27 Aralık 2007 Perşembe

İngiltere- Gaia House

2000 Ağustos

1999 Depremi hepimizi olduğu gibi beni de derinden etkiledi. Uzun süredir çalıştığım işimden ayrılıp, deprem bölgesinde çalışmaya başladım. UNICEF’ten gelen bir proje teklifiyle de yakın arkadaşım Banu ile beraber 7 ay deprem bölgesinde hem yaşadık, hem çalıştık. Bu projenin sonrasında eve döndüğümüzde uyum sağlamakta zorlandığımızı fark ettik. Tesadüf eseri ismini duyduğumuz Şirince Köyü’nde 2000 yılının yazında önce bir hafta, sonra neredeyse bir ay geçirdik. İlknur, Ali, Güllü Teyze, Hasan amca, minibüsçüler bizi aileden saydılar. Bol bol dağlarda, Pamucak kumsalında yürüdük, iç alemimize ilişkin konuştuk, bir anlamda rehabilite olduk, bir anlamda farklı bir inziva yaşadık.

Bu arada evsahibim evi satmaya karar vermiş, çıkmamı istedi. O zamana kadar eşimden, işimden ayrılmıştım, şimdi de ev gidiyor. Eşyaları toparladım, annemlerin evinde bir odaya koydum.

Yeni bir işe girmeye niyetim yok henüz. Aklımda Burma’ya gidip, 3 ay inziva yapmak var. Böyle bir fırsat bir daha elime geçer mi yaşamda bilmem, iş yok, eş yok, ev yok, değerlendireyim bari diye düşünüyorum. Burma’ya gitmek için en uygun mevsim sonbaharmış. Yazışıyorum oradaki merkez ile. Mektupların gelip gidişi aylar alıyor ama niyetliyim gitmeye.

O sırada Hindistan’da ilk vipassana inzivasında karşılaştığım, hiç konuşmadığım ama kardeş gibi hissettiğim arkadaşla yazıştık. Bana İngiltere’deki Gaia House’tan (
www.gaiahouse.co.uk) söz etti. Vipassana meditasyonuna ağırlık veren bir inziva merkeziymiş. Burma’ya gitmeden önce, bu merkeze gitmeye karar verdim ben de. Gaia House 1984 yılında Christopher Titmuss ile Christina Feldman tarafından kurulmuş. Yazıştık ve oraya gitmek için harika bir yoldan haberdar oldum. Projeden kazandığım bir para var ama Burma’ya gitmek istiyorum ve de dönüşte yaşamımı kurana kadar beni hiç olmazsa birkaç ay idare edebilsin istiyorum. O nedenle İngiltere için ayırabileceğim çok bir bütçe yok. Gaia House’ta “work retreat/çalışma inzivası” dedikleri bir program varmış. Merkez gönüllü katkılarla yürütüldüğü için, mutfak, çamaşırhane, bahçe ve ofiste yöneticilere bağlı gönüllüler çalışıyormuş. Yani günde 5 saat bu alanlarda çalışılıyor ama sessizlik içinde, geri kalan zamanda da tüm programlara katılınabiliyor. Ücret de verilmiyor. Pek hoşuma gitti. Zaten günlük işlere ilişkin farkındalığımı da artırmak istiyordum, müthiş denk düştü.

Gaia House İngiltere’de Devon bölgesinde. Londra’dan otobüse bindim, Newton Abbot kasabasında indim. Birkaç kişiye sordum, anlaşılan merkez kasabanın dışında ve oraya toplu taşıma aracı yok. Mecbur taksiye bindim. Taksi bir köyün içinden geçti, ağaçlıklı bir bahçeden içeri girdi ve kocaman malikâne gibi bir binanın önünde durdu. Bahçede kimse yok. Parayı ödedim. Elimde çantam kısa bir süre öyle binaya baktım. Çiçekler, sarmaşıklar, uzun pencereler. Kapıda zil falan yok. Etrafta kimse de yok. Açıp içeri girdim. İçeri girmemle, şimdi bile tüm canlılığıyla hatırımda, “Bu ne gürültü” dedim. Nasıl bir uğultu, zzz sesi, kulaklarım patlayacak neredeyse. Bir süre kulaklarımdaki bu yoğun sesleri şaşkınlıkla dinledim. Aslında günlük yaşamda anladığımız anlamda hiçbir ses yoktu. Ne konuşma, ne ayak sesi, ne alet sesi, hiçbir şey. Fakat tarifi zor yoğun sesler vardı. Çok ilginçtir, bir daha da o sesleri orada o yoğunlukta hiç duymadım.

Bu ses yoğunluğuna ilişkin şaşkınlığım geçince, yaşamın pratiğine dönüverdim: ortada kimse yok, akşam vakti, nerede kalacağim, kimi nerede bulacağım? O sırada bir duyuru tahtası gözüme ilişti. Üzerinde de ismimin yazdığı bir tomar kağıt. Bir de kroki. Öncelikle hoş geldin mesajları, sonra odamın nerede olduğunu ve diğer gerekli yerleri gösteren bir kroki. Ertesi günü nerede, kiminle buluşacağımın notu. Her şeyi düşünmüşler. Hoşuma gitti bu düzen. Ne zaman geleceğimi bilmedikleri için, herkesi rahat ettiren bir çözüm bulunmuş. Çok güzel.

Odamı buldum, hiç kimse yok hala etrafta. Hindistan ile karşılaştırılamayacak bir konfor elbette. Eskiden burası rahibelerin kaldığı bir Hıristiyan manastırı imiş, maddi nedenlerle satmışlar. Şimdi de yılın her günü sessizlik içinde olan, insanların gelip kafalarını, ruhlarını dinledikleri, arındıkları, güzelliklerle buluştukları bir merkez olmuş. Genişçe bir bahçe içinde. Bahçede çok çok yaşlı ağaçlar var. Bina birkaç bölümden oluşuyor.

Ertesi gün kendisine bağlı çalışacağım yönetici ile tanışmaya gittim. Bir ay kalacağım için beni mutfağa almışlar. Şimdi bunları yazarken, mutfakta çalışacağım için nasıl bir iç tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Tahminim sevindiğim ama aynı zamanda da endişelendiğim yönünde. Zira o zamanlar pek ev işleriyle ilgim yok, becerebilir miyim endişesi içine girmişimdir muhtemel.

Her gün ne yapacağım belli, o yüzden ilk gün yönetici talimatları aktardı. Zaten her şey yazılı, müthiş bir sistem var. (Birkaç yıl sonra Türkiye’de vipassana inzivası düzenlediğimizde bu sistemin bir parçasını uygulama fırsatı da bulduk.) Gerekirse, yönetici ile konuşulabiliyor. Diğer zamanlar işler sessizlik içinde yapılıyor. Birçok kişiyle aynı yerde çalışıyorduk, birbirimizle konuşmuyorduk ama anlaşıyorduk sözsüz, sessiz.

Programa göre günde 5 saat çalışılıyor. Genellikle merkezde belli konularda grup programları oluyor. İnsanlar 3 günlüğüne, 1 haftalığına bu programlara katılıyorlar. Çok değerli hocalar konuşma yapıyor, inzivaları yürütüyorlar. Grup programlarının dışında kendi kendine sessiz kalmak isteyenler de gelebiliyor. Bunlar da yine hocalarla her gün görüşüyorlar. Nasıl gittiklerine ilişkin rehberlik alıyorlar, hocalar da herkes ne durumda takip edebiliyor. Bizim gibi çalışarak inziva yapanlar da tüm bu kişilerin orada kalmasını mümkün kılıyor. Hem kendine, hem başkalarına hizmet gibi. Orada kalan herkes günde 1 saat mutlaka mutfakta, bahçede, temizlikte çalışıyor, yani karşılıklı dayanışma uygulamada da her gün yaşanıyor.

Mutfak işi tahmin ettiğim gibi yemek yapmak ile doğrudan alakalı değilmiş. Açık büfe olan kahvaltıyı hazırlamak, mutfakta biten malzemeleri takip etmek, kavanozları doldurmak, yöneticilerin mutfağını takip etmek, arada bulaşık yıkamak, artan yemekleri dondurmak gibi işler. Rutin. Sistemli. Her gün aynı işlerin yaptığım halde, o işleri yaparken açılan içgörülerin çokluğu, derinliği, niteliğini anlatmaya kelime yok. Yaşamdaki derin içgörülerin çok olağan, sıradan an’larda geldiğini orada daha çok fark ettim.

Günlüğümden: “Burada yaşadığımla daha önceki görevlerimde yaşadığım aynı. Aynı tepkileri veriyorum. Üstelik durup dururken, kimse bir şey demezken. Kendi kendimi sımsıkı iplerle doluyorum, boğuyorum, sonra bu ipleri kim sardı diye feryat ediyorum. Çok ilginç. Bunu görmek beni neredeyse şok etti. Burası bir laboratuar gibi. Kendi iç alemimden bir kesit alınmış da, ona bakıyor gibiyim.

Gerçekten de kimsenin benimle konuştuğu yok, kaşını, gözünü kaldırdığı yok, oflayıp, pufladığı yok. Ama gelin de benim zihnimin içindeki hikayeleri dinleyin. Nazik yazamayacağım, tam anlamıyla uydurduğum hikayeler. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan, varsayımlar ve uydurmalarla yarattığım cehennem. Cennetin içinde cehennem. Şimdi geriye baktığımda ne kadar çok zaman ve enerjinin bu şekilde heba olduğunu görüyorum. Elbette şimdi de zihnim bu hikayelerden azade değil, ancak zihnimin iklimi çok başka. Bilseydim, yapar mıydım, kendime eziyet eder miydim? O günkü bilmeyen halim için şefkat geliyor içimden bugün. İleride de bugünler için aynısını hissedeceğim herhalde…

Yemeklerden sonra bulaşıkları günde bir saat çalışanlar yıkıyor. Ancak bazen yetiştiremiyorlar ya da yeterince insan olmuyor, o zaman ben yıkıyorum. Benim de belli bir saatte işi bırakmam gerekiyor. O saatte tüm bulaşıkları yıkamış olmuyorum bazı zaman, bir stres, bir panik. Küçücük bir duruma verdiğim tepkilerini dikkatle izliyorum, zira bunlar benim yaşamda daha büyük diyebileceğim olaylara nasıl tepki verdiğimi de gösteriyor. Günlüğüme yazmışım: “Zaman sınırlaması koyulmasa, işi elimden geldiğince iyi yaparım. Ama hızlı iş yapamıyorum. Aslında temizlik tipi işlere elim alışık olmadığı için bir işi bazen birkaç kez tekrarlamam gerekiyor. Bastırarak, hızlı hareketlerle iş yapamıyorum. Usul usul yaptığım için de iş iyi ve çabuk olmuyor. Bundan rahatsızlık duyuyorum, çünkü annem aklıma geliyor.” diye devam ediyor. Şimdi gülümseyerek bakıyorum, zira farkındalığım artıkça, hızım çok farklılaştı. Otomatik tepkileri gördükçe, zihnim arındı, birçok kıskaç beni bıraktı ya da ben onları. Bulaşıkları bitiremeyince, tipik bir tepki olarak bulaşıkları yıkamaya devam ettim, bazen bir saat daha. Birkaç kez böyle oldu. Sonra beni yönetici gördü. Ne yaptığımı sordu. Hiçbir surette 5 saatten daha fazla çalışmamam gerektiğini, arta kalan işleri mutlaka bırakmam gerektiğini söyledi. Tabii tahmin edersiniz, ısrar ettim, ben yapmazsam ne olacak düşünce kalıbının çeşitli versiyonlarını saydım. Kendimi nasıl haklı zannediyorum anlatamam. Yönetici benden birkaç yaş büyük ama bu yollardan geçtiği belli biri. Bana gayet sakin ama keskin bir tavırla süre bittiğinde işi bırakmayı öğrenmem gerektiğini söyledi. O keskin tavrına, ama mama diyemediğim fazla. Ve bana dedi ki, “Kahvaltı bulaşığı süresinde tamamlanmazsa, öğlen bulaşığını yıkayanlar bunları da yıkar. O zaman da tamamlanmazsa, akşamüstü bulaşığını yıkayanlar bitirir. Bu sistemde bir yerlerde bu tamamlanır. Sisteme güvenmeyi öğrenmek durumundasın.” Büyük bir yaşam dersi.

Bu duruma daha da yakından baktığımda pek çok başka nokta da gördüm. Bu kadar basit bir şey, yapabildiğim bir şey neden bitmiyor? Sizin de başınıza gelir mi, birçok basit, rahatlıkla yapılabilecek iş vardır, hepsine evet derim, ancak bir güne sığmazlar, sabırsızlanır, sızlanırım. Burada göz ardı ettiğim etkenleri fark ettim. Biraz daha bakınca, kendime göre başarı ölçütlerini sorguladım, başkalarının gözündeki imajımın önemini gördüm, gerilince, zihnimin hangi eski dosyaları açtığını fark ettim. Dünyanın yükü benim omuzlarımda mı, yoksa yaşam zaten ben olsam da olmasam da kendiliğinden yürüyor mu, yük haline getiren zihnim mi? Kısacası basit bir bulaşık yıkama işi bana iç alemimi görmek için müthiş fırsatlar oluşturdu.

Bu yazılardaki asıl niyetim bu inzivalardaki içgörülerimi paylaşmak değil, daha önce de birkaç kez yazmaya çalıştım. Zira siz bunları okuduğunuzda, benim deneyimlediğim içgörü sizin içgörünüz olamıyor, insan kendisi görmeden, deneyimlemeden bilgi bilgelik haline gelemiyor. O nedenle benim niyetim yalnızca ilham olabilecek kadarını yazmak.

Bulaşık işinde de, o merkezde yaptığım diğer işlerde de gördüklerimin çoğunu yazmayacağım. Ancak günlüğüme yazdığım bir paragrafı da paylaşmak istiyorum: “Ne arıyorum? Bu soru beni biraz sarstı. Aslında amacım var, hedef ve stratejilerim var. Üstelik yazılı, proje gibi. Ama şu an bunlar hiçbir şey ifade etmiyor gibi. Ne istiyorum? Hiç bir şey, sadece sessizlik ve huzur. İçimin tamamen sükunet içinde, dingin, uyanık ama huzurlu olması, çevreye, olan bitene sevgi ve huzur dolu gözlerle bakabilmem, tüm istediğim bu. Mücadele etmek, karmaşa, çatışma içinde olmak, parmağımı bile oynatmak istemiyorum. Her şey bana anlamsız geliyor. Zihnime de inanamıyorum. Öyle abuk sabuk şeylerle uğraşıyor, kafasına takıyor ki inanılmaz. Hocanın banyo havlusu küçükmüş de (herhalde yeni bir program başlıyordu ve hocanın odası hazırlanmıştı, yanlışlıkla küçük bir havlu konulmuştu) onu değiştirmek lazımmış. Eee, ne var yani? Allah aşkına adama hiç havlu koymasan ne yazar. Her yer dolap dolu, kalkar alır. Gider ister. Zihnim ne uyduruk şeylerle geriliyor. Meditasyon sırasında o kadar sıklıkla yüz kaslarım gevşiyor ki. Bu onların gergin olduğunu gösteriyor. Neden bu kadar gerginim?”

Böyle inzivalara katılmış olanlar bilir mutlaka, insan pireyi deve yapar. Aslında bu iyidir de, zira küçük olaylardan büyük dersler almak için muhteşem fırsatlardır inzivalar. Üstelik alınan derslerden kimselerin de pek haberi olmaz. Kendi kendimize kurar, bunalır, sonra ders alırız. Bu öğrenme tarzını seviyorum ben. Zira olaylar büyüyünce ders almak daha zor olabiliyor. Tema yine aynı tema, ancak boyut farklı oluyor. O zaman iş küçükken ders alabilirsem, göreceğimi görebilirsem, pek çok sevimsiz sonuçtan da hem kendimi, hem başkalarını korumuş olabilirim. Hep söylenen bir şeydir: yaşam önce fısıltıyla uyarır, duymazsak, sesini biraz daha yükseltir. Yine duymazsak, bağırır. Yine duymaz ya da aldırmazsak, kafamıza balyozla vurur. Bu işleyişi gözlemlediğimden beri kulaklarımı fil kulağı gibi kocaman ve açık tutmaya çalışıyorum. En küçük kırıntıya bile dikkat etmeye gayret ediyorum.

Bu yazıyı günlüğümü okuya okuya yazıyorum. Artık ne yazacağımı bilemiyorum. Nice ağlamalar. Nice farkındalıklar. Hocaların konuşmalarındaki kahkahalar, gözyaşları. Kızgınlıklar. Kızgınlıkların bağlı olduğu hikayeler. Hikayelerin boşluğu karşısındaki şaşkınlıklar. Kendine kızmalar. Neye bakılsa boşlukla karşılaşmanın oluşturduğu korku. Bilinmeyene teslimiyetin zorluğu. Kendim için çizdiğim imajı bırakmanın korkusu. Ara ara özgürlük hissi. Belki bu yazıyı toparlama zamanı.

Bir ay Gaia House’ta günlük işler ve oturma, yürüme meditasyonları ile geçti. Oradan şükran gözyaşları ile ayrıldım. Tekrar gelmeye niyet ederek. Tam gideceğim gün oradaki yöneticilerden biri olan Raymond bana bir not uzattı, diyordu ki: “Bütün enerjini ve zamanını uygulamaya ver. Bu konuda okumaya, bilgi edinmeye çalışma. Bunu sonra yaparsın.” Ve de minicik kağıtlara Burma yolculuğunda yardımcı olacak birkaç bilgi yazmış karınca duası gibi. Onu dinledim ve uygulama için kısa bir süre sonra Burma’da iki buçuk ay diye niyetlendiğim bir inzivaya doğru yola çıktım.

Gelecek macera: Burma Nerede Acaba?

26 Aralık 2007 Çarşamba

Marmaris- Pansiyonda inziva

1999 Ağustos

Vakıfta tatilimiz 1 Ağustos’ta başlıyor. Bu yıl (1999) Ocak’ta Hindistan’da yaptığım bir aylık inzivadan sonra, vakıfta bu uygulamayı paylaşmaya başladım. Bana da iyi oldu, en azından haftada bir kere oturup, zihnimi, bedenimi izliyorum. İşler çok yoğunlaştı, büyükçe bir seminerin organizasyonunu üstlendik. Bu arada yaşamımda pek çok çalkantı yaşandı. Kafamı toplamaya ihtiyacım var. Bu Ağustos tatilinde kendi kendime 10 günlük bir inziva yapmaya karar verdim. Arkadaşım Sevgi’nin bir tanıdıklarının pansiyonu varmış Marmaris’te Selimiye Köyünde. Daha önce gitmediğim bir yer. Telefonla konuştum, nasıl bir uygulama yapacağımı birazcık anlattım, herhalde yoğun değiller ki, beni kabul ettiler.

Gittim ki, pansiyon yanlış hatırlamıyorsam iki odadan oluşan bir köy evi aslında. Burada nasıl çalışma yapacağım? Çalışmanın mahiyetini anlatınca, yeni bir öneri geldi. Meğer bir de pansiyonu işletenlerin kiraladığı, köyün hafifçe dışında, tepede bir kulübe varmış tek oda. Orada çalışma yapabilirmişim. Gece kalamam ama gündüzleri orada geçirebilirim. Pansiyon sahipleri İstanbul’lu genç bir çift. 10 gün boyunca kendileriyle konuşmayacağımı söylüyorum çalışmam gereği. Açık fikirliler ama yine de hafif şüpheyle bakıyorlar bana- en azından bana öyle geliyor. Öğle yemeklerini bu tepedeki kulübeye getirecekler. Akşam yemek yemeyeceğim, aynı vipassana inzivasında yaptığımız gibi.

Her sabah 5 gibi kalkıp, bu kulübeye yürüyorum. O saatte gökyüzü, ciğerlerime doldurduğum hava, kokular, hafif serinlik muhteşem. İçim sevinç, şükran doluyor. Kulübede oturma çalışması yapıyorum. Sonra dağda yürüyüşe gidiyorum. Yavaş yürümüyorum ama farkında olmaya çalışıyorum. Tepede bir yayla var. Yolda iki köylü kadınla karşılaşıyorum sabah ve akşam. İneklerini getirip, götürüyorlar. Ve de yaylaya çıkıp, oradaki keçilerine su çekiyorlar sarnıçtan. Tabii onlarla konuşmamam olur şey değil, laflıyoruz. Hatta bazı günler onlar yaylaya çıkmadıklarında keçilere su veriyorum. Bana “Dün gitmedin yaylaya” diyorlar, şaşıyorum nereden biliyorlar diye. Meğer sandaletimin izini tanıyorlarmış. Gülüşüyoruz.

Yaylada uzun uzun oturup, doğanın seslerini ve aradaki sessizliği dinliyorum. Şimdi bile o yaylada gözlerimi kapattığımda bana otobanda motosiklet sesi gibi gelen sineklerin uçuş seslerini hatırlıyorum. Zihnime, koşullanmalara, otomatik tepkilere ilişkin pek çok şey gördüğümü hatırlıyorum.

Sessizliğe başlamadan bana patikayla ulaşılan bir kumsaldan söz etmişlerdi. Buldum kumsalı, benden başka kimseler yok, kendime ait bir kumsal gibi, müthiş bir lüks. Ara ara yatlar demirliyor. Biraz ses yapıyorlar ama emniyet hissediyorum varlıklarından. Keyfim yerinde. Denizde tüm duyularıma dikkat ederek, yüzüyorum. Suyun koluma değişi, kokular, görüntüler, hareketler, değişen dokunuşlar, hisler. Kelimelerle tarif edilemez bir deneyim. Ancak yaşayan bilir. Müthiş bir şey. (2007 notu: Bu deneyimi paylaştığım arkadaşım Ayşe bir tatilde farkındalıkla yüzmeyi denediğini anlattı. Sonradan bu tatilden ne hatırladığına baktığında hep o farkındalıkla yüzdüğü anları hatırlamış.)

Birkaç gün sonra öğle yemekleriyle birlikte küçük kağıtlarda notlar gelmeye başlıyor. “Çok iyi gidiyorsun, bravo. Devam” gibi. Aslında ne yaptığımı bilmiyorlar, ben de dışarıdan nasıl göründüğünü bilmiyorum ama yaşamdan gelen teşvik olarak yorumlayıp seviniyorum. Aslında yaptığım ne kadar basit bir şey, alt tarafı konuşmayıp, ne yaşıyorsam, onu fark etmeye gayret ediyorum. İçimde, bedenimde neler oluyor ona bakıyorum. Konuşmamak dışarıdan görüldüğü kadar zor değil, zaten sessizlik yok ki, zihin kendi kendine de olsa maşallah sürekli konuşuyor.

Yaylaya giden yol üzerinde bir çeşme var. Çeşmede birçok arı. Bir gün bir arı geldi üzerime, kovalıyordum ki, köylü kadınlar “Öyle kovalama, sokar” dediler. Sonra bir gün bir arının geldiğini gördüm, hiç kıpırdamadım. Geldi koluma kondu. Biraz yürüdü, bacaklarını kıpırdattı, durdu, durdu, sonra uçtu gitti. Bu olay beni çok etkiledi. Yaşamda kişiler, olaylar karşısında pek çok kez gereksiz yere çırpınıp, sonunda kendimi sokturduğumu fark ettim. Oysa sakince dursam, merkezde ve dingin, pek çok olumsuz etki potansiyeli olan durum kendiliğinden gidecek belki de. Bakmalı yaşamda. Bu içgörü sonradan çok rehberlik etti bana, hala da ediyor. Başka bir gün o kadınları arıları kovalarken gördüm. Yaşam ne muzip!

Hindistan’daki inzivalara şekil olarak hiç benzemedi bu 10 gün. Ara ara oturma çalışması yaptım, çokça yürüdüm. Normal yaşam hızında (vipassanada hareketler çok yavaş ya) farkındalık çalışması oldu daha çok. Başımda hoca yoktu. Ara ara da konuştum. Ancak farklı koşullarda da inziva yapılabileceğini görmüş oldum. Orada deneyimlediklerime ilişkin çok az notum var. Farkındalığı artırmak, içgörü kazanmak için değişik bir inziva örneği oldu.

10 günü tamamladım. Konuşmaya başladım. Pansiyon sahipleri merak içinde. Birine anlattım çalışmayı, hatta beraber uyguladık bile. Çok sevdi. Ya o gün, ya ertesi gün Marmara Depremi haberi geldi. Apar topar yola koyuldum.

Gelecek macera: İngiltere- Gaia House

25 Aralık 2007 Salı

Yetmedi, İkinci Kez Hindistan

1999 Ocak ayı

Geçen yıl Ağustos’ta Hindistan’a inziva için gidemedim tabii. İş, eş, ev, aile, para. Ama ilk gidişimden bir yıl sonra 1 Ocak 1999’da Hindistan’a doğru uçaktayım. Bu kez 1 ay inziva yapacağım. Sırf bu inziva için gidiyorum Hindistan’a.

Bu kez kolay hazırlanamadım bu yolculuğa. İşten 5 haftalık izin almak, işleri toparlamak kolay olmadı. Hatta öncesinde tamamlayamadığım bir raporu yollarda yazmak durumunda kaldım. Son ana kadar iş yaptım yani. Bu yüzden gergin ve çok ama çok yorgunum.

Ancak bu kez şartları bildiğim için daha rahatım. Bir aylık tuvalet kağıdım, kapalı şişe suyum, balım var yanımda. Çalışmaya girmeden de kendime battaniye gibi bir şal aldım. Geceleri ve sabah soğuk oluyor, meditasyonda üşümüştüm geçen sene.

Hoca beni görünce, çok şaşırdı. Tanıdı mı tam emin değilim. Ancak yalnızca bu inziva için Hindistan’a geldiğime uzun zaman inanamadı. “Şimdi sen hiçbir yeri gezmeyecek misin?” diye sorup durdu. “Gezmeyeceğim, inziva bitince, Delhi’ye dönüp, eve gideceğim”. Hoca da bir sevinç, bir sevinç, yanındakilere “Yalnızca inziva için gelmiş” diye anlatıp duruyor. Ne alem adam!

Bu inzivada birçok not almışım. Çok soru sormuşum. Hepsini yazmayı istemiyorum, olur da böyle inziva yapmak isteyen olur, deneyiminizin doğallığını elinizden almayayım. Ancak ilham verecek, kimilerine de teşvik olacak olanları paylaşayım istiyorum. Bir de hocaların bazı önemli gördüğüm talimatlarını.

Müthiş bir yoğunluktan sonra birdenbire durunca, -hızlı giden aracın aniden durduğunda olduğu gibi- içinde ne var ne yoksa iyice bir sarsılıyor. Benim de zihnim, bedenim karman çorman oldu. İlk günler iyice bunaldım. Sürekli vakıftaki işleri düşünüyorum. Kimi zaman pişmanlıklar, kimi zaman unuttuğum işler, kimi zaman harika fikirler. Zihnim pazar yeri gibi. Zihni böyle gördükçe de bunalıyorum, sıkılıyorum. Bedenimde kaslarım atıyor, gece kimi zaman zor uyuyorum. Acayip rüyalar görüyorum. Sabah yorgun kalkıyorum. Bir hafta ancak biraz sakinleşmekle geçti. İnzivaya da hazırlanmak lazımmış, böyle aniden durmak da zor geldi. Bir yandan da zihnimin halini görüyorum, felaket, bu zihinle yaşamımı nasıl geçiriyorum, şaşıyorum. Hiç ilk inzivamdaki gibi bir hava yok. Rastrapal Hoca bir seyahate çıkacakmış. Zaten bizimle konuşmaları genç bir hoca yapıyor. Bilgili bir adam ama hiç gülmüyor. Nerede ilk inzivadaki bol kahkahalı konuşmalar.

Meditasyonları hiç aksatmıyorum. Yürüyüş meditasyonunda bir gün merdiven inip çıkmayı çalıştım. (Neredeyse duracak kadar yavaş hareket ediyor ve her hareketi fark etmeye dikkati yöneltiyoruz) Saatlerce yoğun bir merakla, ilgiyle bedenin hareketlerini izledim. Bedenin bu hareketleri nasıl yaptığına çok şaşırdım. Merdiven inmenin aslında ne kadar zor olduğunu fark ettim. İzledikçe, içim sevinç, enerji doldu.

Artık günlük yaşamdaki hareketleri de yavaş yapmaya dikkat ediyorum. Çok zorlanıyorum yavaşlamakta. Odama girene kadar ayda yürüyor gibi ağır çekimdeyim, odama girince, zincirinden boşanmış halde hoplayıp zıplıyorum. Yine de çamaşır yıkarken, hareketlerimi, zihnimi, duygularımı izliyorum. Banyo yaparken, tuvaletteyken, uyumadan önce, farkında olmaya gayret ediyorum.

Grubun içinde bana komik gelen bir adam var. Bir gün baktım terasta yerde bir şeylere bakıyor. Uzun uzun da inceliyor. Neye bakıyor diye baktım, hiçbir şey yok yerde. Tamam dedim, adam kafayı yedi.

Yine bir gün hocaya rapor verirken, bu adamcağız gayet ciddi bir şekilde ama bana çok komik gelen bir soru sordu içtiğimiz çay ile ilgili. Ne sorduğu yazmayacağım ama şimdi bile yazarken, içim katılıyor gülmekten. O sırada gülmemek için kendimi tuttum. Akşamüstleri grup halinde masalara oturup çay içiyoruz. Çay dediğim sıcak, renkli bir sıvı, nedir bilmiyorum. Ama sürekli oturma, yürüme monotonluğunda bir renk katıyor, kaçırmıyoruz hiç birimiz. Tavanlar yüksek, en küçük ses yankı yapıyor. Herkes ağır çekim, birbirine bakmadan, sessizce çaylarını içiyor. Bir ara karşımda oturan bir kızla göz göze geldik ve o anda (gelişini gördüm ama durdurmak ne mümkün) bir kahkaha kopardık. Durmama imkan yok. Nasıl gülüyorum. Sesim duvarlarda yankılanıyor. Kız da gülüyor ama o kendini kontrol edebildi. Ben hiçbir şey yapamıyorum. Adam anlayacak diye bir yandan üzülüyorum, bir yandan aklıma sorusu geliyor, ölüyorum gülmekten. Çareler arıyorum kendimi susturmak için. Zıvanadan çıkmışım. Sesim çınlıyor salonda. Birden aklıma dikkatimi bedenime getirmek geldi. Hemen fincanı tuttuğuma, dokunma hissine, sıcaklık hissine, sertlik hissine odaklandım. Aklıma soru geldikçe, çok hızlı bir şekilde beden farkındalığına geri geldim. Bıçakla kesilmiş gibi kesildi gülmem. Çok ama çok şaşırdım. Sonra yıllarca bu anıyı hatırladım. O zıvanadan çıkmış gülme hissini bile böyle kontrol edebildiysem, kızgınlık, üzüntü ile de işe yarayabilirdi o zaman. Müthiş heyecanlandım.

Bir gün genç hoca iki minderi üst üste koyup oturmama mana buldu. Niye bağdaş kurup oturmadığımı sordu. Oturamadığımı söyledim. Mindere bağımlı olmamamı, mindersiz, bağdaş oturmamı önerdi. Çok hoşuma gitti. Tabii ya, mindere bağımlı olmayayım, minderden özgürleşeyim diye bir gayret mindersiz oturmaya başladım. Uzun süreler oturuyoruz, bir oturmada acıdan, ağrıdan gözümden yaş geldiğini hatırlıyorum. Ağrıya baktım, her tür etiketlemeyi yaptım, ağrı ağrı, kaşınma (gözyaşı yanaktan süzülürken). Rastrapal Hoca ile konuşuyorduk daha sonra, bu oturumu anlattım. “Niye mindersiz oturmaya çalışıyorsun?” diye sordu. Nedenlerimi anlattım. Onun bir tatlı sert kızma halleri vardı. Sevimli sevimli celallendi: “Önemli olan farkındalığını artırman, mindersiz oturmak da ne demek oluyor! Kendine boş yere niye eziyet ediyorsun? Bırak mindersiz oturmayı falan, bütün enerjini farkında olmaya ver.” Bu babacan hali beni kendime getirdi. Rastrapal Hocaya saygımı ve güvenimi de pekiştirdi. Kalıplara, kurallara sıkışmamış, hapsolmamış bir hocaydı. Bana göre neyin önemli olduğunu derinden kavramış biriydi.

Oturmalar 1 saatti. Bazen uzun geliyordu. Gongu çalan uyudu mu diye sabırsızlanıyordum. Bazen de hop diye geçiyordu 1 saat. Bir süre sonra daha da uzun oturmaya başladım. Rastrapal Hoca ile konuştuğumda süreden ziyade oturma kalitesinin önemli olduğunu söyledi. “Birilerine ‘bak ne kadar uzun oturuyorum’ diye kanıtlamak için oturuyorsan, kendini sıkıntıya sokma boş yere” dedi. Ne alem adamdı, zihin okuyordu zihin. Uzun oturdukça gururlanıyordum tabii. “Önemli olan oturduğun sürede farkında olman. (2007 notu: Yıllar sonra buna yardımcı olan bir uygulama kattım oturmalarıma, niyet. Oturmadan önce bu süre boyunca farkında olmaya niyet etmek oturma iklimini epey değiştirebiliyor.)

Gözlerim kapalı olduğu halde gözümün önünden birçok görüntü geçiyordu, bazen renkler geçiyordu. Rastrapal Hoca hiçbir yorumda bulunmadan, kısaca “İyi, devam et, etiketle, fark et, hoşuna gidiyorsa, hoşuna gittiğini bil, tutunmak istiyorsan, bu isteğini bil, devam” diyordu. Merak ediyordum bunların ne olduğunu ama hocaya güveniyordum, takılmadım hiç.

Bir de bu inzivanın unutulmaz noktalarından biri bir sırt ağrısıydı. Şimdi hatırlayınca, nasıl geçtiğine şaşırıyorum. Hiç ama hiç geçmeyecekmiş, ömür boyu benimle kalacakmış sanıyordum o zaman. Nasıl bir ağrı. Her oturduğumda çıkıyor. Neler uydurdum o ağrı için, geçmiş yaşamlar varsa, belki kurşunlanmıştım kalbimden diye hikayeler yazdım. Olur ya böyle bir hikaye varsa, fark edersem, geçer diye düşündüm. Nerede! Oturuyorum, birkaç dakika içinde beliriyor. Oturuşumu değiştirdim, uzun uzun baktım, etiketledim, geçsin diye bin türlü dereden su getirdim. Bana mısın demedi. Rastrapal Hoca bu ağrıma gülüyor da gülüyor, “Ağrı senin en iyi arkadaşındır, dikkatini toplamana yardım eder. Bakmaya devam et. Kurtulmaya çalışma. Gitsin isteği gelirse zihnine, bunu da fark et” diyor. O böyle dedikçe, ona olan güvenim sarsılıyor, “Ne duyarsız adam, sırtımda bir problem var herhalde. Böyle oturdukça da daha beter yapıyorum belki bu sorunu. İster misin sakatlanayım” diye düşünceler istila ediyor zihnimi. Rastrapal Hoca bu şaşkın halime gülüyor da gülüyor. Şimdi bu ağrının ne zaman geçtiğini unuttum, ama bir daha hiç gelmedi. Neydi bilmiyorum, ama bana odaklanmakta yardım ettiği, bedendeki hisleri, zihinsel tepkileri uzun uzun, detaylı detaylı fark ettirdiği kesin. Başka bir şeye bakmak ne mümkündü zaten…

On gün kadar sonra herkes bir bir gitmeye başladı. Şu sorusu yüzünden kahkaha krizine girdiğim adam da bir gün yanıma gelip, vedalaştı. Güzel bir konuşma geçti aramızda. Beni hem çok teşvik etti, hem yararlı önerilerde bulundu, hem de bana hurma gibi bazı yiyecekler bıraktı. Bir günde 7 hurma yenirse, bedenin ihtiyacı olan tüm minerallerin karşılandığını söyledi. O dönem epey hurma yedim bu nedenle. Ona terasta yerde neye baktığını da sordum. Meğer buranın inşaatında kullandıkları kumun içinde altın parçaları varmış. Bu onları görmüş. Baktım ben de gördüm. Ya işte böyle, adam akli dengesini bozdu diye düşündüm ama benim göremediğim incelikleri, güzellikleri görüyormuş. Ders olsun.

Bir gün geldi, tek başına kaldım mı merkezde! Meğerse tam o günlerde Bodhgaya’da bir festival varmış. Birçok yerden insanlar bu festivale gelmiş. Bizim hoca da merkeze artık meditasyon için kimseyi almayacakmış ve bu festivale gelen kişilerin kalması için merkezi açacakmış, çünkü kalacak yer sorunu yaşanıyormuş. Türkiye’den sırf bu meditasyon için geldiğim için, bana da çıkmamı söyleyemiyor. Gitmemi de istemiyor zaten.

Önce meditasyon salonunu birilerine verdiği için, bana oturma meditasyonlarımı bundan böyle odamda yapmamı söyledi. Sonra yemekhane kalabalıklaştığı için, “Artık yemeklerini de odanda ye”, dedi. Sabah ve öğlen biri yemeklerimi getirir oldu. Bir de termos içinde sıcak su. Hoca bana çok özenle bakıyor, kendi içtiği tok tutan bir içecek getirdi bir gün, halimi hatırımı soruyor ama iyice odaya kapandım.

Yürüyüş meditasyonunu terasta yapıyordum ama çoluk çocuk oraya da çıkmış. Bir gün bir baktım arkamdan taklidimi yapıyorlar. Ayda yürüyen anne ördek ve yavrular gibiyiz :) Hoca artık yürümeyi de odamda yapmamı söyledi. O dönem İstanbul’da yeni açılmış ilk çocuk tutukevinde çalışıyorum. Çocuklar için uygulama büyüklerinkinden pek farklı değil, bildiğimiz hapishane. Hatta ben koğuşlara giriyorum gençlerle görüşmeye, infaz koruma memurları arkamdan kapıyı kilitliyor falan, hep birlikte koğuşta kilitli oturuyoruz. Şimdi Hindistan’larda hapis hayatı yaşıyorum. Ne ilginç. Biri özgürlüklerin kısıtlanması, biri özgürlük yolu…

Ama o sıralar özgürleşme falan düşündüğüm pek yok, içimde şikayetler ediyorum, bu ne hal diye. Bir önceki inziva ile karşılaştırıyorum. Bir yandan da tamamen kendi disiplinimle çalışmalara devam ediyorum. Kendi iç disiplinime de hayran kalıyorum. Küçücük odanın içinde düzenli olarak oturma, yürüme çalışmalarını yapıyorum. Zihnimde gördüklerim beni şaşırtıyor. Aklıma bir sürü soru geliyor, genç hocayla konuşuyorum. Benim hoca bunlar yetmemiş gibi bir gün bana ‘noble silence’, yani tamamen sessizlik yapmamı söyledi. Yani zaten günde ancak 15 dakika hocayla bir konuşmam vardı, onu da kaldırmamı söyledi. “Tamamen uygulamaya dön” dedi. İtiraz ettim. “Olmaz” dedim. Yapmadım. Elbette şimdiki aklım olsaydı, onu dinlerdim. Çok iyi bir öğretmendi, neye ihtiyacım olduğunu açıklıkla görmüştü. Ama çok bildiğim (!) için, onu dinlemedim.

Bir gün yine babacan bir tavırla geldi, “Bak bu iş çok basit. Karmaşıklaştırmaya gerek yok. Ben nice hocalarla yetiştim, çok ünlü hocalardan eğitim aldım ama en iyi hocam bir köyde yaşayan okuma yazma bilmeyen yaşlı bir kadındı” dedi. “O zaman Budizm konusunda üniversitede doktora yapıyordum. Çok iyi bir öğrenciydim. Ama uygulamada bir yerde tıkanıp kaldığımın farkındaydım. Bu kadını ziyarete gittim. Bana dedi ki, ‘Bante, yalnızca şunu hatırla: Ne hissediyorsan, ona odaklan’. Tüm tavsiyesi buydu ve yetti. Benim de sana tavsiyem bu.” Başka hocalarıyla ilgili de bazı yaşanmışlıklar anlattı. İçtenliği, kendi deneyimlerini paylaşması içime çok iyi geldi. O zaman tam kavrayamadım belki anlattıklarını ama kulağıma gerçek anlamda küpe oldular. Sonrasında pek çok başka hocam oldu. Ama çoğunlukla küpelerimde saklı bilgelikleri dinlemeye gayret ettim, rehberim oldular. Minnettarım.

Genelde böyle inzivalarda akşamları konuşmalar olur, tabii ben tek başına kaldığım için, kimse konuşma falan yapmıyor. Hoca gülüyor, gülüyor, “Gerek yok, bu konuşmalar motivasyon için, senin motivasyonun var, devam et” diyor. Hocaya söylemiyorum ama bu sözlerine hep kuşkuyla bakıyorum. Sonra bir gün hafifçe hocaya kuşkularımı çıtlatıyorum. Bana diyor ki, “Bu yolda kendin yürüyeceksin. Elbette söylenenlere inanma, benim söylediklerime de inanma. Ama dene. İşine yararsa, yani seni daha özgürleştirirse, devam et. Mutlaka kendin deneyimle. Bu yol kör inanç yolu değil. Tam tersi kendinin deneyimlemediği bilgi bilgelik değil, bunu unutma.”

Bu arada merkezde bir inşaat faaliyeti başladı. Bir duvarı balyozla deliyorlar. Mecazi anlamda söylemiyorum. Zaten merkez boş, yani pek eşya falan yok. Balyoz sesi kafamın içinde yankılanıyor. Çıldıracağım. Ne yapacağımı şaşırdım. Farkındalık, etiketleme hiç fayda etmiyor. Duymaya bakıyorum, duygusal tepkilerime bakıyorum, hepsini tek tek etiketliyorum. Hiç yararı yok. Aklımı oynatacağım. Hocadan pamuk istedim. Kahkahalar içinde, pamukla ne yapacağımı sordu. Kulaklarımı tıkayacağımı söyledim. Nasıl gülüyor. İçimden “Gülecek ne var, zaten odama hapsoldum, bir de işkence görüyorum” diyorum. Gönderdi biraz pamuk. Tıktım kulaklarıma, üzerine de yemeni bağladım. Yok, duymamaya imkan yok. Bir gün sinirden yastığımı dövdüğümü hatırlıyorum.

Bu sürecin içinden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Ancak şimdi zihnime baktığımda balyozun duvarda çıkardığı sesin değişik notalarını duyduğumu, yani tek ses gibi görünenin içindeki sesleri ayırt ettiğimi hatırlıyorum. Sonra “gürültü” kavramının aslında ses + duygusal tepki (kızgınlık, rahatsız olma) birleşiminin adı olduğunu fark etmiştim. Duygusal tepki olmadığında ortada yalnızca ses kalıyor. Zihinsel acı yok oluyor.

Bu inzivada beni en çok şaşırtan kızgınlık duygusuyla yüzleşmem oldu. Bundan önce günlük yaşamda kızdığımı fark etmediğimi gördüm. İçimde bir huzursuzluk hissediyormuşum ama ne olduğunu anlamıyormuşum. Oysa kızıyormuşum. Ve kızdığımda bedenimde olanları izledim uzun uzun. Hem şaşırdım, hem üzüldüm. Bedenime neler yapıyorum böyle diye düşündüm. Kızgınlığı epey gözlemleme fırsatım oldu. Kızgınlığı gözlemlemem bundan sonra bir daha kızmamama yol açmadı. Ama en azından kızdığımı fark ettim, ne oluyor diye içime bakma fırsatı buldum. Kızgınlık üzerinde daha pek çok kere gözlem fırsatım oldu, oluyor :)

Bir gün odamda yatağımda oturma çalışması yapıyorum. Ansızın içime bir endişe düştü. Nereden geldi, ne tetikledi, o zaman da anlamadım. Ansızın annemle babama bir şey olduğuna ilişkin yoğun bir endişe. Bir panik duygusu. Önce bir posta ağladım. Sonra zihnimi izledim uzun uzun. Ancak bir nokta geldi ki, yatağımdan ok gibi fırladım, genç hocayı buldum. Durumu anlattım ve annemleri telefonla aramak istediğimi söyledim. Sert yüz hatlı biriydi, hafifçe gülümsedi, “Elbette, nasıl istiyorsan” dedi ve bana merkezin dışında nereden telefon edebileceğimi tarif etti. “Ancak konsantrasyonunu dağıtma, oraya yürürken de, telefonla konuşurken de, farkındalığını yüksek tutmaya çalış” dedi. Dediği gibi yaptım. Yavaş yürümedim ama elimden geldiğince farkında olmaya çalıştım. Annem açtı telefonu, şaşırdı. Hal hatır sordum, her şey normal anlaşılan. Telefondan sonra merkeze doğru yürürken, biraz rahatladım, biraz bu neydi diye anlamaya çalıştım, bir yandan da gizliden gizliye hafifçe pişman oldum aradığıma- hiçbir şey yokmuş işte. Tabii zihnim “Ya olsaydı” diyordu bir yandan. Sonra zihni daha yakından tanıdıkça, alıştım bu hallerine. Ama bu telefon konuşması günün geri kalanına mal oldu. O gün yatana kadar ‘düşünme’ halini etiketledim. Kısacık bir konuşma bu kadar çok düşünce üretebilir mi, inanılır gibi değil. Günlük hayatta ne yapıyorum ben?

Bir ara yediklerimden tat alamamaya başladım, sanki saman yiyorum. Zihnimi izlemekten sıkıldım, bıktım. Hocaya gitmek istediğimi söyledim. Şaşırdı. “O kadar zaman harcadın, yolculuğa para verdin, buralara geldin, şimdi nereye gidiyorsun?” dedi. Ben ne bileyim. Kaldım tabii. Bir ay. Bu koşullarda. Zorlandım ama bırakmadım. (2007 notu: içindeyken anlamadım ama sonradan bu gözlemlerin hem kendimin, hem başkalarının yaşamına tarifsiz katkılarda bulunduğunu tahmin ediyorum.)

Günlüğüme bu inzivadan sonra neredeyim diye bir liste yapmışım- aynen yazıyorum:
Zihnim berraklaştı.
Duygularımı ve zihnimi izledim, hareket tarzlarını öğrendim.
Her şeyin gelip geçtiğini gördüm.
Yaşamımın çoğunun geleceğe ilişkin planlarla dolu olduğunu gördüm.
Vücutça ve zihince yaşamımdaki en önemli dinlenmeyi yaşadım.
Çeşitli konularda hedefi iyi göremediğim ve belirleyemediğim için verimimin düşük olduğunu gördüm.
Duygularımın ne kadar bastırılmış olduklarını ve ne kadar güçlü olduklarını gördüm.
Yaşamın aslında çok basit de yaşanabileceğini gördüm.
Çok yorucu bir iş yaparken bile, insanın nasıl coşkulu olabileceğini gördüm.
Acıyı yaşadım.
Hiçbir şeye bağlanmamanın önemini anladım ama önümde daha çok yol var.
Vücudumu biraz daha yakından tanıdım.
Konsantrasyonum gelişti.
Dengem gelişti.
İstersem, ne kadar iç disiplinli olabileceğimi gördüm.
Aslında her şeye ne kadar minnettar olduğumu gördüm ama etkisi uzun sürmedi.
Vücudumun isterse ne kadar az yiyecekle idare edebildiğini ve gözü dönmeden de durabildiğini yaşadım.
Benim demenin aslında ne kadar da manasız olduğunu gördüm ama daha pek çok fırın ekmek yemem lazım.
Kararlılığın dağları delebileceğini gördüm.
Dilenmenin ya da bir şey istemenin egoyu yenmek için iyi bir yol olduğunu gördüm ve kendi burnu büyüklüğümü yaşadım.
Çok eski olayları bile hatırlayabildiğimi gördüm.
Zihnin nasıl işlediğine ilişkin bilgim oldu.

İnziva süresinin bitmesine yakın, genç hoca kendisinin Burma’da 3 ay inziva yaptığını anlattı. Meditasyon salonunun kapısında da diğer ülkelerdeki inziva merkezlerinin adresleri asılıydı. Benim de kafama takıldı. Acaba daha uzun bir inziva mı yapsam? Mesela 3 ay. Belki Burma’da. İşten nasıl izin alınır? Ev nasıl bırakılır? Haluk’a ne söylenir? Tabii o zaman 1999 yılının Türkiye’de ve yaşamımda ne depremlere gebe olduğundan haberim yok.

İstanbul’a dönüş yolunda uçaktayım. Bir adam sigara içiyor. Nasıl rahatsız oldum. Adamı uyardım, hiç umru değil. Hostes uyardı, dinlemiyor. O kadar kızdım ki, sinirden başım uyuştu. O anda “Eee, ne oldu o kadar inziva?” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Yine o zaman inzivadan sonra duyuların ne kadar açık olduğunun, derinin ince olduğunun farkında değilim. Ve de bir aylık inziva yapınca, yunmuş yıkanmış olduğumu sanıyorum :)

İşe döndüğümde, benim gelişimimde büyük katkısı olan vakıf başkanı Güney Haştemoğlu yanıma geldi. “Hindistan’da ne öğrendiyseniz, bize öğretmek zorundasınız, çünkü ışıl ışıl parlıyorsunuz. Bunu paylaşmanız lazım. Bir kuyudan su çekilmezse, su akmaz, kuyu kurur. dedi. Bu teşvikine minnettarım. Bana kalsa, belki hiç paylaşmaya başlamazdım. Bir hafta sonra vakıf üyeleri ve gönüllülerinden isteyenlere farkındalık çalışmaları başlamıştı. Her hafta yarım saat çalışma yapıyorduk. İşimin bir parçası olmuştu. O dönem çok yararlandığını söyleyenler oldu. Gençlere öğretmeye cesaret edemedim. Yalnızca iki gence tekniği anlattım. Teknik dediğim de ne hissediyorsan, onu fark et demekten ibaret. Bir çocuğu hatırlıyorum. 15-16 yaşlarındaydı. İçinin çok huzursuz olduğunu, çok sıkıldığını anlatmıştı. Nefesini nasıl izleyeceğini, sonra gelen her şeyi nasıl etiketleyeceğini anlattım, bir odada bıraktım. 15 dakika sonra gittim ki, hala gözleri kapalı. Ayak seslerimi duyunca, gözlerini açtı. “Nasılsın?” diye sordum. “Abla bu nasıl güzel bir şey. Kendimi pambık gibi hissediyorum.”…

Gelecek macera: Marmaris

21 Aralık 2007 Cuma

Hindistan- Bodhgaya Yollarında

Yıl 1997. Sosyal hizmet alanında çalışanların değişim programıyla Hindistan’dayım. Program beni Bombay’e yerleştirdi. Buradaki sosyal hizmet kurumlarını geziyorum. Bununla ilgili çok uzun bir rapor yazmıştım dönüşte, olur da ilgi duyan olursa, göndereyim.

Program 3 ay sürüyor. Yılbaşı öncesinde bize 2 hafta tatil verdiler. Çeşitli ülkelerden gelen katılımcıların çoğu Hindistan’a ilk kez geliyor, herkes turistik yerlere gitme planları yapıyor. Bir çoğu Rajastan’a gidecek, Tac Mahal’i, Agra’yı görecek. Benimse niyetim Bodhgaya’ya gitmek. Burası Buda’nın aydınlandığı yer. O dönem Buda’nın söylediklerine ilgi duyuyorum ancak bu yaşamda hiç Budist olmadım. Budist değilim ama Buda’dan yararlanmak istiyorum. Aynı Mevlevi olmadığım ama Mevlana’dan yararlanmak istediğim gibi. Yine de o dönemlerde ilgi alanlarım çevremi endişelendiriyor. Babam ben evlenmeden önce Haluk’la baş başa görüşmek istemişti. Bir anlam veremedik. Çeşitli konulardan konuşmuşlar, sonra babam gizli bir şey söylemek üzere olduğunu ima eden bir tavırla Haluk’a: “Oğlum sana bizim kızla ilgili bir şey söylemem lazım. Tam da bilmiyorum ama bizimki Budist olabilir.” demiş. Haluk ile sonrasında uzun uzun kahkahalarla güldük. Yüreğimin yolu nereden geçtiyse, orada yürüdüm ben, sanırım hepsi bu…

Programda Hintli bir adam var, herkesin tatilde gideceği yerler için yardım ediyor. Tren bileti, otel ayarlıyor. Adamı hiç gözüm tutmadı. Ne vardı adamda bilmiyorum. Bana da geldi, gideceğim yerle ilgili yardım teklif etti. İstemedim, ısrar etti. Bodhgaya’ya gideceğimi söyledim. Şaşırdı. Çok uzak olduğunu, orada ne yapacağımı sordu. Belki bir meditasyon kursuna katılabileceğimi söyledim. Kendisinin mensubu olduğu bir gruptan söz etti. Bana da bir broşürünü getirdi. Kağıtta vipassana meditasyonu yazıyor. Daha önce hiç duymamıştım. 10 gün boyunca hiç konuşmuyorlarmış, sürekli meditasyon yapıyorlarmış. Çok sağolsun, ben almayayım, o kadar uzun süre konuşmadan durulur mu! Bu adamdan gelen ne kadar hayırlı olabilir ki zaten! Nazikçe ilgilenmediğimi söyledim. Neyse Varanasi’ye kadar tren bileti almamda yardımcı oldu.

Şimdi günlükten devam edeyim:

22/12/97
Trendeyim, müthiş bir yolculuk geçiriyorum. Bir kere yerim çok rahat. Yer dediğim koltuk değil, bir ranza yatak, üstteyim. Bütün günüm yatakta geçiyor gibi. Uyuyorum, uyanıp kitap okuyorum. Daha da güzeli, 30 kişilik bir grup var. Çoluk boncuk seyahat ediyorlar. Sabah bana kahvaltı verdiler. “Siz de bizden biri oldunuz” dediler. Çok neşeliler, şarkılar, kahkahalar, tam şamata. Öğlen bir ara uyumuşum, uyandırdılar, “yemek vakti” dediler. Bana nasıl güzel bakıyorlar anlatamam. Herkes tek tek gelip, daha yemek isteyip istemediğimi soruyor. Dün yola çıkmadan, trende yemek işini nasıl halledeceğimi düşünüp telaşlanıyordum. Hale bak! Üstelik de çok eğlenceli. Bir o kadar da güvenli. Çantalarımı rahatça bırakıp, tuvalete gidebiliyorum. Yolculuk 31 saat sürdü, yaşamımdaki en uzun tren seyahati.

23/12/97
Sabah 5te Varanasi’ye vardık. Hava karanlık. Lonely Planet’ta gördüğüm bir otele eşyalarımı bırakıp, Ganj kıyısına yürüdüm. Ateş etrafında toplanmış adamlar vardı sokaklarda, kimileri kaldırıma büzülüp yatmış. Biraz korkuyorum yalnız başına yürümekten ama “hem korkarım, hem giderim” hali içindeyim. Güneşin doğuşunda Ganj kıyısında ayinler yaparlarmış kitapta okudum, bunu görmeye gidiyorum. Gerçekten kimi suya girmiş, kimi şarkılar (zikir yapıyorlar herhalde ama ben o zaman şarkı sanıyorum) söylüyor. Kimi kayıkla geziyor. Bazıları da kurutulmuş yapraklardan yapılmış kapların içine mum koymuşlar, bunu Ganj’ın üzerine bırakıyorlar. Ben de dilek dileyip, bir mum yolladım. Hava sisli, mumlar çok güzel görünüyor Ganj’ın üzerinde. Masal diyarı gibi.

Öğlen bir lokantaya girdim. Hiç müşteri yok. Yine de bir masaya oturdum, yemekleri ısmarladım. Rehber kitaba bakıyorum. Bir adam belirdi masanın başında. İskandinav ülkelerinden birinden, tipi öyle. “Oturabilir miyim?” dedi. “Elbette” dedim. Laflıyoruz. Nereye gittiğimi sordu, “Bodhgaya” dedim. O da oradan gelmiyor muymuş! Bulabilirsem, bir meditasyon kursuna gitmek istediğimi söyledim. Bana vipassana meditasyonundan söz etmeye başladı. Bu ismi daha önce duymuştum galiba. Şu hiç hoşuma gitmeyen adam da bu meditasyondan söz etmemiş miydi! İlgiyle dinler gibi görünüyorum ama içimde sözler sanki bir kulağımdan giriyor, bir kulağımdan çıkıyor. Yine de teşekkür ediyorum.

24/12/97
Varanasi’den Gaya’ya trendeyim. Bu kez tıkış tıkış bir kompartımandayım. İnsanlar, eşyalar, kokular, sesler, oturduğum yerde yoruluyorum. Yanımda iki rahip oturuyor, portakal rengi kıyafetler giymişler. Bir süre sonra benimle konuşmaya başlıyorlar. İngilizcelerini anlamak için kulaklarım dört büklüm oluyor. Bodhgaya’ya gittiğimi, bir meditasyon kursu aradığımı söylüyorum. Gülüyorlar, hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyorlar ama ara ara bazı kelimeleri anlasam da söylediklerinden anlamlı bir bütün çıkaramıyorum. Ben de gülümseyip, başımı sallıyorum.

Trenden indik rahiplerle beraber. Bodhgaya’ya gitmek için bir rickshaw (3 tekerlekli taksi) tutmak gerekiyormuş. Rahipler de oraya gidiyor, beni de alıyorlar. Söylediklerinden beni bir meditasyon merkezine bırakacaklarını anlıyorum ama tam da emin değilim.

Tangır tungur uzunca bir yolculuktan sonra, büyük demir bir kapının önünde duruyoruz. Rahipler gülüyor da gülüyor. Neredeyse beni bahçeye itip, gidiyorlar gibi. Taksi için para da almıyorlar. Yalnızca gülüyorlar.

Gittiler. Ben ve çantam bahçede öyle duruyoruz. Etraf sessiz, kimseler yok. Sarı binaya giriyorum. Neyse bir hoca beliriyor. Meğer burası vipassana meditasyonu yapılan bir yermiş. International Meditation Center. Burada yalnızca bu meditasyon yapılırmış, inziva yeriymiş. Bu rastlantı mı şimdi? Yaşam beni resmen buraya taşıdı. Nedir bu vipassana dedikleri acaba, her yerde karşıma çıktı. Ben unutsam da, ilgilenmesem de, yaşam beni görünmez ve görünür ellerle buraya ulaştırdı. (Üstelik de Hindistan’da çok yaygın bir meditasyon şekli değilmiş vipassana, sonradan öğrendim)

Bu yazıyı yazarken, ara ara günlüğü bırakıp, olayların günlükteki boşluklarını doldurmak durumunda kalıyorum. Şimdi yine günlüğe döneyim:

Şu anda vipassana öğrenmek üzere bir meditasyon merkezindeyim. Bu akşam okuduğum, yazdığım, konuştuğum son akşam. Yalnızca 8 günüm olduğunu söyledim buradakilere. 8 gün boyunca değişik bir farkındalık eğitimine giriyorum. Elle tutulur bir sonuç almak için 6 hafta gerekliymiş. 1 hafta bile gözümde büyüdü. Çok zor bir çalışma. Basit görünüyor ama feci zor. Benim hayal ettiğimden tamamen farklı. Aslında hiç de emin değilim yapabileceğimden. Ya ağır gelirse, ya çok zorlanırsam. Bir terslik olur mu acaba. Ben de kendimi ne acayip şeylerin içinde buluyorum. Ancak kardeşim herkes de vipassana, vipassana dedi. 7 gün konuşmadan nasıl dururum, akıl karı değil. Acaba vaz mı geçsem? Hocayla konuşsam da, bir günlük deneme mi yapsam? Benim bünyem böyle şeylere alışık değil. Bir kere sıkıntıdan ölürüm herhalde. Of of.

2/1/97
Neler yaşıyorum Yarab! Her gün başka bir deneyim. Yazamıyorum ve hepsi unutulup gidecek. Belki de doğrusu bu. Tortular işe yarayan kısım zaten.

Birkaç kişiyiz burada meditasyona birlikte başlayan. Aslında 3. Bizden bir gün önce başlayanlar var. Epey eski iki kişi var. Asıl hoca Kalküta’da olduğu için, bize ilk başlatmayı onun öğrencisi yaptı. Ertesi gün asıl hoca geldi. Rastrapal Mahatera. (2007 yorumu: Bu hoca benim vipassana yolunda asıl hocam diye kabul ettiğim hoca oldu.)

Hoca diyor ki, “Ne yaparsan yap, hareketinin/zihninin farkında olacaksın. Yürürken, yemek yerken, otururken, yatarken hep farkında olacaksın. Düşüncelerinin, hislerinin farkında olacaksın. İşitme, tatma, koklama, dokunma, görme duyunu fark edeceksin.”

Bundan daha doğal, daha basit ne olabilir. Hiç uçuk kaçık bir şey değil. Zaten ne yaşıyorsak, onu fark etmemiz doğal değil mi! Ne yaşadığımızı fark etmiyorsak, yaşıyor muyuz ki. Bu meditasyonda hiçbir müdahale yok, zorlama yok, ekleme yok, çıkarma yok. Öylesine gözlemek, fark etmek var. Ne kadar doğal…

“Aklına ne gelirse gelsin, ona odaklan. İyi, kötü diye niteleme yok. Niye yapamıyorum diye hayıflanma, kendine kızma yok. Kendini suçlama, yargılama yok. Sadece ne oluyorsa, onu fark et ve ismini söyle, yani etiketle. Bu görme, bu duyma, kızgınlık, sıkılma, ağrı diye etiketle, hepsi bu.”

“İyi meditasyon, kötü meditasyon yok. Kafan çok dağıldıysa ve bunun farkındaysan, bu çok iyi bir meditasyon. O zaman dağınıklığı fark et, ‘zihnim çok geziniyor’ de.”

Mest oldum. Bu tekniği öğrendiğim ilk anda kalbime şık diye oturdu. Nasıl mutluyum. Tam aradığım bu. Zihnimi gözlemlemek, zihnimi temizlemek. Vakıfta gençlerin hayatlarıyla ilgili kararlar almak zorunda kalıyorum kimi zaman, eğer zihnim temiz olursa, onlara da daha iyi yardım edebilirim. Zihnimde kızgınlık, endişe olmazsa, her şeyi açıklıkla görürüm. Çok sevinçliyim, çok.

Hoca diyor ki, “Hastalığına odaklanırsan, geçmez. Ne hissediyorsan, ona odaklanacaksın. Acı, ağrı, kaşıntı, titreşim, sıcaklık, üşüme, batma, sertlik, uyuşma, karıncalanma, basınç vs.” Hoca ne hastalığın olursa olsun geçeceğini iddia ediyor. Bunu meditasyonun yan etkisi olarak niteliyor.

Burada program epey sıkı. Sabah 4:30da kalkıyoruz. Önce 30 dakika yürüme meditasyonu, sonra 1 saat oturma meditasyonu. 6da kahvaltı. Sonra bütün gün bir saat oturma, bir saat yürüme dönüşümlü meditasyon yaparak, akşam 22ye kadar çalışıyoruz. 11de de öğle yemeği. Bir daha yemek yok. Yani akşam yemeği yemiyoruz. Bunu ilk duyduğumda, kulaklarıma inanamadım. Bu merkeze beni atıverdiler resmen, Bodhgaya’ya ayak basamadım bile. Keşke yanıma yiyecek bir şeyler alsaydım. Ya dayanamazsam.

Banyolu bir odada tek başına kalıyorum. Hava akşamları epey soğuk. Ama gündüz rahat. Yürüyüş meditasyonu çok ilginç. Çok çok yavaş yürümemiz gerekiyor. Şaşkınlık içindeyim, zira yavaşladıkça yürüyemiyorum. Bir türlü dengede duramıyorum. Ayaklarım titriyor, farkında falan olamıyorum zira tüm dikkatim düşmeden yürümekte. Hatta bir sefer duvara tutunup da yürümeyi denedim. Adımın değişik bölümlerini fark etmemiz gerekiyor. Önce epey sıkıcı geldi ama sonra acayip ilgimi çekti. Dışarıdan uzaylılar gibi görünüyoruz herhalde. O kadar yavaş yürüyoruz ki. Yalnız çok ilginç. Ne kadar çok kasımızı kullanıyormuşuz yürürken. Hoca yalnızca ayağımıza odaklanmamızı söyledi ama ben tüm bedenimi izliyorum. Çok ama çok şaşırdım. Yürümek aslında çok zor bir şey olmalı. Denge konusu müthiş.

Asıl hoca geldiğinde, bizleri tanımak istedi, salonda toplandık. Herkes kendini tanıyor, böylece biz de birbirimizi tanımış oluyoruz. İsrail’den iki kişi, Fransa’dan iki kişi, birkaç Hintli, Bangladeşli ve başka ülkelerden de birkaç kişi. Birbirimizle konuşmamız, birbirimize bakmamız yasak. Yüzlerimizi neredeyse görmüyoruz, kimsenin göz rengini bilmiyorum. Nedenini sordum hocaya, konuşmanın zihinde çok düşünce ürettiğini söyledi. Burada meselenin içe bakmak olduğunu anlattı. Birbirimize baktığımızda da konuşma isteği duyacağımız için ve yine zihnimiz yargılar, düşünceler üreteceği için, en iyisi hiç bakmamak olduğunu söyledi. Bunların yasak değil, bedeni ve zihni izlemek için, içe bakmak için, kendini keşfetmek için, kendini bilmek için yardımcılar olduğunu anlattı. Gülerek, yaşamım boyunca zaten çok konuşmuş olduğumu, birazcık sessiz olmanın zararı olmayacağını söyledi, uzun uzun güldü. Sevimli bir adam. Yöntemi çok sevsem de, acayip geliyor tabii. Ama hocanın açıklamaları içime uygun geliyor.

Hoca yaşlı bir adam. Sanırım biraz unutkanlık da başlamış. Bilgisi yerinde ama kulakları tam duymuyor. Bir şey anlatırken, bazen ne anlattığını unutuyor, bazı olayları tekrar tekrar dinliyoruz, 1972de olmuş bir olay var mesela, onu bazen üst üste 3 kere dinliyoruz. Her akşamüstü grup toplanıyor, hoca o gün ne hissettiğimizi soruyor, anlatıyoruz. Bize paylaştıklarımıza ilişkin bir şeyler anlatıyor. Birçoğundan çok yararlandım. Kimi zaman aynı şeyleri anlattığı için, gülmem geliyor. İlk gün hepimiz krize girdik. Biri patladı ve hepimiz gülmekten öldük. Aslında o kadar da komik bir şey yoktu ama o kadar çok güldük ki. Gerçekten olayları çok güzel anlatıyor, kendi de gülüyor. Ama biraz da tekrarlar bizi öldürüyor. (2007 yorumu: Bu gülmeler öyle tipik ki, pek çok inzivada, sessiz çalışmalarda şahit oldum, sıkışmış enerjinin açığa çıkma yollarından biri. Koyver gitsin :))

Meditasyonlarım karışık geçti. Kimi zaman zamanın nasıl geçtiğini anlamadım, kimi zaman sıkıntıdan patladım. Özellikle sabahları uyumamak için kendimi zor tutuyorum ve eziyet gibi geliyor. Ama çok değişik farkındalıklar yaşıyorum. Bedene ve zihne bakmak çok ilginç. İçimde neler varmış öyle. Film gibi.

Ancak arada nasıl harika fikirler geldi aklıma. Bir şey yazmayın diyorlar ama ben dayanamayıp bu fikirleri yazdım. Evimdeki eşyaların yerlerini nasıl değiştireceğimi, gençlerle nasıl çalışmalar yapabileceğimizi uzun uzun yazdım. (2007 notu: Bu inzivalarda hep başımıza gelen bir şey bu, zihin çalışmayı seviyor. Dışarıyla ilişki en aza inince, yaratıcılık artıyor. Ancak aynı zamanda zihin bu gözlem halinden kaçmak, kendini eğlendirmek istiyor. Pek bu oyunun içine düşmemekte fayda var. Çıkan fikirler gerçekten çok iyiyse, sonradan insan hatırlıyor zaten. Ama baktınız ki, iyice yapıştılar zihninize, kısacık not alıp, çıkarın zihninizden. Benim gibi uzun uzun yazmayın yani :))

Yürüme meditasyonunu binanın terasında yapıyoruz. Geceleri çok güzel oluyor. Yıldızları seyrediyorum. Gündüzleri de güneşte ısınmak harika, arada güneşle konuşuyorum da. Çamaşır yıkıyorum her gün, terasta ipe asıyorum, sonra bunları eviriyorum, çeviriyorum. (2007 notu: Böyle inzivalar yapanlara, bunlar da tanıdık geliyordur. Otla böcekle konuşmalar, durduk yerde iş çıkarmalar, kalınan yerin nasıl daha kullanışlı yapılabileceği için fikirler üretmeler. Zihin meşgale çıkarmayı seviyor. Oysa bu tür inzivalar için zaman ve enerji kaybı, inziva için ayrılan zamanı pek uygun değerlendirememe hali. Sonraki inzivalarımda bunlara pek kapılmamaya gayret ediyorum. Ama o zamanlar henüz bilmiyorum.)

Hoca da o kadar şefkatli ki. Bizim iyiliğimizi istediğini derinden hissediyorum. Çok da komik bir adam. Çok teşvik ediyor bizi. Ne dersek diyelim, “Very good, very good” diyor. Öyle ki, “Çok düşünce vardı, mahvoldum, iki de bir kendimi yine kaybolmuş buldum” diyorsun, “very good, very good”. Gerçekten “very good” mu bilmiyorum ama kendimi iyi hissediyorum. (2007 yorumu: tabii ki very good. Zihinde ne olduğu önemli değil, önemli olan, farkındalık. O an’da bedende ne oluyor, zihinde ne oluyor, onu fark edebilmek, gözlemleyebilmek)

Tabii aklıma bir sürü soru geliyor. Hocaya sordum bir gün. Güldü, “Tüm cevaplar içinden gelecek, bana sorma” dedi. Tabii birçok hocası olmuş, birçok kitap okumuş, sonra cevapların içinden geldiğini düşünmüş diye tahmin ediyorum. Bir de ona soru sormamam için böyle bir açıklama yaptı sanırım. Yoksa cevap içten nereden gelecek? Bak soruyorum, hiç cevap falan duymuyorum. (2007 yorumu: ha ha ha :) Cevapları fark etmiyorsam, hoca ne yapsın!)

Gruptan biri düzenli ilaç alıyormuş. Bir gün hoca ne için ilaç içtiğini sordu. Epilepsi için imiş. Birkaç gün sonra hoca “Size çok önemli bir şey söyleyeceğim” dedi heyecan içinde. Bu tür hastalıkların vipassana meditasyonu ile iyileştiğini anlatıyor. Bir de rahip getirmiş iyileşmiş olan. Yürüyemeyen bir adamın da nasıl iyileştiğini anlatan bir mektup okudu. Merkezdeki minibüsü de bu adamın verdiğini anlattı. Adam yürüyemediği için bu minibüsle getirmişler. Sonra yürüyünce, hediye etmiş. Hoca nasıl heyecanlı. (2007 yorumu: Benim bu konuda bir deneyimim, bilgim, haberim yok ama olabileceğine ilişkin hissim var.)

Bir arkadaşımın epilepsisi var. Ben de heyecanlandım, acaba işe yarar mı? Gizli gizli o çocuğa gidip adresimi verdim, işe yararsa bana bildirmesini rica ettim. (2007: İşe yaradı mı, epilepsisi geçti mi, bilmiyorum. Ama bu kişiyle sonra birkaç kez yazıştık ve bana vipassana yolunda harika rehberlik yaptı, tam doğru zamanda doğru hedefleri gösterdi. Bugün yolda görsem tanımam herhalde ama bu yolda kardeşim gibi hissettiğim bu kişiye de gönülden teşekkür.)

Hoca raporları tek tek aldı bugün. Uzun uzun konuştuk. İşimi sordu, toplumun suç saydığı eylemlerde bulunmuş çocuk ve gençlerle çalıştığımı duyunca sevindi, onlara bu tekniği öğretebileceğimi söyledi. Pek gözümde canlandıramadım ama olsa iyi olurdu tabii diye de düşündüm. Tekniği öğretebilecek kadar öğrendiğimi, çok hızlı geliştiğimi, beni bırakmak istemediğini söyledi. Tam hızlanmışken, hiç olmazsa birkaç gün daha kalmamın çok iyi olacağını anlattı. Durumumu, programa katılmam gerektiğini açıkladım. İyiliğimi o kadar içten istiyordu ki, baba gibi, kimi zaman gözleri doluyordu. Tekrar –bu kez uzun kalmak üzere- geleceğimi söyledim. Ağustos’ta tatilim olduğunu, belki o zaman gelebileceğimi söyledim. Pek sevindi.

Yola çıkmadan hiç olmazsa Bodhgaya’yı birazcık olsun görmek istiyorum. Gündüz gezeceğim, akşam da kurallara aykırı olduğu halde odamda kalabileceğim. Yalnız hoca akşam meditasyonuna katılmamı istedi. Köye inmek beni çok yordu. Ancak müthiş dingindim tüm o gürültünün, karmaşanın içinde. Kendimi çok iyi hissettim. Günlük yaşamda zor karar alan biri olmama rağmen, çok kolay karar verebildiğimi fark ettim. Buda’nın aydınlandığına inandıkları ağacın bulunduğu yere gittim. Pek kimse yoktu. Bu vipassana meditasyonu Buda’nın önerdiği bir yolmuş. Hem de en ana yollardan biriymiş. Herhalde oraya giden herkesin yaptığı gibi ağacın altında biraz oturup, meditasyon yapayım dedim. Ha merkezde meditasyon salonundayım, ha burada, hiçbir fark yok. Zihindeki süreçler yine aynı, bol bol düşünme, bekleme, arada kaşınma, sıcaklık, bildik gerçekler. Bir huşu, bir farklılık, bir aydınlanma kırıntısı bekliyorum ama yaprak kıpırdamıyor. (2007 yorumu: Bunları yazarken, içimden kat kat gülme geliyor, ne sevimli halleri var şu zihinlerimizin, sizinkiler de böyle mi :) )

Öğlen gibi merkeze döndüm, çünkü çok yoruldum. Akşam çok güzel bir meditasyon geçirdim. Kafam çok doluydu ama çok berraktı. Pek çok şeyin farkına vardım. Hoca akşam raporunu grup halinde aldı. Dışarıdaki yaşamla karşılaşmamı anlattırdı bana. Sonra yine komik bir şeyler anlattı, gözümüzden yaş gelene kadar güldük.

Sabahki meditasyona da katıldım. Sonra eşyalarımı alıp, hocaya teşekkür etmeye gittim. Hoca ille kahvaltı diye tutturdu. “Önemli değil” diyorum. Bir baba gibi, hatta anne duyarlılığında. “Kahvaltı etmeden seni bir yere yollamam” diye tutturdu. Yine kurallara aykırı olmasına rağmen, diğerlerinin yanına oturttu beni. Kendi servis yaptı. İçim eridi içtenliğine. Ben de bize öğretildiği gibi ağır ağır, hareketleri, tatları, sesleri fark ederek yedim. Hoca gülüyor da gülüyor, “Otelde de böyle yersen, sana deli gözüyle bakarlar, dikkat et” diyor. Yine gülerek, beni uğurladı.

3/1/98
Bugünden itibaren her gün meditasyon yapmaya karar verdim. Becerebilirsem, her sabah ve her akşam en az 5 dakika meditasyon yapacağım. Biraz önce ilk denemeyi yaptım. Tek mesele hatırlayabilmek. Ancak güzel tarafı ille mum gibi oturmak gerekmiyor, trende de yapabiliyorum. Her koşulda, her yerde, her halde yapılabiliyor. Yapılan da bir şey yok ya, işte gözlemleniyor diyeyim. Bu iş böyle 8 günle olmaz, daha uzun gelmeli. Daha tam kavrayamadan bitiverdi. Ağustos’a ayarlanabilir miyim acaba?

Gelecek macera: Yetmedi
, İkinci kez Hindistan…

19 Aralık 2007 Çarşamba

Hindistan- Rishikesh- Yoga Niketan

1997 Sonbaharı

O dönemde sosyal hizmet alanında çalışıyorum. Toplumun suç saydığı bir eylemde bulunmuş, bir şekilde mahkemeyle ilişkisi olan çocuk ve gençlerle çalışan bir vakıftayım.
www.tcyov.org

Sosyal hizmet alanında 1981 yılından beri gönüllü ve profesyonel olarak çalıştığımdan, bu yola iyice gönül vermiş haldeyim. Neler yapılabilir, sistemler nasıl geliştirilebilir, hevesle araştırıyorum. Karşıma sosyal hizmet alanında çalışanların farklı ülkelerde deneyim ve bilgi edinmesini amaçlayan bir uluslararası değişim programı (CIF-Türkiye- http://www.cifinternational.com
) çıkıyor. Gidebileceğim ülke seçenekleri çok: Finlandiya, İsveç, İtalya, Amerika, Yunanistan vs. Uzun uzun düşünüyorum ve Hindistan’a gitmeye karar veriyorum. Batı ülkelerinde sistemler oturduğu için, onlardaki örnekleri bizim gerçeklere uyarlamak zor. Niyetim; Batıdaki uygulamaları kendi sistemlerine uyarladıklarını duyduğum Hindistan’dan örnekler almak. Diğer niyetim de, ruhsal gelişmemde destekleyici bilgiler, uygulamalar öğrenmek.

Program 3 ay. O sıralar evliyim de. Bütçemiz kısıtlı. Ancak bu programa katılmayı istiyorum, içimden bir şey beni sanki bu yolculuğa çekiyor. Benim için iyi olacağına inandığım her şeye destek olmuş olan Haluk, tüm çevresel etkenlere rağmen bu yolculuğu da destekliyor.

1997 yılının Ekim ayında yola çıkıyorum. Program Kasım ayının ortasında. Ben iki hafta önce gidiyorum ki biraz gezeyim öncesinde. Hindistan’a yolculuk da, Delhi’de geçirdiklerim de yazılmaya değer herhalde ama bu yazıların gezi yazısından ziyade yaşamımdaki inzivaları anlatmasını, -ilgilisi olursa-, yaşam yolculuğuna katkısı olmasını arzu ediyorum şimdi.

Günlüğümde ruhsal gelişmeye ilişkin niyetlerim gayet açık:

1. Yaşamımda düzenli olarak meditasyon yapıyor olmak (Yanılmıyorsam, o zamanlar nefese odaklanarak meditasyon yapmayı biliyorum)
2. Düzenli olarak yoga yapıyor olmak.
3. Yaşamımda sürekli olarak farkında ve uyanık olmak.
4. Yaşama daha geniş bir açıdan bakabilmek.
5. Yaşam ne kadar kaotik olursa olsun, dinginliği koruyabilmek.
6. Olumsuz duygularımdan kurtulmaya başlamak. (2007 görüşüm farklı gerçi)
7. Mümkün olursa, meditasyon, yoga, alternatif tıp üzerine kurslara katılmak.
8. Gandhi’nin felsefesi hakkında bilgilenmek.
Ve birkaç niyet daha…

Bunları yazıyorum, zira yaşamım boyunca gördüğüm o ki, eğer istediğimizi netlikle tarif edebilirsek, yaşam karşımıza tam da aradığımız cevapları çıkarıyor. Yaşamda bir tıkanıklık yaşıyorsam, genellikle soruyu açıklıkla soramadığım için, cevabı alamadığımı görüyorum. Ne aradığımı bilmediğim için, bulamıyorum. Olanı olduğu gibi görsem, zaten cevap ya da bir sonraki adım için kapı orada bir yerde duruyor.

İşte bu niyetlerle yola çıktım. Tek başınayım. İlk defa bir Asya ülkesine gidiyorum. Hindistan’a giden de bir tek arkadaşım Claire’i tanıyorum. O da bana yol gösterecek birkaç makale veriyor yalnız seyahat eden kadınların yazdığı. Bazı hikayeler endişe uyandırıyor içimde. Hindistan’da çok kısa bir süre içinde benim de kendi hikaye albümüm oluşuyor. Belki başka bir sefer anlatırım.

Bin bir meşakkatle Delhi’den Haridvar’a trenle geliyorum. Niyetim rehber kitap Lonely Planet’tan seçtiğim Rishikesh’te bir aşrama gitmek. Rishikesh’e otobüsle gitmekte kararlıyım. Bir sürü insanla otobüs bekliyorum. Otobüs gelince insanlar doluştular tabii. Ha gayret ben de girdim. Ama tıkış tıkış. İnsanlar birbirlerinin üzerinde oturuyor. Çantamı bir yere koymayı başardım ama insanlar üzerimden geçiyor. Olabildiğince arkaya gittim. Başka bir otobüs geldi, yine Rishikesh’e giden. Bana ona gitmemi işaret ettiler. O kadar insanın arasından nasıl inip de gideyim. En arkada, cam kenarında oturan bir genç, elindeki bohçayı camdan çıkardı, bana oraya oturmamı söylediler. Şaşırdım, bohçayı camdan sallandırarak taşıyacak sandım. Hindistan’da her şeyin mümkün olabileceğini düşünecek epey olay yaşadım o zamana kadar. Genç attı bohçayı elinden, kendi de minicik pencereden ustalıkla atladı. Öbür otobüse koştu. Esneklik yaşamda önemli bir özellik… Sıcak, güneş, ter içindeyim ama hiç olmazsa oturacak bir yerim var artık.

Rishikesh’e vardığımızda, sanki eve varmış gibi hissettim. Delhi’nin karmaşıklığından sonra Rishikesh vaha gibi geldi bana. Gideceğim aşramın adı, Yoga Niketan (adresi:Shivanand Nagar, Muni-Ki-Reti, Rishikesh). Uygulamalarının, eğitimlerinin kalitesiyle biliniyormuş. Aşrama dik bir patikadan çıkılıyor. Etraf yemyeşil. Kapıya vardığımda, kapıdaki adam bir yazı okuttu. 15 gün kalınması zorunluymuş bu aşramda. Benim ise sadece bir haftam var. Çeşitli kişilerle uzun konuşmalardan sonra beni kabul ettiler. Odama geldim ki, bir kuru yatak, bir masa, bir sandalye. Yatak o kadar sert ki, içinde ne var anlayamadım. Banyoya banyo demeye bin şahit lazım. Bir kova var, bir de maşrapa. Tuvalet ise (bir fotoğrafını bulabilirsem, mutlaka buraya koyarım), alafranga gibi ama oturulacak yeri alaturka tuvaletler gibi oluklu. (2007: Onlar nasıl kullanıyor, bu zaman oldu hala bilmiyorum.)

Sabah 5:30’ta bir saat meditasyon var, sonra bir saat yoga. Öğleden sonra ders. Yine bir saat yoga, bir saat meditasyon. Aralarda da ilgili konularda okumamız tavsiye ediliyor.

Avusturalyalı bir kızla tanıştım: Sonia. Bana Hindistan’da hayatta kalmakla ilgili pek çok yararlı bilgi verdi. (2007: Sonia’cık nereye giderse gitsin desteği bol olsun.) Birlikte gezdik dışarıda. Rishikesh Himalayaların eteklerinde. Ganj nehrinin doğduğu yere çok yakın. O yüzden Ganj tertemiz, pırıl pırıl. Cam göbeği renginde suyu. Geniş bir yatağı var. İçinde çok büyük balıklar yaşıyor. Karşıya kayıkla geçmek de mümkün ama asma köprüler de var. Köprüde bir dolu insan, inek, at. Her yer çöp içinde ama sokaktaki hayvanlar bu çöpleri yiyorlar, bir şekilde bir denge kurmuşlar. Daha önce hiç kağıt yiyen inek görmemiştim, burada kağıtları koparıp koparıp yiyorlar.

Akşamüstü meditasyona (2007 yorumu: Şimdi hangi tür meditasyon yapıldığını hatırlamıyorum. Çok büyük ihtimalle konsantrasyon meditasyonlarından biriydi) girdim. Bağdaş kurup oturayım dedim, ölüyordum. Meditasyon çok uzun, 1 saat. Perişan oldum. Çıkışta, hocaya istediğimiz gibi oturup oturamayacağımızı sordum. Olumlu cevap üzerine sevindim. Yerde oturmanın benim için en kolay yolunu birkaç sene önce öğrenmiştim: iki minderi üst üste koyup, dizlerimin üzerine oturuyorum.

Yemek için bana bir karavana, bir kase, bir kaşık ve bir de bardak verdiler. Bunları yıkayıp, odamda tutacakmışım. Yemek geldi: Olamaz! Bir çeşit mercimekli çorba (2007 yorumu: Hindistan’da sofranın olmazsa olmazı dhal’dı herhalde), garip bir kabak yemeği ve çapati. Hepsi bu. Sadece iki çeşit yemek oluyormuş ama istediğin kadar yiyebiliyormuşsun. Yemeğimizi mutfağın önündeki genişçe verandada, çuval kumaşından bir yaygının üzerinde yiyoruz. Bulaşık için sabun, deterjan yok, külle yıkıyoruz bulaşığımızı. (2007: Şimdi yazarken, içimi çok hoş bir gülümseme kaplıyor. İnsan nereden nereye gelebiliyor. Bir zamanlar acayip, yetersiz, sevimsiz, yanlış gelen pek çok şey, insan yaşamında nasıl değişikliğe uğrayabiliyor. İnsanın kendini değişik deneyimlere sokması ve bu süreçte farkındalığını uyanık tutması ne kadar esnetebiliyor kişiyi, algılar, algılara verilen tepkiler nasıl da değişebiliyor. Çok şükür.)

4/11/97
Sabah 5, acayip bir metale vurulma sesiyle uyandım. Daha hava aydınlanmamış. Meditasyona kendi rahat ettiğim şekilde oturdum. Bu kez pek zorlanmadım ama zihnimi hiç toparlayamadım. Boynum, omzum, sırtım, ensem inanılmaz ağrıdı. Neye bakacağımı şaşırdım. Odaklanmakta çok zorlandım. Herhalde dik durmaktan bu kadar ağrım oldu, yine de 1 saat o kadar uzun gelmedi. (2007 yorumu: Sonraki yıllarda gördüm ki, bazı ağrılar gerçekten de bedenin uzun süre dik durmaya alışık olmamasından kaynaklanıyor. Ancak bazı ağrılar da aslında günlük yaşamımızda orada varlar ancak fark etmiyoruz. Dışarıyla uğraşmayı bırakıp da, “Kardeşim bedenimde, zihnimde ne oluyor” diye baktığımızda fark ediyoruz. Bunu daha sonraki vipassana inzivalarımda gördüğümde, kendime neler yapıyorum da fark etmiyorum diye üzüldüğümü hatırlıyorum.)

Bugün yoga da bana ağır geldi. Uzun zamandır hareket etmiyorum, belki o yüzden. Bazı hareketleri hiç yapamadım. Azıcık moralim bozuldu. Yolda bir masaj yapılan yer ilanı görmüştüm, oraya gideyim bari. Bedenim ne meditasyonu, ne yogayı kaldırabiliyor.

Kahvaltı bir başka felaketti. Bulgur gibi bir şeyi suyla ve şekerle pişirmişler. (2007: belki yulaf ezmesiydi) Yememe olanak yok, atmama olanak yok. Pek zorlandım. Kahvaltıdan sonra kütüphaneye gidip bir kitap aldım. Bir de kovaya su doldurup güneşe koydum, zira sıcak su yok. Sonia ile masaj yerine gittik, tertemiz, pırıl pırıl bir yer. Masaj yapan kadın mucize gibi. Nasıl da ekonomik bir fiyat. Üstelik sıcak sulu banyoları var. Kendimi çok iyi hissettim. (2007: Hala var mıdır bilmem ama ismi, adresi şu: Baba Health and Massage Center, Behind Shivlok Hotel, Chandreshwar Road)

Bugünkü ders iyiydi. Kozmik bilinç üzerine konuştu hoca. Sorularımın cevabının kozmik bilinç kavramını anlamakta olduğunu anladım. Hocaya danıştım, bana bir kitap (Yoga as a Universal Science) verdi.

Hoca derste her günün yepyeni bir başlangıç olarak kabul edilip, farklı yaşanması gerektiğini söyledi. Bir gün bitince, her şey bitiyor. Ertesi gün yeniden yepyeni bir şekilde başlıyorsun güne. Bir grup, bağlılık oluşturmasınlar diye, müridlerinin üç günde bir yerlerini değiştirirmiş. Hiçbir şeye bağlanmamak gerekiyor ki, bu bedene de, düşüncelerimize de, görüşlerimize de sıkı sıkıya yapışmayalım. Sürekli yeniden, yepyeni başlamak. Bilemiyorum uygulamada mümkün mü? Yarın bu bilinçle başlayacağım güne. (2007 yorumu: Ah gün ne kelime, her an farklı. Bu yazıyı okumaya (yazmaya) başladığımız an ile bu satırları okuduğumuz (yazdığım) an aynı mı! Siz de, ben de, içinde bulunduğumuz ortam da değişiverdi. Burada başta hava güneşliydi, şimdi güneş buluta girdi, rüzgar serin. Arada soda içtiğim için, midemde hareketler var. Düşüncelerim geçmişe ilişkin anıları bugünkü içgörülerle yorumlama faaliyetinde. Hücresel olarak da birçok değişiklik olmalı, ben şu an fark edemiyorum ama bilim öyle söylüyor. Her an’ın yeniliği büyük bir özgürlük değil mi? Her an’ı taze, temiz, öngörüşsüz bir zihinle yaşamak büyük özgürlük olmaz mı? Çocuklar gibi. Bu sözleri o gün yaşamımda ilk kez duymamıştım elbette, ancak bunu sık sık kendimize hatırlatmamız gerekiyor gördüğüm. Özgürlüğümüze katkıda bulunmak için nefesini, enerjisini harcamış olan o hocaya (Samarpan Anand Saraswati) gönülden teşekkür ediyorum bugün. Onun da yaşam yolunu destekleyenleri çok olsun.)

Yoga yine zordu. Bazı hareketleri yapmayı denemedim bile. Bu arada dengemin çok zayıf olduğunu fark ettim. Hep öğrenmeye heves ettiğim nefes egzersizlerini de gösterdi hoca bugün. Yoga hocası çok sert ve ciddi bir adam. Sanırım hiç gülmüyor hayatında. Bu haline pek bir anlam veremedim. Tüm bunları mutlu olmak için yapmıyorlar mı, bu adam hiç mutlu görünmüyor. (2007 yorumu: Hemen yargılara varmayalım istersen)

Akşam meditasyonum iyi geçti. Daha kontrollüydüm ama sonlara doğru ensem tutuldu. Tam bir işkenceydi. Acaba ben meditasyon yapmaya uygun biri değil miyim? Hiçbir şeyi kontrol edemiyorum, her yerim ağrıyor. Bir de hareketsiz bir şekilde bu kadar uzun oturunca acaba bedenime bir zarar verir miyim? (2007: Meditasyonunun ilk zamanlarını hatırlayanlara ya da yeni başlayanlara tanıdık geliyor mu acaba? Ne tuhaf değil mi, çoğumuz benzer süreçlerden geçiyoruz)

5/11/07

5’te kalktık yine. Meditasyon ne çok iyiydi, ne de kötü. Pek verimli değildi ama bitsin diye de beklemedim. (2007: burada verimden ne kast ediyorum bilmiyorum ama üç günde alışmaya başlamış olmak hiç de fena değil) Şu an saat 7ye 10 var ve köyün dört bir tarafından gelen sesleri duyuyorum. Gün doğumunda ve batımında şarkılar (2007: Chanting, yani zikir yapıyorlar herhalde) söylüyorlar. Her yönden sesler geliyor.

Sabah yoga iyi geçti. Bu sefer daha çok hoşuma gitti. Nefes egzersizlerine bayıldım.

Bugün hoca gözlemin çok önemli olduğunu anlattı. “Bir şey yapmadan gözlemleyin” dedi. Zihinden geçen olumsuz düşünceleri de beslememek gerektiğini anlattı. Anlattıklarını anlıyorum ancak tam olarak nasıl uygulayacağımı bilmiyorum (2007: Şimdi geçmişe bakınca görüyorum ki, her şey basamak basamak gidiyor, siz de sonraki inziva yazılarını okuyunca göreceksiniz sanırım. Bazen bazı kavramları yalnızca duymak, birkaç kez üst üste duymak o dönem için yeterli oluyor. Sonra bu kavramları hayata geçirmenin yollarını gösteriyor yaşam. Sonra da zamanla bu yolların inceliklerini açıyor insanın önüne. Çok sabırlı, şefkat dolu bir öğretmen gibi yaşam.)

Akşamüstü yoga tek kelimeyle harika idi. Her seferinde daha çok zevk alıyorum. Nefes egzersizleri de müthiş güçle dolduruyor beni, kafama kan aktığını hissediyorum. Hoca, “Yoga hareketlerini (o asana diyor) yaparken sıkıntı duyuyorsanız, yaptığınız yoga değildir. Gevşeyeceksiniz. Bir de dikkatinizi tamamıyla bedeninize vereceksiniz. Aksi halde hareket sadece fiziksel egzersiz olur.” diyor.

Meditasyon da akşam çok iyi gitti. Önce bir süre nefesimi saydım, sonra bir süre mum alevine (2007: gerçekten bir mum var mıydı, yoksa hayal mi ettim hatırlamıyorum) konsantre oldum. Mükemmeldi. Bedenimi tamamen kaybettim. Derinlere indim. Sanki taşlar yarıldı. Müthiş bir duyguydu. Tuhaf görüntüler gördüm. Deniz kıyısı, kayalık, bazı yüzler. Kendimi iyi hissediyorum.

6/11/97

Bu sabah kötü kalktım. Dün gece hocanın verdiği kitabı okuyunca, geç yattım. Sabah da uyanmak zor oldu. Meditasyona zorlukla gittim. İyi gitmedi. Sonuna doğru da uyumuşum. Başım önüme düşünce anladım. (2007: bu hal tanıdık gelen var mı? :)) Yogaya da zorlukla gittim, ayaklarımı sürüye sürüye. Ama iyi geçti. Ya hoca kolay hareketler yaptırıyor ya da bedenim alıştı. Keyif alıyorum resmen. Hele birkaç hareketi başta yapamazken, bugün yapabilince pek sevindim. Nefes egzersizleri hala en sevdiklerim. Kahvaltıda da bulamacın içine muz katınca pek güzel oldu. (2007: Şimdi için ders- bir şeyin bedene ve ruha iyi geleceğini hissediyorsam, başta zor, tuhaf, sıkıcı, sol elle yazıyormuş gibi gelse de, zamanla tüm hisler değişebiliyor. Aynı yere damlamak, sabırla yalnızca o an’a odaklanmak, geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olabileceğini düşünmemek yaşam yolunda yürüyüşümüzü kolaylaştırabiliyor)

Burası bir aşram değilmiş. Çünkü bakıyorum yaşayan kimse yok zaten. Eskiden bir aşrammış. Başlarındaki kişi 1985’te ölmüş. Şimdi bir vakıf işletiyormuş. Rishikesh’te gerçek anlamda bir aşram kalmadığını söyledi hoca, çoğu işi ticarete dökmüş.

Meditasyonum çok iyi geçti. Pozisyonumu hiç bozmadan bir saat oturdum.

7/11/97

Meditasyon bir felaketti. Bitsin diye öldüm. Nasıl uzun geldi anlatamam. Sıkıntıdan patladım. Ne oldu hiç anlamadım. Bir daha meditasyona gitmesem mi acaba? (2007 yorumu: Ha ha ha, her şey nasıl değişiyor, değil mi? Her gün yeni bir gün :) )

8/11/97

Sabah hocaya sorularımı sordum. Uzun uzun konuştu ama doğrusu anlamakta epey zorluk çektim. Hatta neredeyse hiçbir şey anlamadım. Hiç olmazsa kavramları duymuş oldum. Bir gün tüm bu bilgiler birleşir elbet. (2007: Elbet :), hatta bizzat deneyimlenir belki.)

Meditasyon neredeyse mükemmeldi. Hiç kıpırdamadım ve bir saatin nasıl geçtiğini anlamadım. Değişik bir tarz uyguladık bu kez. Etrafımızdaki sesleri dinledik, bedenimizi dinledik. Hiçbir ses ya da his üzerinde fazla durmadık. (2007: vipassana uygulamasıydı herhalde, şimdi fark ediyorum ki, vipassanayı ilk Rishikesh’te uygulamışım) Uzun bir süre bunu yaptıktan sonra, nefesime konsantre oldum. Sona doğru başımdan bedenime enerji girdiğini hissettim. Müthiş bir histi. Meditasyonun sonunda tüm insanlığa sevgi gönderdik. Onlara sevgi verdikçe, gülümseyip, memnun olduklarını hayal ettik. Buradaki son meditasyonum için çok mükemmel bir deneyim oldu.

9/11/97
Bugün Pazar, dinlenme günü, meditasyon ve yoga yok. Sabah 5:15te kalktım, güneşin doğuşunu seyretmek istiyordum. Ancak o saatte hava çok karanlıktı. 6:30a kadar bekledim. Burada sabahları çok rüzgar esiyor. 9a doğru hava duruluyor. Ganj kıyısına doğru yürüdüm. Tam köprüye varmıştım ki, aniden gökyüzü kıpkırmızı kesildi. Sanki alevlendi. İnanılmaz bir görüntü. Ganj da kızıla döndü. Kızılın binbir tonu, pembenin binbir tonu. Ne yapacağımı şaşırdım. Nefesim kesilir gibi oldu. Sonra alevlendiği gibi, aniden renkler yok oldu. (2007 yorumu: Zihin ne kadar ilginç. Günlüğümden bu satırları bilgisayara yazarken, o gün yaşadığım görüntü gözlerimin önünde belirdi, renklerin tonuna kadar. Gerçek ile zihin ürününü ayırmak kimi zaman ne kadar zor olabiliyor. Oysa şu an benim için gerçek olan, Kalpazankaya’da bir masada bilgisayarın önünde oturuyor olduğum. Kimi zaman anılarımızı gerçek zannediyoruz, özellikle olumsuz olanları ve sanki o an gerçeklermiş gibi tepki veriyoruz ve genellikle de başımızı sıkıntıya sokuyoruz. Bu zihnimiz ne alem.)

Burada daha uzun kalmak gerektiğini düşünüyorum. 3 hafta ya da 1 ay kalmak lazım. Ancak bu inziva gibi olmalı. Yani dışarı pek çıkılmamalı. Aradaki zamanlarda insanın okumaya, yazmaya, düşünmeye zamanı olur. Böyle bir inzivaya ne kadar çok ihtiyacım var. Belki Bodhgaya’da böyle bir şey yaparım. (2007 notu: Hiç kuşkun olmasın, yaşam ağını harika bir şekilde örüyor sen farkında olmasan da!)

Gelecek macera: Hindistan- Bodhgaya yollarında…

18 Aralık 2007 Salı

Sessizliğin Hediyeleri...

Yaşamımda sessizlik içinde, konuşmadan, sosyalleşmeden geçen günlerin epey yeri var. Hatta bir ara hesaplamıştım, ömrümün bir yıla yakınını konuşmadan geçirmişim.

Yıllar önce Gaia House’ta duvarda Mevlana’nın bir sözüne rastlamıştım: “Let the silence whisper you the secrets of the universe.” – “Bırak sessizlik sana evrenin sırlarını fısıldasın.”

Sessizlik, durmak benim için iç dünyamda olan biteni daha rahat görmemi, duymamı, hissetmemi sağladığı gibi, dış dünya ile bağlantımı da daha iyi değerlendirmeme yardım etmiştir. Bir sonraki adımımı nereye atacağımı daha netlikle görmeme olanak sağlamıştır. Özellikle her an yoğun olarak farkında olamadığım ve oraya buraya koşturduğum dönemlerde, durup, neredeyim, ne oluyor diye bakmak benim için gerçek bir ihtiyaç. Sessizlik içinde detaylar daha rahat görülebiliyor ve bazen detaylarda önemli bilgiler saklı olabiliyor.

Yaşamımın bir döneminde ise uzun vipassana (vipassana zihne an’da olmayı öğreten, olanı olduğu gibi görmek için yol gösteren bir teknik) inzivaları yapmışlığım var. Bu inziva süreçlerini paylaşmayı çok istememe rağmen, bu paylaşımın bir deneyim aktarımından ziyade iç yolculuklarda ilham, destek, dayanışma ve açıklık oluşturması niyetinde olduğumdan ta bu zamana kadar bekledim bu yazıları yayınlamayı. Tekrar tekrar okudum. Umarım bu niyetime uygun yazabilmişimdir yazıları. Yazamamışsam, uyarın beni, çünkü niyetime uygun hale getirmeyi çok isterim.

Biraz gezi yazısı, biraz sessizliğin nimetleri yazısı, biraz da vipassana inzivalarına katılanlar için dayanışma yazısı niteliği taşıyorlar. Umuyorum herkesin ihtiyacı olanı bulabileceği kaynaklar olurlar. İç yolculuğumda bana zaman ve enerji kaybettirmiş olan çıkmaz yollar sizi hem güldürür (kimi yerlerde çok güldüm kendime, insan zihnine), hem de size zaman ve enerji kazandırır. Bu deneyimleri yazmak benim şefkat kapasitemi genişletti- kendime şefkat… Buna vesile olduğunuz için, yürekten teşekkürler…

17 Aralık 2007 Pazartesi

Adım Atmak İstiyorum- 4

11. Yine yürekten iletişimin derinden anlayış getiren bir yaklaşımı daha var. İçimizde bizi iki ayrı yöne çeken taraflardan söz ettim ya, bunları dinlemeyi, neye ihtiyaçları olduğunu görmeyi önerir yürekten iletişim. Bir şeyi yapmakta bir direnç çıktıysa, önce onun neler söylediğini sansürlemeden yazarız. Sonra diğer tarafın da neler söylediğini yazarız. Sonra bildiğimiz en işe yarar yöntemle zihnimizi sakinleştirir, yazdıklarımıza açık bir zihin ve şefkatli bir yaklaşımla bakarız. Her cümlenin içinde yatan, talihsiz bir şekilde ifade edilmiş ama güzel bir niyeti içeren ihtiyaca bakarız.

Hemen örnek:
Seyir defteri yazısı yazmak istiyor bir yanım, diğer yanım da olmaz diyor. İç diyaloğu yazalım:

Yazı yazmak istemeyen:
Madem evde zamanın var, bunu değerlendir, biraz dinlen, yazı yazıp kendini yorma, yarın yine uzun bir gün.
Zeynep’in verdiği filmi seyretmek için nasıl harika bir fırsat.
Yerlerde tozlar uçuşuyor, yazı yazmadan önce evi bir temizlesen, iyi bir hazırlık olur. gibi…

Yazı yazmak isteyen: Yazı yazarken, hem kendi farkındalığımı, hem de başkalarının farkındalığını artırma fırsatı buluyorum, yani hem öğreniyorum, hem katkıda bulunuyorum. Bu da yaşamımı daha anlamlı yaşadığımı hissettiriyor.
Yazı yazarken içimde müthiş keyif ve coşku hissediyorum. Akışta hissediyorum.

Şimdi iki tarafın da ihtiyaçlarına bakalım:
Yazı yazmak istemeyen: dinlenme, keyif alma, temiz bir ortamda yaşama ihtiyaçları.
Yazı yazmak isteyen: öğrenme, katkıda bulunma, anlam, keyif, akışta olma ihtiyaçları.

Bu ihtiyaçların her birinin de ne kadar güzel olduğunu görüyor musunuz? Aralarında “Aaa, bu da ne böyle, ne yersiz” diyebileceğimiz var mı? Bana göre yok, alttaki niyetler çok güzel.

Benim anladığım kadarıyla yürekten iletişimin yaklaşımı: tüm tarafların ihtiyaçlarını karşılamak. Aynı anda olmayabilir ama tüm ihtiyaçları karşılayabilecek yollar aramak. Ne kadar insani değil mi!

Bu bölümde tam anlamıyla açık bir zihin gerekiyor ki, daha önce saplanıp kaldığımız, alışkanlıkların bizi içine çektiği, geçmişin bilgi ve deneyimlerinin yeni çözümleri görmemizi engellediği “bilinen alanlardan” çıkıp, taze çözümleri görebilelim.

Yoksa bir tarafın ihtiyaçlarını karşılayıp diğerini aç bıraktığımızda içimizde huzursuzluk oluşabiliyor. Bu huzursuzluk aslında çok yararlı (biliyorum günümüzün spiritüel öğretilerinin aksine sözler söylüyorum kimi zaman, ama hala bıkmadık mı kendimizle savaşmaktan, mücadele etmekten, kendimizi reddetmekten, bu konuyla da ilgili yazayım bir gün). Bu huzursuzluk yararlı, çünkü bir ihtiyacımızı ihmal ettiğimizi söylüyor bize, bardaklardan birinin boş kaldığını gösteriyor, Mevlana’nın sizlerle paylaştığım İnsanoğlu Han misali şiirindeki gibi bir rehberliği içeriyor. Mücadele edeceğimize, durup dinlesek belki barış daha kısa sürede gelebilir…

Soru: İçimdeki seslerin ayrı ayrı neye ihtiyacı var?

Benden şimdilik bu kadar… Denediğiniz, işinize yaradığını gördüğünüz sizin hangi önerileriz var?

Akşamın mavimsi griye boyadığı bulutların karşısından coşku dolu bir yürekle…

14 Aralık 2007 Cuma

Adım Atmak İstiyorum- 3

10. Yürekten iletişimin güzel bir egzersizi vardır: (Şiddetsiz İletişim, Marshall Rosenberg, Sistem Yayıncılık, sayfa 168)

1. adım: Yapmalıyım diye düşündüklerinizin bir listesini yapın. İstemediğiniz ama başka seçeneğiniz olmadığını düşündüğünüz için yaptığınız her türlü etkinliği yazın.

2. adım: Bunları yapmak zorunda olduğunuz için değil de, öyle tercih ettiğiniz için yaptığınızı kabul edin ve her maddenin arkasına “… tercih ediyorum, çünkü … istiyorum. diye cümleyi tekrar yazın ve o tercihinizin gerisindeki niyeti açığa çıkarın. Yaptığınız her seçimde, onun hizmet ettiği, karşılamaya çalıştığınız ihtiyacı fark edin.

3. adım: Bu ihtiyacı karşılamanın başka bir yolu var mı diye yaratıcı yollar araştırabiliriz. Ya da niyetin güzelliğini görüp, tutumumuzu değiştirebiliriz.

Marshall çoğunlukla para için, onay almak için, sevgiyi satın almak için, cezadan kaçınmak için, görev bilinciyle hareket ettiğimizi söylüyor. Biri de suçluluk duymaktan kaçınmak için:
“Bazen ‘Eğer bunu yapmazsam insanları hayal kırıklığına uğratırım’ diye düşünebiliriz. Sonunda başkalarının bizden beklentilerini gerçekleştiremediğimiz için suçluluk duymaktan korkarız. Bir şeyi suçluluktan kaçınmak uğruna, başkaları için yapmakla başka insanların mutluluğuna, esenliğine katkıda bulunma ihtiyacı bilinciyle yapmak arasında dağlar kadar fark vardır. Birincisi sıkıntı dolu bir dünyayken, ikincisi oyunla doludur.” (s.172-173)
Marsall diyor ki, “keyif olmayan, oyun olmayan bir şey yapmayın”

Ne diyorsunuz?

Bir örnek vereyim:
Her hafta annemle babama uğramalıyım.
Her hafta annemle babama uğramayı seçiyorum, çünkü onlarla bağlantıda olmayı, yaşamlarına katkıda bulunmayı, paylaşmayı, sıcaklık, içtenlik hissetmeyi istiyorum.
Böyle bakınca, görev bilinci yerini bir kutlamaya bırakıyor benim için.

Başka bir örnek:
İnternet mesajlarını hemen cevaplamalıyım. (Hımmm, bu egzersiz benim için epey açıcı olacak, çünkü hala düğümlü bir konu bu)
İnternet mesajlarını hemen cevaplamayı seçiyorum, çünkü yazanların yaşamlarına katkıda bulunmayı, her günün işi kendine göre olduğu için, mesajların birikip, dinlenme zamanımdan almamasını sağlamayı, yani dinlenme zamanımı korumayı, ertelenmiş işlerin yükünü bilinçaltında da zihin taşıdığı için, zihnin huzuruna katkıda bulunmayı istiyorum. Burada biraz suçluluk hissinden kaçma isteği de gördüm.

Bu niyetleri görünce, içim bir ferahladı. Eli maşalı birinin emirlerinden ziyade, güzel niyetleri olan, iyiliğimi isteyen birinin önerileri gibi oldu.
Öncelikle bu niyetleri bir kağıda yazıp, bilgisayara yapıştırmak, yani niyetlerimi kendime hatırlatmak fikri iyi geldi. (Hemen yaptım tabii, Outlook not kağıdına yazdım.)
Birikmiş, cevap ya da okunmayı bekleyen bir çok mesaj var şu an. 24 Aralık tarihine kadar bunları eritmek için, dinlenme saatlerimi de gözeterek program yapayım.
Sonrasında da durumu yeniden değerlendirip, gerekiyorsa, keyifle mesajları yanıtlayabilmek için yeni stratejiler arayayım.

Bu yol haritası içime iyi geldi, bu yazının başındaki düğüm hissi, yerini keşif heyecanı ve akış coşkusuna bıraktı…
devamı var :)

13 Aralık 2007 Perşembe

Adım Atmak İstiyorum- 2

4. Bir niyeti gerçekleştirmek için bir stratejiye saplanıp kalmamak çok önemli. Aynı yere gitmenin başka yolu var mı diye sorabiliriz. Daha önce oraya gittiğimde hangi yolu izlemiştim, ne işe yaramıştı?

Hemen örnek: Daha önce Salı ve perşembeleri birkaç arkadaşla birlikte “açık ofis” dediğimiz, doğada bir çay bahçesinde geçiriyorduk, arada Dolmabahçe Sarayı’nın denize nazır çay bahçesine gidiyorduk. Çay aralarında, öğle yemeğinde sohbet ediyor, geri kalan zamanlarda da tıkır tıkır çalışıyorduk. Herkes kendi işini yapıyordu, biri senaryo yazıyor, biri kitabı üzerinde çalışıyor, biri bir eğitim programı hazırlıyor, ben de yazıyordum. Hava soğudu, gruptakilerin koşulları değişti, açık ofis kapandı. Peki orada beni destekleyenler nelerdi? Benim için doğada olmak çok önemli destekleyici bir unsur. Grup halinde olmak da belli bir disiplin sağlıyor. Oysa son zamanlarda evde çalışabilmek için kendimi zorluyordum. Ve olmuyor. Bu stratejiye saplandığım için de, bir adım bile ilerleyemedim. Nedir bu inat? Bugün bu satırları yazabiliyorum, zira “yarı açık ofise” geldim, önümdeki manzarayı görseniz, içiniz gider. Kimi yapraklarını dökmüş onlarca ağaç, yeşilin değişik tonlarındaki çayırda kollarını açmış duruyorlar. Güneş bulutların altından çayırı parça parça sarıya boyuyor. Yanımda da tırtıklı yapraklarıyla bir defne ağacı. İçim yine eve dönmüş gibi coşkuyla kıpır kıpır…

Özet: içimizden geleni yapamamamızın nedeni koşullarda anlaşamıyor olmamız olabilir. En keyifli koşulları yaratmak için, daha önce işe yaramış ya da bizi coşkuyla dolduran yaratıcı yeni yollar düşünebiliriz.

Soru: Keyifle adım atabileceğim hangi yaratıcı koşullar olabilir?

5. Adım atmayı kolaylaştırıcı ön hazırlıklar düşünüp, uygulayabiliriz.
Orhan Pamuk Nobel’i almadan önce Can Dündar kendisiyle bir röportaj yapmış. Nasıl yazdığı ile ilgili bölümler ilgimi çektiğinden saklamıştım. Aklımda kaldığı kadarıyla kendini raya koymak için, öncesinde belli ritüeller yaparmış, yani kahvesini yapar, mide ilacını alır, masasını belli bir düzene getirirmiş. Böylece zihin “Hımm, yazı yazmaya başlıyoruz” deyip havaya girermiş.

Örnek: Bugün onca zamandan sonra yazı yazmak için bilgisayarın başına oturunca, içimde bir tıkanıklık hissettim. Üzerine gitmedim. Daha önce de yapmış olduğum gibi, öncelikle birkaç internet mesajını cevapladım. Sonra bir baktım, bu yazıya başlamışım. (Daha önce bir yazıda yazmıştım: Mikado’nun çöpleri yöntemi)

Soru: Adım atmamı kolaylaştıran hangi ön hazırlıklar olabilir?

6. Küçücük adımlarla başlayabiliriz. Mini minnacık adımlar bile olduğumuz yerde durmaktan daha yararlı olabilir. 2004te dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılık eğitiminde duyduğum bir şey beni çok etkilemişti. Angela, büyük şileplerin arkasındaki bir aletten söz etmişti. Hatırladığım kadarıyla bu alette yapılan çok küçük açılı bir sapma, belli bir zaman sonra rotada büyük bir değişiklikle sonuçlanıyordu. Keşke size gösterebilsem. Belki şöyle tarif edebilirim. Baş ve işaret parmaklarınızı birbirinden biraz uzaklaştırın. Tam parmakların birbirlerinden ayrıldıkları yerdeki küçük açıya bakın, minicik bir farklılık, minicik bir mesafe. Sonra parmaklarınızın ucuna bakın, dümdüz gitmişler ama nasıl da birbirlerinden uzaklaşmışlar değil mi? Kendi yaşamımda minicik değişikliklerin beni nasıl başka yerlere götürdüğünü çok sıklıkla gördüm.
Bir de bu konuda bir kitap yazılmış, Kaizen Metodu diye. Oradaki önerilerden de yararlanmak mümkün.

Soru: Bugün hangi küçük adımı atabilirim?

7. Bir adımın bizim için yararlı olduğunu hissettiğimizde, hemen hayata geçirmekte çok büyük kolaylık var. Zira her şeyin bir tavı var, o tav kaçtı mı, sonra yeniden tavın oluşmasını beklemek için çok çaba gerekebiliyor. Adımın ne olduğunun netleşmesiyle harekete geçirme arasındaki süre ne kadar uzarsa, kuşkular, tembellikler, korku, zihin karmaşası araya duvar örme fırsatı bulabiliyor. Tavı kaçırmamakta fayda var. Bunu uyguladığım her sefer işlerin ne kadar kolaylıkla aktığını görüp, sevinç duyuyorum…

Soru: Hemen şimdi ne yapayım?

8. Olduğumuz yerden başlamak da çok önemli. Bunun için nerede olduğumuzu fark etmemiz gerek. Bazen kendimizden hazır olduğumuzdan daha fazlasını bekleyebiliyoruz ya da o anın bizden beklediğinden daha fazlasını yapmayı istiyoruz. Burada ayaklarımızın yere basması çok önemli. Bunu gerçekleştirmenin en güzel yollarından biri, önce beden farkındalığı ile başlamak. Yani bir süre dikkatimizi bedenimize yöneltmek, mesela ayaklarımıza dikkat vermek, sıcak mı, soğuk mu, gergin mi, gevşek mi, karıncalanma ya da herhangi bir hareket var mı, terli mi kuru mu? Sonra başka bölümlere dikkati yöneltmek. Yani gerçek ile doğrudan temas kurmak. Sonra duygularımızı fark etmek: ne hissediyorum? En sonunda da neredeyim diye duruma bakmak. Açık ofiste çalışmalara hep böyle başlıyorduk, verimi de etkiliyor.

Soru: Neredeyim?

9. Bir alışkanlığı değiştirmek istiyorsak, önceleri biraz dirençle karşılaşmamız çok doğal. Bazen bu tür durumlarda, içimizdeki “aman boşver, gel sen eski yoldan yürü” diyen tarafın dediğinin tam tersini yapmak öneriliyor. Yaşamda bunu denediğim nice zaman oldu, çoğunda da başarılı oldum. Özellikle korkuyla zihnim dolduğunda ama adım atmamın uygun olduğunu derinden bildiğimde, “kıpırdama” diyen tarafın tam tersini yapmışımdır. Cesaret ister, ekstra enerji ister ama çok da etkilidir. Bazen değişiklikler uzun zamana yayıldığında, gerçekleştirmek zorlaşır. Denize dizlerinize kadar girip, 45 dakika alışmayı bekleyip dalgalarla ve rüzgarla eziyet çekmek yerine, hop diye atlamak ve o 45 dakikayı limonata gibi denizde keyif içinde geçirmek gibi yani…

Soru: Burada soru moru yok, atla :)
Devamı var :))

12 Aralık 2007 Çarşamba

Adım Atmak İstiyorum- 1

Upuzun bir süredir bloga yazamadığım gibi, açıp bakamıyordum bile… Bu durum karşısında gönlüm rahat olsaydı, mesele değildi, ama içimde huzursuzluk hissi ara ara esip durdu… Bir yandan da yazmaya niyetlendiğim yazıları zihnimde bir yerlere yazmaya devam ettim… Sonra bunları bilgisayara yazamadığım için, biraz daha huzursuzluk… Zihinde dalgalar, kimi zaman iri iri, kimi zaman belli belirsiz…

Tüm diğer yazılardan önce bugün, yüreğimizden geleni duyduğumuzdaki ya da bize iyi geleceğini bildiğimiz şeyler karşısındaki tutumumuz üzerine yazmak istiyorum…

Bunları izliyorsak, mesele yok zaten… Gönül rahat, zihin dingin, akış sakin bir nehir gibi…

Ama ya bunları izlemiyorsak ama izlememizin uygun olduğunu biliyorsak, bir çekişme, bir çatışma, bir karmaşa… Mesela her gün hareket etmemizin sağlığımız ve enerjimiz için olumlu etkisi olacağını biliyorsak, ama bir türlü başlayamıyorsak… Birini aramamız gerektiğini biliyorsak, telefona elimiz gitmiyorsa… Bir kitabı okumamızın bize çok yararı olacağını hissediyorsak, ama kitaba elimizi bile sürmüyorsak… Masamızı, odamızı, kütüphanemizi gereksiz eşyalardan arındırıp, yeniye yer açmamızın bizi rahatlatacağını hissediyorsak, ama o gün hiç gelemiyorsa… Doğada sessizce yürümenin ayaklarımızı yere basmamızda yardımcı olacağını, bizi dinlendirip, enerji ile dolduracağını biliyorsak, ama adım atmıyorsak… Her gün bir dakika meditasyon yapmaya karar verip verip, yapmıyorsak… Bağışlayarak serbest bırakmamızın uygun olduğu kişiler varsa ve bunu yapmanın bizi nasıl hafifleteceğini derinde bir yerlerde yoğun bir şekilde hissediyorsak, ama o fırsatı yaratmıyorsak…

Tanıdık mı? Yararlı olduğunu bildiğimiz, yüreğimizde derinlerden bir yerlerden geldiğini hissettiğimiz adımları atmadığımız nice andan söz ediyorum…

Öncelikle şunu söyleyeyim, bu konuyu tam olarak anladığımı söylemem mümkün değil, zira yaşamımda hala bu filmi seyrettiğim çok an var… Bir de beraber bakalım, gerçekçi ve pratik olarak neler yapabiliriz diye deneyim alışverişi yapalım istiyorum…

Gördüğüm kadarıyla genelde durum şu:
Bir yanımız “Şuraya doğru bir adım atarsan, hem sana, hem başkalarına yararlı olacak” diyor. Diğer bir yanımız “Hayır, boşver, yorma kendini YA DA sonra yaparsın YA DA daha zamanı gelmedi YA DA yapamazsın, beceremezsin YA DA yapacaksın da ne olacak, ne değişecek sanıyorsun YA DA önce şu filmi seyredelim, sonra tabii yaparız (kandırıkçı bir yüz ifadesi ile) YA DA yapmak istemiyorum, istemiyorum dedim, yapmayacağım işte!” diyor. Biri öne çekiyor, biri geriye çekiyor. Büyük bir çekişme var, müthiş enerji harcanıyor ama bir arpa boyu hareket yok.

Bu resim gözünüzde canlandı mı, tanıdık mı? Bu resmi böyle görünce, içinizde nasıl duygular oluştu?

Peki böyle bir durumda ne yapsak? Yararlı olduğunu bildiğimiz ama yaşama geçiremediğimiz eylemler için ne yapsak?

1. Öncelikle bu adımın/ eylemin gerçekten içimizde bilge yanımızdan geldiğinden olabildiğince emin miyiz? Bazen kendimizi başkaları için işe yarayan ama bize uygun olmayan hareketlere zorladığımız oluyor. Peki bundan nasıl olabildiğince emin oluruz? Bu biraz uzun bir konu, başka bir yazıya bırakayım ama belki içinizdeki bilge taraf bu arada size anlatır zaten…

Adımdan olabildiğince emin olduk, sıra ayağı yerden kaldırmada:
2. Tam olarak ne istediğimizi yazılı olarak netleştirebiliriz. Yani bir niyet cümlesi yazabiliriz: Hangi süreyle kaç defa hangi adımları atmaya niyet ediyorum.

Hemen örnek vereyim: Bu seyir defteri yazılarını daha önce gün gün yazabilmemin en önemli nedeni, birkaç ay boyunca haftada belirli iki gün 9-17 arasını bu yazıların da içinde olduğu birkaç projeye ayırmış olmamdı. Yazıları şimdilerde yazamamamın en önemli nedeni de, artık bu günleri kararlılıkla ayırmıyor olmam ve boşlukların dolma ilkesiyle yaşamın rüzgarıyla uçuyor olmam. Şimdi benim için şöyle bir niyet uygun olur: Ocak ayı sonuna kadar (ucunu açık bırakmaktan hoşlanmıyor zihin, sonra uzatmak mümkün tabii) Bayram ve yılbaşı günleri hariç, her Salı ve Perşembe gününü bu çalışmalar için ayırmaya niyet ediyorum. (Ek: Başka bir konu önceliğe geçerse, başka bir günle telafi etmeye niyet ediyorum)

Soru: Somut ve gerçekçi olarak tarif edersem, nereye gitmek istiyorum?

3. Niyetimizi gerçekleştirmede bize yardımcı olacak hemen o an atılabilecek en kolay adımları atabiliriz.

Örnek: Salı ve perşembeleri ajandama işleyeyim. Bunları farazi yazıyorum sanıyorsanız aldanıyorsunuz, durup, hemen ajandama işledim :)

Soru: Şimdi bu yöne doğru hangi kolay adımları atabilirim?
Arkası yarın :))