17 Eylül 2007 Pazartesi

Kalkan – Bezirgân

13 Nisan 2007

Kalkan’dan Bezirgân yönüne gitmek için, önce şehirlerarası yoldan Kaş yönüne yürümek gerekiyor. Akbel tarafından geldiğimde merkeze ulaşmak için S çizen yolda epey yürüyüp, yorulduğum için, bu kez ana yola çıkan kestirme yolları buldum. Kestirme mestirme ama elbette tırmanma. Yola çıktıktan sonrası epey bir süre düz. Kalkan’a tepeden bakmak çok güzel, özellikle de sabah erkenden yola çıktığım için sabah ışığında Kalkan Koyu çok güzel görünüyor. Yine de keşke Kaş’a giden minibüslere binseydim diye düşündüm. Sabah erken bir minibüs vardı. Zira Kalkan bitti tabelasından bile epey sonra içeri sapılıyor ve patikaya ulaşılıyor. Ana yolda sağda elektrik direklerinin üzerinde işaretler var, gayet rahat takip ediliyor.

Sonra tam yol aşağıya doğru inmeye başladığında solda kayaların üzerinde bir işaret var. Minibüse binilmişse, burada inilecek. Solda sapılacak yolun başında evler var. Hatta önce bir evin bahçesine giriyorum zannettim. Değil, patika evlerin karşısındaki yamaçta. Sanırım oraya yeni bir toprak yol açılmış buldozerle ve patikanın işaretleri karışmış. Yine de bulabildim ve tırmandım da tırmandım.

Bu kez de yüküm nasıl ağır. Daha önce susuz kalmış olmanın dersiyle 2 litre su taşıyorum. Bir de önceki gün Kalkan pazarından aldığım 1 kilo elmayı taşıyorum. Taşıyorum ama bir yandan da kendime kızıyorum, niçin bir kilo aldım diye. Bir yandan da kendime laf yetiştiriyorum, yola çıktığımdan beri, yani iki haftada meyve olarak toplam 3 portakal yemişim, hepsi bu. Başka hiçbir meyve yiyemedim. Manav yok, pansiyonlarda meyve yok. Pazarı görünce fırsat bu fırsat diye meyve aldım tabii. Ama şimdi bu yokuşta taşımak zor. Yine de elmaların kısmetlisi var, henüz bilmiyorum.

Taşlar, kayalar, zeytin ağaçları, mis kokulu gevenler arasından tırmandıktan sonra solda bir düzlük görülüyor, onun kenarından yürünüyor. Karşıya bakınca sola doğru tepede birkaç katlı binalar var, ilk hedef olan su sarnıcı (kitapta Osmanlı sarnıcı olarak geçiyor) o binaların arkasında anladığım. Yine de bizim işaretler biraz dolanarak oraya varıyor. Bu binaları gördükten biraz sonra bir başka düzlükten geçiliyor, işte orası tam bir cennet. Öbek öbek kırmızı, öbek öbek mor, öbek öbek beyaz. Gelincikler, papatyalar, fiğ. Yüreğim hopluyor baktıkça, şimdi bile yazarken kalbim büyüyor sanki. Doğanın bahçesi rengârenk. Nasıl geniş de bir düzlük. Yüreğimi genişletiyor, coşkuyla dolduruyor.

Bu düzlüğün hemen yanında toprak bir araba yolu var. Oraya çıkıyor işaretler, tırmanıyorum o yolda. Evler başlıyor biraz sonra. Sarnıç evlerin arasında mı diye bakınıyorum. Değilmiş. Sarnıç yolun tam ortasında tam tepede. Kocaman bir sarnıç. Bu tipte gördüğüm en büyük sarnıç herhalde. İçi de su dolu. Kate’in kitapta sözünü ettiği garip hayvan resmini arıyorum, hemen sarnıcın ağzının yanında. Dediği kadar var, hiçbir tür hayvana benzemiyor. Sıvaya çizilmiş. Sanki ağzından ateş çıkıyor, uzun tırnakları var, biraz da tombul. Biri eğlence olsun diye çizdi belki de… Hangi tarihte acaba…

Kalkan’daki pansiyonun kapısından bu sarnıca tam 3 saatte gelmişim. Kitapta yazanın neredeyse iki katı, bu Kate uçtu mu acaba diye merak ediyorum. Sarnıcın yanında çok yaşlı iki ağacın gölgesine oturacak yer yapmışlar. Oraya çıkıp dinleniyorum. Niye yerden yüksek bir oturma yeri yapmışlar bilmiyorum ama sonra aynı tip oturma yerlerini birçok yerde göreceğim, yöresel bir yapı herhalde. Tam sarnıcın yanında Akbel 3 km yazan Likya yolu tabelası var. Demek oradan da gelinebiliyormuş. Bezirgân tabelası da var, onu izleyerek mezarlıkla evlerin arasındaki traktör yolundan yukarı tırmanıyorum. Önce yol çok geniş, yolda köylülerle laflıyorum, bana “Şu tepeyi aşacaksın, arkası Bezirgân” diyorlar.

Tepe dedikleri nasıl yüksek görünüyor gözüme, bir de patika falan görünmüyor aşağıdan. Yoksa kaya tırmanışı falan mı yapacağım diye endişe düşünceleri uçuşuyor zihnimde. Zihnim kendini yora dursun, ayaklarım yavaş yavaş tırmanmaya devam ediyor. Yol sonra daralıyor ama yine de bir patika için gayet geniş. Rahat yürünüyor. Kaya tırmanışı endişesi yine boş çıkıyor. Beni en çok yoran şu zihnim mi yoksa :)

‘Olamaz, burada patika olacak yer yok’ endişesi, hatta paniği Likya yolu yürüyüşünün geri kalanında da ara ara geldi içime. Bazen bir tepeye baktığımda, hiç patika ya da yol göremiyordum, hatta bunların olabileceğine ilişkin en ufak bir emare de göremiyordum. Bu sarp tepeye nasıl çıkarım diye endişeleniyordum. Oysa yolda adım adım yürüdükçe, önümde yayla gibi yol açıldı her seferinde. Belki yaşam da böyle, bazen gitmek istediğimiz yönü açıklıkla biliyoruz, ancak önümüze baktığımızda yol çok çetin ve zorlu görünüyor. Hatta başaramam diye düşünüyoruz. Oysa çoğunlukla küçük küçük adımlar attıkça, ayağımızın altında yol beliriveriyor ve hiç de endişelenecek bir şey olmadığını görüyoruz. Çok yıllar önce vakıftayken, Türkiye’nin ilk çocuk tutukevinde çalışmamız istenmişti. Tam sarp bir kaya gibi göründü orada çalışmak ilk başta, hiçbir patika yok gibi. Ancak biz adım attıkça, yol belirdi, bazı yerlerde de yol olabilecek yerler belirdi, dağcıların ‘karda iz açma’ dedikleri gibi yol açtık arkadan gelenlere. Bu dersi yaşamımda her zaman hatırlamayı çok istiyorum, nereye gideceğimi kalbimde hissettiğimde, küçük de olsa o yöne adım atmaya devam edeyim yol yok gibi görünse bile. Hatırlayayım ki, yol ayağımın altında beliriyor her seferinde.

İşte önümde adım adım beliren bu patikada Bezirgan’a doğru tıngır mıngır yürüyorum. Patika sürekli çıkış ve de hiç ağaç yok. Güneş sıcak. Arada dönüp aşağıya bakıyorum, nefesim kesiliyor güzellikten. Yukarı doğru çıktıkça manzara değişiyor ve gittikçe güzelleşiyor. Bazen güzellikleri yaşamak için epey emek vermek gerekiyor diye düşünüyorum.

Sarnıç’tan Kate’in kitabında yazan tepedeki boş eve varışım bir buçuk saati buldu. Bu evi görünce tırmanışın bittiğini zannediyorum bir süre. Şöyle bir duruyorum, kimseler yok, doğanın ortasında tepelerde bir başınayım. Birkaç ağaç var. Güzel bir yer. Bir şeyler atıştırayım diye düşünüyorum. Çantamı indiriyorum ki bir takırtı, hışırtı. Aklım gidiyor. İnsan mı yürüyor, büyük bir hayvan mı anlayamıyorum. Dikkatle dönüp sesin geldiği yere bakıyorum ki, kaplumbağalar. Kardeşim bu kadar mı ses çıkarılır! Bu bölgede o kadar çok kaplumbağa var ki, herhalde hayatımda ilk kez bir kaplumbağa kasabasına misafir oluyorum. Bir de kaplumbağalar yavaş yürür diyorlar, buradakiler epey hızlı. Bir tür sarı çiçek var, onu yiyorlar. Başka bir sarı çiçek var, onu yemiyorlar. Epey de iştahları açık. Boyunları kırış kırış ya, saçları dökülmüş çok yaşlı adamlar gibiler, hızlı hızlı yürüyüp çiçekleri yutmalarını seyrettim bir süre. Sonra küçük bir kaplumbağa kendisinden epey büyük bir kaplumbağanın kabuğuna vurmaya başladı. Öbürü yürüyor aldırmadan, bu takip edip tak diye kabuğuyla vuruyor. Önce hiçbir anlam veremedim, acaba annesi mi diye düşündüm, yoksa kızmış da bu bir şiddet gösterisi mi diye düşündüm. Uzun bir takip oldu. En sonunda hala pek de emin değilim ama çiftleşme öncesi bir oyun olduğu kanaatine vardım… :)

Fotoğraf Üçağız'da tanıştığım Liliah ve Itzik Dagai'nin kendi yürüyüşlerinden:


Kaplumbağalardan dikkatimi ayırınca keçi sesleri duymaya başladığımı fark ettim. Yine çantayı yüklendim, yürümeye başladım ve tepede keçiler gördüm. Keçilere bakarken, bir de kuyruk gördüm. İnsanın endişelendiği şeye ilişkin algısı ne kadar keskin olabiliyor. Bilgisayara ‘köpek’ kaydını koymuşum, o dağda taşta onca keçi arasında ve onca yükseklikte köpeğin kuyruğunu tanıdı. Bu süreci izlemek çok ilginçti. Beyinde hemen kırmızı alarm bayrakları çıktı. Köpek var, köpek var! Bir sonraki işlem çobanı bulmak. Ara ara, göremiyorum. Tepelerde küçük, yuvarlak bir karaltı var ama gölge mi, çoban mı kestiremiyorum. Bir yandan yürüyorum, bir yandan gözler şahin kesildi. Neyse çobanlar uzun süre sessiz kalamıyorlar herhalde, keçilere bağırmaya başladı çoban. Sesi duydum ama cismi göremiyorum. Artık o yöne doğru “merhaba” diye bağırdım. O yuvarlak karaltı ince uzun bir çizgi oldu. Nasıl tepede anlayın. Çizgi yavaş yavaş aşağı doğru inmeye başladı. Bu yolculuğa çıkmadan neredeyse tüm zamanımı inzivada gibi konuşmadan, kimseleri görmeden geçireceğimi sanmıştım. Bütün yolculuk boyunca yollarda hiç kimseyi görmediğim bir sefer bile olmadı. Mutlaka bir ya da birkaç çobanla karşılaştım.

Bu çoban da diğerleri gibi garip sesler çıkarıyor. Bu kadar değişik sesten keçilerin ne yapmaları gerektiğini anladıklarından kuşkuluyum. Bana sanki çobanlar bu sesleri çıkarmaktan hoşlanıyorlar gibi geldi. Sesleri yankılanıyor, avazları çıktığı kadar bağırıyorlar, vahşi batı filmlerinde izlediğimiz kovboylar gibi çığlık çığlığalar. Bu çobana dayanamayıp sordum, keçiler söylediklerini anlıyor mu diye. Şaşkın bir yüzle baktı, böyle abes bir soru sorulur mu gibi, “Tabii” dedi. Epey bir konuştuk, keçi fiyatları, arazi fiyatları, geçim derdi falan.

Sonra pek çok turist grubunun bu yolu yürüdüklerini anlattı. Ama çoğunlukla yaşlılar yürüyormuş. Aralarında rahatsızlananlar da olmuş. Hakikaten yaşlı bir insan için sıcakta epey zor bir parkur olabilir. Ama normal sağlıktaki bir insan için, gayet yürünür bir yol. Çobana yanımdaki elmalardan veriyorum, pek memnun kalıyor, hava sıcak. Sarnıcın kovasını bulamıyor bir yerde. Su da veriyorum. Demek bu çobanın rızkını taşıyormuşum onca saattir. Tırmandıkça tırmanıyorum, manzaranın güzelliği içimi yıkıyor. Sonunda tırmanma bitiyor, kısa bir süre düz yürüyorum. Yol inişe geçiyor görüyorum. Tahminim Bezirgân’a çok yaklaştım. Bezirgan’a varmadan bir yemek molası veriyorum. Molada üzerinde oturduğum taşa yakından bakınca, pırıl pırıl parladığını görüyorum. Kristal herhalde. Bizim ülkenin de dağı taşı kristal ne ilginç. Yolda daha pek çok yerde kristal kayalar görüyorum.

Yemeğimi bitiriyorum ki, köylü bir kadın geliyor. Onunla konuşuyorum, daha doğrusu onu dinliyorum uzun bir süre ve sonra beraber Bezirgan’a yürüyoruz. Bezirgan’ın girişinde sağda yan yana ahşap ambarlar var. Ambarların hemen bitiminde Bezirgan’ın tek pansiyonunun tabelası var. Bunu takip ediyorum.

Bezirgan Konaklama: Owlsland Pansiyonu

Owlsland Pansiyonu’na varmak için epey yürüyorum. Evler geçiyorum, terk edilmiş mi, yoksa hala içinde yaşanıyor mu anlamıyorum. Yıkık dökük ama bazen böyle yerlerde yaşandığını da gördüm. Etrafta kimse yok. Aniden bir köpek havlayarak bana koştu. Çoban köpeği olmadığı sürece, köpeklerle bir şekilde iletişim kurabileceğimi ümit ediyorum. Köpekle uzun uzun konuşuyorum: Evini korumak istediğini, benim bir hırsız olacağımdan endişelendiğini anladığımı, ancak hiç öyle bir niyetim olmadığını anlatıyorum. O havlamasını sürdürüyor. Ağır çantamla sonunda pes eden ben oluyorum tabii, anlayış da bir yere kadar. Yürümeye devam ediyorum. O arkamdan havlıyor, bir yandan da beni takip ediyor. Diğer evlerden farklı bir binaya geliyorum, çok da güzel bir bahçesi var. İçeride dışarıda bir sürü köpek. Yaygaracı köpekle birlikte birkaçı daha bağırmaya başlıyor. Ama ben artık korkamayacak kadar yorgunum, aldırmıyorum. Bu kadar şamataya içeriden biri çıkıyor. İskoçya’nın bir köyünden gelmiş Pauline. Bezirgân’da doğmuş bir Türk ile evlenmiş. Uzun süredir burada yaşıyorlarmış. Çok iyi Türkçe biliyor. Kayınvalidesinin evini satın almış ve aslına uygun restore etmiş, pansiyon olarak işletiyor. Rahat bir yer. Sıcak suyu var. Güzel sedirler yapmışlar. Fiyatları yabancı turistler için düzenlenmiş. Oda kahvaltı 34 Euro, yarım pansiyon 54 Euro. Bu yolculuğa ayırdığım bütçe için epey yüksek fiyatlar, ama başka çarem yok, zira o sırada kalabileceğim başka bir yer bilmiyorum.

Akşam yemeğini çantadaki nevaleyle idare ediyorum. Odada su ısıtıcı, fincan var. Çorba yapıyorum. O hazır çorbalar bir lezzetli geliyor insana açken. Odada soba var. Yayla tabii orası. Güneş çekilince nasıl soğuk. Sobayı da çok güzel hazırlamışlar, kolayca yaktım. Köy evi pikniği havasındayım. Bir de yolculuğun bir yerinde keyfim kaçarsa, moral olsun diye yanımda taşıdığım 3 earl grey çay var :) Birini keyifle içiyorum. (Diğer iki tanesini eve geri getirdim, gerek olmadı :)) Pansiyonda en ilgimi çeken kapı kilidi oldu. Dışarıdan kapıyı açmak için, kapının tepesindeki deliğe parmağınızı sokuyorsunuz ve oradaki esnek tahtayı itiyorsunuz, kapı açılıyor. Başkaca da bir kilit yok. Yani kapılar yalnızca hayvanlar ve çocuklar için kilitli. Aynı sistemi sonra Aperlae’deki eski evde de görüyorum, demek yine bu yörenin bir özelliği. Sabah kahvaltısı epey zengin, Pauline’in kendi yaptığı reçeller, çeşit çeşit peynirler.

Köy içinde gezerken, camdan bakan bir köylü kadınla laflıyoruz ve tesadüf bu ki, bu kadın yıllardır rehberlerin getirdiği turist gruplara yemek veriyormuş. Bir odası da varmış yatılı misafir ağırlayabileceği. Ortadaki caminin hemen yanında bu ev. Telefonunu aldım, gerekene verebilirim.

(Owlsland: Pauline Şalvarlı - 0242 8375214 http://www.owlsland.com/ )

Bezirgân:

Dümdüz bir yayla. Onca yüksekte, onca dağ arasında bu kadar düz bir zemin çok güzel görünüyor. Yemyeşil buğday tarlaları, elma bahçeleri, birkaç ev, uzakta karlı dağlar. Henüz Nisan’ın ikinci haftası, gölgeler, geceler soğuk. Konuştuğum köylüler erken geldiğimi söylediler. “Mayıs’ta daha güzel olur yaylalar” dediler. Hakikaten gelincikler bile açmamış henüz. Ama diri, harika bir hava var. Köyde bir bakkal dükkânı var. Daha yeni reklâmını gördüğüm bisküviler bile vardı dükkânda, tabii yine kuru gıda. Herkes meyvesini sebzesini kendi yetiştiriyor. Ekmek sabahları bir arabayla geliyormuş, herkes oradan alıyormuş. Akşam yemeği ve de ertesi gün öğle yemeği için ekmek olsa iyi olurdu diye düşünüyorum, bu ihtiyacımı dile getiriyorum. Bakkal derin dondurucudan donmuş bir ekmek çıkarıyor. O sırada bir amca “Bende ekmek var” diye kayboluyor, biraz sonra dilimlenmiş kepekli ekmekle geliyor. “Ne kadar istiyorsan al” diyor, alıyorum. “Burada seni aç bırakmayız” diyor. İçime nasıl iyi geliyor sözleri.

Bezirgân’dan sanıyorum sabah ve akşam üzeri minibüs var.

Cep telefonu çekiyor diye hatırlıyorum. En azından tüm parkurda çekiyordu, zira tepedeki çoban ile cep telefonu muhabbeti yaptığımızı hatırlıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder