28 Şubat 2008 Perşembe

Duygulara Alan Açmak

Konuşmak, yazmak neredeyse her zaman kolay, asıl mesele yaşama uygulayabilmek…

Bazen duygular o kadar yoğun geliyor ki, yanında oturmak çok zor oluyor. Bir öfkemi hatırlıyorum mesela. Kafam uyuşmuştu kızgınlıktan, içim köpürüyor köpürüyordu. Ağzımdan sözler çıkmaması için kendimi tutmuştum. Eve döndüm. Tam 5 gün ilgili kişilerle görüşmedim ki, arzu etmediğim (her iki tarafın da yararına olmayan) bir söz çıkmasın ağzımdan. Bu 5 gün içinde aklıma geldikçe, köpürdü içim. Tam bir fırtına. Şiddeti arttıkça artıyor. Ömür boyu bu öfkenin hiç dinmeyeceğine iyice kani olmuştum.

Bir de korkumu hatırlıyorum. Bedenimde o kadar çok enerji oradan oraya aktı ki, bir ara kalp krizi geçirebileceğimi bile düşündüm. Düşünceler zihnime akınlar düzenliyorlardı. Bir akın bitiyor, ortalık kısa bir süre duruluyor, hemen ardından yeni bir akın geliyor, ortalık birbirine giriyordu. Ne düşüncelerime, ne getirdiği duygulara, ne bedenimdeki hislere hiçbir etkim olamıyordu. Korku siyah, çok kalın ve ağır bir battaniye gibi üstümü örtmüştü sanki.

Bir üzüntümü hatırlıyorum. Bir ölüm ardından. Sanki içimde havuç gibi inceli, kalınlı birçok kök varmış da, bir el gelip bunları ayrık otu çeker gibi, şöyle kavrayıp çekivermiş gibi hissetmiştim. Birçok boşluk. Üzüntünün derinliği tarifsiz.

Bir kıskançlığımı hatırlıyorum. Tanıdığım biri tüm çılgınca görünmesine rağmen, istediği bir şeyi yaptığında içimde yükselen kıskançlığı hatırlıyorum. Ben niye yapamıyorum diye nasıl kendimi dövdüğümü. İçimde kabaran öfkeyi, özlemi…

Thich Nhat Hahn’ın at örneğindeki gibi, at bizi alıp götürüyorsa, ne yapacağız? Ata “Cici at, dur bakiim” deyince, durmayan bir atsa. At yok demenin manası zaten yok. Ben böyle bir ata hayatta binmem demenin de anlamsızlığı ortada, atın üzerindeyiz. Atı halının altına da süpüremeyeceğiz, bir dolaba da tıkamayacağız. Hem kontrol edemediğimiz bir atın üzerindeyiz, hem de çevreye de zarar vermek istemiyoruz. Ne olacak?

Şu yaşamda öğrendiğim en önemli şeylerden biri şu: “Bir şeyi kolayken öğrenmeye, yapmaya bak.”

Portakal kestiğin bıçağı hemen yıkarsan, az suyla ve birkaç saniyede temizleniyor. Ertesi güne bırakırsan, hem çok daha fazla su gidiyor, hem de iyice ovalamak, suyla ıslanıp çözülmesini beklemek gerekiyor.

Bir arkadaşıma bu örneği verdiğimde, muzip muzip “Ben bulaşıkları ıslatıyorum” dedi. Harika. Şu anda yıkayamayacağım ama yarın için hazırlık yapıyorum, gayet anlamlı. Ancak ıslatılmış bulaşıkları bir hafta, bir ay yıkamayınca herhalde epey pis kokar.

Bizim şu fırtına kıvamına gelmiş duygular da böyle beklemişlerden işte.

Ama olmuş bir kere. Şimdi ne yapacağız?

Küçük öfkeler üzerinde çalışabiliriz önce. Kas geliştirme gibi. Önce hafif, bizi pek yormayan, şu an gücümüz yeteceklerle çalışabiliriz.

Öfkeyi, tepkilerimizi, zihnimizde, bedenimizde olanları, düşüncelerimizi, yargılarımızı, inançlarımızı tanırız.

Öfkeyi tutabilme/taşıyabilme/öfkeyle durabilme kapasitemiz arttıkça, kafamızı uyuşturacak kadar büyük öfkelerden de öğrenmeye başlayabiliriz.

Önce belki tanıyabilmek için öfkeye/ üzüntüye/ sıkıntıya kendini ortaya koyma fırsatı veririz. Mesela bu üzüntünün/ öfkenin/ sıkıntının resmini çizebiliriz. Şöyle bir resimden söz ediyorum: Boş bir kağıdın önüne boya kalemleriyle öylesine oturmak, o duygunun çıkmasına izin vermek ve üzüntünün/öfkenin/sıkıntının kendini boyalarla ifade etmesine izin vermek, içimizden hangi renk geliyorsa o rengi almak ve ne çizmek istiyorsa- tamamen şekilsiz de olabilir- onu çizmek gibi. Hiç bir planlama, müdahale, kontrol olmadan. Bakalım ne çıkacak içimizden?

Yarın: Duygulara alan açmanın birkaç yöntemi daha...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder