30 Eylül 2008 Salı

Yola Işık Tutan Sözler: Madem ki

İbnu Yusuf, 4.8.2008, www.flickr.com



Madem ki elim, senin gökyüzüne ulaşmıyor,

secde ediyorum da yeryüzünü öpüyorum.


Mevlana




Bugünler hep Mevlana'dan gidiyoruz ama bu söz gözüme pek parladı bugün.


Tüm varlıkları, sözden eyleme geçen sevgiyi, özeni, inceliği, derin bağlantıyı, paylaşmayı, dayanışmayı, içten neşeyi, yaşamı kutluyorum sevgiyle...


26 Eylül 2008 Cuma

Sonbaharı Süpürmek





Her şeyi süpürebilirsin, sonbaharı süpüremezsin.



Özdemir Asaf




Sonbaharın güzelliklerini görüyor muyuz? Göçen kuş sürüsü gördük mü bu sene mesela? Hangi ağacın kurumuş yaprağını en çok seviyor, estetik buluyoruz mesela? Sonbaharın hangi özelliği içimizi coşturuyor? Herşeyin değiştiğini, tutunmanın boşuna olduğunu, varken değerini bilmenin önemini doğa bize rengarenk anlatıyor mu?






Bugün 16. gün... Yeni farkındalıklar beliriyor mu?

25 Eylül 2008 Perşembe

Dualitenin Bir Yanına Tutunduğumuzda

Birkaç gün önce eski notlara göz gezdiriyordum. İngiltere'deki Dharma Facilitators Program'da Mayıs 2005'te Christopher Titmuss'un söylediği bir sözü gördüm. Başını sonunu not almamışım, kendi başına öylece duran bir söz. Üzerinde düşünmek, yaşamda uygulanışına bakmak, gerçeği yansıtıp yansıtmadığını görmek için dikkatime aldım. Bir görüşü olan varsa ve paylaşırsa, sevinirim.

"Dualitenin bir tarafına yapıştığımızda, tutunduğumuzda; diğer tarafı davet etmiş oluruz ve o tarafı deneyimleriz. Örneğin mükemmeliyetçiler mükemmel olmayanı deneyimleyeceklerdir."



Not: Bugün 15. gün...

23 Eylül 2008 Salı

Gardrop Mahkumu...

Birkaç sene önce Ankara’ya gittiğimde üniversite yıllarından arkadaşım Balagül ile buluşmuştuk. Oradan buradan konuşurken, halimize ilişkin gözümüzün önünde bir resim canlanmıştı. Not almışım, sizinle de paylaşayım.

Büyükçe bir gardrop (bilinçaltımız) düşünün. İçi tıka basa dolu. Öyle dolu ki, kapaklar açılmasın diye can hıraç tutuyoruz, itiyoruz. Müthiş enerji, çaba ve enerji harcıyoruz içeridekilerin taşmaması için. Kapakların önünden de ayrılamıyoruz haliyle.

Keşke dökülseler de, ayıklayıp atacaklarımızı atsak. İhtiyaç olmayanları yeni yerlerine göndersek. Gardrobun bekçisi ya da belki mahkumu olmaktan kurtulsak.

Demiştik o zaman…

Gerçeklerle karşılaşmak cesaret istiyor. Sağlam durmak. Sıkı durmak istiyor. Kendini kandırmamak, ertelememek, olanla olduğu haliyle yüzleşmek, olanı olduğu gibi görmek, olana teslimiyet ve her şeyi kapsayacak bir yürek istiyor. Bu satırlara şu anda gözü değen hepimizin bu kapasitesi var, tek adım bu yönde niyetlenmek, yüzümüzü gerçeğe dönmek, kalbimizi açmak…

Soralım kendimize cesurca: Burada gerçek ne?


22 Eylül 2008 Pazartesi

İyi Dilekler Kervanı

Babamın sonbahar bahçesinde bir sürpriz bahar... 17.09.2008 *


Bu yazıyı bir ara değerlendirme olarak ve televizyoncu diliyle 'blogu yeni açanlara' özet olsun diye yazıyorum…


Bir ayna ki sen karşı durursun
Başka değil hep kendin görürsün
Böyle olunca bilelim öz ne
Fikirlerde bu ikilik söz ne

Mevlana



12 gün önce iyi dileklerde bulunarak, Mevlana’nın bir sözünü (11 Eylül yazısında) denemeye karar verdim. Baktım yolculuğa hemen başka yolcular da katıldı. Günlerdir kervan dayanışarak, coşkuyla ilerliyor…

Bu yolculukta gördüklerimden birkaçını paylaşmak istiyorum bugün. Bu niyetle yola çıktığımda, düşündüğümde içimde bir huzursuzluk, rahatsızlık oluşan 5 kişi belirmişti. Niye bu kişiler en başta bilememiştim. 12 günden sonra çok daha iyi anlıyorum.

Bu kişilere önce yüzeysel iyi dileklerde bulunmuştum, pek kolaydı. Sonra özellikle ikisine iyi dileklerde bulunurken, içimde çalkantılar olduğunu fark ettim. Aklıma bu kişilerin yapmış olduğu bazı hareketler, söyledikleri sözler, sebep oldukları olaylar geldi, peşi sıra da kızgınlık, kırgınlık, incinmişlik.

Yola bu kişilere iyi dileklerde bulunmak üzere çıkmıştım ama içimde taşıdığım yaralarla karşılaşmıştım. İyi dilekler karşı tarafa ulaşıyor mu, bilmiyorum. Ancak kendi yaralarımı keşfetmek kendime verdiğim harika bir hediye oldu, oluyor. Çünkü yaramı bilirsem, iyileştirmek için fırsatım olur. Görülmeyen, karanlıkta, kıyıda bucakta kalmış yaralar hem nereye gitsem üzerimde taşıdığım bir yük oluyor, dolayısıyla yaşamda beni yavaşlatıyor, hem de beni yönlendiriyor ve özümden ayrı adımlar atmama neden oluyor.

Bu nedenle iyi dileklerde bulunurken, içten gelen itirazlara, anılara, isyanlara, öfkeye, incinmişliğe kulak vermek çok önemli. Aksi halde sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi rol yapma ve iyi insan olacağım ümidiyle içimizdeki incinmişlikleri bilinçaltımızın derinliklerine itmemiz tehlikesi olabilir. Gerçek; ne kadar sevimsiz olursa, olsun, her zaman gözümüzü ayırmamamız gereken en değerli şey. Özgürlüğün, hafiflemenin tek yolu, gerçeği aramak, gerçeğe cesurca bakmak şimdiki anlayışıma göre. Kalbi tertemiz, pırıl pırıl bir insan olmak isteyebiliriz, ne güzel. Ama pek çoğumuz orada değiliz, kabul edelim. Neredeysek, oradan başlamak durumundayız. Aksi kendimizi kandırmak olur ki, zaman ve enerji kaybı.

Peki bu içimizdeki incinmiş, kızmış taraf ortaya çıktığında ne yapacağız? Herkesin elbette kendine uygun bir yolu vardır. Benim şimdiye kadar kullandığım yolları bu blogda paylaştım, kısaca tekrarlayayım.

* Listeleri pek sevdiğim için (ve de kolaylık sağladığı için), içimden gelen itirazları yazılı olarak listelemek, karşı tarafta alındığım, kızdığım özellikleri listelemek.

* Bu özellikler bende var mı diye bakmak. Burada çok dürüst olmak. Artık bunca yol yürüdükten sonra, peşinen vardır diye bakıyorum ve yaşamımdan örnekler pat pat dökülüyor önüme. İlk başlardaki “katiyen, bu özelliğin bende olmasının mümkünatı yok” hallerini pek yaşamıyorum yani, baktım enerji, zaman kaybı.

* Sonra bu özellikle ilgili ne yapacağıma bakmak. Duruma göre ilgililerden (yani kızdığım kişilerin bana davrandığı gibi davrandığım diğer kişilerden) gıyaplarında ya da şahıslarında özür dilemek. Telafi için yol aramak- yine o kişiye doğrudan ya da başkalarına ama telafi niyetiyle. (Kısa yazıyorum blogda çeşitli yazılarda var detay)

* Bu özelliği tekrarlamamak için ne yapabileceğime bakmak. Burada genellikle işime yarayan bir düşünme şekli: bu davranışı yaparken/ sözü söylerken, herhalde bir ihtiyacımı karşılamaya çalışıyordum. Neydi bu? (Şiddetsiz İletişim, Marshall Rosenberg, Sistem Yayınları- bu kitapta ihtiyaç listesi var. Bu listeye bakmak netleşmek için işe yarayabilir) Ancak anlaşılan pek talihsiz bir yol seçmişim bu ihtiyacı karşılamak için. Ya başkasını kırmışım bu uğurda, ya kendi değerlerime ters düşmüşüm, ya kendi ihtiyacımı bile karşılamamış bu yaptığım. Eh olmuş olan, peki neyi farklı yapabilirim bir dahaki sefere? Bunu kendime öğretebilmek için, şimdiden hangi adımları atabilirim?

* Özellikle bu son adım, kendimi affedemediğim haller için çok yararlı. Zira iyi dilekler dilediğim kişiler için yukarıdaki adımları yaptım, kalbimin önündeki sisler kalktı, daha rahatlıkla iyi dileklerde bulunmaya başladım. Sonra bir gün baktım, yine bir hafif sis. Bu kez bu kişilere kendi yaptığım bazı davranışları hatırladığımı fark ettim. Yine kalbimin üzerinde bazı bulutlar var. Kendi değerlerimle, önem verdiklerimle uyuşmayan davranışlar, tarzlar, sözler. Bir iki gün utanma hissiyle geçti- zamanım kısıtlıydı, pek üzerinde çalışacak fırsat olmadı, o yüzden bir iki gün. İşte pişmanlık, utanç hissettiğim, kendime karşı hayalkırıklığı yaşadığım o haller için de yukarıda paylaştığım adım çok yararlı oldu. Hangi ihtiyacımı karşılamaya çalıştığımı görünce, içimde bir şefkat belirdi bu davranışı yapan Hale’ye. Şimdi gördüğümü görsem, kesinlikle o şekilde davranmazdım. Üzüldüm. Şiddetsiz iletişimde buna yas tutmak diyorlar. Öyle hakikaten, yaşanmışlığın ve yaşanmamışlığın yassını tutmaya izin verdim kendime. Sonra da neyi farklı yapabilirim diye baktım.

Geçtiğimiz günlerde ölüme çok yaklaşmış ancak rahatça ölüme akamayan kişilerle karşılaşıyorum. Yakınları bazen soruyorlar, “ne yapılabilir?”. İçimde öncelikle şu düşünce oluyor: Ölüme her an hazırlıklı olmak ne kadar önemli. Hastalıkla uğraşırken, şu yukarıda dilim döndüğünce paylaşmaya çalıştığım süreçler yapılabilir mi? Bilmiyorum. Ama en azından o koşullarda çok zor olabileceğini tahmin ediyorum. İyi dileklerde bulunma yolculuğu aslında kendimize iyi dileklerde bulunma yolculuğu, kendimize bir hediye. Yaşamda daha hafif, daha özgür, daha anlamlı yaşayabilmek için, yollardan biri. Ölüm zamanı geldiğinde de umarım daha hafif bir yükle yeni yolculuğa çıkabileceğiz.

Gelelim Mevlana’nın bugünkü sözüne. Dün pat diye karşıma çıktı, pek denk düştü. Bu yazıları yaşamla elele yazıyoruz hissi çok kuvvetli son günlerde :) İyi dileklerde bulunduğumuz kişiler yalnızca birer ayna, bizim onlarla pek işimiz yok bana göre. Talihsiz yollarla yaşıyor olabilirler, bizim onlara iyi dileklerde bulunmamız onların yollarını onayladığımız anlamına gelmiyor. Tam tersi. Önce kendimizdeki benzer yarayı fark edip, iyileştirmek için adım atıyoruz. Sonra öyle uygun gelirse ve gerekirse (zira bazen nasıl oluyorsa oluyor ama gerek kalmıyor, karşı taraf değişiveriyor), karşımızdakine ihtiyaçlarımızı, isteklerimizi, gördüklerimizi ifade ediyoruz, iletişim yoluyla gelişiyoruz. Belki de iyi dilekler dilerken, yaydığımız güzel enerjiler cep telefonu dalgası gibi onlara ulaşıyordur ve bilinçlerinde olmasa da bir bölümleri bu iyi dilekleri duyuyordur, onların da gelişimlerine katkıda bulunuyoruzdur. Belki. Bunu bilmiyoruz, pek kafa yormaya da gerek yok bana göre. Önemli olan, fark ettiklerimiz. Gördüğümüzden daha fazla güzel şey oluyorsa da, harika, olsun…

İyi dilekler gönderdiğim kişileri değiştirmedim, her gün düzenli, istikrarlı başta beliren 5 kişiye iyi dilekler göndermeye ve içimden gelenlere bakmaya devam ediyorum. Zira 40 gün dendiğine göre, Mevlana’nın bir bildiği vardır diye düşünüyorum. Yoksa da olmadığını görürüm ama deneyip bakana kadar bilemem. Bu kişilere bakarken kendimde gördüklerimi ve şimdilerde yaşadıklarımı örneklerle paylaşmamayı seçiyorum, onlara saygımdan. Ancak öyle inanılmaz, hiç beklenmedik durumlar gelişiyor ki bu kişilerle ilgili bugünlerde. İnancım gittikçe kuvvetleniyor. Merakla yolculuğun geri kalanına açıyorum kalbimi… Kervanın diğer yolcularına da yürekten selamlar...



* Not: Yukarıdaki fotoğraf taa likya yürüyüşünde başlayan bir niyetin gerçekleşmiş ürünü. Sonunda bir fotoğraf makinesi ekibe katıldı :) Likya dostlarım Rita ve Kemal Bey, uğraşıp, araştırdılar ve beni içimin rahat ettiği, kolaylıkla kullanabildiğim, hafif bir makineye yönlendirdiler. Özenleri, ilgileri için gönülden kocaman teşekkürler. Seda (Talaakar) da makineyi kolaylıkla almamda destek oldu. Ona da gönülden kocaman teşekkür. Coşkuyla, merakla makineyi kurcalıyor, denemeler yapıyorum. Çevreme bakışımda değişiklik oldu daha şimdiden. Daha detaylı bakıyorum, ışığı, gölgeyi daha bir görür oldum. Çocuklar gibi şenim yani yeni ekip arkadaşımla. Hava bulutlu olmasa, ne fotoğraflar çekeceğim... Yaşamda da bulutlu havalar var, hava güneşliyken keyfini çıkarmaya bakmalı...

18 Eylül 2008 Perşembe

Vermek - Almak...

Backlitcoyote, 08.08.08, www.flickr.com


Birkaç gündür iyi dilekler, vermek, paylaşmak, başkalarının (yalnızca insan değil, hayvan, bitki ve diğer) yaşamlarına katkıda bulunmak, kendi güzelliklerini görmelerine vesile olmaktan söz ediyoruz. Bugün vermenin başka bir şekli olan almayla ilgili bir şiiri hatırlatmak istiyorum. Blogda bir yazıda yine paylaşmıştım ama şimdi hatırlamanın tekrar zamanı diye hissediyorum.


Takip edenler için bugün iyi dileklerde bulunmanın 9. günü. Bugün farklı bir şey deneyelim mi? İyi dilekler gönderdiğimiz kişilerin bizim yaşamımıza yaptıkları katkıyı, güzelliği hatırlamaya çalışalım. Vardır illa ki. Bizi, yaptıklarımızı takdir eden bir söz, bir hediye, bir olayda verdikleri destek. Vardır, iyice kıyı bucak bir bakalım. En azından bir şey öğrenmemize yardımcı olmuşlardır. Bunun/ bunlar için teşekkür edelim gıyaplarında. Bu güzelliği içimize almaya, kabul etmeye niyet edelim. Zira belki incinmişliğimizden bunu kabul edememiştik zamanında. Şimdi kabul edelim ya da kabul ettiğimizi hatırlayalım. "Bana sunduğun bu güzelliği, zenginliği, neşeyi/sevinci/sevgiyi/nezaketi kabul ediyorum" deyip, nefesle içimize çekelim... Ve iyi dileklere devam...



Sana bir şeyler verebildiğim zaman aldığım keyfi
Sen de anladığında
Sana verdiğimden fazlasını alıyorum.
Ve sen de biliyor ki bu verme
Seni bana medyun etmek için değil,
Sana olan sevgimi yaşamak için.
Erdemle almak,
Belki de vermenin en büyüğüdür.
İkisini ayıramam.
Bana bir şeyler verdiğin zaman,
Sana içten kabulümü sunuyorum.
Ve benden bir şey aldığında,
Bana dünyalar bağışlanıyor.

Ruth Bbermeyer’ın Given To Albümünden Given To adlı şarkı (1978)
(Şiddetsiz İletişim, Marshall Rosenberg, Sistem Yayıncılık, 2004)

I never feel more given to

than when you take from me-
when you understand the joy I feel
giving to you.
And you know my giving isn't done
to put you in my debt,
but because I want to live the love
I feel for you.
To receive with grace

may be the greatest giving.
There's no way I can separate
the two.When you give to me,
I give you my receiving.
When you take from me.
I feel so
given to.

by Ruth Bebermeyer

Yola Işık Tutan Sözler- Gül Kokusu

Fotoğraf: Cvalentine, 25.2.2006, www.flickr.com






Gül veren elde gül kokusu kalır.

Eski bir Çin atasözü





17 Eylül 2008 Çarşamba

Yola Işık Tutan Şiirler- Vermek Üzerine

Mersin Ağacı, fotoğraf: There and back again, 30.07.2008, www.flickr.com


Yaşamla dansa devam… Dün bir kitap okuyordum, bir konuyu anlatmak için örnek vermiş, cümleyi okuyunca içimden bir kıkırdama yükseldi. Bakın ne diyor, “Kardeşlerinden birinin giysiye ihtiyacı varsa ya da yaşaması için yeterli yiyeceği yoksa ve kişi onlara “sana iyilikler diliyorum, kendini sıcak tutmanı ve bol bol yemek yemeni diliyorum” der ve bu temel ihtiyaçlara ilişkin onlara bir şey vermezse, bu dileklerin ne faydası var.

Sırada aşağıdaki şiiri hatırlamak, hatırlatmak vardı, tam denk düştü. İyi dileklerde bulunmaya devam, zira yürek açılsın ki, içimizdeki sevgi yaşama aksın. Ancak bunu genişletmenin de zamanı geldi anlaşılan. Findhorn’da bir söz vardır: yaptıkları işler için, “love in action”, eylem halinde sevgi, eylem olarak sevgi, sevginin eyleme geçmiş hali gibi çevrilebilir belki. Harika bir tanım, değil mi? Bugün yaptığımız her şeyi sevginin bir yansıması olarak yapamayız belki ama hiç olmazsa bir işi yaparken, yüreğimizin sevgisinin ifadesi olarak yapmayı deneyelim mi? Tüm dikkatimizle an’da olarak, özenle, iç neşesiyle bir şey yapalım: bulaşık yıkamak olabilir, birini aramak olabilir, bir çiçeği seyretmek olabilir, yemek pişirmek olabilir, bir mesaj yazmak olabilir, masamızın üzerini toplamak olabilir. Önemli olan tam dikkatle orada olabilmek ve sevginin içimizden akmasına kendimizi açabilmek…

Ve de şu günlerdir iyi dileklerde bulunduklarımız için acaba bir şey yapmak mümkün mü? (Birkaç gün önceki yazıdan devamla) Onların yaşamına katkıda bulunacak, yaşamlarını zenginleştirecek, kendi güzelliklerini görmelerine vesile olacak bir şey. İçimizden itirazlar gelebilir (zaten bana şunu şunu yapmıştı, bir de katkıda mı bulunayım yaşamına gibi- buna ilişkin deneyimimi kısa olarak birkaç gün önce yorumlarda yazdım). Elbette bu itirazları dinlemekte de fayda var. Kendimizle ilgili nice direnci, karşılanmamış ihtiyacı ifade ediyorlar bize. İçimizdeki karanlık odalara farkındalığın ışığını götürmek için fırsat veriyorlar. İtirazları aştıktan sonra, tüm yaratıcılığımızı kullanarak bakalım ne yapabiliriz bu kişilere. Benim iyi dileklerde bulunduğum kişilerden ikisini bir daha görmeyeceğim, ancak belki ailelerine ya da yaşamlarında çok önem verdikleri konuya katkıda bulunmak mümkün olabilir. Düşünelim, içimizi açalım, bakalım ne yükselecek…

Ve de hatırlayalım, vermek ama nasıl vermek:


Vermek Üzerine

Sonra zengin bir adam dedi ki, bize Vermek’ten Söz Et.
Ve o yanıtladı: Malınızdan mülkünüzden verirken pek fazla bir şey vermiş sayılmazsınız.
Gerçekten vermek kendinden vermektir.
Çünkü mal mülk, bir gün gerekir endişesiyle alıkoyup sakladığınız şeylerden başka nedir ki?
Ve yarın, yarın ne getirir, kutsal kente giden hacıların peşine düşmüşken, iz tutmaz kumlara kemikler gömen aşırı tedbirli köpeğe?
Yokluk korkusu yoksunluğun bizzat kendisi değil midir?
Kuyunuz suyla doluyken susuz kalmaktan korkmak, asıl giderilemez susuzluk değil midir?

Çok şeye sahip olup çok azını verenler vardır- bunu şan olsun diye yaparlar ve bu gizli arzu hediyelerini yoz eder (yararsız kılar).
Bir de aza sahip olup hepsini verenler vardır.
Bunlar yaşama ve yaşamın cömertçe verilmiş bir ödül olduğuna inananlardır ve onların sandığı hiç boş kalmaz.
Sevinçle verenler vardır ve o sevinç onların ödülüdür.
Ve acıyla verenler vardır ve o acı onları arındırır.
Ve veren ve verirken acıyı bilmeyen, sevinç aramayan, faziletli olmayı düşünmeden verenler vardır;
Şu vadideki mersin ağacının kokusunu havaya saçması gibi verirler.
Tanrı böylelerinin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinden dünyaya gülümser.

İstenince vermek iyidir fakat istenmeden, ihtiyacı anlayıp da vermek daha iyidir;
Ve eli açık olanlar için, alacak olanı aramak vermekten daha büyük bir sevinçtir.
Sanki alıkoyabileceğiniz bir şey var mı?
Tüm sahip olduklarınız bir gün verilecek;
Öyleyse şimdiden verin de, size ait olsun verme mevsimi (hazzı), mirasçılarınıza kalmasın.

“Veririm ama sadece hak edenlere” dersiniz sık sık.
Ne meyve bahçenizdeki ağaçlar böyle der, ne de çayırlarınızdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yasayabilsin diye verirler. Günler ve geceler bahşedilmeye değer bulunmuş olan, sizin vereceklerinizi almaya da layıktır kuşkusuz.
Ve hayat ummanından içmeyi hak etmiş olan, sizin küçük derenizden tasını doldurmayı da hak eder.
Ve bir şeyleri alma cesaretinden ve güveninden, hatta hayırseverliğinden büyük fazilet var mıdır?
Önünüzde göğüslerini bağırlarını yırtıp itibarlarından soyunmaya, böylece size çırılçıplak değerlerini ve gizlisi saklısı kalmamış gururlarını sergilemeye kim adına zorlayabilirsiniz insanları?
Siz önce bakın, veren olmaya ve vermenin aracı olmaya layık mısınız bakalım.
Çünkü aslında hayata bir şeyler vermek hayata mahsustur- kendini bağışın kaynağı olarak gören sizler sadece birer tanıksınız.
Ve siz alanlar -ve hepiniz alıcısınız- minnetin ağırlığını yüklenmeyin, yoksa kendinize ve verene boyunduruk takmış olursunuz.
Tam tersine verenle birlikte hediyelerinin üzerinde yükselin kanatlanırcasına;
Çünkü borcunuz konusunda aşırı titizlik, anası eli açık toprak ve babası Tanrı olanın cömertliğinden kuşku duymak demektir.

Halil Cibran


Ermiş- Halil Cibran, Çeviren: Ayşe Berktay, Alkım Yayınları, 2006, s. 23

16 Eylül 2008 Salı

Sarıkeçili Yörükleri

Epey bir zaman oluyor, DAG grubundan Canan Kocaoğlu (teşekkürler) bir link paylaşmıştı. Ben de saklamıştım sizlerle paylaşayım diye, zamanı şimdiymiş. Haftaya neşeli bir başlangıç olsun…

Atlas Dergisi için hazırlanmış NTV’nin foto-röportaj bölümünde yayınlanan bir belgesel. Sarıkeçili Yörüklerinden Cemal Candan, Toros Dağları Mersin Karaman arası yayla göçünü anlatıyor. Fotoğrafları, röportajı, kurguyu Fatih Pınar yapmış. Tüm emeği geçenlerin ellerine, yüreklerine sağlık; daha nicelerini yapabilecek güç, istek, yürek ferahlıkları olsun… Sarıkeçili Yörüklerine de gönüllerinden geçen gibi bir yaşam diliyorum…

O kadar güzel fotoğraflar, o kadar güzel bir anlatım ve kurgu ki, içim coştu. Likya yürüyüşünde karşılaştığım tüfekli çobanı hatırlattı bana (13 Eylül 2007). Basit, sade, müthiş bir neşe, yaşamın içindelik, sevgi. Mutluluğun edindiğimiz şeylerle ilgisi olmadığı daha güzel nasıl anlatılır… Ayakları yaşama basarlık, dolu dolu yaşamak, özgürlüğün tadını doya doya çıkarmak daha güzel nasıl anlatılır… Köy dar geliyormuş göçere, çadıra özlemi içimi yıkadı… Bunların yanında bir de doğanın göbeğinde olma, yol, yürüyüş özlemi tomurcuklandı içimde. Bakalım sizde neler çağrışacak, içinizde neler canlanacak…

http://www.ntvmsnbc.com/modules/interactive/Foto-Roportaj/sarikeciliyorukleri/default.asp


Not: Bugün Duygu’nun da hatırlattığı gibi “altı”

(Bu yazıyı aslında dün için hazırlamıştım. Ancak bulunduğum yerde internet bağlantısı ansızın kesildi, tüm uğraşlarıma/ başvurularıma rağmen de biraz önceye kadar gelmedi. Yorumlara söyleyeceklerim var, bakalım bağlantı ne kadarına izin verecek. Bir süre böyleyiz (bir 15 gün kadar), sabır egzersizi için iyi bir fırsat oluyor...)

12 Eylül 2008 Cuma

Bugün İki...

Solglimt/sungleam 14.03.2006 www.flickr.com


Bugün iki...


Eğer düşmanını, düşmanının da seni sevmesini istiyorsan, 40 gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, göreceksin ki o düşman senin en yakın dostun olacaktır.

Çünkü gönülden dile, dilden de gönüle yol vardır.

Mevlana

Dünkü yazıda da yazdığım gibi, düşman değil ama düşündüğümde içimin huzursuz olduğu kim var diye baktım. 5 kişi belirdi. İkisini yaşamımda tekrar görmeyeceğim. Birinden emin değilim tekrar görüp görmeyeceğimden. Diğer ikisi ara ara gördüğüm kişiler. Değişik bir kombinasyon oldu. Bakalım yaşamıma ne zenginlik getirecek bu iyi dileklerde bulunma...

40 gün 20 Ekim'de tamamlanıyor...

Tekrar yazıyorum: Bugün iki... :)))

11 Eylül 2008 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler- Eğer Birini Sevmiyorsak,

Hale- Mayıs 1993


Eğer düşmanını, düşmanının da seni sevmesini istiyorsan, 40 gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, göreceksin ki o düşman senin en yakın dostun olacaktır.

Çünkü gönülden dile, dilden de gönüle yol vardır.

Mevlana

(Bu sözü nereden aldığımı yazmamışım, tam referans veremediğim için kusura bakmayın.)

Elbette burada 'düşman' sözcüğünü hoşlanmadığımız, sinir olduğumuz, kızdığımız, bize haksızlık yaptığını düşündüğümüz, bencil, özensiz diye yargıladığımız, bize engel çıkardığına inandığımız kişiler olarak algılamakta fayda var.

Hatta bazı hayvanları pek sevmiyorsak, mesela böcekleri, belki düzenli olarak onlara iyi dileklerde bulunursak, ilişkimiz değişebilir.

Hatta hatta kendimizin kızdığı, değiştirmek istediği özelliklerimiz için iyi dileklerde bulunabiliriz.

Mevlana 40 gün diyor... Bugün bir...

10 Eylül 2008 Çarşamba

Vipassana Çalışmaları İçin Yerler

Ara ara “vipassana öğrenmek istiyorum, nerede, nasıl öğrenebilirim?” diye sorular geliyor. Yıllardır tek tek yanıtlıyordum, bu kez bloga yazmaya karar verdim. (Vipassana, olanı olduğu gibi görmek için zihni eğitmekte uygulanan bir yöntem. Bu blogda çeşitli yazılarda açıklayıcı yazılar var.)

Eğer Türkiye’de iseniz:
1) Blogdaki yazılardan da okumuş olabileceğiniz gibi, birkaç sene önce Burma’dan tanıdığım vipassana hocası Jeff Oliver’ı Türkiye’ye davet etmiştim. Bu ülkeyi ve insanlarını o kadar çok sevdi ki, şimdi her sene birkaç ayını Türkiye’de geçirir ve vipassana inzivaları, konuşmaları, tek günlük çalışmaları yapar oldu. Üstelik Türkiye'nin çeşitli illerinde inzivalar yapıyor, Bodrum, İzmir, Marmaris, Ankara, Datça, İstanbul gibi.

Jeff Oliver’ın çalışmalarıyla ilgili bilgileri almanın en kolay yolu, sanırım
icgoru_vipassana@yahoogroups.com yahoo grubuna üye olmak. Çalışmalar detaylarıyla bu grupta duyuruluyor.

Bu çalışmaları düzenleyen organizasyon grubunun internet adresi de:
icgoru.vipassana@gmail.com

2) 1998’den beri dönem dönem farkındalık çalışması adıyla bu tekniği paylaştığım oluyor. Farkındalık çalışmalarının duyuruları da yine yukarıdaki adreslerde yapılıyor.

3) Vipassana’nın değişik okulları var. Yukarıda sözünü ettiğim çalışmalar Mahasi tekniğini temel almış çalışmalar. Bir de Goenka tekniği var. 2003’te Türkiye’de ilk defa bu teknikte de bir kurs yapıldı, sonra birkaç sene kurslar sürdü. Şu anda bu grup hala faaliyetlerini sürdürüyor mu bilmiyorum.

4) Bunların dışında geçenlerde bir çalışmanın tanıtımında vipassana kelimesini de gördüm. Ancak bu çalışmaya katılmadım, niteliği hakkında bir bilgim yok. Bundan başka da bildiğim vipassana çalışması yok Türkiye’de.

Yurtdışında iseniz ya da yurtdışında bir çalışmaya katılmak istiyorsanız:
Yahoo grubu için vipassana meditasyonu (insight meditation) yapılan bazı merkezlere ilişkin bir liste hazırlamıştım, onu buraya koyayım.

İngiltere:

Gaia House: Devon Bölgesinde doğa içinde bir merkez. 1984’ten beri hizmet veriyor. Çeşitli uzunluklarda grup kursları (group retreats) olduğu gibi, kişisel inziva (personal retreats) da yapılabiliyor. Günlük yaşamla meditasyonu birleştirmek isteyenler ya da ekonomik olarak diğer kurslara katılmaları mümkün olmayanlar için, çalışma kursları (work retreats) olanağı da var. Ancak bunun için daha önce 10 günlük bir kursa katılmış olma şartı aranıyor. Hatta bir yılınız varsa ve hem kendi çalışmanızı sürdürmek, hem de uygulama yapanlara hizmet etmek istiyorsanız, merkezde yarı gönüllü yönetici (mutfak, bahçe, ofis, bakım-onarım ya da temizlik bölümlerinden birinde) olabilirsiniz.
Web sayfası:
www.gaiahouse.co.uk
(Bu merkeze birkaç kez gittim ve bu blogda bu merkezde geçirdiğim günlere ilişkin yazılar var (Aralık 2007-Ocak 2008), daha geniş açıklamaları orada okuyabilirsiniz)

Satipanya: Shropshire’da Bhante Boddhidamma’nın kurduğu bir merkez. Sınırlı sayıda kişinin inziva yaptığı bir yer. Türkiye’den inzivaya katılan bir arkadaşım merkezden çok memnun kaldığını söyledi. Hatta bu merkezde uzun bir inzivaya gidiyor yakında. Daha detaylı bilgi isterseniz, o arkadaşımın iletişim bilgilerini verebilirim. Bhante Boddhidamma'nın birkaç çalışmasına katılmıştım. Bilgili ve yardımcı bir hoca. Bu blogda katıldığım bir çalışmayı yazmıştım. (Ocak 2008, Affetme Üzerine)
Merkez ve yapılan çalışmalar hakkında bilgi için, web sayfası:
www.satipanya.org.uk
E-posta:
manager@satipanya.org.uk
Adres: Satipanya Buddhist Retreat, Whitegrit, Minsterley, Shropshire SY5 0JNTel: 01588 650752

Amerika:

Insight Meditation Society: Massachusetts’de biri ormanda olmak üzere iki merkezleri mevcut. İçinde bulunduğu doğanın çok güzel olduğu söyleniyor. 1975’den beri hizmet veriyorlar. İngiltere’deki Gaia House ile aynı yapıdalar, orada yazılanların hepsi bu merkez için de geçerli.
Web sayfası:
http://www.dharma.org/ims/index.htm

Spirit Rock Meditation Center: San Francisco Havaalanına 40 mil uzaklıkta.
Web sayfasi:
www.spiritrock.com

Fransa:

Tapovan Forest Meditation Center: Bordeaux Havaalanına 120 km uzaklıkta. Yeni açıldı, genç bir yönetici ve hocası var. Dharma Yatra yürüyüşlerini düzenleyen grup. Hocasının bir eğitimine katılmıştım. Anlaşılır bir üslubu vardı.
Web sayfası:
www.dharmanetwork.org

İsviçre:

Meditation Center Beatenberg: 2001’den beri hizmet veriyor. İnternet sayfalarında Almanca bilgi mevcut.
Web sayfası:
www.karuna.ch

Burma (Myanmar):

Chanmyay Yeiktha Meditation Center: Mahasi Sayadaw’un öğrencisi U Janaka Sayadaw’un meditasyon merkezi. Mahasi tekniğinde vipassana çalışması yapılıyor. Biri ormanlık alanda yer alan iki merkezi var (ormanlık alandaki Hmawbi Center tavsiye edilir). En az 10 günlük çalışma yapmak mümkün. Hiçbir ücret yok, tamamen bağışa dayalı. Burmalıların da uygulama yaptığı merkezde, yabancılara yardımcı olan rehberler var. İklim sebebiyle Kasım-Mart arası gidilmesi önerilir. Vize Tayland’dan rahatlıkla alınabilir. Uzun süre çalışma yapmak isteyenler meditasyon vizesi almak durumunda. Merkez bu konuda tüm işlemleri yaptırıyor. (Bu merkezde de uzun bir süre kaldım. Blogda oradaki aylara ilişkin bilgi var. Ocak 2008)
Tel: (95+1) 661479
Fax: (95+1) 667050
Web sayfası: www.chanmyay.org
Posta adresi: 55A Kaba Aye Pagoda Road, Kaba Aye PO, Yangon 11061, Myanmar

Burma’daki diğer meditasyon merkezleri için:
http://www.buddhanet.net/medburma.htm

Hindistan:

International Meditation Centre: Bodhgaya’daki merkezin hocası Ven. Dr. Rastrapal, Mahathera. Mahasi tekniğinde çalışma yapılıyor. (Bu merkez gittiğim ilk merkezdi. Blogda daha açıklayıcı bir yazı bulabilirsiniz. Aralık 2007) Hocası çok yerinde önerileri olan bir kişi. Çok yaşlıydı 1997'de, vefat etmiş olabilir. Hocanın kim olduğunu önceden araştırıp gitmek iyi olur.
Adres: P.O. Bodh Gaya, GayaBihar 824231 India
Tel/Fax: 2200 707

Avusturalya:

Blue Mountains Insight Meditation Centre:
25 Rutland Road Medlow BathNSW 2780 AustraliaPh fax +612 4788 1024e-mail:
bmimc@pnc.com.au
Web sayfası:
www.meditation.asn.au

Dünyadaki diğer merkezler için:

www.insightmeditation.org sitesinde 150 kurs merkezine ilişkin bilgi bulunabilir.




9 Eylül 2008 Salı

Sonuca Ulaşamıyorsak...

Paren, 12 July 2005, www.flickr.com


Bazen bir şeyi yapıyoruz, yapıyoruz olmuyor bir türlü. İstediğimiz sonuca ulaşamıyoruz. Kimi zaman kızma, küsme, hayalkırıklığı, büzülüp, küçülme, vazgeçme tepkisi veriyoruz. Eğer içimizden bu şeyin yapılmasına ilişkin güçlü bir his duyuyorsak, "ee, zorluk varsa, demek yapılmaması gerekiyor" diyerek, hemen vazgeçmek uygun olmayabilir.

Acaba burada genişlememize, özgürleşmemize yardımcı olacak farklı nasıl tepkiler olabilir?

1- Bir daha deneyebiliriz.

2- Neye ihtiyaç var bakarız. Materyal mi eksik, beceri mi, bilgi mi? Bu ihtiyaçları ben karşılayabilir miyim? Öyleyse, tamam. Karşılayamıyorsam, kim karşılar? Desteğe, motivasyona mı ihtiyaç var? Kimden destek, teşvik isteyebilirim?

3- Daha önce yapılmış, olmuş örneklere bakabiliriz. Karşılaştırabiliriz. “İki resimdeki farkları bulun” engin deneyimimizden yararlanabiliriz :)

4- Daha uzaktan, yukarıdan bakmaya çalışabiliriz ve nerede takıldığımızı görmeye çalışabiliriz. "Burada görülecek daha ne var?" diye sorarız. "Farklı açılardan görmeye niyet ediyorum" diye niyet yapabiliriz. İçimizde bir engel olabilir, içten içe zaten yapamayacağımıza inanıyor olabilir miyiz? Ya da tutunduğumuz bir şey mi var acaba, ileri gidebilmemize imkan vermiyor?

5- Bunu yapmanın başka hangi yolu olabilir diye sorabiliriz kendimize, başkalarına.

6- Çeşitli denemeler de yol aldırmamışsa, "Gayret ettim, elimden geleni yaptım. Olmuyorsa, herhalde var bir nedeni" deyip, teslimiyetle yüzümüzü başka bir yöne çeviririz.

7- Kocaman bir kahkaha atıp, “Bu süreçte de amma şey öğrendim” der, arkamızı döner gideriz, yolumuza devam ederiz.


8 Eylül 2008 Pazartesi

Engeller Çıktığında...

Jazoni, June 2, 2007, www.flickr.com



Yaşamda bazen bir şey yapmak istiyoruz da, yapmamıza izin verilmiyor, engelleniyoruz. İş yaşamında, eşimizle, çocuğumuzla, anne babamızla, arkadaşlarımızla... Ya da koşullar engel gibi duruyor olabilir.

Bu hallerde hepimizin farklı tepkileri oluyor. Bazılarımız küsüyoruz, darılıyoruz, inciniyoruz ve büzülüyoruz, küçülüyoruz.

Acaba farklı ne yapabiliriz?

Engeller çıktığında, nasıl genişleyebiliriz, büyüyebiliriz, yaratıcılığımızı artırabiliriz?

Diyelim bir yolda yürüyoruz, biri çıktı önümüze ve “buradan sonra gidemezsin” dedi.

1- Engelleyene sakince, tüm dikkatimizi vererek sorabiliriz: “Niye?”. Onu konuşturabiliriz sorular sorarak. Açık bir zihinle dinlemeye çalışabiliriz. Onun açısından duruma bakıp, dikkat çekmeye çalıştığı koşulları görmeye çalışabiliriz. 'Haklıyım, haksız', 'ben daha iyi bilirim', 'anlamıyor' düşüncelerinden arınmış bir şekilde dinleyebiliriz. Bu düşünceler geliyorsa, fark edip, yine de tüm dikkatimizle karşımızdakini dinlemeyi seçebiliriz.

2- Tüm koşulları değerlendirdikten sonra, kendi görüşümüze, sezgimize güvenmeyi seçebiliriz. Sonuçlarını da hesaba katarak, aynı yolda yürümeye devam edebiliriz. Değerlendirmemiz isabetli çıkmazsa, öğreneceğimiz iyi derslerimiz olur fena mı :)

3- Ya da koşulları değerlendirdikten sonra, başka yoldan gitmeyi seçebiliriz. Araştırırız, bakarız, içimize de iyi gelen hangi farklı yollar var önümüzde.

Çok basit duruyor değil mi? Bazen yaşamda takılıp kalıveriyoruz, seçenekleri unutuyoruz. Engellendiğimizi düşünüp, karşımızdakine kızıyoruz. Başkasını, koşulları suçladığımızda da gücümüzü onlara teslim etmiş oluyoruz. Zaman ve enerji kaybediyoruz. Ve olduğumuz yerde kalıyoruz.

Seçeneklerimizi artırdığımız, farklı alternatifleri görebildiğimiz nice günler dileğiyle...

Bir soru: Eğer engelleyen açık davranmıyorsa, kapalı kapılar ardında engel mekanizmalarını çalıştırıyorsa, soru soracak mecrayı nasıl yaratacağız?

Öncelikle kolay gelsin, demek isterim. Bir de şöyle bakalım, bu durumda geliştirilecek iç kaslar, farkındalıklar, insana ciddi yol kat ettirir diye düşünüyorum. Buradan öğrenilenlerden sonra yaşamdaki pek çok olay çekirdek çitlemek gibi gelir. İyi bir fırsat yani.

Peki, ne yapılabilir? Öncelikle kim ne yaparsa, yapsın, bir ihtiyacını karşılamak için yapıyordur. Çeşitli yazılarda sözünü ettiğim şiddetsiz iletişimin gözlemlerinden, varsayımlarından biri bu.

Karşımızdaki kişi acaba neye ihtiyaç duyuyor? Yani ihtiyacını karşılamak için seçtiği talihsiz yoldan (bize engel yaratan davranışlardan) gözümüzü ayırıp (zira genellikle büyülenmiş gibi, bunlara kilitleniyoruz), doğrudan bu kişinin ihtiyacına odaklanmaya çalışabiliriz. Saygı, özen, dahil edilme, özgürce kendini ifade etme, kal’e alınma/önem verilme, görülme, katkıda bulunma gibi ihtiyaçlar olabilir mesela. Hatta yakınlık, içtenlik, dürüstlük gibi ihtiyaçlar da olabilir. Bunları serbest, özgür bir zihinle görmek çok önemli. Gerçekten gördüğümüzde içimizde bir yumuşama, rahatlama, hatta şefkat hissi olabiliyor koşullarda bir değişiklik olmasa da.

Karşımızdaki kişiyle bu ihtiyaçlarını gördüğümüze ilişkin bir konuşma yapmak yararlı olabilir. Karşımızdaki empatiye doyduğunda, -ki bunu kendi bedenimizden anlayabiliriz, genellikle kendi bedenimizde de bir rahatlama hissederiz-, bu kez kendi içinde bulunduğumuz çıkmazı; suçlama, yargılama enerjisi katmadan, olduğu haliyle, iyi niyetle ortaya koyabiliriz. Ana hedefimiz hem karşımızdakinin, hem kendimizin ihtiyaçlarını karşılamak; kimseyi alt etmek, fedakarlığa zorlamak değil. Konuşma sırasında ara ara kendimizi yoklayabiliriz: "Gerçekten bu söylediklerimi kast ediyor muyum? Tam söylemek istediğim bu mu? Söylediklerimin pratik faydası var mı, anlayışı artırmaya yönelik mi, yoksa haklılığımı savunmak için mi söylüyorum?"

Karşımızdaki ile konuşmak çok zor geliyorsa ya da koşullar uygun değilse, belki bunu yazılı olarak kendimiz yapabiliriz. Yani karşılıklı bir diyalog yazabiliriz. Karşıdakinin mutlaka anlamlı bir dayanağı vardır, bu dayanağın üzerini talihsiz birçok çalı çırpıyla örtmüş olabilir. Ancak tüm gayretimizle, içtenliğimizle o anlamlı dayanağı görebilmeye çalışabiliriz bu yazılı diyalogda.
Ya da sessizce, hiç konuşmadan, hem karşımızdakinin, hem kendimizin ihtiyaçlarımızı karşılayacak yollar bulup, usul usul onları yaşama geçirmeye başlayabiliriz ve izleriz bakalım ne oluyor.

Bir ara da, karşımızdakinin engel diye yarattığı duruma bakarız ve benzer durumları kendimizin de başkalarına yaratıp yaratmadığını sorgularız. Mesela en yakınlarımıza. Karşımızdakinde kızdığımız özellikler acaba kendimizde de var mı? Bu soru çok klasik oldu artık, hepimiz biliyoruz. Ancak çok duymuş olmamız ve de işimize pek gelmemesi sebebiyle herhalde, etkililiğini kaybetmiş gibi. Oysa bize çok kapı açabilecek bir soru. Hatta yanına bir soru daha ekleyebiliriz: “Burada daha ne görebilirim? Burada öğrenmem gereken ne var?”

Büzülme, küçülme, suçlama, kendini dövme enerjisinden, keşfetme, genişleme enerjisine geçmeye niyet edebiliriz, seçimimizi bu yönde yapabiliriz. Bu niyet zaten pek çok yol açacaktır önümüzde, diye inanıyorum.

5 Eylül 2008 Cuma

How To Cook Your Life- Hayatınızı Nasıl Pişirirsiniz

Geçenlerde Şadan (Ertekin) bir elinde bir film, bir elinde kocaman bir şişe kendi yaptığı limonatayla geldi. Filmi bıraktı seyredeyim diye. Kaç aydır heyecanla filmi ulaştırmak istiyordu, kendisi defalarca izlemiş.

Filmin adı: “How to Cook Your Life”- Hayatınızı Nasıl Pişirirsiniz?

Tek kelimeyle hayran kaldım. İki kere izledim. Ara ara tekrar izleyeceğim.

Bir Zen hocası olan Edward Espe Brown’un değişik Budist merkezlerdeki yemek pişirme derslerinden derlenmiş bir belgesel. Hem ufuk açıcı, hem neşeli, hem çok insani. Her şeyi doğru yapan, huzur bulutlarında uçan hocalara benzemiyor, ‘insan halidir, olur’ durumları da var filmde.

Filmin başı ağır tempolu gelebilir, ancak hararetle sonuna kadar izlemenizi öneririm. Yaşam deneyimlerinden süzülmüş o kadar güzel cümleler var ki, ilham aldım, kulağıma küpe yaptım.

Mesela Brown bir yerde diyor ki, “Gittikçe ellerimizle, bedenimizle iş görme kapasitemizden vazgeçiyoruz. Oysa bize sağlık, canlılık veren bu. Ekmeği yoğurmuyoruz, bir şeylere dokunmuyoruz, koklamıyoruz, peki nasıl canlı hissedeceğiz?”

Brown’un hocası, Shunryu Suzuki. Ara ara onun öğretilerinden de parçalar var. Suzuki’yi Zen Zihni, Başlangıç Zihni kitabından tanıyorum. 1994’te biri hediye etmişti, defalarca okumuştum.

Suzuki, klasik öğretiyi filmde de tekrarlıyor:
“Pirinci yıkarken, pirinci yıkayın. Havuçları doğrarken, havuçları doğrayın. Çorbayı karıştırırken, çorbayı karıştırın.”

Brown eski kızgınlıklar hakkında konuşurken, bir Budist hikâye anlatıyor, pek güldüm, filmde kendi de gülüyor bol bol. “Burnunuza bir parça b.k bulaşmış. Nereye giderseniz, gidin, her yer kokuyor diye düşünüyorsunuz. Tek yapacağınız şey: ‘yüzünüzü yıkayın’.” :)

Yaşamda istediğimiz olmayınca, nasıl yüreğimizden uzaklaştığımızı çok güzel anlatıyor. Ve de istediklerimizi yaptırmak için, ne hallere girdiğimizi de komik bir dille anlatıyor, kendi ve bir bulaşık süngerinden örnek vererek.
“Hep çevremizdeki nesnelere ne yapmaları gerektiğini söylüyoruz. Onları kendi istediğimiz sonucu vermeleri için kontrol etmeye çalışıyoruz. Oysa ‘sana nasıl yardım edebilirim? Kendini gerçekleştirmen için sana nasıl destek olabilirim?’ demek ne kadar farklı bir ilişki biçimi olurdu.”

Kusurlar ve Hatalar diye bir bölüm var. Yazarak büyüsünü bozmak istemiyorum. Kalbimi kavradı. Günlerce gözümün önünden gitmedi hocanın hali. Duygusu kalbime işledi ve söyledikleri de.

Ders kitabı gibi bir film bana göre. Şadan’a tekrar tekrar teşekkür etmek istiyorum. Paylaşmasa haberim olmayacaktı bu filmden, hayatımı zenginleştirdi. Belki sizlerinkini de. Büyük yüreğini daha da zenginleştirenler çok olsun...

Bu yazıyı hızlı hızlı bugün (Cuma) yazıyorum. Belki haftasonu filmi alırsınız da, seyredersiniz. Türkçe altyazı ve dublaj var. KanalD Yapımcılık çıkarmış.

Bir de ekstralardaki patates cipsi öğretisi bölümünü de izlemenizi öneririm. Vipassana/ farkındalık çalışmalarında yaptığımız klasik “yeme meditasyonunu” anlatıyor.

Suzuki’nin kitabından rastgele seçtiğim bir cümle ile bitireyim:
“Bir şey yaptığınızda, kendinizi tamamen yakmalısınız, aynı iyi bir odun ateşi gibi, kendinizden hiçbir iz kalmamalı.” (Zen Mind, Beginner’s Mind, s. 62)

4 Eylül 2008 Perşembe

Olumsuz Etkiyi Olumluya Çevirmek

Yaşadığımız bir olaya sonradan baktığımızda bazen yaptığımız bir hareket ya da söylediğimiz bir söz ya da yapmadıklarımız için üzüntü duyuyoruz. Kendimize kızıyoruz, “Ne zaman öğreneceğim? Nasıl değişeceğim?” diye ümitsizliklere kapılıyoruz. Hatta bazen dozu kaçırıp, kendimizi iyice bir hırpalıyoruz, daha önceki benzer/ çağrışan olayları da hatırlayıp, yani şu meşhur klasör dolabını açıp, “bak o zaman da böyle yapmıştın, şu zamanda. Değişmezsin sen, değişmez” diye kendimizi dövüyoruz. Elbette çocukluğumuzda ana babalarımız, okuldaki eğitimciler bizi cezalandırarak eğittikleri (belki de deforme ettikleri) için, kendimizle ilişkimiz de böyle bir yargılama, kınama, kızma, dövme rayına oturmuş halde.

Bu yöntem işe yarasa, diyeceğim yok. Ancak sizi bilmem ama ben kendimi dövdüğümde bir şey öğrenemiyorum, canım acıyor. Hatta kendimizi iyice hırpaladığımızda bu depresyona, içe çekilmeye, yaşama verdiğimiz katkıların azalmasına, dolayısıyla da potansiyelimizi kullanamamamıza, yaşamı dolu dolu yaşayamamamıza mal oluyor. Pek iç açıcı görünmüyor değil mi böyle bakınca.

Peki ne yapılabilir? Elbette yaratıcı pek çok yol olabilir. Bir kaçı:

Pek hoşnut olmadığımız bir davranışta bulunduk ya da söz söyledik diyelim. Öncelikle bunu ne kadar çabuk fark edersek, o kadar iyi. Salça lekesini hemen yıkarsak, hop diye çıkıyor. Bekletirsek, hafiflese de bazen hep izi kalabiliyor.

Şimdi ömürler öncesi gibi gelse de, üniversitede hukuk okudum. O yüzden tazminat, telafi bana yakın gelen sözler. Bir önceki günkü yazılardaki detaylı soruları (burada ne görebilirim, bir daha olsa neyi farklı yapardım, bu duruma tekrar düşmemek için, yaşamımda ne gibi değişiklikler yapabilirim gibi) sorduktan, dersleri aldıktan sonra, bir soru daha sorabiliriz: Bunu nasıl telafi edebilirim?

Bazen olaydaki kişilere doğrudan bir şey yaparak, söyleyerek, telafi mümkün. Birisine kırıcı konuştuksa, bağırdıksa, gidip, “Ya kusura bakma, birden parladım. O an karnım çok açtı ve de üç ayrı yerden bir şeyler istediler. Kendimi iyice sıkışmış hissettim. Sen de bir şey isteyince, sana sesim yüksek çıktı. Elbette sen durumumu bilemezdin. Çok özür dilerim. Acaba sen ne hissediyorsun şu anda?” demek gibi.

Yaşadıkça şunu görüyorum ki, bundan daha ötesi de var. Bir kişiye bağırmışsak, sisteme bir negatif etki yüklüyoruz diye düşünelim. Bunu nötrlemek için, bir pozitif etki yüklemekte fayda olabilir. Yani iç çalışmaları yapıp, karşılıklı iletişim köprüsünü kurduktan sonra, o kişiyi takdir eden sözler söylemek gibi.

Bir kişinin arkasından olumsuz şeyler söylemişsek, yüzüne/başkalarına o kişiyi takdir eden sözler söyleyerek telafi etmek gibi. Özellikle eşimiz, kaynanamız, kayınvalidemiz, patronumuz, iş arkadaşlarımız, hatta kendi arkadaşlarımız, annemiz, babamız, kardeşimiz için epey arkadan konuşuyoruz. Belki yüzlerine gidip, “ya kusura bakma arkandan konuştum, özür dilerim” demek pek mümkün değil. Ama telafisi mümkün bana göre. Bir: arkadan olumsuz konuşmayı kesmek. İki: arkadan olumsuz konuştuğum kadar olumlu konuşmak, yani güzelliklerini, olumlu yanlarını, zenginliklerini görmek ve dile getirmek.

Bedduaya hiç girmeyeyim, hiç bulaşmamakta fayda var. Ama olur da beddua etmişliğiniz varsa, nasıl telafi edeceğinize ilişkin sessizce durup içinize bakın. Bir an önce de telafi edin. Bir daha da bulaşmayın demek isterim, geçenlerde soğan ektim, yeşerdiğinde gül çıkmasını beklemiyorum.

Bazen ilgili kişiler hayatta olmayabiliyor ya da hayatımızda olmayabiliyor ya da onların şahsına bir şey yapmak uygun düşmüyor. O zaman o duruma uygun düşen telafi yöntemi ne ise, onu başka birine yapmak mümkün olabilir. Maddi bir borç kalmış olabilir, maddi bir zarar verilmiş olabilir, o halde bir köy ilkokuluna kitap satın alıp göndermek mümkün olabilir bu borcun ödenmesi niyetiyle. Sokaktaki hayvanlara su, yiyecek verilebilir. Zor durumda olanlara yiyecek desteği yapılabilir. Bunları yaparken, niyeti açık belirlemekte yarar olabilir: “Şu olayda şöyle davrandım, hoşnut değilim bundan. Tamamdır dersimi aldım. Bu eylemi de/ katkıyı da bunu telafi etmek için, bütüne katkıda bulunmak için yapıyorum. Bu yönde değişmek, dönüşmek niyetiyle” gibi.

Birkaç sene önce yaşamımdaki olayları detaylı incelediğimde, böyle bir telafi listesi çıkarmıştım. Listede maddi ya da manevi olarak borçlu kaldıklarım da vardı. Bunları yerine getirmek zaman aldı, ancak iç ferahlığını tarif etmeme imkan yok. Telafi ettiğimi düşündüğüm yöntemler gerçek anlamda telafi sağladı mı bilemem ama elimden gelenin, düşünebildiğimin yüzde yüzünü yaptığıma inandım. Bazı hoşnut olmadığım davranışları sanırım (farkında olduğum kadarıyla) tekrarlamadım. Bazılarını otomatik bir hızlılıkla tekrarladım ancak dozu çok hafiflemişti. Eleğin delikleri gittikçe küçülüyor idrak arttıkça. Sabırdan başka çare yok. Daha bu sabah hoşnut olmadığım bir davranışta bulundum. Bu yazı bittikten sonra telafisi için harekete geçeceğim...

Yazının tam bu yerinde kendimizle ilişkimize dair de önemli bir hatırlatma:

Kendimiz hakkında da olumsuz konuştuysak (içte ya da dışta), bunu fark eder etmez, “Hımm, eski kalıplar, koşullanmalar hala devrede. Bunları söyleyerek, kendimi kırdım. Özür dilerim. Bunu söylerken, gerçekte ne demek istiyordum? Daha sevgi dolu, daha paylaşan, daha bilge bir insan olmak istediğimi mi söylemek istiyordum? O zaman öyle söyleyeyim bari. Meğer ne güzel bir şey istiyormuşum kendim için. Ve de şimdi bir güzellik bulayım kendimde, bir zenginlik, yaptığım bir katkı; kendimi takdir edeyim.”

Bunlara vaktim yok, ömür boyu nasıl yapayım, diyebiliriz belki. Ömür boyu olmasın, bir kere deneyelim. Ya da “Ooo, bu büyük iş. Sonra yapayım.” hissi gelebilir üstümüze. Kolaylaştıralım o halde. Şimdi şu andakini yapalım. Sonrasını sonra düşünürüz.

Bir de küçük bir gözlem: biz kendi ellerimizle, kendi seçtiğimiz koşullarla telafi etmezsek, zaten yaşam bize bunu bir gün telafi ettiriyor. Zamanını, koşullarını seçemediğimiz için, bazen epey zorlanabiliyoruz. Deneyimle sabit :)

Yaşamımızı iç güzelliğimizle aydınlattığımız, idrakler ve telafiler-katkılarla parlattığımız nice günler dileğiyle…

3 Eylül 2008 Çarşamba

Yaşamdan Öğrenme Yolları- 2

Listelerle çalışmak sevdiğim yöntemlerden biri oldu şimdiye kadar ama tabii liste demek epeyce beklemiş olaylar demek. Daha günlük öğrenme yöntemleri de var: Gün içinde içimde bir hareket uyandırmış olaylardan öğrenmek. Hafif bir kızgınlık, bir sıkıntı, bir huzursuzluk halinde, mümkünse o an, değilse en yakın zamanda durup, sorabiliriz:
Ne oldu şimdi?
Algıladığım şeyden emin miyim?
Algıladığım şey gerçek mi, yoksa hikaye kattım mı?
Duyguma daha yakından baktığımda beni nereye götürüyor? Hangi ihtiyacım karşılanmamış olabilir?
Karşımdakinde/ olayda neye kızdım, alındım? Bu özellik bende de olabilir mi? Bu özelliği kendimde değiştirmek için hangi adımları atsam?
Olaya daha tepeden baktığımda neler görüyorum?
Bu durumda göreceğim daha başka neler var?
Yaşamımda ne gibi bilgece bir değişiklik yapmam uygun?
Bu durumdaki güzellik, zenginlik ne?
Yaşama katkıda bulunacağım, kendi biricik (fark edelim: o andaki ben'den ne geçmişte, ne gelecekte bir tane daha olmayacak) katkımı sunacağım nasıl bir fırsat var burada?

Hep söylediğimiz gibi, yaşam temayı kulağımıza usulca fısıldadığında öğrenmek çok daha kolay. Geçenlerde bir duvarımı boyadım. Yere boya damladığında (elbette gazete varsa, yani önceden çalışmamı yapmışsam, hiç mesele değil), damladığı anda ıslak bir bezle silmek çok kolay. Ayağın ucuyla bile uğraşmadan silmek mümkün. Ama boya kuruyunca, kazımak gerekiyor- daha çok enerji, daha çok zaman. Kalbimizin üzerine damlayanlar için de aynı durum :)

Öğrenmenin bir başka yöntemi de, doğayı gözlemlemek. Tüm dikkatimizle doğayı izlediğimizde evrenin belki de tüm yasalarını görebiliyoruz. Değişim yasasını doğadan öğrenmenin keyfi nerede var? Doğayı gözlemlemek için dağlara, kırlara gitmek elbette çok güzel ama evdeki saksılarda da gözlem mümkün. Maydanoz tohumu ekersen, adaçayı çıkmıyor. Rokaları yaz sıcağında ekersen, yaşayamıyorlar, her şeyin uygun koşulları, zamanı var. Yaprak tavana değdiğinde büyümeye devam eder ama dış sınırı anlar ve yana eğilir, ille de yukarı büyüyeceğim diye tutturmaz. En harika çiçekler bile solar, güzelliğini doya doya zamanında izlemekte fayda var. Fesleğen her daim kokar, dış koşulları kafaya takmaz, güzelliğini sergiler. Ve de ağaçlar, kuşlar, karıncalar, gökyüzü, deniz her daim hazır, gönüllü öğretmenler, elbette kapılarını çalarsak, kulağımızı verirsek öğrenmek için.

Yine an’lık öğrenme yöntemlerinden biri, ne yapıyorsak, ona tüm dikkatimizi vermek. Bugünlerde hakkında uzun bir yazı yazacak olduğum bir filmde (How To Cook Your Life) bir Zen merkezinde ekmek hamuru yoğuran bir kişinin sözleri beni çok etkiledi: “Hamurun bana ne söylediğine tüm dikkatimi veriyorum. Bu dinamik bir etkileşim. Hava sıcaklığı değiştikçe, her hamur farklı bir şekilde tepki veriyor. Bunları dinlemek önemli.” Yıllar önce izlediğim bir belgeselde baklava hamurunun esen rüzgara göre, değişik tepkiler verdiğini duymuş ve çok şaşırmıştım. Bu duyarlılığı tüm etkileşimde olduklarımıza verebildiğimizi düşünebiliyor musunuz? Yaşam dansı tam bu, bana göre. Mevlevilikteki gibi Bir Bilinç (16 Ekim 2007) yazısında bundan daha uzun söz etmiştik. Eşyanın, objelerin, işin bize öğretebileceği nice şey var. Sabrı, özeni, dikkati verebilmeyi, başarıyı, başarısızlığı, ödül beklentilerimizi, içteki konuşmalara farkındalığı öğrenmek için ters bir olay olmasını beklemek niye? Her an sınıf açık, açık öğrenim :))) Lavaboyu ovarken, çamaşır asarken, duş alırken, barbunya ayıklarken an'da olmayı, özeni, odaklanmayı, iç tepkilerimizi, koşullanma mekanizmalarını öğrenmek daha kolay, daha acısız :) değil mi?

Yine bir öğrenme yöntemi, ilham almak, örnek almak, değerlerimizi geliştirmek… Gördüğümüz, tanık olduğumuz güzellikleri kendi yaşamımıza da sokmak. Hatta değerlerimizi geliştirmek için egzersizler yapmak. 3-4 Nisan 2008 tarihli yazılarda örnek egzersizler bulunabilir. Kafamızı duvara toslayarak öğreneceğimize paşa paşa hava güneşliyken, yani sağlıklıyken, gençken, aklımız yerindeyken, huzurluyken, mutluyken ya da şartlarımız uygunken, öğrenmek daha kolay değil mi? Üstelik öğrenmek öğrenmek diyorum, ama aslında değerlerimizi ortaya çıkarıp, parlattığımızda yaşamımızda öyle derin bağlantılar oluşuyor, kalbimiz öyle sevgiyle doluyor, hatta mucize dediğimiz nice olay oluyor ki, öğrenmek yerine yaşam kalitesini artırmak mı desem, ruhu inceltmek mi desem, gönül rahatlığı yaşamak mı, özgürlük mü, mutluluk mu desem, bilemedim.

Evet, acıyla, sıkıntıyla, kafamızı vura vura öğrenmemiz gerekmiyor. Birçok farklı yöntem de var. Bir bakalım öncelikle, “acı olmadan öğrenemem” inancı var mı içimizde? Varsa, serbest bırakalım gitsin. Acı ile öğrendiğimiz doğru elbette, zira güzel havalarda yan gelip yatmaya pek yatkınız. Canımız acıyacak ki, ruhumuzu inceltelim. Ama ille de bu yöntemi beklemek gerekmiyor ya da acıya mahkum olmak gerekmiyor. Farklı yöntemlerle de yaşamla dans etmek, anlayışı geliştirmek mümkün… Yeter ki yaşama başka yollarla da öğrendiğimizi gösterelim...

Bir küçük not; biz tüm bu yollarla farkındalığımızı artırmaya, kendimizi işlemeye gayret gösterirken, kafamızı bir yerlere vurmayacağız diye bir koşul yok. Yaşam doğası gereği hastalığı, ölümü, ayrılığı, kaybetmeyi içeriyor. Her türlü şiddet etrafta. Biz diğer yollarla iç alemimizi tanıdığımızda, iç mekanizmaları gördüğümüzde, kalbimizi kuvvetlendirip, geliştirdiğimizde, tüm bu zorluklara karşı duruşumuzda büyük değişiklikler olabiliyor ve bu zorluklardan da güçlenerek çıkmak mümkün olabiliyor.

Öğrenmek için geçmişten dosyalar taşımadığımız, an’dan öğrenebildiğimiz nice günler dileğiyle…

2 Eylül 2008 Salı

Yaşamdan Öğrenme Yolları- 1

“Yetti artık hep acı çekerek mi öğreneceğim? Ders, ders nereye kadar? Yaşamın tokatlarını daha ne kadar yiyeceğim? Tam rahata erdim diyorum, köşe başından bir sürpriz çıkıyor!”

Tanıdık mı bu sözler?

İdraki, farkındalığı, görüşü artırmak için ille de acılı bir yoldan yürümek gerekmiyor, ille kafamıza vurula vurula öğrenmemiz gerekmiyor, ancak yürümek gerekiyor. Şu andaki anlayışıma ve deneyimlerime göre, öğrenmenin çeşitleri var. Neler bunlar?

Sessiz sakin öğrenme yöntemlerinden biri, bizzat deneyimleyerek değil de, başkalarını, yaşamı gözlemleyerek, izleyerek öğrenmek. Arkadaşlarımızın, akrabalarımızın başına gelen olaylardan, tanık olduğumuz olaylardan, televizyonda, filmlerde izlediklerimizden, okuduklarımızdan öğrenmek. Tabii yalnızca bir zihin faaliyeti olarak değil, yaşamımıza da geçirerek. Birisinin arkasından konuşmanın, laf taşımanın olumsuz sonuçlar doğurduğu bir olaya tanık olduğunuzu varsayalım, buradan ders alıp, orada bulunmayan kişi hakkında konuşmamaya alıştırabiliriz kendimizi. Bu dersi aldığımızda yaşam kafamıza vurarak öğretmek zorunda kalmaz. Dersini önceden çalışmış öğrencinin rahatlığında oluruz.

Geçmişten öğrenmek de nispeten daha az acılı öğrenme yöntemlerinden biri. Başımıza gelen olaylardan genellikle ders alamadan yaşamın içinde akıyoruz ve bu nedenle çoğu tekrarlayıp duruyor. Farklı insanlar, farklı yerler, aynı tema! Biraz sıkıcı. Üstelik de her defasında dozu artıyor. Ne yapabiliriz? Okudunuzsa hatırlayacaksınız (8 Şubat 2008- 31 Günlük İnziva-3), kendi kendime yaptığım bir inzivada hayatımdaki hatırlayabildiğim tüm olayları bir excel tablosuna işlemiştim ve tek tek olaylara bakıp, enerjisi kalanlara “ne öğrenebilirim?” diye sormuştum. Çok güçlü bir uygulama olmuştu. Tekrarlanan kalıpları görmüş, olaylar arasındaki bağlantıları fark etmiştim.
Daha dar kapsamlı bir uygulama da olabilir:
Bağışlayamadığım hangi olaylar, kişiler var?
Kimlere hala kırgınım, kızgınım?
Üzüntü deyince, aklıma hangi olaylar geliyor?
Kendimi bağışlayamadığım hangi olaylar var?
Kendimi bağışlayamadığım hangi (kendime göre) başarısızlıklarım var?” sorularından birini ya da birkaçını ya da hepsini sorup, bir liste çıkarılabilir. Tek tek olaylara bakılabilir.
Olayı hatırladığımızda ne hissettiğimize bakabiliriz, bu duyguyu sonuna kadar, dolu dolu yaşamaya izin verebiliriz (Mart- Nisan 2008'deki duygularla oturmaya ilişkin yazılar da yardımcı olabilir burada) ve sonra sorabiliriz:
- Buradan ne öğrenmem uygun?
- Bu olayda görebileceğim yeni ne var?
- Bu duruma bambaşka bir açıdan nasıl bakarım? (Bilgeliğine güvendiğimiz bir kişiyi aklımıza getirebiliriz, 'Bu kişi bu olaya baksa, nasıl görürdü?' diye sorabiliriz)
- Bir daha bu olay olsa, neyi farklı yapardım?
- Bir daha böyle bir durumun içine düşmemek için hangi bilgece değişiklikleri yapmam uygun yaşamımda?
- Neye ihtiyacım varmış da karşılanmamış? Şimdi bu ihtiyacım karşılanıyor mu? Karşılanması için hangi adımları atabilirim?

Ders almak bana göre bir şeyi olduğu gibi görmeye daha yaklaşmak anlamına geliyor. Daha geniş bir açıdan, daha detaylı, daha gerçeğe yakın görebilmek. Böyle olduğunda bağışlama mümkün olabiliyor, hatta deneyimlerime göre bağışlamaya gerek kalmıyor.

Bir olayda dersi alıp, hayata geçirdiğimizde o türde olayların yaşamımızda görülmemeye başladığını gözlemliyorum. Ya da belki de oluyorlar ama bizim hassas radarımıza takılmaz oluyorlar, yanlarından geçip gidiyoruz.

Özellikle en yakınlarımızla olan tartışmalarda eski dosyaları –dosya ne kelime, klasörleri- açıp açıp duruyoruz. Bir türlü bir mesele bitmiyor, geçmişin hayaletleri ile dolu evlerimiz, işyerlerimiz, enerji alanlarımız. Bu klasörleri imha etmenin bir yolu, “ne görülmesi gerekiyorsa” onu görmek. Bu hayaletler sinir tipler olduğu için bizi izlemiyor, biz mazoşist olduğumuz için bu klasörleri nereye gitsek yanımızda taşımıyoruz; bu temalarda daha görülecek bir şeyler kalmış demek.

Yetti artık ben bir şey görmek istemiyorum denebilir. Ancak nereye kadar? Kendi yaşamımda gördüğüm o ki, bir şeye bakmakta ne kadar direnirsem, o kadar zaman, enerji kaybediyorum. Bambaşka deneyimler yaşayabilecekken, o takıldığım temalardan ileri adım atamıyorum. Ne gerek var? Yaşamda serbestçe akabilmenin, özgürlüğün tadı bambaşka...

Devamı yarın :)


1 Eylül 2008 Pazartesi

Durma ve Hareketin Uyumlu Dansı

Merhaba tekrar... :))
Yaz mevsimini güzel geçirdiğinizi umuyorum. Belki tatil için yeni yerlere gittik, belki gitmedik. Tatil için bulunduğumuz yerden “başka” bir yere gitmesek de, bulunduğumuz yere “başka gözler”le bakmak da yenilenmemize ve beslenmemize katkıda bulunuyor… Her yerde, her koşulda güzellik var diye düşünüyorum, mesele onu görebilecek kadar zihnimizde boşluk olması. Dilerim yaz aylarında boşluklara nice güzellikler dolmuştur…

Bugün sonbaharın ilk günü, kendi icat ettiğimiz takvimlere göre. Evvelsi gün yağan yağmurla biraz serinledi hava zaten. Bazılarımız için yeni bir çalışma dönemi başlıyor.

Blogda yine düzenli yazmaya başlayayım, dedim ben de. “Hele şükür” diyenleri duyuyorum ;) Bazılarınız son yazı olan Sharda’nın konuşmasını ezberlediler herhalde :) Esprili dürtüklemeler gelmiş bu arada, “nerede yazılar?” diye. Doğrusu böyle uzun bir ara vermeyi düşünmemiştim, ha bugün yazarım, ha yarın yazarım diye diye günler geçti. Yoksa “şu tarihe kadar yenilenmek-beslenmek-dinlenmek için kapalıyız” diye yazardım :) Ancak bilgisayara değil dokunmak, açmak bile içimden gelmedi, Ağustos böyle geçti…

Bugün belki 25 senedir kulağımda küpe olan bir sözü paylaşmak istiyorum. Biraz önce dosyamı açtım, bu söz gözüme çarptı:

“İyileşmek elinde olan hastaya acınmaz.”

Çok büyük ihtimal Montaigne’in bir sözü. Elinde Montaigne’in Denemeler kitabı olan varsa, üşenmez de bakarsa ve de bize bildirirse, biz de doğru referans vermiş oluruz. Evdeki sadeleşme furyalarından birinde benimkini göndermişim bir yere…

Bazen karşılaştığım insanlara ve kendime baktığımda, takıldığımız yerden çıkmak için, elimizde imkan olduğunu görüyorum, ancak kıpırdamıyoruz bir türlü. Kimi zaman yıllarca. Bu yazın başında ansızın bir rüyadan uyanır gibi bazı gerçeklere uyandım kendi yaşamımda. Bazen olur ya, ansızın daha bir net görünür her şey. Ve geçiştirdiğim bazı konuların üzerine gitmeye başladım. Kimi başka bir raya oturdu, kiminde ne yapmamın uygun olduğunu bildiğim halde hiç yapasım olmadı. Ancak kendimi şaşırtıyorum, hiç yapamam diye düşündüğüm şeyler yıllar içinde başka deneyimlerin açtığı yollar sebebiyle yapılabilir olmuş. Kendimi şaşırtmak çok eğlenceli, içim kıkırdıyor bu halime… Kiminde daha da tuhaf bir durum oldu, niyet ettim değişmeye ve hiç düşünmedim sonra… Bir süre sonra bir baktım, elim ayağım ray değiştirivermiş… İçte bir kıkırdama yine…

Aslında iyileşmek/dönüşmek/değişmek/saflaşmak hepimizin elinde, her an, hatta tam “bu an”Değişim için gerekli güç şu an’da mevcut… Biz alıştığımız gözlerle, inançlarla, düşünce kalıplarıyla baktığımızdan, değişim için uygun olan bir sonraki adımı göremiyoruz… Başka bir yerden bakmak her zaman kolay olmayabilir… Çok hareketliysek, durmak; durmuşsak, hatta donmuşsak da hareket etmek yardımcı olabilir… Uzun inziva deneyimlerim, kişiliğimde de yeri olan “durma”ya daha meyilli hale getirdi beni… Ara ara sessiz kalıp, durmaya, ne oluyor diye bakmaya ihtiyaç duyuyorum… Bunu çok da sağlıklı buluyorum… Ancak şimdilerde “durma”nın yanında hareketin de değerini daha çok bilmeye başladım… Kaçmaya, itmeye, halının altına süpürmeye, bastırmaya, savunmaya, saldırmaya yönelik hareketin değil de; “durup” kucakladıktan sonra, karman çorman olmuş yumağın usulca ucunu bulmanın ve odaklanıp o yönde hareket etmenin çok önemli olduğunu görüyorum.

“Harekette bereket vardır” derler ya atalar, yerinde ve uygun hareketin durma kadar değerli olduğunu görüyorum… Elbette sözüm “koşturuyorum” tarzı bir yaşama yönelik değil. Yaşamın zaten bize nice zamandır bağırmakta olduğu yöne doğru adım atmaktan söz ediyorum. Belki bir arkadaşımız bir kitap hediye etmiştir ve içten içe bu kitabın bize yeni bir pencere açacağını biliyoruzdur ama yapmıyoruzdur. Belki 5 duyumuza dikkat ederek, zihni şu an’a getirmenin önemini biliyoruzdur yüreğimizin bir yerinde. Belki içten içe doğada sessizce yürüyüşün bize iyi geleceğini biliyoruzdur. Belki yüreğimizi çeken bir hobi vardır. Belki hamur yoğurmak geliyordur içimizden de, zihnin “ay kim uğraşacak şimdi” engelini aşamamışızdır henüz. Birini ziyaret etmek, aramak üzerimizden yük alacaktır, hissediyoruzdur. Saçlarımızı kırmızı boyamak istiyoruzdur yıllardır, anlamsız geldiği için yapmıyoruzdur. Belki bir uygulama vardır bize iyi geleceğini bildiğimiz. Şu andaki yaşam deneyimime göre diyebilirim ki, mutlaka bir şey vardır o tıkandığımız yerden bizi çıkaracak ve biz bunu içten içe biliyoruz. İtiraf edelim ve oturduğumuz (fiziken ya da manen) yerden- belki de yapıştığımız yerden demek daha uygun olur- kendimizi ya spatulayla kazıyalım, ya pat diye denize atlar gibi kalkalım. Kalkalım. Kendimize acımayı da bırakalım, milleti, koşulları suçlamayı da, mazeret bulmayı da… Ömür geçiyor… Durdukça, yer ediyor bu hal içimize… Sonra ray değiştirmek daha da zorlaşıyor.

İçimize uygun gelen adımı da küçümsemeyelim- geçenlerde benim yaptığım gibi yani. Bir konuda karar veremiyordum ve de içimde bir huzursuzluk rüzgarı esiyordu, içimden salondaki sandığı boyamak geldi. “Ne alakası var şimdi?” dedim, “yaratıcılık, yaratıcılık” dedi içimden bir ses. Hiçbir anlam veremedim. Ama gittim boya almaya, oyuncakçı dükkanı gibiymiş bu hobi dükkanları. Şaştım neler yapılabildiğine. Aldım birkaç şey. Bana hediye edilmiş ancak renkleriyle pek uyuşamadığım bir tepsi vardı. İlk iş onun üzerinde bir deneme yaptım. O kadar içime sinen bir iş oldu ki, kendim bile şaştım kaldım. Ve bir süre sonra fark ettim ki, karar veremediğim konuda bir netleşme olmuş. Nasıl? O konudan düşünce baskısı kalkınca ve yaratıcılık enerjisi girince bünyeye, pat diye netleşivermiş ortalık. Üstelik ben boya yaparken, keyfe bakın...

Nereden nereye geldik. Bugün yazı yazmak için oturduğumda ne yazacağıma ilişkin hiçbir fikrim yoktu. Bundan sonraki günler için konularım var ama tekrar yazmaya başladığım bugün için “ne çıkarsa, bahtımıza” dedim, bu yazı çıktı.

Durma ile hareketin ahenkli bir şekilde dans ettiği, nerede duracağımızı, nerede ve ne yöne hareket edeceğimizi açıklıkla bildiğimiz harika günler dileğiyle…