20 Ağustos 2010 Cuma

Güle Odaklan...

14.5.2010


Hazine bulma oyunu devam ediyor... Aslında bunlar üst üste oluyor da, benim yazmam zaman alıyor...

"Hay Allah, yine ağzımı açtım, yine yargıladım, şunu söylemeseydim, şu kararı almasaydım, şöyle davranmasaydım, of, of, of" halleri için, bir hazine parçası geldi...

Bir arkadaşımla konuşurken, Osho'nun önerdiği bir egzersiz geldi aklıma... Egzersiz tam olarak nasıldı diye bakmak üzere kitabı açtım. Sonra başka bir sayfa da dikkatimi çekti. Bir önceki yazıyla bağlantı kurdu zihnim. Malum tüyler yalnızca "dış" aleme dağılmıyor, bir de içte dağılanlar var... Kendimizle ilişkimizde ortaya çıkanlar... İçte pek çok yastığı parçalıyoruz zaman zaman... Tüyler de hiç bilmediğimiz yerlere dağılıyor, sonra da önceden pek tahmin edemediğimiz yerlerde ve zamanlarda görülüyorlar... Hatta tüyler bazı yerlerde birikiyor, aynı evde tozların bazı köşelerde birikmesi gibi... Bazen kediler gibi arada bu tüy öbeklerini çıkarıyoruz içimizden, bazen de ya duygusal, ya fiziksel hasta olabiliyoruz...

O nedenle...

Karşıma çıkan paragrafı okuyalım beraber:

“Ben sana hayata, aşka, insanlara evet demeyi öğretiyorum. Evet, dikenler de var ama oturup onları saymaya da gerek yok. Onları görmemezlikten gel; gül üzerine meditasyon yap. Eğer meditasyonun gülün derinliklerine inerse, gül de senin içinde derinlere inecek ve dikenleri daha da küçülecektir. Bir an gelecek ve gül seni tamamen ele geçirmiş, o anda dünyada artık hiçbir diken kalmamış olacak.”

Osho, Ruh Eczanesi, İnsan Ruhunu Olgunlaştıracak Özel İksirler, 2009, Butik Yayınları, s:112

17 Ağustos 2010 Salı

Bir Film ve Bir Hikaye... Rüzgarda Tüyler

Bazen ev bir hazine avı oyununa dönüşüyor… Hani biri bir şeyler saklar oraya buraya, diğeri de onları bulmaya çalışır, o oyun... Yaşam da oraya buraya bir şeyler saklıyor gibi… Ara sıra nereden geldiğini bilmediğim ya da büyük ihtimalle hatırlayamadığım bir şeyler buluyorum… Hem şaşırıyorum, hem zenginleşiyorum… Zamanlamalar da genellikle pek ilginç oluyor... Yine böyle bir film buldum durduk yerde… Öyle beyaz bir zarfın içinde kendi halinde duruyordu… “Bu da neymiş böyle” diyerek, izlemeye başladım…

Film: Şüphe (Doubt)…

Yönetmen: John Patrick Shanley. Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman oynuyor.

Hoş bir film, ele aldığı temayı güçlü bir şekilde anlatıyor… Katman katman ya da sürprizli bir film gibi gelmedi bana ancak güzel bir film…

Filmin bir yerinde, “Pes” dedim… “Yok artık…”

Buna seçici algı demek zor… Zira o film büyük ihtimalle uzun bir süredir duruyordu, niye şimdi? Nasıl görünür oldu birdenbire?

Filmde rahip bir Pazar ayininde bir hikaye anlatıyor…

Zihnimde görüntüsü kalan ve anlatmak istediğini bu görsellikle çok iyi ifade eden bir hikaye…

“Pes artık” dediğim yer…

Hikaye şöyle:

“Bir kadın bir arkadaşıyla aslında çok çok az tanıdığı bir kişi hakkında dedikodu yapmış. O gece bir rüya görmüş. Tam tepesinde bir el belirmiş ve bu kadını işaret etmiş. Bir anda müthiş bir suçluluk duygusuyla dolmuş içi.

Ertesi gün günah çıkarmak için kiliseye koşmuş. Yaşlı bir rahip varmış, ona her şeyi anlatmış ve sonra “Dedikodu yapmak günah mı?” diye sormuş, “Beni işaret eden o el Tanrı’nın eli miydi?”, “Özür dilemeli miyim?”, “Yanlış bir şey mi yaptım?”

Yaşlı rahip, “Evet” demiş, “Cahil kadın, bir kimsenin etrafta nasıl tanınacağını etkileyecek dayanaksız sözler söyledin. Utanmalısın”.

Kadın üzgün olduğunu söyleyip af dilemiş. Rahip, “O kadar çabuk değil, dur bakalım. Önce evine gitmeni istiyorum, eline bir yastık alıp, çatıya çıkmalısın. Bir bıçakla yastığı kesip, bana gelmelisin.”

Kadın biraz şaşkın, evine dönmüş. Yataktan bir yastık, çekmeceden bir bıçak almış, çatıya çıkmış. Yastığı kesmiş. Sonra rahibe gitmiş.

Rahip sormuş: “Tamam mı?”

Kadın: “Evet, yaptım” diye cevap vermiş.

“Ne gördün?”

“Tüyler..”

“Tüyler!” diye tekrarlamış rahip.

“Her yerde tüyler vardı.”

Yaşlı rahip, “Şimdi geri dönmeni ve rüzgarla uçuşan tüm tüyleri toplamanı istiyorum. Hepsini.”

“Ama bu imkansız. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Rüzgar hepsini aldı götürdü.”

Rahip “İşte” demiş, “Dedikodu tam budur.”



Tüyler aslında yalnızca dağılan sözler değil… Yargılarımızla, kızgınlığımızla, küçük görmelerimizle, kimi zaman nefretimizle, ayrım yaratan tüm düşüncelerimizle aslında toksik bir enerji yayıyoruz çevremize… Ve bunlar da o tüyler gibi rüzgarla dağılıveriyor… Ve gerçekten nereye gittiğini bilmek imkansız… Etki alanımız sandığımızdan daha geniş… Sanırım alanın genişliğini fark etsek, her türlü seçimimizden önce kısacık durur ve hızlı bir değerlendirme yapmaya çalışırdık…

“Şimdi söyleyeceklerim nereden, nasıl bir kaynaktan geliyor?”

“Şimdi söyleyeceklerim sevgiden, şefkatten mi geliyor?”

“Şimdi yapacağım şey birbirimizi etkilediğimiz, bir olduğumuz bilincinden mi geliyor?”

...

Belki bu hikayeyi bir başkasına da anlatmak iyi olur, hem kendimiz (biriyle paylaşınca, pekişiyor dersler malum), hem de diğer kişi için... Belki bu hikayeyi başkasına anlatmak daha önce rüzgarlara saçtığımız tüyler için kendi çapımızda bir tazmin yolu olur... Ben anlatmış, hikayeyi rüzgara bırakmış oldum böylece... :)

Çatıya çıkıp, sevgi, şefkat, dayanışma, hep birlikte kutlama tüylerini rüzgara bıraktığımız bir ömür diliyorum… :)

10 Ağustos 2010 Salı

Bir Hikaye: Kimi Beslersen...

06.05.2009, Altunizade


Bu hikayeyi biliyorsunuzdur. Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum. O nedenle internetten araştırdım. İki versiyonunu buldum. Bir kitapta yazılanını hatırlayan varsa, hangi kitapta olduğunu bize de söyleyebilir mi? Kitaptan yazmayı tercih ederdim…

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki:

-"İçimde bir savaş var. İki kurt arasında. Bu kurtlardan birisi korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, suçluluk duygusunu, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu temsil ediyor. Diğeri ise keyfi, huzuru, sevgiyi, umudu paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliliği, dayanışmayı, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor. Aynı savaş sizin içinizde ve tüm diğer insanların içinde de sürüyor."

Çocuklar anlatılanları anlamak için biraz düşündüler ve içlerinden biri büyükbabasına,

-"Hangi kurt kazanacak?" diye sordu.

Yaşlı Cherokee'nin cevabı çok kısaydı:

-"Beslediğiniz!"

Yaşamda şu andaki anlayışım savaş, mücadele benzetmeleriyle çok uyuşmuyor. Daha ziyade birbirbirini duymaya, empatiye, gerçekten içten dinlemeye, görünenin ötesini görmeye, idrak etmeye, olanı olduğu gibi görmeye açık olmaya ihtiyaç var gibi geliyor... Ancak bu hikayeyi yine de seviyorum... Sevgiyi mi, korkuyu mu besliyorum diye ara ara sormak uyandırıcı bir etki yapabiliyor...

Neyi beslediğimizi fark ettiğimiz nice an'lar dileğiyle...

8 Ağustos 2010 Pazar

Ağızda Acı Tat Bırakıyor...

Erguvanlı Ev, Yeşilyurt Köyü, Kazdağları, 30.07.2010



Sandıkta sakladıklarımdan biri daha :)


"Başkalarının günahıyla aziz olamazsınız."
Çehov

(Haşmet Babaoğlu'nun 6/6/2010 Sabah Gazetesi'ndeki yazısından alıntı)

Geçen gün yaşadığım bir durum beni derinden etkiledi, rüyama bile girdi... Buraya yazılanlar uzunca bir süre kalıyor, sanki enerjisini sürdürüyor. O nedenle buraya yazıp, enerji vermek içime uygun gelmiyor.

Ancak aldığım ders; üçüncü bir kişi ağzımızdan yargı sözü almak için ne kadar maharetli olursa olsun, çeneyi kapatmayı becerebilmek gerek.

Epey bir zaman önce pek de tanımadığım bir kişiyle konuşuyordum. İnsanlarla ilişkilerinde onların kötü yanlarını ortaya çıkarmakla görevli gibi hissettiğini söylemişti. İlk anda tam kavrayamamıştım, sonra kişilerin kendilerini kandırmalarını engellemek gibi bir niyeti olduğunu tahmin etmiştim. Üzerinde düşünmüştüm ara ara... Yaşamda aynalık, geribildirim kendimizi görmek için çok değerli. Bir yandan da içimizdeki sevgi, şefkat büyüdüğünde, farkındalığımız arttığında, bilincimiz yükseldiğinde, zaten bazı davranışları yapmaz oluyoruz, o bilinç düzeyinde lekeler çabuk belli oluyor, hemen vicdanda huzursuzluk başgösteriveriyor. Sevgiyi yükseltmeye odaklanmak daha etkili bir yol gibi görünüyor... Özellikle de kendini suçlamaya pek yatkın olanlarda... Birbirimizi hırpalamak daha kolay bir yol gibi... Birbirimizin yolunu kolaylaştırmak, yüreklerimizin sevgiyle dolmasına destek olmak biraz daha fazla emek istiyor...

Başkası hakkında bir yargı yapmama çanak tutan kişi bu yargıyı yaptığımda bir rahatladı, gevşedi, tansiyonu düştü, telefonu huzurla kapattı... Çok şaşırdım olanlara... Hiç içinde olmak istemediğim ve başta epey bir direndiğim, konuyu değiştirdiğim, sahneye çıkmaktan kaçındığım oyunun içine düşüvermiştim... Neyse sürecek bir oyun değil, olay küçük... Telefonu kapattığım anda, aydım, yargıda bulunduğum kişinin gıyabında derin üzüntümü dile getirdim, kendi anlayışıma göre özür diledim...

Bu olay hem başkaları hakkında konuşmamakla ilgili niyetimi güçlendirdi. Özellikle yorgunken, enerjim nispeten düşükken, daha dikkatli olma konusunda uyardı. Hem de yoldan çıkmamak için, birbirimize yardım etmekle ilgili sorumluluğumuzu hatırlattı. Bilinen hikaye "hangisini beslersen" meselesi... (Bulup, yarın yazayım bu hikayeyi)

Yalnızca kendimizin yaşama katkıda bulunmayan şeylerden kaçınması yetmiyor, başkalarının da sevgi içermeyen davranışlarda bulunmalarına çanak tutmamamız da çok değerli... Madem aynı gemideyiz, bir bütünün parçalarıyız, kendi davranışlarımızın başkalarını sevgiden uzaklaştırmamasına, olumsuzluğa çanak tutmamaya da dikkat etmemizin değeri aşikar...

Sözün özü, yargılama sözleri söylememeye gayret et, başkalarının söylemesine de çanak tutma... Ağızda acı tat bırakıyor...

Çünkü...

Yaşam kabulle, destekle, dayanışmayla pek tatlı... Lokum gibi... Hımmm... Tadına doyum olmuyor... :)


7 Ağustos 2010 Cumartesi

Yola Işık Tutan Söz: İçteki Zorba...

Fotoğraf Nisan sonu miniminnacık bir Likya yolu yürüyüşünden, Üçağız, Nisan, 2010


Epey bir zaman önce bir kitap okuyordum, Halil Cibran'ın etkileyici bir sözüne rastladım. Elbet bir gün yazılara devam ederim diye, diğer sakladıklarımın arasına koydum.

Halil Cibran şöyle diyor:

"Bir zorbayı tahtından indirecekseniz,
önce o tahtı kendi içinizde yıkmalısınız."

(Felsefe Hayatınızı Nasıl Değiştirir? Aklı Başındakiler için Terapi, Lou Marinoff, 2007, Pegasus Yayınları)

Yine iş başa düşüyor değil mi! Ne yapıyoruz, ediyoruz, yine dönüp içimize bakmamız, değişikliğe kendi içimizde başlamamız gerekiyor, değil mi! Konu ev ahalisi olsa da, patron olsa da, politika olsa da, hep aynı, hep aynı... Sonra da bizdeki değişiklik bir şekilde bizden yayılıyor, hatta çok çaba göstermemize gerek kalmadan...

Üzerinden tozlar kalkınca, yüreğimizdeki sevgi ışıldıyor...