kendim ayrımını yapamaz hale geliyorum. Aynı şekilde insani değerlerin –düşüncelilik, özen, dayanışma, dürüstlük, cesaret gibi- yoğun olduğu sahneler gördüğümde de yüreğim kabarıyor, tarifsiz bir mutluluk hissediyorum. Başkası- kendim ayrımının bilincinde olmuyorum. Bu hali tanıyorsunuz, eminim hepimiz bunu sık sık yaşıyoruz.

Hepimiz bir ağın parçasıysak, kendimizi ne kadar ayrı tutmaya, korumaya çalışırsak, çalışalım, ağdaki titreşimi hissetmememize olanak yok. Ancak bundan nasıl etkileneceğimizi seçebiliriz elbette. Biliyoruz ki, bütünlük, birlik bilinci bu durumun farkında olmak demek. Peki bunu bile bile, çevremizde olanlardan haberdar olmamak için gösterdiğimiz gayret ne kadar anlamlı? Bize faydası mı var, yoksa bazı idrakleri geciktiriyor mu? Bu gayret sonucunda, bütün içindeki yerimizin bilincini kaybediyor olabilir miyiz? İçinde yaşadığımız coğrafyada şu anda yaşıyor olmamızın gördüğümüzden daha geniş bir anlamı olabilir mi? “Makro kozmos ne ise, mikro kozmos da öyledir” derler. Her daim içimize dönüp, öğreneceklerimiz olmakla beraber, daha geniş çevremizde olan bitenden öğreneceklerimiz de olabilir mi? Ülkenin, dünyanın bu haline –dramanın hızlı akıntısına kapılmadan-dikkatlice bakarak acaba farkındalığımızı, idrakimizi artırabilir miyiz? Aynı iç dünyamızda yaptığımız gibi, olan bitenin yanında sakince oturup, şefkat ve bilgelikten kaynaklanan eyleme geçebilir miyiz?

Elbette medyanın haberleri sunuş tarzı duygusal olarak insanı çok yoruyor. Yoğun olarak takip ettiğimizde paçamızı kaptırabiliyoruz, zihnimiz girdaba kapılabiliyor. Geçenlerde farklı bir sessiz dönem yapayım dedim. Telefonları kapadım. Hem Osmanlı’nın son dönemini anlatan bir kitap okuduğum, hem dünyada, ülkede olanları daha yoğun izlediğim, hem de Türkiye’nin yakın geçmişini izlediğim birkaç gün geçirdim. Doz o kadar fazlaydı ki, bir ara ağırlıktan altında kalıp eziliyorum sandım. Geçirilen acıların –kimin, ne için çekiyor olduğundan bağımsız olarak- üzüntüsü kapladı içimi.

Olmuş bitmişi okurken, olan biteni izlerken; insanlık olarak cennet yanımızda dururken, kendi elimizle nasıl cehennemi yarattığımızı bir kez daha gördüm. İçteki ifade edilememiş, görülmemiş incinmişliklerin, korkuların, hayalkırıklıklarının toplumsal olarak ne kadar büyük acılar doğurduğunu izledim. Bir yandan da en acı sonuçlara vesile olanların da aslında çok talihsiz yöntemlerle mutlu olmaya çalıştıklarını düşündüm. İç alemde yaşadıkları kaybolmuşlukları (elbette kendi yorumuma göre) hissettim, nice kaybolmuşluk yaşamış, yaşayan biri olarak… Acı çeken ve acı vereni bu kadar kavrayabildiğim bir başka zaman hatırlayamıyorum. Bu iki yanı kavrayabilme hali fırtınanın merkezinde durma kararlılığım yüzünden oldu diye tahmin ediyorum.


Yarın: "Bu süreçte bir farkındalığım daha oldu. 14 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz eden yazar ve adli tıp raporuna ilişkin olayı daha önce fark etmediğim farklı bir açıdan gördüm bir gün."

7 Kasım 2008 Cuma

Bilgelikten Doğan Eylem...

Her şey gelip geçiyor.

Bir gün baktık bloglara erişemiyoruz, ne olduğunu anlayana kadar bir baktık bloglara girebiliyoruz. Bu süreçte erişimi tekrar sağlamada emeği geçmiş olanlara teşekkürler.

Yaşam da böyle sürprizlerle dolu değil mi? Her köşeden yeni bir sürpriz çıkıyor, önemli olan bunlara nasıl karşılık verdiğimiz. Bilgelikten, şefkatten kaynaklanan, doğan karşılıklar… Olan karşısında kabullenip, pasif kalmak uygun değil her zaman. Bazen spiritüel konularla ilgilenenler kabullenmeyi pasif olmakla aynı şey olarak algılayabiliyoruz. Olana karşılık vermek yerine seyretmeyi seçebiliyoruz ve bunu spiritüel bir uygulama diye düşünebiliyoruz. Oysa bu birlikte yaşadığımız örnekte olduğu gibi, blog sahipleri sessizce sineye çekseydi bu erişememe halini, itiraz etmeselerdi, bu satırları yazamaz, okuyamaz olacaktık, ya da dolaylı yolları kullanmak zorunda kalacaktık.

Nerede sesimizi çıkaracağımızı bilmek bilgelik olsa gerek…

Ayrıca sesimizi nasıl çıkaracağımızı bilmek de başka bir bilgelik…

Tavındayken, en uygun zamanlamayla, gecikmeden sesi çıkarmak da daha başka bir bilgelik…

Sesi daha kolay, güçlü duyurmak için kimlerle birleşmenin uygun olduğunu görmek ve birliktelik oluşturmak da bilgeliğin başka bir yönü…

Bu bilgeliklerle bağlantıda olanlara ne mutlu… Darısı hepimizin başına…

Hem size, hem kendime şefkatten doğan nice bilgelikler, bu yönde farkındalık sıçramaları diliyorum can-ı gönülden…


Not: Daha önce yazmaya başladığım bir konu (yaşamdaki rüzgarlar) yarım kaldı, ilerleyen günlerde devamını yazacağım. Zira ille o konuda yazayım, sonra içime gelenleri yazayım dedikçe, tıkandım, hiç bir şey yazamaz oldum. Önce içimde birikmiş olanları yazayım diye bir seçim yaptım da, sıralı yazma hapishanesinden çıktım. Sırası gelince, bir ihtimal farkındalığım arttıkça, devamı gelecek :) Bekliyoruz hep birlikte :)