11 Eylül 2007 Salı

Likya Yolundan İnsan Manzaraları:Yarım-saat çoban

Kendi başıma yürüdüğüm ilk gün. Kabak’tan Alınca’ya yürüyorum. Delikkaya’yı geçtim. Sürekli tırmanıyorum. Dağ manzarası harika, ancak saatlerce tırmanma yorucu. Bir düzlüğe varıyorum. Parkurun neresinde olduğumu bilmiyorum. Oturup bir şeyler yiyeyim diye düşünüyorum. Bir yerlerden genç bir çoban beliriyor. Beni görünce şaşırıyor, hemen elimi sıkıyor. Daha o sormadan nereden gelip nereye gittiğimi anlatıyorum, ne de olsa soracak. “Alınca’ya ne kadar kaldı?” diye soruyorum. “Yarım saat” diyor. Keçilerin bir kısmı oralardaymış, onları almaya gelmiş. “Dinlen, soluklan abla” diyor. Kendi koşarak keçileri bulmaya gidiyor. Biraz bir şey yiyip yola koyuluyorum. Arada keçilerine bağrışı yankılanıyor tepelerde. Keçi sürüsünü geçtim, bir çeşme geçtim, hala tırmanıyorum, yarım saat kaldı diye de bir gayret gidiyorum.

Çobanı gördüğümden tam iki buçuk saat sonra Alınca’ya vardım. Tazıyla kaplumbağa hikâyesinin tersine başka bir versiyonu mudur yaşanan bilmiyorum ama bir önceki gün Kabak'ta "Alınca kaç saat sürer?" diye sorduğum birinin “Ayağına bağlı” cevabı geliyor aklıma.

Aslında yaşam için de ne kadar bilgece bir cevap. Yaşamdaki tüm cevaplarımız, birbirimize verdiğimiz tavsiyelerimiz, deneyimlerimiz, görüşlerimiz “ayağa bağlı” değil mi, nasıl yaşadığımıza, algıladığımıza, farkındalığımıza, geçmiş deneyimlerimize, hızımıza… Bazılarımızın hop diye vardığı yerlere, bazılarımız taşıdığı yükleriyle kat kat sonra varmıyor mu? Bir gün rahat yaptığımız bir şeyi, başka bir sefer uzun sürede yaptığımız olmuyor mu? Bizim o anki gerçeğimizi tek ve genel gerçek sanmamız, bazen bizi ve karşımızdakini yanıltıp, zor durumda bırakmıyor mu? Ya da başkasının gerçeğini, tavsiyesini dinlerken, kendi koşullarımızı tartmadan bizim için de gerçek sanmamız sonradan bizi hayalkırıklığına uğratmıyor mu? Hem konuşurken, hem dinlerken, herkesin "ayağının farklı olabileceği" gerçeğini hatırlamayı, olanı olduğu gibi görebilmeyi diliyorum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder