31 Aralık 2008 Çarşamba

Uç uç uğurböceği...

Fotoğraf: JessicaRose, 24.7.2008, www.flickr.com

Uç uç uğurböceği...
(melodisiyle söylüyorum, bilmem sesim geliyor mu oraya)


3.5 ay içinde iki kere 40 gün iyi dileklerde bulunduk.
Bu kez başından ve toptan olur mu acaba :)))



Yaşama sevgiden ve bilgelikten gelen nice katkıda bulunduğumuz, üreterek yaşamı zenginleştirdiğimiz, içimizdeki aşkla yaşamı kutladığımız ışıl ışıl bir yıl diliyorum hepimize… İç huzurumuz, bereketimiz bol olsun… İçte ve dünyada idrakimiz, şefkatimiz artsın, içte ve dünyada barış olsun…

Yürekten taşan sevgiyle…

30 Aralık 2008 Salı

Küçük Adım, Büyük Değişiklik

K. Kay, 2.8.2008, www.flickr.com
Kelebek etkisinden çağrışımla...

Aslında bugün için bambaşka bir yazı düşünmüştüm ama yaşam farklı bir yazı yazdırıyor. Bunun coşkusu diğerinden daha fazla olduğu için, laf dinliyorum…

Geçen hafta dosyalarımın birinde Balzac'ın bir sözünü görmüştüm:

"Hayatın büyük neticeler doğuran küçük tesadüflerden ibaret olduğunu unutmayınız."

Cümlede ‘tesadüf’ kelimesi geçtiği için, bloga koyma konusunda çekinik kalmıştım. Zira yaşamı dikkatle izliyorum ve tesadüf diyemeyeceğim öyle bir düzen görüyorum ki, zihnim açıklayamasa da, derinden bir yerde böyle bir düzene tanıklık etmekten dolayı coşku duyuyorum fark ettikçe.

Söze bugün şöyle bir kelime eklemek istedim, o zaman tamam oldu sanki içimde:
"Hayatın büyük neticeler doğuran küçük tesadüflerden (ek: eşzamanlılıklardan) ibaret olduğunu unutmayınız." Balzac

Sonra hemen bu sözün üstünde bir söz daha gördüm:

"Büyük yollardaki dönemeçler, gözlerimizin önüne nasıl yeni yeni manzaralar koyarlarsa, bazen küçük tecessüsler (Türk Dil Kurumu Sözlüğü: görme, anlama merakı) de bütün bir hayatı değiştirebilir." Tagor

Bugün bir vesileyle küçücük adımların ne büyük değişiklikler yaratabileceğini bir kez daha hatırladım. İçimize uygun gelenleri söylediğimizde bazen hiç fark etmeden, karşımızdakinin yaşamını bilmeden nasıl etkileyebildiğimizi hatırladım. Ya da küçük bir teşvikin, küçük bir kolaylaştırmanın başkalarının yaşamında tahminimizden daha büyük etkilerinin olabildiğini hatırladım.

Daha önce yazıların birinde yazmıştım- hangisinde bulamadım ama- dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılığı eğitiminde eğitmenlerden Angela şileplerde bir aletten söz etmişti. O alette birkaç milimlik bir açı oluşturacak sapış, bir süre sonra şilebin rotasında kilometrelerce uzunlukta bir sapma oluşturabiliyormuş. Geçenlerde televizyonda bir stratejist (adını unuttuğum için yazamıyorum, sureti gözümün önünde ama) aynı prensibi Pisa Kulesinden örnek vererek anlattı. Pisa Kulesinin altında eğim birkaç santimetre olmakla beraber, tepesine gidildiğinde eğimin 4.3 metre olduğunu hatırlattı.

Söylediğimiz küçük bir söz, yazdığımız birkaç cümle, attığımız bir kart, ettiğimiz bir telefon, durup yalnızca karşımızdakini dinlediğimiz, laf yetiştirmeye çalışmadan, çözmeye çalışmadan, öylece sessizce (zihinde de) dinlediğimiz birkaç dakika bazen büyük değişiklikler yaratabilir. Önemli olan niyetin sevgiden, sessizlikten gelmesi bana göre. Böyle yapılan her ne ise, yaşama gerçek katkı diye düşünüyorum. Küçücük bir adım. Küçücük bir seçim. Küçücük bir değişiklik. Küçücük bir kolaylaştırma. Küçücük bir şefkat.

Yeni yılda küçücük adımlarımızın etkilerini kutlayacağımız, yaşamın esrarengizliği karşısında şaşıp şaşıp kalacağımız nice anlar dileğiyle…

29 Aralık 2008 Pazartesi

Mevlana'dan: İhtiyacını Artır

Haziran 2008'de Vivet ve Sija'nın öncülüğünde yapılan şiddetsiz iletişim eğitiminde eğitmen Nada Ignjatovic- Savic idi. Hasbel kader eğitimin tercümesini yaparken, Nada'nın elinden düşürmediği küçücük, avuç içi kadar bir kitapçık dikkatimi çekmişti. O kitapçıktan bir şeyler tercüme etmemi isteyince, Mevlana'nın Mesnevi'sinden parçalar olduğunu anladım. Yeni yıla girerken, belki bizi düşündürür, ufkumuzu açar, sezgimizi dinletir, meraklandırır diye bir bölümü burada paylaşmak istiyorum. Bu vesileyle de bu ve bunun gibi daha pek çok bilgeliği bizimle paylaşmış olan Nada'ya bir kez daha teşekkürler...


İHTİYACINI ARTIR

Fare ruhu azar azar kemirmekten başka bir şey değildir.
Fareye ihtiyacıyla orantılı
bir zihindir verilen.
Çünkü ihtiyaç olmadan, Her-Şeye-Muktedir-Olan
vermez kimseye bir şey.
İhtiyaç, öyleyse, varolan her şey arasında bir ağdır.
Bir
insan ihtiyaçlarıyla orantılı olarak araçlara sahiptir.
Öyleyse, bir an önce, ihtiyacını artır, ey yoksul,
ki bolluk-bereket denizi
sevgiyle yükselip, taşsın.


INCREASE YOUR NEED

The mouse soul is nothing but a nibbler.
To the mouse is given a mind
Proportionate to its need,
For without need, the All-Powerful
Doesn’t give anything to anyone.
Need, then, is the net for all things that exist:
A person has tools in proportion to his need.
So, quickly, increase your need, needy one,
That the sea of abundance
May surge up in loving-kindness.

Mesnevi II, 3279-80, 3292

27 Aralık 2008 Cumartesi

Bir Şiir: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

Biliyorsunuz genellikle haftasonları yazı koymuyorum. Ancak bu sabah uyandım ki, bu şiiri paylaşma isteği yüreğimi pır pır ettiriyor. Tamam dedim. Daha önce blogda yazmış mıydım bilemedim ama bugün üniversite yıllarımdan hayranı olduğum, son günlerin temasındaki bu şiir kendini yazdırmak istedi:

Kızılgerdan (robin) kuşunu çok sevdiğim için Kebire yıllar önce bu fotoğrafı göndermişti, bilmem nereden bulmuştu. Çekenden özür dilerim ismini koyamadığım için.


YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR


Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısı, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi, olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu

Şiirler 1959-1982
Adam Yayınları

26 Aralık 2008 Cuma

Yaşamı Kutlamak

Açık ofislerden birinin bahçesi (Şu meşe ağacının altında internet bağlantısı olan :)), 24.11.2008


2008 Nobel Barış Ödülünü alan Martti Ahtisaari ile ilgili pek çok program yapılmış. O dönem ne zaman televizyonu açsam, bu programların biriyle karşılaştım. Ahtisaari’nin yaşamını ve yaptıklarını izleme fırsatım oldu.

Nobel aldıktan sonra, çalışmalarını bırakıp bırakmayacağı sorulduğunda, asıl şimdi daha çok ve etkili çalışabileceğini söyledi Ahtisaari bir programda. Beni en çok etkileyen cümlesi ise, aklımda kaldığı kadarıyla, “Her sabah ömrümün ilk gününe uyandığımı düşünürüm. Son günü değil, ilk günü. Ve merakla, keşif heyecanıyla güne başlarım. Öğrenilecek, görülecek o kadar çok şey var ki. Merakım gittikçe artıyor.” oldu.

Ahtisaari 71 yaşında. Kendimi düşündüm, anneannem gibi yaşasam, 57 yıl her sabah ömrümün ilk günü gibi yaşama başlayabilirim. 57 x 365 gün. Zenginliğe bakın. Her gün uyanık ve meraklı olsam, yeni bir şey keşfetsem, müthiş bir şey...

Sizlerle paylaşmak için bunları tasarlarken, arkadaşım Ayşe’nin yeni blogundaki
www.altinicizdigimsatirlar.blogspot.com “Kısa Kısa” yazısından bir cümle çok hoşuma gitti. Selim İleri’nin Bodrum Dörtlemesi’nin ikincisinden birkaç satırın altını çizmiş Ayşe: “Telefonun sesiyle irkildi, çalıyordu. İçeriye koştu, elinde fırça ve sarı boya tüpü. Emre telefon ediyordu. 'Akşama sonbaharı kutluyoruz.' diyordu.”

Yıllardır güzel bir hayal olarak kalmıştır: her gün bir şeyi kutlamak. Doğum günleri tamam. Bir de ağaçlara su yürüme zamanı, kırlangıçların gelişi, karıncaların topraktan çıkışı, birinci cemrenin düşüşü, en uzun gün, en uzun gece, yeni ay, dolunay, yağan ilk kar, farkındalık günü, dostluk günü, her gün kutlayacak bir şey bulmak, sonunda da yaşamı tam bir kutlama olarak yaşamak. Buğday Derneği’nin geleneksel ajandasında doğa olayları vardır mesela. Onlara yenilerini de ekleyerek, her gün yaşamı kutlamak.

Dün babamın doğum günüydü, bana yemeğe geldiler. Aile toplandı, herkes yiyecek, içecek bir şeyler kattı, sofra donandı. Babam bir ara, “İnsanın bu birliktelikleri, güzellikleri görünce, daha çok yaşayası geliyor” dedi. İçimde duygular birbirine karıştı.

Arkadaşım Alp (Pir), katıldığı bir konuşmada (umarım yanlış anımsamıyorumdur) Satish Kumar’a (çok ilginç bir karakter) yaşamın amacı sorulduğunda, “Yaşamın amacı, yaşamı kutlamaktır” diye cevap verdiğini söylemişti.

Yeni yıla hazırlanırken, (biliyorum takvim nedir ki, ancak ara değerlendirme ve niyetleri canlandırma için iyi de bir fırsat olabilir) belki niyetlerimiz içine, yaşamı kutlamaya ilişkin niyetler de katarız…

Biz bugün Ayşe ile açık ofisteyiz. Bugün rahat nefes alıp verebildiğimizi kutlamaya niyet ettik. Bedene giren, bedende dolaşan havayı kutlayacağız. Havanın bedene rahatlıkla girmesini mümkün kılan burnu, boğazı, ciğerleri, sonra dolaşıma katan kalbi, damarları kutlayacağız. Benim hücreler daha ben bunları yazarken, marakasları çıkarmış, festivale başlamış durumda :)

Yaşamı tam bir kutlama olarak yaşayabilmemiz dileğiyle...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Yaşanacak Bir Saat- Krişnamurti

Memleket meseleleri, dünya meselelerinden sonra, gelelim yine kendi yaşamımıza... Yeni yıl geliyor malum. Bazılarımız yeni yıl öncesi bir geçmiş ve durum değerlendirmesi yapmayı seviyor.
Gerçekten yaşamda önem verdiklerime mi odaklanıyorum, yoksa yaşamın/ çevremdekilerin gündemini mi izliyorum? Kendi merkezimde miyim, yoksa başkalarının yörüngesinde miyim? Yaşamımı değerlerime uygun yaşayabiliyor muyum? Geçen yıl nasıldı, şimdi nasıl değişiklikler yapmalıyım? Çözümlemediğim duygu/ ilişki bıraktım mı arkamda? Ya tamamlamadığım iş/ çatışma? Almadığım kararlar var mı? Dilemediğim özürler? Etmediğim teşekkürler?

Bu konuda Krishnamurti'nin de söyleyecek sözü var:

"Yaşanacak Sadece Bir Saat Varsa

Eğer yaşanacak bir saatiniz olsaydı, ne yapardınız? İlişkiler, vasiyet gibi dış dünyaya ilişkin yapılması gerekenleri düzenlemez miydiniz? Ailenizi ve arkadaşlarınızı bir araya toplar ve onlara vermiş olabileceğiniz hasarlar için onlardan sizi affetmelerini istemez miydiniz ve onları size vermiş olabilecekleri hasarlardan dolayı affetmez miydiniz? Zihnin her şeyine, arzularına ve dünyaya tamamen ölmez miydiniz? Ve eğer bu bir saat için yapılabiliyorsa, o zaman geriye kalan günler ve yıllar için de yapılabilir… Deneyin ve görün."

(Çeviriyi aşağıdaki paragraftan yaptım. Ancak bu metinlerin olduğu kitap Türkçe'de var: Yaşam Kitabı, Sistem Yayınları)

"Only One Hour to Live

If you had only one hour to live, what would you do? Would you not arrange what is necessary outwardly, your affairs, your will, and so on? Would you not call your family and friends together and ask their forgiveness for the harm that you might have done to them, and forgive them for whatever harm they might have done to you? Would you not die completely to the things of the mind, to desires and to the world? And if it can be done for an hour, then it can also be done for the days and years that may remain...Try it and you will find out."

The Book of Life - November 9
http://www.jkrishnamurti.org/

23 Aralık 2008 Salı

Kriz Eğitmenimiz Olabilir Mi?

Mustafa hakkında yazmayan bir ben kaldım herhalde, haydi onu bırakayım. Ama dünyadaki finansal-ekonomik kriz üzerine çok yazılıyor çiziliyor, bu kalabalığa katılasım var... :)


Amerika'da patlayan, küreselleşmiş ekonomiyi domino etkisiyle allak bullak eden ekonomik kriz çok olumsuz bir durum olarak görünüyor. Pek çok kişinin hayat şartları değişiyor. İrili ufaklı pek çok taş yerinden oynadı, daha da epey yer değiştirecek görünüyor.

Bir başka açıdan bakınca da, bu kriz “gerçek” ihtiyaçlarımızı fark etmemize yardımcı olacak gibi. Tüketerek doyurmaya çalıştığımız açlığımızla yüzleşeceğiz belki. Nedir bu açlık? Bu “alma”, “sahip olma” arzunu daha yakından tanıyacağız belki. İçimizde alışveriş arzusu uyandığında hemen dükkanlara koşmadan, belki durup, bu enerjiyi izleyeceğiz. Bu arzu hangi ihtiyacımızın kılık değiştirmiş hali acaba? İçimizde ne oluyor?

Belki şaşaadan sadeliğe geçişi yaşayacağız. Bu kriz eğitmenimiz olacak. Pek çok olağan durumda, alelade bir iş yaparken mesela, iliklerimize kadar bizi doyuran bir enerji akışı hissedeceğiz belki. Çok sıradan an’larda. Öyle hiçbir şey düşünmez, hiçbir şey beklemez, öyle yalnızca olanla bir olmuşken.

Belki yerele döneceğiz. Kriz yine eğitmenimiz olacak. Çok uluslu şirketlere mi katkıda bulunmak istiyorum, mahalle esnafıma mı diye düşüneceğiz. Belki bazılarımızın çocukluğundaki yerli malı haftalarının mantığına döneceğiz, aldığımız malların yerel olmasına dikkat edeceğiz. Ekonomi uzmanları piyasaları mı çökertmek istiyorsunuz diye soracaklar belki ama onların sistemi de birbirini deviren dominolardan ibaretmiş, nereden tutacaklarını bilemiyorlar diye düşüneceğiz.

Belki dayanışmayı daha çok hatırlayacağız. Marmara depreminde yaşadık, çoğumuzun içinde bir acil durum düğmesi varmış sanki, düğmeye basıldı, neredeyse bir refleks otomatikliğinde yığınlar dayanışmaya koştu. Gerçi çoğunluk ne yapacağını bilemedi, müthiş bir enerji heba oldu gibi ama bu dayanışma niyeti var ya çoğumuzda; gerisi teferruat. Öğreneceğiz verimli, yerinde dayanışmayı da. Bu kriz yine öğretmenimiz olacak belki. Deprem vehametinde değil elbette, acıdan değil, empatiden, sevgiden gelecek belki bu dayanışma

Belki yaratıcılığımız gelişecek bu süreçte. Para, malzeme azlığı yaratıcılığa müthiş yer açar genelde. Çocukluğumuzu hatırlayalım, yani 30-40 yıl önce çocuk olmuş olanlar. Oyuncaklar ne kadar azsa, o kadar hayale yer yok muydu? Kırık bir çini parçası bebeğin yatağı da olurdu, tabak da, duvar da, araba da, kapı da- oyununa göre. Şimdiki yatak şeklindeki bir oyuncak ancak yatak olur, hayale yer yok. Geçen siyaset meydanında Halit Kıvanç eski radyo günlerini anarken, bir ustanın kendisini “Aman fazla tasvir etme, hayal gücüne yer kalsın” diye uyardığını söyledi. Belki kriz yaratıcılığımızı ortaya çıkarmak için eğitmenimiz olacak, bize yer açacak.

Belki kriz gerçek bolluğa, berekete açılmamıza vesile olacak. Gerçek zenginliğin ne olduğunu hatırlatacak bize. Kendimize “Gerçek zenginlik ne?” diye soracağız. Cevapla belki kendimizi bile şaşırtacağız.

Belki kriz yönetmeyi öğreneceğiz. Şirketlerde kullanılan tekniklerini bilmiyorum ancak belki an’da olmayı, zorluklar karşısında sağlam, doğrudan, açık durmayı, gözlemlemeyi öğreneceğiz. Gözlemledikçe, olanı olduğu gibi göreceğiz. Bilgeliğimiz artacak. Bilgelikten gelen eylemlerle yaşamı zenginleştireceğiz. Belki.

Belki önceleri zoraki, sonraları bilinçli olarak daha adil, daha dürüst, daha karşısındakini de düşünen, daha birleştirici insani, ticari, siyasal ilişkilerimiz olacak. Haberlerde gördüm, ezeli düşmanlar diye kendini tanımlayan Çin ve Japon yetkililer dostluk mesajları veriyor, aynı masada oturup, krizin etkilerini azaltmanın yollarını, dayanışmanın yöntemlerini konuşuyormuş. Belki böyle böyle kalbimize de dokunacak, kalbimizi de kaplayacak bu birliktelik ruhu.

Belki dünyamıza hesapsızca, hatta vicdansızca yüklediğimiz yükleri önceleri zoraki ancak sonraları bilinçli eylemlerle azaltacağız. Dünyamız bir “oh” diyecek. Büyülenmiş gibi gerçeklerden uzaklaşmış zihnimiz yaşayan tüm varlıklarla ortak yaşadığımızı hatırlayacak. Belki. Dilerim.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Ortak Bilince Kutlama

Aşağıdaki yazıyı yazalı da birkaç hafta oldu. Ancak sırası geldi. Son güne de iyi uydu...
Sayılı gün, bitti yine :) 40 günü doldurduk.
Yolcuları, kenardan yolcuları izleyenleri sevgiyle kucaklıyorum...

---


Bu iyi dileklerde bulunma sürecine bir başka yönden yaklaştım geçenlerde. Şu ülkenin insanlığa nasıl katkısı oldu, ya şu ülkenin, bizdeki şu şehrin, şu grubun diye sormaya başladım. Tabii bilgim sınırlı ama yine de birkaç madde sayabildim. İçimi bir neşe kapladı.

Televizyonda, gazetede, doğrudan yaşamda olan biteni izlerken, bir de bu yönden bakmaya çalışıyorum şimdi. Bu kişinin/
durumun/ kurumun bütüne nasıl katkısı oluyor acaba?

Katkıyı görürsem de, sessiz sedasız kolektif bilince bir kutlama yolluyorum :))


21 Aralık 2008 Pazar

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 6

Önceki günlerden devamla...

---
Mağduriyet/kurban enerjisini görünce, büzülmenin, yine mi diye yılmanın, öfkelenmenin, bu kez de bu enerjinin mağduru olmanın alemi yok. Tahminim bu enerji çoğumuzun kimliğinde var, ortak kimliğimizde var. Bir kere bunu kabul edelim.

Peki ne yapabiliriz?

* En önemlisi bu enerjiyi tanımak, geldiğinde geldiğini fark etmek. “Aaa, mağduriyet/kurban enerjisi geldi.”, “Burada mağduriyet enerjisi hüküm sürüyor” diyebilmek. Çünkü bu enerjiyle özdeşleşmekten ayrılmak herşeyin başı.
Bu enerjiyi nasıl tanıyabiliriz?

- Birini/ olayı suçladığımızda;
- "Artık benden geçti, değişemem", dediğimizde;
- "O zaman yanlış karar almışım. Bu evliliği yapmayacaktım, bu okulu okumayacaktım, bu işe girmeyecektim. Bu eve taşınmayacaktım. Bu durumu onaylamayacaktım. Bu karar hayatımı mahvetti. Belimi doğrultamıyorum."
- "Benim ne gücüm var ki."
- "Bütün suç onun. Neler, neler yapıyorum, takdir de ediyorum, alttan da alıyorum. Şu bana yaptığına bak."
- "Bu çukurun içinden çıkmama imkan yok, bütün yaşamım böyle mi geçecek?"
- "Hakkımı vermiyorlar, hep küçük bütçelerle yaşamaya mahkumum sanki."
- "Doktor teşhisi koydu, ilaçları almaktan başka elimden ne gelir?"
- "Bu memleket böyle kardeşim. Hiçbir şey değişmez. Beceremeyiz. Yapamayız." (Devrim Arabaları filminde büfecinin sözleri mesela)
- "Param yok, bunu yapamam." dediğimizde, (diğer örnekleri de sizden alalım)
dikkatli bakalım, belki mağduriyet/ kurban enerjisi vardır yakınlarda. Olmayabilir. Genellemek gerçekle bağdaşmaz. Ancak bir yoklamakta fayda var bu düşünceler uçuşmaya başladığında.

* Mağduriyet/ kurban enerjisini görmek ilk adım. Sonra bunu bedenimizde nerede hissediyoruz diye bakabiliriz. Sakince, tarafsızca yanında oturup, gözümüzü dikip bakabiliriz bu enerjiye.

* Bu enerjiyi yakından tanımaya, anlamaya çalışabiliriz. Sanki bir laboratuar araştırması yapar gibi bu enerjinin özelliklerini, nerelerde çıktığını, bağlantılarını gözlemleyebiliriz.

* Yapışık başka duygular varsa, bunları fark edebiliriz. (Üzüntü, öfke, hayalkırıklığı, yas, korku, endişe gibi)

* Önündeki ardındaki düşünceleri, inançları, kalıpları fark edebiliriz. Sonra “Bu düşünce gerçeğe uygun mu, bu düşüncenin bana bir uyarısı, rehberliği var mı? Burada daha görmem gereken ne var?” diye bakabiliriz.

* Bir de “çalışkan öğrenciler” için :) Caroline Myss Sacred Contracts kitabında yaşamımızı etkilediğini söylediği arketipler için bir mülakat yöntemi önermiş. Sanki karşılıklı mülakat yapar gibi sorular sorulup, cevapların yazılabileceğini söylemiş. Bir enerjiyi tanımak için iyi bir yöntem olabilir. Bu soruları mağduriyet/ kurban enerjisi durumuna uyarlarsam, şöyle olabilir:

- Bu kurban/çaresizlik/güçsüzlük enerjisi ile bağlantılı kimler var yaşamımda? Bu kişilerin bu enerji ile nasıl bağlantıları var? Bu kişiler içinde benim yaşamıma en yakın kim var? Peki bu kişiyle olan bağlantım bana manevi yolculuğumda nasıl katkıda bulundu?

- Bu enerjiyle ilişkili bitmemiş hangi işler var yaşamımda? Yani affedemediklerim, serbest bırakamadığım acılar? Bu meseleler nasıl, hangi yollarla tamamlanır?

- Bu enerji yaşamımda iş başındayken fark edebiliyor muyum? Bu enerjimin düşüncelerimi, duygularımı etkilediği nasıl fark ediyorum?

- Bu enerjinin bana getirdiği bilgelik ne olabilir?

- Bu enerjiyle bağlantıda olabilecek hangi korkular, endişeler olabilir?

- Bu enerjiyle bağlantıda olabilecek hangi kuvvetler, olumlu özellikler olabilir?

- Şu anda bu enerjiyle ilgili atabileceğim hangi somut adım/lar olabilir?

* Mağduriyet/ kurban enerjisini gördükten sonra, bir seçim yapabiliriz (özgürlük işte burada): Bu enerjinin söylediklerini yapmama, hükmünden çıkma.

Kendimize sorabiliriz: Tıkanmış bu durumda nasıl bir akış olabilir? Genellikle perde oluşturan enerjiye tarafsız ve sakin bakıldığında, bu perde erir ve bir sonraki adım açıklıkla ortada görünür. Öyleyse, ne ala.

Değilse, kendimize hatırlatalım, “Her tıkanık durumda bir yol var. Biz görmüyoruz.” Hep aynı yerden baktığımızdan, aynı düşünce grubunun kombinasyonlarını denediğimizden, haklı olmaya yapıştığımızdan, üşengeçliğimizden, işimize gelmediğinden, kolayı seçmeye eğilimimizden yolu görmeyebiliyoruz. Oysa orada açıklıkla duruyor belki. Baktığımız yeri değiştirsek, ezber bozsak, çözme yolunda içten olsak, göreceğiz belki. Zihnimin içinde bana bunu her daim hatırlatacak bir küçük insancık istihdam edebilmeyi hayal bile ettim. Etrafı sis bastığında, kırmızı bayraklarını çıkarıp, “Yol var. Bakmaya devam et. Olağanın, alışıldığın dışına çık.” diye hatırlatacak biri.

Bir yanda mağdur elbisesine bürünmenin yüzeysel rahatlığı, diğer yanda yaşananların sorumluluğunu üstlenerek, hak aramanın, çözüm yaratmanın, dolayısıyla yaşama katkıda bulunmanın, akışa katılmanın özgürlüğü.

Her bir an seçim bizim.

Devamı derseniz: Şimdilik bu kadar :)

19 Aralık 2008 Cuma

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 5

Önceki günlerden devamla...
---
Bir de daha ince bir mağduriyet oyunu var. Bilirsiniz, çeşitli iç çalışmalarda sorunlar eşilir, deşilir, genellikle “değersizliğe” erişilir. Değersizlik düşüncesi, zaten ipleri başkasının eline vermenin bir görüntüsüdür. Anne, baba ya da başka birine kendi değerimizi biçmenin iznini vermiş oluyoruz. “Buyur benim değerimi biç, ben de buna inanayım”. Şu andaki anlayışıma göre, en yalın haliyle durum bu. Değerli- değersiz ikili sistemin bir anlayışı, yaşama daha yukarıdan baktığımızda böyle bir zıtlık var mı ki? Her çarklı kendi yerinde işliyor gibi.

Bu değersizlik teşhisine bir kere vardığımızda artık dibi olmayan bir torba ele geçirmiş gibi oluyoruz. Yaşamımızda nerede tıkansak, ne ters gitse, ne olsa, “işte her şey bu değersizlik duygusuna dayanıyor” diye bu torbaya tıkıyoruz. Tüm başarısızlıklar, tembellikler, kafa karışıklıkları, hırslar, kıskançlıklar torbaya atılıyor. Ancak ne işe yarıyor bunları torbaya tıkmak? Bana göre hiç. Mağduriyet hissini besliyor o kadar. Yine sorumluluğu üzerimizden atmış oluyoruz.

Bu mağduriyet/kurban hissi o kadar derin bir yara oluşturmuş ki, başkasının başarısını kutlamakta çok zorlanıyoruz. Bu toprakta yaşayanlar için bir fıkra anlatılır, bilirsiniz. Cehennemde fokur fokur kaynayan çukurların hepsinin başında dışarı çıkmaya çalışanların başına tokmak vuran bir zebani varmış. Ancak Türkiye için ayrılmış çukurun başında hiç görevli yokmuş. Zira dışarı çıkmaya yeltenenleri diğerleri aşağıya çekiyormuş. Çok doğru deyip, gülümseyip geçiyoruz ama gerçek olduğunun yeterince farkında mıyız acaba? Ne büyük yaramız var ki, “ben mağdursam, herkes mağdur olsun” ruh haline girmişiz. Böyle aktif bir dilemeye girmeyenlerimiz de, başkasının başarısını gönülden kutlayamamakla aynı enerjinin hafif dozunu yaşamakta. Öyle mi, değil mi, dürüstçe bakalım yaşamlarımıza...

Niyetim kendimizi yüklenmek değil, katiyen. Burada aklıma bir konuşmada Sevgin’in söylediği bir söz geldi: “Yaramız suçumuz değil.” Mağduriyet enerjisine tutsak olmamız, bir yaramızdan ötürü. Fark edelim, görelim, büyük adım…
Mağduriyet enerjisinin içine tutsak olmuş kişi potansiyelini keşfedemiyor, yaratıcılığını ortaya koyamıyor, kendi farklılığını yaşama katamıyor ve kolay yönetiliyor. Tarihimize geçmiş "Öğrenciler olmasa Milli Eğitim Bakanlığını gül gibi yönetirdim" diyen Bakan gibi; renkli, nice zenginliklerle, parlak, sıradan olmayan fikirlerle dolu vatandaşları etkisiz hale getirmenin, böylece görünüşte bilinebilirlik, güvenlik sağlamanın en güzel yollarından biri onları mağduriyet tutsağı etmek gibi geliyor bana. Tartışılır elbette. Şimdiki anlayışım böyle.

Bu tutsaklıktan uyanmak için kendimize sormamız uygun olan soru belki de: “Gerçekten özgür olmak istiyor muyum? Özgürlük benim için önemli bir değer mi?” Hepimizin çok iyi bildiği gibi, özgürlük, gerçeğe bakma cesareti istiyor. Karşımızdakileri/olayları/değersizlik hissini/sistemi suçlamayı kesersek, kendi iç alemimize bakmak durumunda kalacağız. Belki nice korkularla yüzleşmek durumunda kalacağız. Belki nasıl adım atmaktan, sevilmemekten, onaylanmamaktan, kabul edilmemekten, dahil edilmemekten korktuğumuzla yüzleşmek durumunda kalacağız.

Suçlamak, sorumluluğu üstümüzden atmak işin kolayı ama aynı zamanda da düğümleri sıkıştıran bir alışkanlık. Bu alışkanlığı yakından tanımaya, bu alışkanlıkla yüzleşmeye hazır mıyız? Biz tarafsız bir tutumla, doğrudan bu alışkanlığa baktığımızda, yalnızca gözlemlediğimizde, düğümler gevşemeye, açılmaya başlıyor, bir denesek, öyle mi değil mi göreceğiz.

Yine soralım: “Gerçekten özgür olmak istiyor muyum?”. Çünkü mağdur durumunda oturmak, kendimizi acındırmak bir ilgi, enerji toplama yöntemi, ama biliyoruz ki talihsiz bir yöntem. Karşımızdakini gizliden gizliye sömüren bir yöntem. Bu alışkanlıklarımızla sömürgeci devletlerden ne farkımız kalıyor? Pekala, baktık öyleyiz, kendimizi dövecek halimiz yok ya. Öncelikle durumu iyice bir tanımakta fayda var. Tam olarak ne oluyor, bedende bu hissi nerede hissediyorum, yapışmış inançlar/düşünceler ne? Sonra da farklı çözümler arayışına girebiliriz. Enerjimi daha farklı bir yolla nasıl artırabilirim? Acaba enerjimi gereksiz bir yerlerde harcıyor muyum? Bu ilgi ihtiyacının altında acaba başka ihtiyaçlar da var mı? Gerçek olmayan inançlarım mı var? Karşımdakinden almak yerine, her iki tarafa da zenginlik sağlayacak, idrakini artıracak bir yol bulabilir miyim? Özgür olmaya niyet ettikten sonra, yol açılır...

Devamı yarın :)

18 Aralık 2008 Perşembe

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 4

Önceki günlerden devamla...

----
Mağdur rolünün bir başka yüzü de sessizlikle görünüyor. Ara ara hakkımızı korumaktan, özümüzün aktığı yere gitmekten, özümüzle uyumlu karar almaktan, kimi yerde gerçeği söylemekten korkmuyor muyuz? Aman mesele çıkmasın, aman uyum, huzur bozulmasın, aman idare edeyim. Çekindikçe, git gide daha da sessizleşiyoruz. “Bana ne”, “boşver”, “dertsiz başına dert mi alacaksın” hallerine giriyoruz, toplumda zaten bu tutumu destekliyor. Arada sesimizi çıkarmaya kalktığımızda, kendi şarkımızı söylemeyi hiç öğrenemediğimiz için, sesimiz ya çatlak çıkıyor, ya yüksek, ya kulak tırmalıyor. Karşı taraftan tepki aldığımızda, yine sessizliğimize geri dönüyoruz. Dönmüyor muyuz, haydi dürüst olalım, gerçeğimizle yüzleşelim. Ailemizde, çocuklarımızla, ana babamızla, eşimizle, eşimizin ailesiyle, iş yerinde “idare” ediyoruz. Geçici bir uyum oluyor belki ancak bilgelik, şefkat içermeyen uyumun kimseye pek bir faydası da olmuyor, eminim hepimiz derinden biliyoruz. İdare ettikçe, mağduriyet enerjisinin içine gömülüyoruz.

Geçenlerde televizyonda bir sokak röportajı var, mikrofonu bir çifte uzattı muhabir. Kadın kocasının arkasına geçti, koca konuşuyor. Konu kadınlarla da ilgili olduğundan muhabir kadının da görüşünü almak istiyor. Kadın hala kocasının arkasında. Çevredekiler kadını terbiyeli, edepli olmaktan dolayı övüyor. Kadın bu halinden dolayı hem utanıyor, hem gururlanıyor. Kaç açıdan trajik. Bir açıdan bakarsak, kadın kendini mağdur duruma koyuyor, çünkü sorulacak sorulara vereceği cevapların sorumluluğunu almak istemiyor, yaşamdan gelenin sorumluluğunu başkasının üzerine atıyor, üstelik bu tutumu çevre tarafından da övülüyor, başta kocası tabii. Mağduriyet enerjisi destek görüyor, zira mağduriyet halinde olanlar çok rahat yönetilebiliyorlar, çünkü toplum çok korkuyor. Sürekli çevresini suçlayanlar için de, durum farklı değil.

Toplum olarak ipleri başkalarına vermeye, kendi kararlarımızın sorumluluğunu üstlenmemeye eğilimimiz var. Zira mağduriyet hikayesini anlatmaya devam etmenin bir fonksiyonu daha var: başarısız olma ihtimali yok. Sürekli şikayet edip, harekete geçmediğimiz için başarısız da olamıyoruz. Daha baştan, eyleme geçmeden sözde başaramamamızın nedeni belli: dış koşullar, toplum olarak bunun adı dış mihraklar. Dış koşulların, dış mihrakların hiç etkisi yok demiyorum, mümkün mü, kör olmak lazım bunu söylemek için. Üstelik hiç de kolay bir coğrafyada ve toplumda yaşamıyoruz. Ancak ipleri eline almış, yaşamının tam sorumluluğunu üstlenmiş bir kişi/toplum için dış koşullar ancak kendisini geliştirmenin bir vesilesi olabilir, engellemenin değil diye düşünüyorum. Gandhi’ye ve Atatürk’e ilişkin okudum birkaç ay önce. Her ikisinin de niyeti; mağduriyet enerjisindeki insanları uyandırmak, bu tutsaklıktan kurtulmak için yol göstermek diye görüyorum. bu kuvvetli niyetleri, ülkeleri bağımsızlığa ulaştırmış. Ülkelerdeki kafalar da yavaş yavaş yetişmeye çalışıyor gibi. Belki uygulamalara ilişkin tartışılabilir, bilemiyorum uzman olmadığım için. Ancak mağduriyet enerjisinin ülkeleri ne hale getirdiğini görünce, kendi yaşamlarımızda da bir bağımsızlık/ özgürlük süreci başlatmak için şevk geliyordur belki.


Arkası yarın...


17 Aralık 2008 Çarşamba

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 3

Not: Kervan yolcuları yazdıklarınız nasıl içime iyi geldi anlatamam. Bazı yorumlarda gözlerime yaş geldi, yüreğim genişledi. Bazı yorumlarda içim kıkırdadı. Yaşam çok ilginç bir düzen, akıl sır ermiyor ama seyretmesi, içinde var olması çok ilginç. Türkiye'de de, dünyada da bu aralar yıllardır dokunulmayan konular açılıyor. Merakla izliyorum...

Dünden devamla...

---

Mağdur hissetmeye devam etmemizin de nedenleri var elbette. Yakında okuduğum için, Caroline Myss’in Sacred Contracts kitabından alıntı yapayım yine: ”Bu böyle sürüp giderken, bir yerde bu kurban olma halinin avantajını fark edersiniz. Belki kendi haklarınızı korumaya korkuyorsunuzdur ya da böylelikle sempati alıyorsunuzdur, bu da hoşunuza gidiyordur. Kurban hissetme enerjisinin ana meselesi, bağımsızlığınızın sorumluluğunu almaktan kaçınmak için kendi gücünüzü vermeye değip değmeyeceğidir.”

Myss’in tarif ettiği halleri yaşamıyor muyuz? Mağdur rolünden pek memnun olmalıyız ki, sıklıkla yaşamımızda sergiliyoruz. Arkadaşımızla buluşuyoruz, “bır bır bır” bir şeylerden şikayet ediyoruz. Elbette “derdini söylemeyen derman bulamaz”, ancak biz gerçekten derman bulmak istiyor muyuz anlatırken? Yoksa içimizi mi döküyoruz? Karşımızdakinin bize hak veren sözlerinden tuhaf bir hazla besleniyor muyuz? Hatta karşımızdaki de bizimle bir olup, orada olmayan diğer kişiye kızdığında haz doruğa mı çıkıyor? “Kişi kişinin zehrini alır”, gerçekten de öyle. Ancak zehrimiz alındıktan sonra ne yapmaktayız, idrakimizi artırmaya ve bilgelikten doğan eyleme mi geçmekteyiz, yoksa zehrin kaynağına hiç bakmadan, başka bir fırsatta bu zehri köpürtüp köpürtüp, yine birilerine mi kusmaktayız?

Aynı meseleyi senelerce anlattığımız olmuyor mu? Suçlaya suçlaya birilerini kendimizi helak etmiyor muyuz? Ya da bu şekilde beslenmeye çalışmıyor muyuz? Geçenlerde 2008 Nobel Barış Ödülünü alan Martti Ahtisaari ile yapılan bir görüşmeyi izledim, “Ortadoğu gibi sorunları çözemememiz için neden yok, ne yapılacağını herkes çok iyi biliyor, yüzlerce kez konuşuldu, yapılacaklar net. Çözülmüyor, çünkü birileri bundan besleniyor. Ancak aynı zamanda da çok acı çekiliyor, tüm taraflar tarifsiz acı çekiyorlar ve acı gittikçe artıyor.” dedi. Aynı durum kendi iç dünyamız için de geçerli. Ya çözümü biliyoruz, işimize gelmiyor, ya çözmek gibi bir niyetimiz bile yok. Bir şekilde içimizde bir yer bir sorunun süregelmesinden, çözülmemesinden besleniyor. Ancak bu yanımız farkında değil ki, iç huzurumuzdan, potansiyelimizi dolu dolu yaşama katmamızdan çok ciddi bedel ödüyoruz bu şekilde. Bu kilitlenmişlikten çıkış yöntemlerinden biri, dikkatimizi ve anlayışımızı bu alana yönlendirmek ve ne oluyor burada diye tarafsız bir tutumla bakmak olabilir. Mağdur hissederek (hasta kalarak, haksızlığa uğramış kalarak mesela) nasıl besleniyoruz? Elbette bir ihtiyacı karşılamaya çalışıyoruz bu şekilde ama ne talihsiz bir yöntem- ne işe yarıyor, ne yaşamımıza katkıda bulunuyor. Yakından bakalım düşüncelerimize, içine sıkıştığımız durumda nasıl bir mekanizma işliyor? Kısacası “şikayet”e de farkındalığımızı yönelttiğimizde, çok zengin içgörü yatakları bulabiliriz. Şikayetten ne öğrenebilirim yazısında (Ekim 2007) bunun yöntemine ilişkin bazı uygulamalardan söz etmiştim.

Arkası yarın :)

16 Aralık 2008 Salı

Mağduriyet/Kurban Enerjisi- 2

Önce bir not: Dün yorumlara yorum olarak yazdım ancak sonradan burada da paylaşayım diye düşündüm. "Bu kervanın yürüyüşü diğerinden farklı oldu, en azından benim için. Yürüyorum ama bir şekilde diğer yolcularla bağım kopuyor gibi oldu ara ara. Kimi zaman ne yazı yazabildim, ne yorumlara yorum katabildim. Günlerce blogu açmadığım oldu. Bu kez büyük lokma mı aldık ağzımıza diye düşündüm bir ara :)) Ancak diğer yandan da bir şekilde yürümeyi sürdürüyoruz bazılarımız, belki bir öncü keşif yürüyüşü idi bu, bir yandan yürüyenlerin kaslarını da geliştirdiği. Diğer kervan yürüyüşünde gözümün önüne yanyana yürürken, bir yolu süpürüyoruz gibi bir görüntü gelmişti. Bunda ise diz boyu, kimi zaman adam boyu karda yürüyoruz gibi geldi. Bilmem sizlerin de hissi böyle mi?


Şimdi dünkü yazıya devamla...

---

Geçenlerde bir arkadaşım aradı, birisiyle aralarında geçen bir konuşma sonucunda çok sinirlenmiş, neredeyse hasta olmuş. Olaya çeşitli açılardan bakma teşebbüslerimin neredeyse hepsine bir cevabı vardı. Haklı olmak isteği ne kadar ağır basıyor diye düşündüm. Kendimden biliyorum, nice olayda haklı olma isteği perde gibi gözümün, kalbimin üzerine inmiştir ve olanı olduğu gibi görmemi engellemiştir. Kendi kendime sakince olayı tekrar gözden geçirdiğimde, gözlemci gibi baktığımda ise bambaşka açılardan bakabilmiş, nice idrakler yaşamışımdır. Birini, bir olayı, durumu hararetle suçladığımızda içimize daha yakından bakmakta yarar olabilir. Bazen haklı olma isteği mağduriyet enerjisine bizi tutsak edebiliyor. Özgürlüğü seçme niyetinde olanlarımızın dikkatine… :)

Elbette kimi zaman mağdur durumda olabiliriz. Ancak nasıl yalnız olmakla yalnız hissetmek arasında fark varsa, mağdur olmakla mağdur hissetmek arasında da fark var bana göre. Bir şekilde hasara uğramış olabiliriz ancak mağdur hissederek bu durumun içine hapsolmak bize hiç yardımcı bir tutum değil gibi görünüyor.

Mağduriyet/kurban enerjisinin ortaya çıkışına ilişkin elbette pek çok görüş var. “Çocukken istediğiniz ya da ihtiyacınız olan bir şeyi elde edemediğinizde ya da anababadan biri veya arkadaş tarafından tacize (not: biliyorsunuz taciz yalnızca cinsel olmuyor, dayak gibi fiziksel ya da duygusal taciz de olabilir) uğradığınızda ya da yapmadığınız bir şey için suçlandığınızda/ cezalandırıldığınızda, kurban hissetme enerjisi ortaya çıkar. Eğer karşınızdaki sizden daha kuvvetliyse, bu adaletsizlik karşısındaki öfkenizi bastırmış olabilirsiniz” diyor Caroline Myss Sacred Contracts kitabında.

Kendi yaşamlarımızı düşünelim, hele bu coğrafyanın tarihini düşünelim. Adaletsizlikler karşısında öfkemizi bastırmış olduğumuz nice hal var, değil mi? Çocukluğumuzdan, öğrenciliğimizden, çalışma hayatımızdan, toplum hayatımızdan yüzlerce örnek vardır. Bu bastırma kimi zaman iradi, kimi zaman da zoraki olmuştur. Peki nereye gitti o bastırılan öfke? Bir de şiddet niye artıyor diyorlar, şaşıyorum. Düdüklü tenceredeki buharın artması gibi birikiyor öfke. Kimi zaman şartlarla orantılı olmayan bir şekilde, ansızın bir yerde patlayıveriyor. Yunanistan’da şu sıralar hala sürmekte olan şiddet olayları yalnızca bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle mi ilgili! Değil elbette, düdüklü tencere patladı, neyse ki yine kontrollu patladı, ölümler olmadı. Kendi yaşamlarımızı düşünelim, kimi yerde nasıl da patlıyoruz, kendimiz bile şaşıyoruz. Kimi zaman da düdüklü tencere patlamıyor, içindeki enerji tencereyi çürütüyor, hastalıklar, hastalıklı ilişkiler, nahoş etkileşimler yaşanıyor. Tüm bunlar düdüklü tencerenin içinde neler olduğuna bakmadığımızda, o enerjiyi tanımadığımızda, gözlemlemediğimizde oluyor, mağdur oluveriyoruz.

Arkası yarın :)))

15 Aralık 2008 Pazartesi

Mağduriyet/Kurban Enerjisi-1

Upuzun bir aradan/tatilden sonra yeniden bloga yazı koymak güzel... Umarım keyifli, dinlendirici, yenileyici, besleyici bir tatil geçirmiştir herkes... Bu ilk iş gününde iç açıcı bir yazı koyayım dedimse de, aşağıdaki yazı "Ama ben çok bekledim, tamam artık" dediğinden yeri ona bıraktım. İlk cümle geçen hafta diye başlıyor, ancak yazı epey önce yazılmaya başlandığından aslında bundan birkaç hafta öncesi kast ediliyor. Türkiye'ye, Dünyaya iyi dileklerde bulunma sürecindeki gözlemlerden biri...

****
Geçen hafta duvarıma bir Dünya, bir de Türkiye haritası yapıştırdım. Bakıp, bakıp, iyi dileklere başlıyorum. İyi dileklerin önüne önyargılar, yoğun duygular (kızgınlık gibi) geçiyorsa, geçenlerde anlattığım şekilde yanlarında oturup, izliyorum.

Bir gün bazı ülkelere bakınca, bir acıma duygusu kapladı içimi, acımanın yanında oturunca (itip kalkmadan, kurtulmaya çalışmadan gözümü dikip bakınca), alttan üzüntü ile karışık çaresizlik duygusu çıktı. Üzüntüyü izleyince, belli belirsiz bir mağdur/kurban enerjisi ile karşılaştım. Osmanlı-Türkiye tarihini okurken, aşağıdaki yazıya başlamış ancak bitirememiştim. Bu süreçte mağduriyet enerjisini yakalayınca, tekrar bu yazıya döndüm.

Kendi kişisel tarihlerimize baktığımızda da, toplumumuzun tarihine baktığımızda da, pek çok başka halin yanında, mağdur hissetme, çaresiz, güçsüz hissetme, gücünü devretme hali yaşamlarımıza oldukça sık hakim olmuş gibi görünüyor bana. Tebaadan vatan-daşa geçiş çeşitli bilinç evreleri gerektiriyor elbette… Birinin “doğru”yu söylemesine ve bunu takip etmeye alışmış benliklerin kendi içine dönüp, gerçeği kendi görmesine ve eylemlerini bu farkındalıkla yapmasına geçişi yine böyle evreler gerektiriyor anlaşılan…

Mağdur hissetmenin, gücünü devretmenin çok çeşitli görünümleri var ve bana öyle geliyor ki, özellikle Türkiye’de bizler bu enerjinin içine doğuyoruz. Birkaç yıl önce bir yurtdışı gezisinden İstanbul’a döndüğümde, sanki havada “budama” enerjisi hakimmiş gibi gelmişti. Özümüzü ifade etmeye çalıştığımızda, diyelim meşe tohumu filizlenip, serpilip, dallarını açtığında; birileri ellerinde budama makasıyla dalları ikide bir buduyor gibi gelmişti. Ancak hiç gelişme zamanı, alanı tanınmadığı için, sürekli budama devam ettiği için, güdük ağaçlar olarak etrafta dolanıyoruz gibi gelmişti. Belki önceki yazılarda yazmışımdır bunları. Hatta bazen öyle durumlar oluyordu ki, meşe ağacına “hayır, sen meşe değilsin, sen çam ağacısın” deniyor gibi geliyordu bana. Üstelik bunu herkes birbirine yapıyor gibi. Böyle budana budana, biz de özümüzün ne olduğunu şaşırır oluyoruz, gücümüzü bilemiyoruz, hatta gücümüzü başkalarına teslim ediyoruz. Dolayısıyla da olayların, kişilerin, sistemin, kurumların kurbanı gibi hissediyoruz. Bu halden –farkındaysak- şikayet ediyoruz ancak başkalarını suçladığımız, dolayısıyla ipleri başkalarının eline verdiğimiz için, bir şey yap(a)mıyoruz. Bol şikayet, hiç hareket.

“Kayınvalidem şöyle söyledi, böyle yaptı, hayatım bu hale geldi.”, “Babam şöyle söyledi, bu kararı aldım.”, “Eşim böyle yaptı, şimdi böyle mutsuzum”, "Arkadaşım şunu yaptı, küstüm.", hatta “Kendim vakti zamanında şöyle bir karar verdim (bu kişiyle evlendim, bu tahsili yaptım, bu ülkede kaldım), şimdi bunun sonuçlarını yaşıyorum ve artık yapacak bir şey yok.” gibi...

Suçlama enerjisi olduğunda orada bir mağduriyet enerjisi de oluyor genelde. Suçladığımızda olanın neredeyse tüm sorumluluğunu suçladığımız kişi/duruma yüklüyoruz. Kendimiz mazlum, mağdur. Ve olay kilitleniyor. Düşünün olayın tüm sorumluluğu karşımızdaki kişide ise, ne yapabiliriz ki? Bütün ipler onun elinde demek, özür dilerse, yaptığının yanlışlığını (bize göre) anlarsa, telafi ederse, olay çözülecek. Bunları yapmazsa, düğümlü kalacak ve biz bu düğümle yaşamaya mecbur kalacağız. Mağduriyet enerjisine bakın, tutsaklık gibi. Sanki bizim hiç gücümüz yok gibi. Oysa buna mahkum değiliz, özgür olabiliriz, yalnızca farkında değiliz.


Devamı yarın...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Yola Işık Tutan Sözler: Birliktelik

Omnia, 26.4.2006, www.flickr.com


"Yalnızlığımdan kendi başıma kurtulabileceğim umudunu taşımıyorum. Taşın taştan başka bir şey olma umudu yoktur, fakat işbirliğine girerek bir araya gelir ve bir Tapınağa dönüşür."

Antoine De Saint-Exupery


Her günü sevgi, şefkat, farkındalık, idrak, bilgelik işbirlikleriyle geçirmemiz dileğiyle...


28 Kasım 2008 Cuma

Kervan Yolculuğu Ara Değerlendirme :)))

Kaç gündür yazı yazmaya oturamıyorum. Oysa ocakta kaç tencere dolu, kaç yazı pişiyor... Gün içinde minicik notlar alıp duruyorum.
Bugün yine zaman olmayacak gibi görünüyor. Madem şu an'ın gerçeği bu, bu gerçeğe uygun bir dans da vardır mutlaka... 15 dakikalık bir dans...

Hımm, bakalım...

Tamam şimdi buldum :)) Dansı beraber yapalım...

Birlikte yolda olmaktan büyük sevinç duyduğum Brajeshwari, Çağla, Duygu, Seda, Tijen, Zahide, Kemal, Hale T., Banu, Ayşe, Ebru, Nurten, Ayşegül, Sija, Marie Helene, Deniz, İren, Tugay, Lale ve sessizce izleyenler ne haldesiniz?

Nasıl gidiyor yolculuk? Azıklar yetişti mi? Yorulan var mı? Hafifleyen var mı? Koruduğu yara görülüp, kapanınca dikenlerinin birkaçı yok olan var mı? İyi dileklerde bulunurken, yeni keşifler var mı? Kendini şaşırtmaya devam eden var mı? Yüreğinin genişlediğini hisseden var mı? Yeni farkındalıklar, içgörüler, idrakler yaşayan var mı? Ara ara da olsa sevginin yaşama geçmiş hali olan var mı? Bir ihtiyacı olan var mı? Yolculuğun daha da kıymetli olması için önerisi olan var mı? Peki ya bugün kaçıncı gün bilen var mı?

Dünyada bunca şiddet sürerken, sabırla, sükunetle bir bir dikenlerimizi fark etmemiz, şifalandırmamız ve sevginin yaşama geçmiş hali olmamız dileğiyle...


Not: CNN'i izlerken, Hindistan'daki olayı çıktığından hemen sonra haber aldım. Mumbai'de 3 ay geçirdiğim ve orada yaşayanlardan tanıdıklarım olduğu için belki de, dikkatle izliyorum. Orada yaşayan Hintli bir tanıdığıma yazdım hemen, bu sabah cevap gelmiş. Derin bir korku, çaresizlik ve kızgınlık geliyor ki mesajının satır aralarından. Bugün içimizden gelirse, Hindistan'a, bu olayları düzenleyenlere ayrıca iyi dileklerde bulunalım- gerçeği görebilsinler, kalpleri sevgiyle dolsun, yaşama söylemek istediklerini bilgelikle, şefkatle, hiç bir varlığa zarar vermeden ifade edebilsinler. Gandhi'nin ektiği tohumların çoğalması, kuvvetlenmesi dileğiyle...

Not 2: Bir de Zimbabwe'de tatsız olaylar varmış. Dileklerde orayı da ayrıca araya sıkıştırırız belki...

26 Kasım 2008 Çarşamba

İyi Anlaşılmış Şey Kendini Tekrarlamaz

Bu mevsimin son yapraklarından, Açık Ofis, Kasım 2008


Tarih tekerrürden ibarettir, derler... Dersler alınmaz, bilinç yükselmez, koşullar aynı kalırsa, elbette... Bu durum kişisel tarihimiz için de, ortak tarihimiz için de geçerli... Yaşamımızda hep aynı temalı olaylar olmaktaysa, burada neyi görmüyorum diye daha yakından bakmakta yarar var. Belki farklı bir açıdan bakmak karanlıkta kalan yerleri görmekte yardımcı olabilir. Aynı hal toplumsal tarihimiz için de geçerli gibi geliyor bana. Tarihe bakınca, pek çok tekrar var gibi görünüyor. Bu tekrarlanan olaylarda görülecek ne var diye bakmakta hem kendimiz, hem toplum için yarar olabilir... Hangi güncel haber dikkatimizi çekiyorsa, bir de bu gözle bakalım, "burada görülecek başka ne var?".


Bugün ilham olsun diye yine Krişnamurti'den bir paragraf okuyalım...



"İyice anlaşılmış/idrak edilmiş şey kendini tekrarlamaz

Kendine yönelik farkındalık halinde günah çıkarmaya gerek yoktur, çünkü iç farkındalık her şeyin olduğu gibi, çarpıtılmadan yansıdığı bir ayna oluşturur. Her düşünce, duygu bu farkındalık ekranına gözlemlenmek, araştırılmak ve anlaşılmak üzere -deyim yerindeyse- koyulur; ancak bu anlayış/idrak akışı; ortada suçlama ya da kabullenme, yargılama ya da özdeşleşme varsa, tıkanır.

Bu ekrana ne kadar çok bakılır ve anlaşılırsa –ki görev olarak ya da mecbur kılınmış bir uygulama olarak değil de, acı ve sıkıntının doğurduğu bir ilginin getirdiği disiplin ile bakılırsa-, farkındalık da o kadar yoğun olur ve bu da yüksek bir idrak/ anlayış getirir.

Bir şey yavaş hareket ediyorsa, onu takip edebilirsiniz; eğer bir makinenin hareketleri izlenmek isteniyorsa, bunu yavaşlatmak gerekir. Benzer olarak, düşünceler-duygular; ancak zihnin yavaş hareket kabiliyeti varsa, araştırılabilir ve anlaşılabilir; ancak bir kere bu kabiliyet uyandırıldığında, zihin yüksek bir hızla hareket edebilir ve zihin ziyadesiyle sakinleşir. Hızla döndüğünde pervane tek parça bir metal levha gibi görünür. Bizim zorluğumuz zihni her bir düşünce-duyguyu takip edebilecek ve anlayabilecek kadar yavaş hareket ettirmektir. Derinden ve iyice anlaşılmış/ idrak edilmiş bir şey kendini tekrarlamaz."

Yaşam Kitabı- 21 Haziran
(Bu kitap Sistem Yayınları tarafından Türkçe yayınlanmış durumda. Ancak bu çeviriyi kendim yapmayı tercih ettim bugün.)


=== JKrishnamurti.org - Daily Quote ===

What Is Thoroughly Understood Will Not Repeat Itself

In self-awareness there is no need for confession, for self-awareness creates the mirror in which all things are reflected without distortion. Every thought-feeling is thrown, as it were, on the screen of awareness to be observed, studied and understood; but this flow of understanding is blocked when there is condemnation or acceptance, judgment or identification. The more the screen is watched and understood—not as a duty or enforced practice, but because pain and sorrow have created the insatiable interest that brings its own discipline—the greater the intensity of awareness, and this in turn brings heightened understanding.

...You can follow a thing if it moves slowly; a rapid machine must be made to slow down if one is to study its movements. Similarly, thoughts-feelings can be studied and understood only if the mind is capable of proceeding slowly; but once it has awakened this capacity, it can move at a high velocity, which makes it extremely calm. When revolving at high speed the several blades of a fan appear to be a solid sheet of metal. Our difficulty is to make the mind revolve slowly so that each thought-feeling can be followed and understood. What is deeply and thoroughly understood will not repeat itself.

The Book of Life - June 21

25 Kasım 2008 Salı

Geçmişten Öğrenmek

Fotoğraf: Bu yazının yazıldığı açık ofiste kafamı kaldırdığımda gördüğüm karelerden biri, Kasım 2008


Farkındalık Işığını Geçmiş üzerinden Güne Tutmak


Geçen gün bir arkadaşımı iş yerinde ziyarete gitmiştim. Malum bugünlerde odağımı tuttuğum memleket, dünya meselelerinden konuşurken, odaya aynı yerde çalışan öğretim üyesi bir arkadaşı girdi. Sohbete katıldı. Bir yerde, “Son aylarda tarihe merak sardım” dedim. Bana maalesef şimdi kimin söylediğini hatırlayamadığım birinin bir sözünü aktardı: “Gelecekten ümit kesildiğinde, tarihe döner insanlar”. Kısaca içimi yokladım, gelecekten ümit kesmişliğim hiç yok- en azından bilincinde olduğum kadarıyla. Tam tersine açıklanamaz bir neşe var en derinlerde. Olan biteni izlerken, kimi zaman kaygı, üzüntü duymuyor muyum? Olmaz mı, elbette. Ancak bu kaygının, üzüntünün beni yeni farkındalıklara, idraklere götürmesi için, beraber oturuyorum bu duygularla…

Sanırım benim için gelecekten ümit kestiğimde değil ama bir sonraki adımı göremediğimde ya da başka bir deyişle bir sis içinde oturduğumda geçmişe bakmak ihtiyacı doğuyor. Okuyanlar hatırlar, yıllar önce kendi kişisel tarihimi de gözden geçirmiş, tekrarlanan kalıpları, düğümleri görmüştüm. Belli bir mesafeden bakınca, olay zamanında gözümün önüne inmiş perdeleri fark etmiş, gerçeğe uygun olmayan algılarımı görmüş, nice idrakler yaşamıştım.

Birkaç aydır bunu Türkiye tarihi için de yapmak geldi içimden. Tarih okumaya başladım. Liseden sonra, üniversitedeki inkılap tarihi dersini ve konuya özel tarih derslerini saymazsam, hiç tarih okumamışım. Önce bir arkadaşım dünyanın yakın tarihine ilişkin politika ağırlıklı bir kitap verdi, çok hızlı okudum. Sonra bir gün kitapçıda başka bir kitap ararken, gözüme bir kitap takıldı: Kısa Türkiye Tarihi. Yazarı Sina Akşin. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 6. Basım, Fiyatı da makul) Ne kadar uzak bırakmışım kendimi bu alana ki, yazarın ismini duymuştum ama hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Gerçeklere uygun yazan biri mi, değil mi, hiç fikrim yok. Kitaba tekrar baktım, sanki kitabın üzerinde yanıp sönen ışıklar var, “Al beni, pişman olmazsın.” diyor. Sezgilerime güvenip, aldım kitabı. Hakikaten de, aynen öyle çıktı, çok uygun bir ilk kitap- bana göre. Çok rahat okunan, hatta günlük dille yazılmış, yaşamda çok sık kullanılan bazı terimlerin bile açıklamasını yapan, benim gibi tarih okumayan bir kişiye bile keyifle, merakla kendini okutan bir kitap. En hoşuma giden özelliği de yazarın tartışmalı konularda kendi fikrinin sorumluluğunu üstlenerek yazması.

Ortaokulda, lisede aklımda tutmak için zorlandığım, neredeyse hiçbir şey anlamadığım o anlaşmalar, anlaşmaların maddeleri kitabı okudukça, nasıl da kolay, anlaşılır geldi. Çok şaşırdım. Kitap 1800'lerin başındaki Osmanlı'dan başlıyor, 2002 yılına kadar çok özet bir Türkiye bakışı yapıyor. Benim için güzel bir temel oldu. Türkiye’nin tekrarlanan kalıplarını görmeye çalıştım. Birçok olayın aslında nasıl pek çok koşulun bir araya gelmesinden oluştuğunu biraz daha gördüm. Şimdi yaşananların mekanizmalarını az biraz daha gördüğümü düşünüyorum, ancak büyük resmi görmek ne mümkün! Ve okudukça, iç dünyamızda neler yaşıyorsak, ülkenin de benzer durumları yaşadığını düşündüm. Bir örnek: tekrar tekrar muhalefetteyken, eleştirdiklerinin daha beterini iktidara gelince yaptıklarını gördüm geçmişe bakınca. Aynı biz. Başkasında görünce, yargıların biri bin para, oysa farkında değiliz ki, kendimizde de aynısı var. Gerçek muhalefet bilgelikten, şefkatten gelen olabilir ancak, hatta buna muhalefet bile denemez herhalde. Empatiyle yoğrulmuş bir farkındalık tetikleyicisi…

Tarih okumalarımın zamanlaması da güzel oldu. Mustafa filmi ile ortalık hop kalktı, hop oturdu. Seyreden, seyretmeyen, bilen bilmeyen bir şeyler söyledi. Merakımı uyanık tuttular. Memleketteki çeşitli hareketler de tarihin tekerrürünü anımsattı. Bilincimiz yükselene kadar da olmaya devam edecekler herhalde.

Evvelki gece Habertürk’te Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında İlber Ortaylı ile Murat Bardakçı konuktu. Daldan dala pek çok konuda konuşuldu. Gece geç oturmalarına pek dayanamadığım halde, iki buçuğa kadar gözümü kırpmadım. Merak içinde izledim. Programdan bende kalan şu oldu: Emin miyim?

Bildiğimi düşündüğüm bazı konularda gerçeğin hiç de öyle olmadığını duyunca, kimi yerde kulaklarım düştü. Bildiklerime, duyduklarıma, düşündüklerime, görüşlerime pek de öyle sıkı sıkıya tutunmanın manasızlığını bir kere daha gördüm. Görüşlerimizi dayandırdığımız kimi ikinci/hatta kaçıncı el bilgi hiç de gerçek olmayabilir. Dolayısıyla gerçek olmayan bilgi rayında ne kadar ilerlediğimizin pek de önemi kalmıyor. Tarih söz konusu olduğunda hangi bilginin gerçeğe uygun olduğundan emin olmamıza pek de imkan yok. Ancak sezgilerimizi dinleyebiliriz ve izlemeye, değişik kaynaklardan okumaya devam edebiliriz ve tüm bilgileri askıda tutabiliriz. Görüşlerimizi de esnek tutabiliriz. Kutuplaşma; hep katılıktan, görüşlere tutunmaktan olmuyor mu?

Tarih okudukça, tekrarlanan kalıpları, düğümleri, hüküm süren enerjileri, ortak bilince yüklenenleri görmek mümkün olabiliyor. Boyutu büyük olduğu için, bunları görmek çok daha kolay. Dev bir ayna gibi. Bu süreç; durup kendimize bakmamıza, farkındalığımızı artırmamıza yardımcı olabiliyor. Ortak bilince bakıp, ortak bilinçten bireysel bilincimize geçmiş enerjileri fark etmek mümkün. Bu yolla, bunlarla özdeşleşmemek de daha kolay olabilir, "hımm, bu gerçek doğam değil, bu ortak bilinçten yapışmış üzerime" gibi. (Böyle yazıyorum da, elbette nihai olarak bir-lik içindeyiz.)

Bireysel farkındalığımızın, dönüşümümüzün belki ortak bilinç dönüşümünü gerçekleştirmeye büyük etkisi olmayabilir, ancak hiç olmazsa yumağı daha çok karıştırmıyoruz, çilenin önümüzdeki kısmını açıyoruz, yünü kullanılabilir kılıyoruz. Zihnimiz özgürleştiğinde, toplum için doğrudan katkıda bulunabileceklerimizi görebiliyorsak da ne mutlu...

Tarih okudukça, karşılıklı etkileşimi de daha çok görür oldum. Büyük düzenin işleyişini anlamak zihnim için imkânsız, ancak içte bir yerde kelimelerle ifade edemeyeceğim bir şey hissediyorum ve bu bana neşe veriyor.

Olan biteni izlemenin yanında, geçmişten "ders almak- bilincimizi yükseltmek" için farkındalığımızı tarihe yöneltmek de yararlı geliyor bugünlerde bana... Ne dersiniz?


Önümüzdeki günlerde: Tarihte gördüğüm bazı hüküm süren enerjiler üzerine gözlemlerimi paylaşma niyetindeyim.

24 Kasım 2008 Pazartesi

İçte Barış, Dünyada Barış...

Geçen hafta dünyaya iyi dileklerde bulunurken, aklıma bazı ülkeler geldi. Sizlerin bilincine etkisi olmasın diye isimlerini yazmıyorum.

İlk başta aklıma gelen ülkeye iyi dilekte bulunmakta ne kadar zorluk çektiğimi anlatamam. İyi dilek ne kelime, daha ziyade bir kızgınlık enerjisinin ziyaretine maruz kaldım. İçimdeki düşünceleri izledim, aman aman. Birkaç ülkeyi daha aklıma getirdim, durum hiç parlak değil. Sömürgeci olduklarından başlayıp, açgözlülüklerinden çıktım. Gözlerimi dört açtım, izlemeye başladım, içimde sanki bir düğmeye basmışım gibi düşünceler salınmaya başladı. Zihnimde böyle düşünceler olduğundan hiç haberim yoktu. Bilirsiniz, şu kendimizin düşünmediği düşüncelerden. Bir radyo programı dinler gibi, hayretle izledim. Bir ara lise birdeki tarih hocamızın sesini duyduğumda şaşkınlığım tavan yaptı. Bu hocanın sıklıkla kullandığı bir sıfat vardı bazı ülke halkları için. Baktım zihnimde bozuk plak gibi bu sözcük dönüyor, ancak sözcüğün anlamını bilmiyorum. Bu yazıyı yazarken, sözlüğe baktım, daha da şaşırdım. Bu halklarla hiç alakası olmayan bir sıfatmış. Herhalde kızgınlığını ifade etmek için bulduğu en uygun sözcüktü hocanın. Düşünebiliyor musunuz 25 yıldır zihin deposunda anlamını bilmediğim bir sözcük bir halkın yanında öylece duruyor, kızgınlık enerjisini temsil ediyor ve bir ihtimal o halkla ilgili bir şey duyduğumda bilinçaltında duyduklarıma yapışıyor ve bilinçdışı düşünceler/ önyargılar üretiyor. Şaşkınlık içinde kaldım.

Zihnimde diğer ülkelere dair yankılanan cümlelerin de şahsen gerçekliğini yaşamış değilim. Tamamen kitapların, medyanın, toplumun anlattıkları. Şahsi tarihimde bu önyargılara ulaşabileceğim hiçbir olay yok. Ancak bende kızgınlık duyguları oluşturduklarına göre, artık şahsi tarihime katılmış durumdalar. Bir de kolektif bilincimizi düşündüm, Türkiye’nin kolektif bilincini mesela, dünyanın çeşitli ülkelerine ilişkin ne çok birikmişlikler vardır. Biz de bu kolektif bilinçte dönüp duran düşüncelerden nasibimizi alıyoruz. Ben kendi torbama düşenlere inanamadım.

Arada Türkiye’yi çeşitli konularda eleştiren ülkeleri duyduğumda ya da yurtdışındaysam, yüzüme söylendiğinde, şöyle bir kabarıp, “Sizin elleriniz çok mu temiz! Siz de şunu, bunu yaptınız.” diye celallendiğim olmuştur. Ancak bunca düşünce ve duyguya ev sahipliği yaptığımdan haberim yoktu. İyi ki şu kervana katılmışım… :) Bu halimle dünyada barış olsun dediğimde biraz komik duruma düştüğümü şimdi gördüm. Kendi zihnimde bu önyargılar varken, olmadı bu…

Peki siyasetin doğrudan içinde olmayan, sıradan biri olarak benim üzerime ne düşüyor dünyada barışa doğru gidiş için?
Kendi iç alemim ve ortak bilinç için ne yapabilirim?

1) Şu andaki anlayışıma göre, iç alemdeki deneyimimizi, tutumumuzu bu alana taşıyabiliriz. Şöyle ki,
nasıl iç alemimizde kızgınlık, endişe, korku, çaresizlik, nefret ortaya çıktığında, bu duygunun yanında oturuyorsak,
(iç) gözümüzü öylece dikip bakıyorsak,
nasıl inançlarımızı, düşüncelerimizi fark ediyorsak ve
gerçeğe uygun olmayanların peşinden gitmeyip,
olanı yalnızca izliyorsak, aynı tutumu dünya olayları için de uygulayabiliriz.
Göz ardı etmeden, gözümüzü kaçırmadan olan biteni izleyebiliriz, pür dikkat.
Olan’a farkındalığımızı, dikkatimizi yöneltebiliriz.
İzlerken, içten gelen öfke, endişe, korku, üzüntü duygularını da fark ederek,
bu duyguların kendilerini ifade etmelerine izin vererek,
bedende oluşturduğu hislere bakabiliriz.
Zihnimizden yargılar geçiyorsa, bunları da fark edebiliriz.
Biliyoruz ki, her fark ettiğimizde, bu düşünce, duygu bir çeşit sihirli değnek değmiş gibi yok olup gidiyor. Kimi bir ateşte yanan odun gibi zaman istiyor, ancak dikkatle bakıldığında eriyip gidiyor. Eridiklerinde de bazen bir idrak hali bırakıyorlar. Sanki sis perdesi kalkmış da, ortalık açıklıkla görünür gibi.

Zihnimden geçen ülkelere ilişkin düşüncelere baktığımda, duyguların yanında oturduğumda, kızgınlık enerjisinin altında aslında derin bir yas, üzüntü, hayalkırıklığı ve kimi zaman da korku buldum. Atalarımızın yaşadığı duygular herhalde, ortak bilinçten aktarılan duygular. İçim şefkatle doldu. Atalarıma da şifa diledim. Daha sonra olumsuz duyguların yönelmiş olduğu ülkelere baktığımda, seçtikleri talihsiz hareketlerin ardında korku ve bir miktar yas buldum.

2) Bu ülkelere empatiyi başka bir adımda daha fazla yakaladığımı düşünüyorum. Biliyoruz ki, şu yaşamda ne ekersek, onu biçiyoruz. Yaşanan kimi talihsiz olaylar başka talihsiz olayların sonucu. Şiddet şiddeti doğuruyor. Kendi atalarımın diğer ülkelere vermiş oldukları zararlar konusunda bir özür dileyeyim diye düşündüm. Daha iyisini bilselerdi, böyle talihsiz eylemlerde bulunmazlardı. Böyle düşününce, dünyadaki talihsiz seçimler yapmış ülkeler için de içimde bir yumuşama oldu. Bilinçler ancak bu kadarına olanak verdi demek ki. Bizler kendi küçücük dünyamızda kimi zaman doğru bildiğimizi yaşama geçirmeyi başaramıyoruz, koca ülkeler ruh hastaları gibi davranmışlar çok mu garip. İçim yine şefkat doldu.

Şimdi kimi olayları izlerken, mağdur diye düşündüklerimden özür diliyorum zihnimde. Daha yüksek bilinçte olamadığımız için, mağdur edenin de, genelde toplumun da, bu bilincin yükselmesinde ne katkı vereceğini bilemeyen, harekete geçemeyen kendimin de payından dolayı özür diliyorum. Ve peşi sıra iyi dileklerde bulunuyorum. Hem mağdura, mağdur edene, hem de kendime- bilincimizin yükselmesine, gerçeği görmemize, bilgelikten ve şefkatten gelen eylemleri yaşama geçirebilmemize dair.

3) Bu süreçte bir denemeye daha giriştim ancak daha ilerleyeceğim yol var önümde. Yine de bu ham haliyle yazayım belki size ilham verir. Ülkeleri yazdım, yanlarına da yargıları. Sonra baktım acaba bunlar kişiliğimde var mı diye. İçimde bir şekilde bir tepki oluştuğuna göre, aynalık ediyor olmalılar. Önce Türkiye olarak baktım ve başka ülkeler için söylediğim enerjileri bu ülkenin de barındırdığını düşündüm. Bunu görmek de önemli, gerçeği kabul etmek, değişim için ilk adım. Belki bu farkındalık ve kabul etme kolektif bilince de katkıda bulunur. Sonra kendi kişiliğimdeki yansımalara baktım. Tabii ülke boyutundan birey boyutuna getirmekte zorlandıklarım oldu. Bir kısmını kişiliğimde tanıdım. Daha dikkat edeceğim yaşamımda. En çok içimde kızgınlık oluşturan bir özelliği kendi kişiliğimde tanıyamadım. Belki kör noktam. Bakmaya devam ediyorum.

Bu yazdıklarım Türkiye ve diğer ülkeler ekseni; varın siz yazılanları Türkiye içine uygulayın. Partiler, etnik, dini gruplar, şehirler. Söyleyin içimiz yargılarla dolu bir çıfıt çarşısı değil mi? Kendi zihnimiz böyleyse, kolektif bilinç ne halde!

Karışık mı oldu bu yazı?
Birkaç toparlayıcı cümle yazmak gerekse, ne yazabilirim?

Kısacası, televizyonda, radyoda, gazetelerde ya da doğrudan yaşamda olan biteni izlerken, kendi iç dünyamızda beliren düşünce ve duyguların farkında olmaya çalışabiliriz. Olayların içinde kaybolmadan, yargı/düşünce/duygularla özdeşleşmeden, bunların gerçeği örtmesine izin vermeden, olanı olduğu gibi görmeye çalışabiliriz. Böylece hem kendi bilincimize, hem ortak bilince farkındalık katabiliriz. Ve dönüşüme katkıda bulunabiliriz diye düşünüyorum.

Ayrıca yine olan biteni izlerken, dramanın altındaki enerjileri “bu kızgınlık”, “bu yoğun arzu”, “bu korku”, “bu endişe”, “bu çaresizlik”, “bu atalet” diye tahmin etmeye çalışabiliriz. Böylece empati geliştirebiliriz ve belki olayları daha iyi görmeye başlayabilir, ortak bilince farkındalık katabiliriz.

Benim için de yaşamın bu alanına böyle yaklaşmak yeni bir keşif yolculuğu. Özellikle kişisel etki alanımızı aşan konularda olan biteni izlemek, gözlerimizi dikip, izlemek, farkındalıkla izlemek çok önemli bir katkı diye düşünüyorum şu andaki anlayışımla. İmbikten süzülüp geçmediği için, demlenmediği için, anlayışım henüz ham olabilir.

Ancak kalpten inanıyorum ki, öncelikle kalbimdeki karanlıklara ışık getirmek herhalde dünya barışına yapabileceğim en büyük katkı- şimdiki halde.

Olanı olduğu gibi görme cesareti, gücü diliyorum hepimize...


Not: Bugün Tugay "Yeni Kervan Yola Çıkıyor" yazısının altına bir yorum yazmış, okumanızı öneririm, pek hoş...

20 Kasım 2008 Perşembe

Yola Işık Tutan Sözler: Kendin Olmak

Fotoğraf: Hale, Oxford Botanik Bahçesi, Mayıs 1993

Birkaç gün önce üç dört tane yazı başladım paylaşmak istediğim. Özellikle dünyaya iyi dileklerde bulunurken, nelerle karşılaştığımı yazmak istiyorum. Ancak o zaman bu zaman yazıların başına oturacak fırsat olmuyor bir türlü. Bugün de öyle.


Yine de bugünü boş bırakmayayım istedim. Dosyamı açtım, ilk karşıma çıkan söz geçenlerde paylaştığımız ve üstüne ayrıca bir yazı yazmak istediğim bir konuya pek denk düştü, onu paylaşayım.


"Sürekli sizi başka bir şey yapmak isteyen bir dünyada kendin olabilmek en büyük başarıdır."

Ralph Waldo Emerson


To be yourself in a world that is constantly trying to make you something else is the greatest accomplishment.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Yola Işık Tutan Sözler: Işığını Büyüt

Bugün Findhorn'un üç temel taşından biri olan Eileen Caddy'nin "İçimizdeki Kapıları Açmak- Opening Doors Within" (Epsilon Yayınları, tercüme İpek Cihan Bilgin, editör Füsun Sanaç) kitabından 12 Kasım'a denk düşen paragrafı paylaşmak istiyorum:

"Ruhsal yaşamında yolunun çok uzun olduğu duygusuyla vakit kaybetme. Bunun yerine, katettiğin yolu farkedip güçlü ve cesaretli ol ve bunun için sonsuz şükran duy. Şükran duyman gereken ne kadar çok şeyin olduğunun farkına var. Kendini güzel düşünceler, güzel olaylar ve güzel insanlarla sarmala. Her şeyde ve herkeste gerçeğin ışığının parıldadığını gör. İçindeki ışığın özünden yayılıp pırıl pırıl parlamasına izin ver. Bil ki o ışığı hiç bir şey söndüremez, senin içindeki olumsuzluktan başka. Bu yüzden her zaman olumlu ol. Daima ışığın yolunu seç; karanlığı göz ardı et ve ona güç verme. Dünya’da ruhsal açlık büyüdükçe, ışığa da daha fazla ihtiyaç var, o yüzden ışığını büyüt ve parlat. Işık ol ve bırak ışık senden yayılsın; karanlığı uzaklaştırsın. Sevgi ol ve bırak sevgi senden özgürce aksin; dünyadaki o muazzam ihtiyacı karşılasın."

18 Kasım 2008 Salı

Özüne Uygun Yaşama Cesareti...

Geçenlerde bir dükkanda alışveriş yapıyorum. Satıcıyla konuşurken, yaşlıca bir hanım girdi dükkana. O da müşteri ancak belli ki satıcıyı tanıyor. Bizim konuşmamıza dahil oldu, alacağım şeye ilişkin önerilerde bulunuyor. Neyse karar verdim. Satıcı aldıklarımı naylon torbaya koymak istedi. İstemediğimi söyledim. Bu hanım niye torba almak istemediğimi sordu. Her sorana verdiğim klasik kısa cevabı söyledim: “Bir naylon torba 100 yılda eriyormuş. Dünyaya gereksiz yük olmasın.” Satıcı da, “Hakikaten balıklar yutuyormuş, kuşların boynuna dolanıyormuş.” diye destekledi. Hanımın ilgisi arttı, sordukça soruyor: “Peki hiç mi almıyorsun? Aldıklarını nereye koyuyorsun? Çöp için ne yapıyorsun? Evdeki herkes de torba almıyor mu?” Cevaplardan tatmin olmuş gibi göründü. Sonra birden, “Ama tek kişiyle bir şey olmaz ki evladım.” dedi.

Her birimiz kendi yaşamlarımızı oya işler gibi işliyoruz. Her an seçim yapıyoruz. Seçimlerimizi değer verdiklerimize, önemli bulduklarımıza göre yapmaktan doğal ne var? Yaşamı hep birlikte kutlamak istiyorsak, mümkün olduğunca zarar vermemeye ve de katkıda bulunmaya yönelik seçimler yapmak zaten doğal akış değil mi? Çoğunluk tersine gidiyorsa, bunun benim seçimime etkisi ne olabilir? Çoğunluğa göre mi seçim yapacağım? Bir sorumluluk varsa, sorumluluk kendi vicdanıma.

Aklıma Hindistan’da yaşadığım bir olay geldi. Okuyanlar hatırlar, bir sosyal hizmet değişim programı ile Hindistan’a gitmiştim. Değişik ülkelerden gelenlerin oluşturduğu bir gruptuk. Hindistan’ın sokakları malumunuz çöp dolu. Bir gün Alman bir arkadaş sokağa çöpünü attı. Şaşırdım, Almanların bu konularda pek titiz olduğunu biliriz çünkü. “Niye attın?” dedim, “Baksana herkes atıyor” dedi. Almanya’da da atar mıydı, hiç sanmam. O zaman kendi vicdanına sorumlu yaşamakla topluma göre yaşamak üzerine epey düşünmüştüm.

Bunları söyleyemedim o hanıma, kısaca “Ben vicdanıma sorumluyum. Başka varlıkların vebalini almak istemem.” dedim. “Ah evladım,” dedi anlar gibi ama bu-işler-böyle-yürümüyor-bu-ülkede yüz ifadesiyle, “Tek kişiyle iş bitmiyor ki.”

Oysa deneyimlerim farklı. Kendi vicdanımla ilişkimin yanı sıra, bir farklılık da gözlüyorum. Yıllardır bu torba meselesi var yaşamımda. Pazarcılardan azar işitmişliğim de vardır, destek gördüğüm de. Fiilen yaptıklarını görmedim ama zihinlerinde deli işareti yaptıkları da olmuştur birilerinin, belki entel diyeni olmuştur, moda diyeni olmuştur, bilmem. Yakınlarım haricinde kimseye karışmışlığım da yok oysa. Kendi kendime yürüttüğüm bir uygulama.

Son bir yıldır pazarda çantalarından evden getirdikleri torbaları çıkaranları görüyorum artık. Bez torba kullananları görüyorum. “Çantama atarım, poşete gerek yok” diyen arkadaşlarımı görüyorum. Mesele torba meselesi değil, bu yalnızca bir örnek. Şu an iç alemimizin de, dünyanın da daha elzem sorunları var elbette. Bu; daha ziyade bir farkındalık meselesi, seçimlerimizin bütünü nasıl etkilediğini düşünme meselesi, sevdiği bir şeye özen gösterme meselesi, değerlerimize uygun yaşama meselesi, birlik bilincine doğru gidiş meselesi bana göre. Üstelik insan bir şeye dikkat edince, usul usul başkalarına da dikkat etmeye başlıyor.

Yaşamlarımıza bakalım: Seçimlerimiz değerlerimize uygun mu? Tek başına da olsak, çevremizdeki kimse bu şekilde davranmıyorsa da, özümüze uygun eylemde bulunma cesaretini gösterebiliyor muyuz?

Bir de meşhur 100. maymun hikayesi var. Araştırma tekrarlanamamış sanırım, o sebeple bilimsel mi bilmiyorum. Yine de duymamış olanlarla paylaşayım:

İnternette aradım, bir web sitesinde hikaye şöyle anlatılıyor:
“Pasifik Okyanusundaki irili ufaklı birkaç ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre Japon bilim insanları tarafından gözleniyor.

1952 de Koshima Adasında bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyor. Maymunlar tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ancak kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün 18 aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo’nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasında yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasında genç maymunlar, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. 1958 sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerinin suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor. Bir gün 100. maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an herşey değişiyor, aynı günün akşamı adadaki hemen hemen tüm maymunlar patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. 100. maymunun ilave enerjisi her nedense yenilik yaratıyor.

Ama hikaye bitmedi. Bilim adamlarını şaşırtan asıl sürpriz bu adayla doğrudan ilişkisi olmadığı halde, diğer adalardaki maymunlar da aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları...” (Alıntı:www.golovaliyiz.biz, wikipedia’dan da bakabilirsiniz)

Bu hikayeyi bireysel bilincin belli bir seviyeye ulaştığında kolektif bilinci etkilediğini göstermek için anlatırlar. Gerçeğe uygun mudur, bilemem. Ancak toplumdaki, dünyadaki lineer seyri izlemeyen bazı değişimleri ilgiyle izliyorum. Belki hikayeye inanmaya gerek yok ama aklın bir köşesinde askıda tutmak iyi fikir gibi… Ya böyle bir evrensel yasa varsa, ya bazı alanlarda 89. maymunsak :)


Bugün altı…

Yolcular ne haldeyiz? Yolda neler görüyoruz?


17 Kasım 2008 Pazartesi

Günün Kolajı...

Bugün (Cumartesi) ardı ardına birbirini destekleyen, tamamlayan, sanki bir tema işleniyormuş hissi uyandıran sözler duydum.

Önce Sevgin, “Dünyayı kurtarmak görevimiz değil. Kendi nefsimizi terbiye etmek görevimiz” dedi, yanlış aktarmıyorsam. Bu söze katılmamak mümkün değil, hele hele dünyayı kurtaracağım diye yerinden kalkan ve dünyayı bin bir sıkıntıya sokanları gördükçe. Herkes kendi evinin, işyerinin önünü (iç alemini) süpürse, her yer tertemiz olurdu herhalde. Hepimiz deneyimlerimizden biliyoruz, yaşamımızda değişim ancak kendimizden başlıyor. Gandhi’nin sözünü hatırlayalım: “Dünyada görmek istediğin değişimin örneği ol.” Diğer yandan da pek çoğumuzun dünyada görmek istedikleri arasında, herhalde dayanışma, derin bağlantılar, özen, saygı, düşüncelilik, empati, destek, paylaşma, cömertlik de var. Demek ki bunları da kendimizde geliştirmek önemli.

Sevgin bu sözü yaşama daha çok katkıda bulunmakla ilgili bir konuşma sırasında söylemişti. Akşam haberlerde yarım yamalak takip edebildiğim bir konuşmaya rastladım. Anlayabildiğim kadarıyla Edirne’de ekonomik durumu az olan çocuklar için bir proje başlatılmış ve bu proje için bir gece düzenlenmiş. Gecede Edirne Emniyet Müdürlüğünden genç bir kişi (Terörle Mücadele Şube Müdürü Hakan Öndoğan’mış) hem ağlıyor, hem konuşuyor. Haberi burada yakaladım ve şu sözleri duydum: “Biz bu çocukları topluma kazandırmıyoruz, biz aslında kendimizi topluma kazandırıyoruz.”

Bir yılı stajda olmak üzere, toplam 5 yıl kanuna aykırı bir eylemde bulunmuş çocuk ve gençlerle ıslahevinde, tutukevinde, gençlik merkezinde çalıştım. O dönemde bu çocukların “topluma kazandırılması” terimi sıklıkla kullanılırdı. Ara ara düşünürdüm, hangi topluma? Gerçekten bu topluma kazandırmak uygun bir şey mi? Daha öncesinde çalıştığım yetiştirme yurtlarında sıklıkla kim kimin yaşamını şekillendiriyor diye düşünürdüm, ben mi çocukların, çocuklar mı benim. Sanırım yaşama dair pek çok şeyi ilk gençliğimde gönüllü çalıştığım çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarında öğrendim. Sosyal hizmet müthiş bir dershane oldu benim için. Bir çeşit “hizmet-içi” idrak artırma, yürek genişletme yolu...

Emniyet yetkilisinin derin ve yürekten sözleri kavradı beni. Şimdi toplumsallaşmadan kendi özüyle uyumlu olmayı, birlik bilinciyle hareket etmeyi anlıyorum. Herkes kendi özüyle hizalı olabilse, toplumda kendiliğinden uyum olurdu gibi geliyor bana. Bu sabah Lale iyi dilekler kervanı ile ilgili konuşurken, “yaşadığım şeyler karşısında, iyi dileklerde bulunmak hoş bir hikaye gibi geliyor bana” dedi. "Yalnızca kuşlar, kelebekler, dünya çok güzel, biz de iyi dileklerde bulunalım gibi bir uygulamamız olsaydı, sanırım pek işe yaramazdı. Farkındalık, idrak sağlamadıktan sonra etkisi pek küçük olur herhalde. Bizim niyetimiz ise bambaşka." dedim. Daha önceki kervan yoldayken yazmıştım, bir kere daha hatırlatayım istiyorum şimdi. Biz iyi dileklerde bulunurken, aslında “gönülden” iyi dileklerde bulunmamızın önündeki engelleri, bulutları, acıları, yaraları görmek için de yoldayız. Bu topluma ve insanlığa ilişkin hayalkırıklıklarımızı, öfkemizi, üzüntümüzü, endişelerimizi anlamak, idrak etmek ve şifalandırmak için yoldayız. Biz kendimizi topluma kazandırmak için yoldayız.

Akşam bir kitaba başlayacaktım. Neredeyse bilinçsiz bir şekilde aniden kalktım ve Zeynep’in geçen hafta verdiği 6-7 filmin içinden birini makineye koydum. Seçtiğim filmi daha önce duymamıştım. Film başladı, o kadar film seyretme niyetim yoktu ki, başka bir odaya gidip, bir iş yapmaya başladım. Fakat içeriden bir görünmez ip beni usulca çekip, ekranın karşısına oturttu. Film, “Cafe’deki Kız- The Girl in the Cafe”. Bir bakayım ki, film politikacılar, dünyadaki yoksulluk, bebek ölümleri, karar mekanizmaları hakkında. Fırsatınız olursa, seyretmenizi öneririm. Film bitti ve en sonunda Mandela’nın bir sözü çıktı ekrana:

“Bazen büyük olmak görevi bir neslin üzerine düşer.
O büyük nesil siz olabilirsiniz.

Sometimes it falls upon a generation to be great.
You can be that great generation.”

Pes dedim. Ayarlanmış gibi. Bilinci yükselmiş, yüreği açılmış, özgürleşmiş o nesil bu nesil olabilir mi? Olur olmaz, her birimiz üzerimize düşeni yapalım da, bakalım nereye gidiyoruz.

Tam bu sırada bir de aklıma yine bugün Lale ve Sevgin’le gördüğümüz gökkuşağı gelmez mi? İstanbul’da belirgin renkleriyle uzun uzun gökyüzünde kalan bir gökkuşağı vardı. İçimiz kabardı duygudan, “bizim hissettiğimiz mutluluğu tüm varlıklar da hissetsin” diye diledik. Ne harika bir dünyada yaşıyoruz. Düşünce/kavram dünyasından çıkıp da gerçek dünyanın güzelliklerini, mucizelerini görmek nasip olsun hepimize...

Günün kolajı epey renkli, değil mi?

Yatmıştım, bu yazı zihnimde aktı, yine görünmez bir ip yatağımdan kaldırdı, bilgisayara çekti beni. Yazıyı tavındayken yazdım.

Biz bir avuç insan kendimizi topluma kazandırabilir miyiz dersiniz? Biz o nesil olabilir miyiz?



Bugün beş...
Selam kervanın yolcuları ve yolcuları izleyenler...
Yukarıda sözünü ettiğim yazı 22 Eylül 2008 "İyi Dilekler Kervanı" yazısı. Belki tekrar okumak bu süreçte ufuk açar.