22 Eylül 2007 Cumartesi

Üçağız – Çayağzı – Demre

19 Nisan 2007

Üçağız’da o sabah insanın içine huzur veren sabahlardandı. Yolun ilk kısmı çok güzeldi, muhteşem deniz manzaraları açılıyordu önümde. 'Rüzgâr bir başladı mı, üç gün sürer burada' demişlerdi ama benim yola çıktığım saatte deniz sütlimandı yine. Güzelliklerle yüreğimi tıka basa doldurdum.

Fotoğraf Itzik Dagai'nin albümünden:

Kale mevkiine geldiğimde, sivrisinekler yedi bitirdi beni. Birkaç evin arasından içerilere doğru yürümeye devam ettim. Ağaçlıklı bir yerde mola verdim. Nasıl güzel kuşlar geldi, sarı incecik, çok narin kuşlar. Kuyruklarını aşağı yukarı sallıyorlardı. Sanırım sarı kuyruksallayan kuşuydu. Seyretmeye doyamadım.

Ormanın içinden epeyce yürüdüm. Tekrar denizin başladığı yerde barakamsı bir yer gördüm. Yaklaşınca, kızlı erkekli birkaç gencin kahvaltı ettiğini fark ettim. Beni görünce çok şaşırdılar. Orada kalınabiliyormuş ama daha yeni gelmişler, henüz açmamışlar. Seçtikleri yer muhteşemdi bence. Herhalde tekne ile ulaşımı vardır, bir fırsat olursa birkaç gün kalınır belki diye geçirdim içimden. Masal diyarı gibi bir yerdi.

Kitapta tekne evi (boathouse) diye tanımlanan yerde artık bina yok, bir beton düzlük var, o kadar. Denizde pek çok yat vardı. Benim dilimin anlatmayı beceremeyeceği kadar harika manzaralar arasında yürüdüm. Derin nefesler alarak, bu güzellikleri içime doldurmaya niyet ettim.

Bir süre orman içinde yürüdüm. Öğle yemeği molasını Kapaklı’ya henüz gelmeden verdim- çok güzel bir ağacın altında.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Parkur başlangıçlarında böyle levhalar var.

Kapaklı’ya uzaktan bakarak yürümeye devam ettim, tam çıkışta iki köpeğin bana doğru koştuklarını gördüm. Epey yaşlı bir amca gördüm. “Amca köpekler bir şey yapar mı?” diyorum, bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum, bana doğru gelmeye çalışıyor ama nasıl yavaş yürüyebiliyor. Köpekler durup bana havlamaya başladı. Amca bir şey yapmazlar da demiyor, öyle durup gelmesini bekliyorum. Beyazımsı köpek gitti, siyah köpek çılgınca bağırıyor, epey yanıma yaklaştı. Amca hala uzakta. Birden aklıma köpekle -daha önce de denediğim- empatiyle bağlantı kurmak fikri geldi. Şiddetsiz iletişim konusunda epey çalışmışlığım var, haydi bakalım şimdi mahareti gösterme zamanı. Başka da pek bir çarem yok. Köpekle sakin bir sesle konuşmaya başladım. Köpek aniden sakinleşti. Oturdu, sanki hiçbir şey olmamış gibi tüylerini temizlemeye başladı. Sonra pusup bir yere, mahcup gözlerle baktı. Çok ama çok şaşırdım. Artık o sırada işe yarayan neydi, ne oldu bilmiyorum, çok da sorgulamaya niyetim yok. Sonunda amca geldi. Biraz konuştuk. Beyaz köpek zararsızmış ama siyah köpek ısırırmış, “İyi ki buradaydım” dedi. Hımmm…

Yola devam ettim. Büyükçe bir kuş gördüm, siyah, uzun kanatlı, epey yüksekte uçuyor. Kanatlarını pek çırpmıyor. Tak diye de bir ses çıkarıyor. Nedense bu kuşu görmek beni etkiledi. Sanki bana güç verdi, destek verdi.

Güzel bir yürüyüşten sonra, çakıl plajına geldim. Adı gibi tam çakıllı bir yer, o kadar ki taşların üzerinde dengede duramadığım için ayaklarımı denize sokamadım. Biraz soluklandım burada. Kimseler yok. Arkada bir kulübe var ama yaşayan yok herhalde. Yolun devamına bakayım ki, sarp bir tepe, tepenin denizle buluştuğu yerde de büyükçe taşlar var. ‘Aman’ dedim, ‘bu taşların üzerinden mi yürüyeceğim yoksa!’. Başka bir yol, iz görünmüyor. Biraz kendime söylendim, ne işin var bu yollarda, bekleseydin minibüsü, zaten niye çıktın ki yola, otursaydın evinde. Neyse Allahtan pabuç bırakmıyorum bu sözlere, onlar zihnimde kendi kendilerine konuşuyorlar, ben işime gücüme dönüyorum, kısa bir sürede patikanın ucunu buldum. Bir kere de böyle Bezirgân yolu üzerinde yanılmıştım hatırlarsanız. İşte şimdi de o sarp gibi görünen tepenin üzerinde çok rahat yürünen, harika bir keçiyolu varmış yine. Çoğu zaman algıladıklarımız gerçeklerden çok farklı olabiliyor. Çok sevdiğim bir vipassana hocası olan Thich Nhat Hanh acılarımızın çoğunun algımız nedeniyle oluştuğu konusunda bizi uyarır ve ara ara kendimize “Emin miyim?” diye sormamızı öğütler. Yol olmadığı konusunda kendimle çekişirken, önce bu soruyu sorsaydım, zihnimi boş yere yormamış olacaktım. Olanı olduğu gibi görebilmek ne büyük özgürlük ve dinginlik…

Yorgundum ama denizden epey yukarıda giden bu patikada güle oynaya yürüdüm. Uzakta Çayağzı’ndaki gemiler görünüyordu. Bir süre sonra o patika daha açıklık bir yere geldi, bir keçi ağılı gördüm ve işaretleri kaybettim. Oraya buraya yürüyüp işaret ararken, hop bir beyaz kuyruk gördüm. Köpek! Tam o sırada işareti de görmeyeyim mi, köpeğin bulunduğu yerde. Hayret köpekler iyi koku alır derler, kokumu almadı. Usul usul yukarı doğru yürümeye başladım. Ağılın yanında bir baraka var, barakanın penceresine bir insan kolu dayanmış, biri var içeride. Merhaba diye bağırdım. Genç biri çıktı, şaşkın gözlerle. Hemen köpekleri sordum. Alelacele kardeşine bağırdı, “Siyah köpeği tut” diye. Meğer burada da siyah köpek tehlikeliymiş, ne varsa bu siyah köpeklerde. Köpeği bağladılar. Çok yaşlı bir anneyle, iki oğul burada keçi bakıyorlarmış. Anneleri nasıl misafirperver, “İlle soluklan, bir çay ikram edelim”, dedi. Hazırda çay var sandım, meğer bana özel yapacaklarmış. Vazgeçirdim. Beni keçi kılından dokunmuş bir küçük kilim üzerine oturttular. Şimdiye kadar gördüğüm en muntazam dokunmuş, rengi ve deseniyle çok güzel bir kilimdi. Teyze kendi dokumuş. Hayran kaldım. Kışın burada kalıyorlarmış, yazın Elmalı’ya göçüyorlarmış. Naylondan yapılmış gibi bir barakada yaşıyorlar. Su, elektrik var mı bilemiyorum, kuşkuluyum olduğundan. Teyze “Ya biz burada olmasaydık ne yapardın, bu siyah köpek sana saldırırdı”, dedi. Köpekler bir şey yapmaz diyenlere ne diyeyim ben şimdi diye geçirdim içimden. Biraz daha hoş beşten sonra, izin isteyip, kalktım. Bana yolu tarif ettiler. Çoban kardeşler derenin üzerine bir köprü yaptıklarını söylediler, “Rahat geçersin” dediler. Sevinçle yola devam ettim.

Bir süre sonra derenin yanına geldim ve köprüyü gördüm. Aman Allahım, ne olacak şimdi! Köprüyü el bileğim kalınlığında ağaç dallarından yapmışlar. İki dal arasında da 40 – 50 cm aralık var kimi yerlerde. Bir tarafa tutunacak yer yapmışlar ama dengeyi sağlayamasam dallar arasından kayarım rahatlıkla. Sırtımda yük. Hiçbir yerde ayak iki dala birden basamıyor. Hep tek dala basmak gerek. Eğreti bir köprü. Bir de Türk bayrağı dikmişler köprüye. Çok gururlanmışlar belli yaptıkları işten. Aslında ben de minnettarım, aksi halde karşıya nasıl geçerdim bilmiyorum. Zira su derin görünüyor. Zaten Kaş’taki rehber Özkan Bey, “Sakın girmeye kalkma, bataklık gibidir, telaş yaparsın” demişti. Hımm, bütün dikkatimi toplayıp, köprüyü sağ salim geçtim.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Şu meşhur köprü :)


Kocaman bir kumsal var şimdi önümde. Ayakkabılarımı çıkardım, ayaklarımı denize soktum. Deniz epey sığ kıyıda, uzun uzun yürüyebildim. Ayaklarım bayram etti. Denizin ıslattığı kumlarda telaşla yürüyen kuşlar vardı. Bayıldım. Tombulca, uzun bacaklı, karnı göğsü beyaz, kanatları kırçıllı kahverengi. Nasıl pıtır pıtır yürüyorlar, içimi neşe doldurdular. Böyle dikkatli bakıp, bir de not aldım ki sonradan kitaplara bakayım ne kuşuymuş diye. Tabii kuş gözlemiyle olan tanışıklığımın üzerinden 15 yıldan fazla geçmiş, unutmuşum. Sonradan kitaba baktığımda, kitap bana sordu, gagası nasıldı, kuyruğu nasıldı, kafasının tepesi nasıldı. Sorulara cevap veremeyince, farkındalığımın, gözlemimin sığlığını görmüş oldum…

Bugün epey uzun yürüdüm. Sabah 8de yola çıktım, 5te Çayağzı’na varmıştım: 9 saat.

Toparlanıp, Çayağzı’na yürüdüm, bir köprü daha geçtim, asfalt araba yoluna çıktım. Niyetim bir araca atlayıp, Demre’ye gitmek. Ancak araba geçmiyor. Bir motosikletli amca yardım etmek istedi ama yükle cesaret edemedim. Oradan Demre’ye kadar araba yolundan yürüdüm, o kadar yolun üzerine tam 5.5 km daha. Epey uzun bir yürüyüş oldu bugün de.

Çayağzı’ndan ana yola yürürken, sağ tarafta bir sulak alan vardı, antik bir şehrin kalıntılarını da gördüm uzaktan. O kadar güzel kuşlar vardı ki, hayran kaldım. Sonradan Demre Kuş Cenneti tabelasını gördüm zaten.

Demre konaklama

Demre’de Kate’in web sitesinde önerdiği Şahin Otel’e gittim. Aslında salaş görünen ama bence konforlu bir oteldi. Çok rahat ettim. Harika sıcak suyu vardı. Banyo odadaydı. Televizyonu, kliması vardı. Yemek yiyebileceğim bir yer sordum, yandaki lokantayı önerdi resepsiyondaki genç. Nasıl güzel bir yemek yedim anlatamam. Minik acı biber turşuları vardır, pek acı yiyen biri olmadığım için bu biber turşusunu hayatımda hiç tatmadım desem doğru olur herhalde. Fakat burada yedim, acıydı ama acısı bir tatlı geldi bana. Karnım, ruhum doydu.

Gece çok rahat uyudum. Sabah ezanı (belki de sela idi tam bilemiyorum) nasıl güzeldi. Uzun zamandır böyle güzel bir sesin ezan okuduğunu hatırlamıyorum, kadife gibi, su gibi akıyor ses, yüreğime dokundu.

Otelin arkada büyükçe bir bahçesi var. Sanırım tek müşteriydim. İstediğim bir masaya oturdum. Portakal çiçeği kokuyor. Muhteşem bir kahvaltı geldi. Hem miktar olarak doyurucu, hem de peyniri, zeytini lezzetli. Otellerde, pansiyonlarda zeytinin lezzetlisini yemek çoğu zaman mümkün olmuyor. Şaşırdım. Üstelik de çok taze kurabiyeler koymuşlar dört tane. Büyük bardak çay. Keyfim keyif. Tadını çıkardım. Demre bana çok iyi baktı.

(Şahin Otel: Ömer Uzay - 0242 871 45 76 - 0542 380 90 19 uzaykolcu@yahoo.com )

Demre:

Noel Babayı ziyarete gittim kahvaltıdan sonra. Yaşamın bana verdiği nice hediye için teşekkürler ettim. Tanıdıklara, tanımadıklara iyi dileklerde bulundum uzun uzun.

Myra’ya çok yıllar önce gelmiştim, o yüzden bu kez gitmeyeyim diye düşündüm. Otelde bir görevli ile konuşuyordum, “Biz sizi motosikletle bırakırız” dedi, öyle olunca Myra’yı tekrar gezdim. Myra’daki tabelada Likyalılar ile ilgili şöyle bir bilgi yazmışlar: “Özgürlüklerine son derece düşkün olan Likyalılar dışarıdan gelen bütün saldırılara karşı koyabilmiş, Roma İmparatorluğu döneminde dahi birlik halinde kalabilmiş tek eyalet olmayı başarmışlardır. Heradot Likya’da anaerkil aile yapısı olduğunu bildirmiş. Kayra ve Girit gelenekleri karışımı bir kültürleri varmış. Deprem ve salgın hastalıklarla sona ermiş.” Bunca gündür yürüdüğüm yollara binlerce yıl öncesinden özgürlük, birlik bilinci, dayanışma nitelikleri sinmiş mutlaka…

Myra’daki tiyatro muhteşem. Bahçede de çeşitli taşlar var. Dikkatimi insan figürlerindeki saç modelleri çekti, o kadar çok değişik saç modeli var ki- düz, lüle lüle, kıvırcık, tokalı, yuvarlak. Biri bunları tasarlarken epey eğlenmiş herhalde. Ya da belki de Myra’da yaratıcılığını konuşturan, neşeli bir kuaför vardı.

Fotoğraf Rita Schumann'ın albümünden: Saç modellerine iki örnek :)


Çok berrak kuş cıvıltıları vardı. Ali’nin kuşu mavi baştankarayı görüyorum, nasıl seviniyorum. Bahçedeki pek çok ağacı tanımadığımı fark ediyorum, azıcık üzülüyorum. Sonradan, yani yürüyüş bittikten sonra geriye baktığımda, aslında çevremdeki kuşları, ağaçları, taşları, tırtılları daha çok görmemin sebebinin içimde canlanmaya başlayan merak duygusu ve bağlantı isteği olduğunu fark ediyorum.

Myra’dan çıkıp, otele dönüş yoluna girmiştim ki, portakal suyu içmeye karar verdim. Yolda kır lokantaları var. Birine girdim, portakal suyu içiyorum. Her yerin kendine has özellikleri var. Burada da masa örtüsü olarak bildiğimiz halıyı koymuşlar, ama kilim büyüklüğünde. İlginç geldi. Lokanta sahipleri olan iki kardeş, Nuri ve Aşkın ile konuştuk bir süre, bana civara ilişkin bilgiler verdiler, ille görmem gereken yerleri söylediler. Sonra iki turistle birlikte beni otelin olduğu meydana arabayla bıraktılar. Diyorum Demre bana çok iyi baktı.

Otelin resepsiyonundaki genç de çok yardımcıydı. Bu yolculuk boyunca neredeyse karşılaştığım her insanla bambaşka, derin bir bağlantı kurulduğunu hissettim. Ve ayaküstü insanların bana yüreklerini açtıklarını gördüm neredeyse her sefer. Bu beni hem çok şaşırttı, hem de o kadar zenginleşmiş hissettim ki kendimi. Her birine sonsuz şükran duydum. Yüreklerinde yaşayan, canlı olan enerjiyi benimle paylaşmaları benim için müthiş birer hediye oldu. Bu genç de hayatına ilişkin bir şeyler anlattı iki arada bir derede, hediyesini verdi. Bana da sadeliğimden ve cesaretimden etkilendiğini söyledi- yoldaki pek çok diğer kişi gibi. Belki benim hediyem de buydu, yüreğinin sesini dinleme cesaretini göstermek. Belki de en büyük hizmet bu, kendin olmak. Çok basit olduğu için, bir türlü kabullenemediğimiz, hep karmaşık başka misyonlar aradığımız. Ve de basit olup ama kolay olmayan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder