31 Mart 2008 Pazartesi

Bu Gezegende Görevim Ne?

Bugünkü yazı dünyada tanınmış vipassana hocalarından Jon Kabat-Zinn’in “Wherever You Go There You Are” kitabından (s.206-209). Seyir Defteri Çeviri ekibinden :) Özgür Gelbal’a çevirisi için yürekten teşekkür…

Umarım yazı hepimize yüreğimizin çağrısını duyma ve o yönde gitmeye ilişkin ilham ve güç verir…

***********

“Bu gezegende görevim ne?” sorusu kendimize tekrar tekrar sormamızda fayda olan bir soru. Aksi takdirde, başka birisinin işini yapıyor olabilir ve bunun farkında bile olmayabiliriz. Dahası, bu başkası bizim kendi hayalimizin ürünü olabilir.

Bütün yaşam formları gibi, beden dediğimiz eşsiz bir organizma parçası içerisine paketlenmiş ve aynı anda yaşamın sürekli değişen yapısı içine yerleşmiş durumdayız. Düşünen yaratıklar olarak, canlı olmanın sorumluluğunu alabilecek eşsiz bir kapasiteye sahibiz. Fakat aynı zamanda, düşünen zihnimizin bu dünyadaki geçişimizi tamamen gölgelemesine izin verecek kadar da eşsiz bir kapasiteye sahibiz. Eşsiz, benzersiz oluşumuzu asla fark edememe riskimiz var –düşünme alışkanlıklarımızın ve koşullanmalarımızın oluşturduğu gölgede kaldığımız sürece.

Jeodezik kubbenin (üçgenlerden meydana gelen ve kubbe şeklinde olan hafif bina) mucidi olan Buckminster Fuller, 32 yaşındayken bir gece Michigan Gölü’nün kenarında intihara teşebbüs etti. Bunu yapmasının nedeni, ardı ardına gelen ve hayatının alt üst olduğunu düşünmesine neden olan başarısızlıklardı. Yapılacak en iyi şeyin kendisini ortadan kaldırarak karısı ile küçük kızı için her şeyi kolaylaştırmak olduğunu düşünüyordu. Görünen oydu ki, kendisinin olağanüstü yaratıcılığına ve hayal gücüne rağmen dokunduğu ya da giriştiği her şey bir karmaşaya dönüşüyordu. (Aslında, yaratıcılığının ve hayal gücünün değeri sonradan anlaşılacaktı.) Ancak Fuller, hayatına son vermek yerine, o andan itibaren, sanki o gece ölmüş gibi yaşamaya karar verdi. Bunu yapmasının nedeni belki de kendisinin de bir parçası olduğunu düşündüğü evrenin bütünlüğüne ve düzenine olan derin inancıydı.

Ölmüş birisi olarak, işlerin nasıl yürüdüğü konusunda artık kendi adına endişelenmesi gerekmeyecekti ve kendisini evrenin bir temsilcisi olarak yaşamaya adayabilecekti. Hayatının geri kalanı bir armağan gibi olacaktı. Kendisi için yaşamak yerine, kendisini şu soruyu sormaya adayacaktı: “Bu gezegende (kendisi Dünya Uzaygemisi diyordu) yapılması gereken, hakkında bir şeyler bildiğim ve ben sorumluluk almadıkça büyük ihtimalle yapılmayacak olan ne var?” Bu soruyu sürekli olarak kendisine sormaya ve yanıt olarak ne gelirse, iç hissini de izleyerek, onu yapmaya karar verdi. Bir insan bu şekilde evrenin bir personeli olarak insanlık için çalışmakla, kim olduğu, nasıl olduğu ve yaptıklarıyla bulunduğu çevreye katkıda bulunabilir ve onu değiştirebilir. Bu; artık kişisel bir durum değildir. Bu; sadece evrenin bütünlüğünün bir parçasının kendisini ifade etmesidir.

Yüreklerimizin bizi ne yapmaya ve ne olmaya çağırdığını, davet ettiğini çok ender olarak sorgular ve sonra da bunun üzerinde düşünürüz. Bu yöndeki çabaları soru şeklinde ifade etmek istiyorum: “Bu gezegende ana işim, görevim ne?” ya da “Yapmak için para ödeyecek kadar neyi önemsiyorum?” Eğer böyle bir soru sorar ve “Bilmiyorum” dışında bir yanıt veremezsem, o zaman soruyu sormaya devam ederim. Yirmili yaşlarda bu tür sorular üzerinde düşünmeye başlarsanız, otuz beş ya da kırk veya elli ya da altmış yaşınıza geldiğinizde bu sorgulama sizi öyle yerlere götürmüş olabilir ki –eğer toplumdaki ana akışı izleseydiniz ya da ailenizin sizden beklentilerinin ya da daha da kötüsü sizin kendi kendinizi sınırlayan inanç ve beklentilerinizin peşinden gitmiş olsaydınız asla varamayacağınız yerlere ulaşmış olabilirsiniz.

Bu soruyu sormaya herhangi bir zamanda, herhangi bir yaşta başlayabilirsiniz. Hayatınızda, bu sorgulamanın bakış açınız ya da yaptığınız tercihler üzerinde derin bir etkisinin olmadığı bir zaman asla yoktur. Bu, yaptıklarınızı değiştireceğiniz anlamına gelmeyebilir, ama yaptıklarınızı görme, sürdürme ve belki de yapma tarzınızı değiştirmek isteyeceğiniz anlamına gelebilir. Evren bir kere sizin patronunuz oldu mu çok ilginç şeyler olmaya başlar, maaşı bir başkası veriyor olsa bile. Ama sabırlı olun. Yaşamınızda varlığınızı bu şekilde sürdürmek zaman alır. Başlayacağınız yer tabii ki tam burasıdır. Ya en iyi zaman nedir? Hemen şimdiye ne dersiniz?

Bu tür içe bakıştan, içi gözlemlemeden ne çıkacağını asla bilemezsiniz. Fuller’in en sevdiği açıklamalardan biri şuydu: Şu anda olduğunu gördüğümüz şey asla gerçekte olup bitenin tamamı değildir. Ve derdi ki, bal arısı için önemli olan şey baldır. Ama arı aynı zamanda çiçeklerin tozlaşmasında (polenlerini birbirlerine iletmelerinde) bir araç olduğundan doğa için bir taşıyıcı görevini de görür. Karşılıklı bağlantı doğanın en temel ilkelerinden birisidir. Hiçbir şey yalıtılmış değildir. Her olay diğer olaylarla bağlantılıdır. Farklı boyutlarda sürekli bir şeyler oluyor. Bize düşense, olanların doğasını elimizden geldiğince iyi algılamak ve yaşam halısı içindeki kendimize ait ilmekleri içtenlik ve kararlılıkla atmayı öğrenmek.

Fuller, doğanın temelini oluşturan bir mimariye inanıyordu ki, ona göre bu mimaride biçim ile fonksiyon kaçınılmaz bir şekilde birbiriyle bağlantılıydı. Doğanın şablonunun çok mantıklı, anlamlı olduğuna ve pratikte bizim hayatlarımızla birçok seviyede ilişkili olduğuna inanıyordu. Fuller ölmeden önce, kristalografik (kristallerin yapısı ve oluşumuyla ilgili bilim dalı) X-ray çalışmaları gösterdi ki birçok virüs; onun çok yüzeyli cisimlerle zaman geçirip, oynarken keşfettiği jeodezik ilkelerin aynısıyla yapılanmaktadır.

Bunu görebilecek kadar uzun yaşamadı, ama onun yeni ufuklar açan diğer bütün buluş ve fikirlerine ek olarak, futbol topuna benzeyen karbon bileşiklerinin beklenmeyen keşfi sonucunda kimya konusunda tamamen yeni bir alan ortaya çıktı. Çok önemli özellikleri olan bu bileşikler çok kısa bir süre sonra onun ismiyle (‘Buckminsterfullerenes’ ya da ‘buckyballs’ olarak) anılmaya başlamıştı. Kendi oyun bahçesinde oynarken ve kendine özgü yolunu izlerken, derin düşünceleri onu buluşlara ve asla hayal edemeyeceği dünyalara götürdü. Aynı şey size de olabilir. Fuller hiçbir zaman kendisini özel birisi olarak görmedi, sadece düşüncelerle ve biçimlerle oynamayı seven sıradan birisi olarak gördü. Sloganı şuydu: "Eğer ben anlayabiliyorsam, herkes anlayabilir.”


*********

“Bu gezegende yapılması gereken,
hakkında bir şeyler bildiğim ve
ben sorumluluk almadıkça
büyük ihtimalle yapılmayacak olan ne var?”



27 Mart 2008 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler- Dağın tepesinde

Fotoğraf: James P. Blair- www.nationalgeographic.com


Dağın tepesinde bulacağınız tek Gerçek, yanınızda getirdiğiniz gerçektir...


The only Truth you find on top of the mountain is the truth you brought with you.


Zen sözü

25 Mart 2008 Salı

Gereğinden Önce Dertlenmek,...

İstanbul'da laleler açtı ya, biz de doğayla uyumlu olalım dedim :)- www.tonyhowell.co.uk



Ortaokuldayken, ders için okumuştuk diye hatırlıyorum Montaigne'in Denemeler'ini... Aradım kütüphanemi bulamadım şimdi... O zamandan beri beni çok etkileyen ve yaşamda kendime ve başkalarına hatırlattığım bir söz var...


"Gereğinden önce dertlenmek, gereğinden fazla dertlenmektir." Montaigne

Yaşamda bazen daha hiç bir şey belli değilken, gereksiz tasalara, endişelere kapılıveriyoruz.

Bir tanıdığım ud siparişi vermişti. Ancak udu yapacak kişiyi tanımıyordu ve epey de para vermişti daha siparişi yaptığında. O gün görüştük ve müthiş endişe içindeydi, "Çok fazla mı para verdim? Ya kötü bir ud çıkarsa?" Dönüyor, dönüyor aynı endişeleri dile getiriyordu. Neredeyse başka bir konu konuşamıyorduk. Bu siparişi iptal etmek isteyip istemediğini sordum. 'Kesinlikle hayır' dedi, zaten yapıma başlanmışmış. Montaigne'nin sözünü söyledim. "Şu an udu daha görmedin. Ud eline geçtiğinde ve istediğin gibi bir ud olmadığında üzülebildiğin kadar üzülmek makul. Şimdi ise daha ortada hiç bir şey yok. Belki güzel bir ud olacak, belki olmayacak. İki hafta sonra bunu göreceksin. Bu iki haftayı belki de gereksiz yere zehirli düşünceler ve endişe ile yaşamak istiyor musun?" "Hayır", dedi ama konuyu değiştirmek ne mümkün.

Yararsız bir düşünceyi düşünmeye devam ediyorsak ve tekrar tekrar aynı düşünceler zihni istila ediyorsa, yapılacak en iyi iş bu düşünceye yakından bakmak olabilir. Bu düşünceye yapışık bir korku ya da tutunma enerjisi var mı? Bu düşünceden ya da endişeden kurtulmak istiyorsak, onu yakından tanımaktan başka çaremiz yok. Biz ittikçe, daha da güçlendiğini, arttığını eminim hepimiz biliyoruz.

Düşünceye yapışık korku ya da tutunma bulursak eğer, korkan ya da tutunan yanımızın yanında şefkatle oturmak belki iyi gelebilir. Sanki korku içinde olan küçük bir çocuğun yanında oturmak gibi. Ya da hayır, bırakmayacağım diyen çocuğun yanında oturmak gibi. Öyle şefkatle oturmak ve bedende olan hisleri izlemek. Ve orada öğreneceğimiz bir şey varsa, sakince bunu görmek için durmak... Genellikle bir süre sonra bu korku ve tutunma hali eriyiverir... Yine gelirse, yine şefkatle, sakin ama kararlı oturmak... Bu duyguların atına binmemek ama onları da çekiştirip ittirmemek...

Ud mu ne oldu? Tabii harika bir ud çıkmış, arkadaşım nasıl mutlu oldu, nasıl yüzünde güller açtı anlatamam. "Ne oldu o kadar endişelenme" dedim, omuz silkti, şimdi mutluydu ya, gerisi önemli değil. Aslında bu olay bir öğrenme fırsatıydı, küçük olaylardan öğrenmeyi başarırsak, yaşam başka kapılar açıyor önümüzde. Küçük olaylardan öğrenmezsek, olaylar büyüyor. Yaşamda gördüğüm bu...

Her olaydan öğrenebilmemiz dileğiyle...





18 Mart 2008 Salı

Bir Hikaye: Tushana’nın Mücadelesi

Gaia House'un kurucularından ve Batı'da saygı duyulan hocalardan olan Christina Feldman'ın "The Quest of the Warrior Woman" kitabının ilk hikayesini çok beğenmiştim. İlk okuduğumda pek anlamamıştım ama önemli bir şey söylediğini hissetmiştim. Yıllarca hep aklımın bir köşesinde mayalandı, yavaş yavaş idrak gelişti. Sizlerle de paylaşayım istedim. Seyir Defteri Tercüme Ekibi'nin (Bu adı kendileri önerdiler:)) yüreği büyük bir üyesi hikayeyi Türkçeleştirerek, hepimizin okuyabileceği bir hale getirdi ve yaşamlarımızı zenginleştirdi- öyle olmasını diliyorum. Hikayedeki iblisleri (hikayede bu isim kullanıldığı için, böyle söylüyorum) hepimiz çok yakından tanıyoruz elbette... Kendi iç alemimizdeki iblislerle mücadelede örnek olması dileğiyle...

Fotoğraf: Tony Howell- www.tonyhowell.co.uk

Yıllarını, vadideki manastırda, rahibe kız kardeşlerinin eşliğinde geçirdikten sonra, Tushana arayışına devam etmek için dağların yalnızlığına gitme zamanının geldiğini biliyordu. Çocukluğunda, yönlerini yüreklerine bakarak bulan bilge yoginilerin aydınlanma arayışı öyküleriyle büyülenirdi. Genç bir kızken manastırın kapısı önünde dolanır, oradaki rahibelerden birisi ile sohbet edebilmeyi umardı. Rahibelerin ona geçmiş ve şimdiki zamanlardaki üstatların içlerindeki engin huzura ve ruhun gerçek özgürlüğünü bilmelerine ilişkin anlattıkları öyküler hayallerini süslerdi. Fırsat buldukça tapınaktaki gizemli, büyüleyici törenlere katılırdı. Rahiplerin ve rahibelerin söyledikleri ilahiler, yanan tütsü, çalan ziller ve törene katılanların yüzlerine sinmiş dinginlik onu büyülerdi. Büyüyüp evlenme çağı yaklaştıkça, anne-babasının dileklerine uyamayacağını fark etti. Bütün yaşamını sütten yağ çıkararak, kocasına bakarak, pazar yerinde dedikodu yaparak geçireceğini, en iyi günlerinin de arada sırada olan festivallerden ibaret olacağını düşünmek bile tüylerini ürpertiyordu. Bu onun hayallerini kurduğu yaşam değildi.

Bir gün evinden sessizce ayrıldı, manastırın baş rahibesini buldu ve manastıra mürit olarak kabul edildi. Manastırdaki ilk yılları çıraklıkla geçti. Yemek hazırlamak, yaşlı rahibelerin bakımını üstlenmek ve tarlada çalışmak ona sabır ve tevazuu öğretirken, manastıra girerken verdiği söze bağlılığı da sınanmış oldu. Çoğu zaman yaptığı işlerin sıradanlığıyla sabrı kesilir, kendi yaptıklarını hor görürdü. Baş rahibeye manastırdaki hayatın, ailesinin sözünü dinleyip de evlenseydi yaşayacağı hayata ne kadar benzediğinden şikâyet ettiğinde; ‘Kutsallığın nerede olduğunu sanıyorsun?’ cevabını alırdı. Tushana da yerleri süpürmeye geri dönerdi. Yıllar geçtikçe Tushana günlerinin temposunda sükûnet ve dinginlik buldu, şikâyetleri azaldı. Manastıra yeni müritler geldikçe tarladaki ve mutfaktaki yükünü hafiflettiler. Meditasyona başlamasına izin verildi, vizyonlar gördü, mistik deneyimler ve derin içgörüler onu mutlu etti. Bir gün kendisinin de yaşlı rahibelerden biri olduğunu ve artık genç kızların manastırın kapısında onun hikâyelerini dinlemek için beklediklerini fark etti.

Bir gün karşılaştığı ve aştığı engellerin, mücadele edip üstesinden geldiği güçlüklerin, edindiği başarıların hikâyesini anlatırken birdenbire huzurunun kaçtığını fark etti. Yolculuğuna başlama ilhamı veren vizyonunu hatırladı- özgürlüğe ve uyanmaya, aydınlanmaya olan tutkusu ile hayranlık duyduğu büyük mistiklerin izinden gitme hevesini hatırladı. Anlattığı öykü, arayışının başındaki vizyonun silik bir gölgesi gibiydi. Bir kelime daha söyleyemedi ve odasına çekildi. Manastırda geçirdiği onca yıla rağmen, hayalini kurduğu özgürlük vizyonu kapıdan içeri girdiği günkü kadar uzaktı. Başarabileceğinden daha azı ile yetindiği duygusunun ağırlığı omuzlarına çöktü.

Yenilenmiş kararlılığı ile üç beş parça eşyasını topladı, rahibe kız kardeşlerine veda etti ve dağların tepelerine doğru yola çıktı. Bir kaç günlük yoldan sonra kalabileceği basit bir mağara buldu. Mağarayı temizlerken, özgürlüğün anlamını buluncaya kadar inzivadan çıkmamaya yemin etti. Yemininden güç aldı, günleri sakin bir ritme girdi- tek arkadaşları ormandaki küçük hayvanlar ve kuşlardı; tek işi yemek için yabani bitkiler, meyveler, şifalı otlar toplamaktı; tek çabası da bilebildiği en derin biçimde uyanık olmaktı.

Haftalar sonra, odun toplamaktan döndüğünde, Tushana mağarasında korkunç iblislerin oturduklarını gördü. Kimisi coşkunca kahkahalar atıyor, diğerleri öfke ile bağırıyor, kimileri ise eşyalarını etrafa fırlatarak kendilerini oyalıyorlardı. İblislerin bir kaçı tavandan sarkmış, korkunç yüz ifadeleri takınıyor, diğerleri ise gölgede durup, onunla alay ediyorlardı. Onların şamatası karşısında Tushana korku ve kuşku ile titredi. Böyle bir terörü hak etmek için nasıl büyük bir hata yapmış olabilirdi? Onları gitmeleri için nasıl ikna edebilirdi? Karşısına çıkan hayaletlere, yeni bulduğu huzuru kaptırmamaya kararlı olan Tushana, onlarla yüzleşmek için aralarına girdi.

Önce umursamamayı denedi, ama onun sessizliği sadece daha fazla bağırmaları için iblisleri kışkırttı. Dikkatini çekmek için etrafında dans ettiler, elbiselerini ve saçını çekiştirdiler. Manastırdaki huysuz yaşlı rahibelerden birisinin hizmetinde olduğu günleri hatırlayıp, itaatkâr bir pozda çöktü ve gülümseyerek ‘Şey, siz gerçekten harika, güçlü kuvvetli iblislersiniz. Ben sizin gazabınıza layık bile değilim, fakir, önemsiz bir kadınım. Neden ihtişamınızın gerçekten takdir edileceği bir yere gitmiyorsunuz?’. İblislerden bir kaçı, onun sevimli yağcılığından hoşlanıp ortadan yok oldu, ama diğerleri daha da öfkelendi.

Çaresizlik içinde Tushana iblislerden kurtulmak için başka bir yol aramaya başladı ve kendisine rehberlik etmiş öğretmenlerinin gücünü ve korumasını davet etti. İblislere bakıp onlara: ‘Siz bana zarar veremezsiniz’ diye haykırdı. ‘Ben sizden daha büyük güçler tarafından korunuyorum. Onlar size zarar vermeden buradan kaçın.’ İblislerin bir kısmı sindi ve sıvıştı ama hala kalabalık bir grup kaldı. Yüreğinde bir çözüm arayan Tushana, mağrur bir duruş ve buyurucu bir ses tonu ile önündeki iblisleri azarladı: ‘Siz kim oluyorsunuz da kutsallık yolundaki bir rahibeyi rahatsız ediyorsunuz. Karşınızda sayısız engeli fethedip aşmış başarılı bir yogini var. Bu topraklarda beni hayranlıkla alkışlarlar. Ben kimseden korkmam, hele sizden hiç. Evimden defolun.’ Bu sözleri duyan iblislerden çoğu gözden kayboldu ama üç tanesi kaldı ve ulumaya devam etti.

Bir an Tushana korkuya ve yorgunluğa yenildiğini hissetti ve iblislere canını bağışlamaları için yalvarmaya başladı: ‘Teslim oluyorum. Lütfen bana zarar vermeyin. Hatalarımı biliyorum ve bana zarar vermezseniz, bildiğim en iyi şekilde size hizmet ederim.’ Kalan iblislerden ikisi bu sözlerden tatmin oldu ve yok oldu. Ama en son iblis en huysuz ve güçlüleri idi. Tushana’nın bu canavarların en zalimini mutlu edecek veya yatıştıracak bir stratejisi kalmamıştı. Ne teslimiyetini, ne de reddedişini kabul ediyordu. Bu en güçlü iblisi yenmenin yolunun kalmadığını bilen Tushana, onun gazabı ile yüzleşmek için döndü. İblise yaklaşırken, korkularının yok olduğunu ve kalbinin şefkatle dolduğunu fark etti. Ne kendi güvenliğini düşündü, ne düşmanından korktu, iblisin ağzına girdi. İblis onu ne yuttu, ne zarar verdi. Tushana’nın cesareti ve şefkati ile karşılaşınca gökkuşağı gibi kayboldu. O an Tushana savaştığı iblislerle aradığı özgürlük arasında bir fark olmadığını anladı.

15 Mart 2008 Cumartesi

Yaşama Dokunmak...

Yeşil lahana yaprağı, Tony Howell- www.tonyhowell.co.uk

Dün gece tam uyumadan önce aşağıdaki yazı kendini yazdı. Mecbur kaldım sıcacık yatağımdan kalkıp, kalem kağıt almaya. Gözlerim yarı kapalı not aldım. Şu harika bahar gününde belki hepimize ilham verir...




Ölüm bize gelse, “Haydi, hazır mısın?” dese, çoğumuz “Hayır, yaşamayı seviyorum, daha yaşamak istiyorum” deriz herhalde…

Ancak nasıl sevgiyse bu… Ömrümüzün büyük bölümünü yaşama dokunmadan geçiriyoruz…

Düşünsenize sabah kalktığımız andan akşam yatıncaya kadar ne kadar an’ı dolu dolu yaşıyoruz?

Sabah uyandığımızda, gözlerimizi açmamızı, yatakta dönüp, ayağa kalkmamızı, terliklerimizi giymemizi, banyoya gitmemizi fark ediyor muyuz? Yoksa otomatik mi bunlar? “Aman canım bunları fark etmenin ne önemi var?” mı diyorsunuz? Dişimizi fırçalamamızı, tuvalete girmemizi, duş yapmamızı, çay suyu koymamızı, peyniri buzdolabından çıkarmamızı fark ediyor muyuz? Belki belki telaşsız bir gündeysek, çayın ya da kahvenin kokusunu duyabiliyoruzdur ya da kızarmış ekmeğin. Belki peynirin ya da zeytinin de ilk lokmalarının tadını alıyoruzdur. Gerisi yine düşüncelerin, konuşmaların arkasında kalıyordur. Giyinmemiz, çantamızı hazırlamamız hep otomatik mi yoksa? Ne oldu, sabahın çoğunda yaşama dokunamadık, dolu dolu yaşayamadık…

İşe gittiğimizde zaten iyiden iyiye gerçekten, kendimizden, yaşamdan kopuyoruzdur belki. Kavramlar, düşünceler, sanal alem, geçmiş, gelecek, her türlü koşullanma bizi yutuveriyordur. Evde ise hangimiz lavaboyu ovarken, yaşama dokunuyoruz ya da yemek pişirirken? Hele de birbirimizle konuşurken, dinlerken, zihnimiz bir sonraki lafı söylemek için yarışır, yarattığı kendi imajını parlatıp korurken, hangimiz yaşama dokunabiliyoruz?

Bir gün geçip gitti. Neleri fark ettik? Hangi an’ları dolu dolu yaşadık? Keyif aldığımızda, canımız acıdığında birkaç an dikkatimizi verdik belki, gerisi uykuda gibi. Tüm o önemsiz diye düşündüğümüz eylemlerimiz yaşamımızın çok büyük bir kısmını oluşturuyor oysa. Bir de yaşamı sevdiğimizi, daha yaşamak istediğimizi söylüyoruz. Doğaya gittiğimizde ya da tiyatroya, konsere ya da tatile zihnimiz öyle dolu ki, o doluluk yaşamla aramızda bir sünger gibi, dokunamıyoruz bir türlü yaşama, en fazla birkaç an, o da iyi ihtimal…

Hislerimiz donmuş gibi geçirdikten sonra, yaşama sıkı sıkı bağlıymış gibi yapmak biraz tuhaf değil mi? Kimimiz ‘yaşamak çok tatsız’ diyoruz. Dokunulmayan bir yaşamın nasıl bir tadı olur ki?

Dikkatimize layık bulamadığımız nice an’a dikkatli baksak, acaba yaşama dokunur muyuz, kendi yaşamımıza? Nasıl bir tat olur, nasıl bir renk?

Dingin Savaşçı’da çok güzel bir bölüm vardır. Yaşlı adam “Her an’da bir şey oluyor” der görmesini bilene.

Açalım gözlerimizi, dokunalım yaşama, iyi, kötü, önemsiz demeden her an'a…


13 Mart 2008 Perşembe

Olan'ın Rehberliği

Nergis... Tony Howell- www.tonyhowell.co.uk





Bugün yalnızca bir cümle yazmak istiyorum:

Olumlu, olumsuz ayrımı kalkıp, “olan” kalınca geriye; egoyla mücadele, yenme, öldürme, savaşma yerini öğrenme, büyüme, gelişme, keşfe bırakıyor…

Ne diyorsunuz?

Her “olan”daki rehberliği görebildiğimiz nice an’lar dileğiyle…

11 Mart 2008 Salı

Yola Işık Tutan Sözler: Rilke

Hibiscus petals, Amy White, Al Petteway- www.nationalgeographic.com


Bugün yıllar önce bir arkadaşımın arkadaşı olan Ed'in gönderdiği ve dün gece yine karşıma çıkan bir paragrafı paylaşmak istiyorum:

"Yalvarırım sana... Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Sorunların kendisini sevmeye çalış; kilitli odalar veya yabancı lisanlarda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi yaşama meselesidir. Şu anda, soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın."


- Rainer Maria Rilke




(Alıntı: Ölümsüz, Paco Ahlgren, Siren Yayınları, s.219)

7 Mart 2008 Cuma

Bir Kitap: İç Dünyanın Oyunları

Aşağıdaki yazıyı yazmak için kaç defa oturdum, kaç defa bölündüm, hesabı yok... Yok bitmiyor bu yazı... Koymayayım, başka bir yazı yazayım diyorum, o da olmuyor... Bitireyim diyorum, bitmiyor... Belki de aşağıdaki hali bitmiş halidir... Yazı bir kitap tanıtım yazısı olmasın istedim, içinden bazı bölümleri alıntılayım ve yorum yazayım istedim, olmadı... Umarım bu haliyle de bir katkısı olur...


Birisinin yaşamını zenginleştirdiğimde ve biri benim yaşamımı zenginleştirdiğinde tarifsiz mutluluk duyuyorum. Bu yaşam yolculuğu gerçek bir keyif halini alıyor. Beslendikçe coşuyorum, taşıyorum, başkaları da besleniyor. Karşılıklı keyifleniyoruz, kimbilir kimler de bu keyiften nasipleniyor…

İşte böyle zenginleşmelerden biri:

Bir süre önce arkadaşım Arzu Kutan bir kitap hediye etti: “Çok beğendim, tam da sana göre bir kitap” dedi, yoğun programının içinde zaman yarattı, kitabı getirdi. İç Dünya Oyunları (Yeşim Türköz, 2005, Galata, Sistem Yayınları) çok rahat okunan, eğlenceli ve bazı önemli kavramları çok açık anlatan bir kitap. Çok beğendim.

Tam da iç dünyada olanlara odaklandığımız bu günlerde ilginç bir zamanlama oldu… Tesadüf mü böylesi! İçimizdeki duygularla savaşacağımıza, onları anlamamıza yönelik rehberlik içeriyor bu kitap bana göre... Hem de iç dünyamızdaki farklı enerjileri tanımamıza yardımcı oluyor...

Kitabın arkasında şunlar yazıyor kitabın tanıtımı için:
“Bir düşünün. Akıl, Dürtü, Sağduyu, Haset, Coşku, Vicdan ve diğerleri, toparlanıp hep birlikte bir tatile çıkıyorlar. Dolambaçlı ilişkilerinden bunalmış, şöyle rahat bir soluk almak istiyorlar. Her birinin isteği, diğerlerince engellenmeden dilediğini yapacağı hoş, özgür bir vakit geçirmek…

İsmi olup da cismi olmayan bu “var”lıklar istediklerine kavuşacaklar mı? Yoksa tatilde altı gün boyunca oynadıkları “yaşam oyunları”, hiç farkında olmadıkları gerçek ihtiyaçlarıyla yüz yüze gelmenin yolunu mu açacak?”



4 Mart 2008 Salı

Güçlü Bir Duygu Hissettiğimizde- Thich Nhat Hahn

Thich Nhat Hahn’ın kitabından* beni etkileyen ilk bölümü ‘Alışkanlık Enerjisi ve Durma’ yazısında paylaşmıştım. Şimdi de üç gündür yazmakta olduğum “duygularla dans” yazı dizisinin :) ardına bu kitaptan yararlı gördüğüm bir alıntıyı eklemek istiyorum:

“Güçlü bir duygu hissettiğimizde, eylemde bulunmanın tehlikeli olabileceğini biliriz, fakat kendimizi tutacak güce ya da zihin netliğine sahip değilizdir. (…) Bir meşe ağacı gibi sağlam ve sabit olmayı ve fırtınayla bir o yana bir bu yana eğilmemeyi öğrenmeliyiz.”

Sakinleşmek ve olanlardaki dersleri görmek için adımlar:

“1. Farkına varmak- Eğer öfkeliysek önce şöyle diyebiliriz: ‘Bu öfkenin benim içimde olduğunu biliyorum.’

2. Kabullenme- Öfkeliyken bunu inkâr etmeyiz. Olanı kabul ederiz.

3. Kucaklama- Bir annenin ağlayan bebeğini tutması gibi öfkemizi kollarımızın arasında tutarız. Farkındalığımız duygumuzu kucaklar ve bu bile tek başına öfkemizi ve bizi sakinleştirebilir.

4. Derinine bakma- Yeterince sakinleştiğimizde bu öfkeyi neyin doğurduğunu, bebeğimizin rahatsızlığına neyin neden olduğunu anlamak için derinine bakabiliriz. (Hale’nin notu: Burada çeşitli tekniklerden yararlanmak mümkün, özellikle şiddetsiz iletişim duygularımızın altındaki karşılanmayan ihtiyaçlarımızı görebilmemiz için çok yardımcı olabilir. Şiddetsiz iletişimin öfkeyle ilgili bir de küçük kitabı var: Öfkenin Şaşırtıcı Amacı- Öfke Yönetiminin Ötesi, Öfkenin İçindeki Armağanı Bulmak. Marshall Rosenberg. Sistem Yayınları çıkardı.)

5. İçgörü- Derinine bakmanın meyvesi, öfkemizi yaratan, bebeğimizin ağlamasına neden olan pek çok birincil ve ikincil neden ve şartları anlamaktır. (Hale’nin notu: Kendimizin ve karşımızdakilerin içinde olanlarla bağlantı kurarız, gerçekte ne olduğunu görürüz. Olanı olduğu gibi –olabildiğince tabii- gördüğümüzde de bu durum karşısında ne yapacağımızı biliriz.)”

*Buda’nın Öğretisi, Thich Nhat Hahn, Okyanus Yayınları, s.32