8 Ocak 2008 Salı

Burma- Zihin Maceraları (3)

Kasım 2000 Burma inzivasına devam…

Yemekler harika. Daha doğrusu ben et yemediğim için, et yemeyenlerin bölümünde oturuyorum. 4 kişi bir yer sofrasını paylaşıyoruz. Bizim yemekler çok güzel. Bazen et yiyenlere giden yemekleri görüyorum, halime şükrediyorum, tuhaf görünüşlü yiyecekler. Değişik değişik sebze yemekleri yapıyorlar bize. Meyve veriyorlar. Biz yabancılara yardım eden bir Mimi var, dünya şekeri bir kız. Çocuk gibi bir yüzü var. Benden çok genç diye düşünüyorum ama sonradan öğreniyorum ki benden 15 yaş büyükmüş. Biraz moralim bozuluyor :) Mimi bize çok iyi bakıyor. Burmalılara verilmeyen, yabancıların hoşlanacağı yiyecekler veriyor. Sürpriz gibi yiyecekler. Uygulamaların zorluğu içinde şefkatli bir el gibi Mimi, bizi özeniyle, sıcaklığıyla, şefkatiyle kucaklıyor.


Mart 2001- Burma'daki son günüm, beyaz gömlekli Mimi...


Merkezde uygulamanın serbest olması müthiş özgürlük. Çok da destek olmaya çalışıyorlar. Ama gelin de bana sorun. Daha geldikten birkaç gün sonra, 29 Kasım’da şöyle yazmışım günlüğüme: “resmen kendimi berbat hissediyorum. kapana kısılmış gibi, hapishanede gibi. Niye çıkıp gitmiyorum bilemiyorum. Bir güç beni burada tutuyor. Aslına bakarsan güzel bir yer, hava da iyi. Arındığımı hissediyorum burada, günden güne cildim güzelleşiyor, oradan anlıyorum. Koşullar Hindistan’dan on kat daha iyi. Yemekler çok iyi. Fakat gel gör ki çıldıracağım. Haftaya gitmeyi planlıyordum ki, üç aylık vizenin yapıldığı haberi geldi. Şimdi gitsem, ayıp olur. Buradan nasıl kurtulacağım? Ne yapsam, her şeyi sineye çekip Yunus gibi, dervişler gibi çile mi çekeyim? Onlar 40 yıl çile çekmişler, benim 2 ayım kaldı. Gayret mi edeyim?” :)

Okurken sizi gülümsetiyor mu bu satırlar bilmiyorum, beni gülümsetiyor. İki haftada nasıl bunalıvermişim zihnimden. Dış koşullardan değil gördüğünüz gibi. El üstünde tutulduğum bir yer, müthiş destek var. Ama zihnime tahammül edemiyorum. O ruh halini şimdi bile netlikle hatırlıyorum. İyi ki bırakıp gitmemişim o zaman. Sonradan pek çok içgörü açıldı önümde. Bir eşikmiş sanki o sıra yaşananlar, geçince, her şey daha da kolaylaştı. Olur da böyle inziva yapmak isteyenler olursa ya da yaşamının bir döneminde kapana kısılmış gibi hissedenler olursa, fırtınanın içinde çırpınmadan durduğumuzda su bizi yukarı kaldırıyor. Sabırla izleyin demek isterim size. Bilmem o fırtınada hatırlar mısınız bu sözleri. Ben şimdiki fırtınalarda bazen hatırlıyorum, bazen hatırlamıyorum :) Ama kulakta küpe etmenin faydası olabilir.

Daha önceki inziva yazılarından da okumuşsunuzdur, konuşmuyoruz hiç. Ancak her akşamüstü 15 dakika hocayla görüşme var. Kitap okumuyoruz, yazmıyoruz ki zihnimiz meşgul olmasın, sürekli ne yaşıyorsak onu fark edelim. Kavramları geçip, gerçekle bağlantıda olalım.

Tabii bu yine teori. Konuşmama konusunda çok iyiyim. Hakikaten 3,5 ay inziva yaptım, hiç konuşmadım gerekmedikçe. Ama yazma konusunda aynı başarım yok. Hele ilk günler. Şu isyan ettiğim, egomun, gururumun tavan yaptığı günler. Kendi kendime konuşuyorum zihnimde, yetmiyor bir de yazıyorum. Analizi, yorumlamayı, çıkarımlar yapmayı seven zihnim yazmak istiyor elbette. Ancak şimdi geriye bakınca, zihnin bu yönünün nasıl ipleri eline almış olduğunu görüyorum. Geçmişe ya da olaylara yakından ve derinden bakıp, ders almanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Ancak her şeyin yeri, boyutu ve süresi var. Bakıyorum da inzivanın ilk ayında zihin ne yapacağını şaşırmış, beni oraya buraya çekiştiriyor, bol bol düşünüyor, yazıyor. Sanki önceki inzivalarda soğanın üst kabuklarını soymuşum da, Burma’da daha alt katmanlarda farkındalık yaşıyor gibiyim. Derinleştikçe, huzur bulurum sanmışım ama bulduğum birçok acı ve bunları nasıl yarattığımın resmi…

Öyle böyle 2.5 ay inzivayı bitirdim, sonra 1 ay daha uzattım. Toplamda 3.5 ay inziva yapmış oldum. Zihin, yaşam çok ilginç. Bu süre içinde zihni çok daha iyi tanıdım, anladım. Gerçekten ne kadar uzak olduğunu gördüğümde zihinde olanlara inanamadığım nice an oldu. Belki insanların günlük yaşam içinde uzun yıllarda gördüklerini o aylar içinde yakından gördüm.

Şimdi geriye bakınca şefkatle gülümsediğim nice tepki dolu anlar geçirdim. Kimse bana bir şey yapmazken, kendi kendime yarattığım fırtınalardan geçtim. Zihindeki hiçbir özgürlüğe yer bırakmayan, otomatik koşullanmaları gördüm. Tepki mekanizmalarını gördüm. En çok da kendi gözümdeki imajımın yıkılışını gördüm tuğla tuğla. Endişelendirici, utandırıcı, şaşırtıcı ama en çok da özgürleştirici.

Özellikle ilk ay içinde yazdıklarımın, yaşadıklarımın küçük bir kısmını paylaşıp, birkaç kısa örnek vereyim:

1991 yılında Gandhi’nin otobiyografisinde ahimsa (hiçbir canlıya zarar vermeme) ilkesini okumuş, etkilenmiş ve et yememeye karar vermiştim. O zamandan beri de bilerek hiçbir hayvanı öldürmüyor, canlılara zarar vermemeye gayret ediyordum, kendimi şiddetten arınmış biri zannediyordum. Ancak Burma pek çok hocanın bulunduğu ve her an ders gördüğüm bir okul olduğu için, bu konuda da yüzleşme yaşadım. Bu kez hocalarım pirelerdi. Yemekhaneye giden yolun kenarında bir köpek yavrulamış, ben de o yoldan geçerken, ayaklarımda kaşıntılar hissediyorum. Bir baktım pire. Soruşturmalarımdan anladım ki, benden başka kimseyi ısırmıyorlar. Kimseden şikayet yok. Ben ise perişan haldeyim. Pire ısırığı da çok kaşındırıyor. Beyaz çorap giyiyorum, eteğin altına pantolon giyiyorum ki, ısıramasınlar. Eve girmeden de çorabın üzerine gelmiş pireleri ayıklıyorum, beyaz çorabın üzerinde rahat görülüyorlar. Ama bir kez odama bir pire girmiş. Beni de fırsat buldu mu ısırıyor. Nasıl kızdım, nasıl kızdım, pireyi arıyorum hırsla ve kendimi “Seni bir elime geçireyim, öldüreceğim” diye bağırırken buldum. Çok şaşırdım. İçimdeki öfke, şiddet duvarlarda yankılandı. İnsanlar da işte böyle hissederek, birini öldürüyorlar herhalde diye düşündüm. Hiç fark yok içteki şiddette bence. O enerji ile ne yaptığımız değişiyor belki, belki dozajlar farklı ama aynı hamurdanız. Bu farkındalık biraz ayaklarımı yere basmama neden oldu. Pek de öyle yunmuş yıkanmış biri değilim demek. İmajımdan bir tuğla taklalar ata ata düştü, yitti gitti.

Hiç inziva yapmamış biri, hiç kimse ile konuşmadığın, hatta kimseye bakmadığın bir inzivada ne olay olabilir diye şaşırır herhalde. Yani ne olur da zihin tepkide bulunur? Tam tersi çok olay olur, olay olmasa da zihin bir şeyler uydurur, aynı yaşamda olduğu gibi. Mesela bir gün oturduğum platforma geldiğimde bir baktım, bir kadın gelmiş, oturmuş, meditasyon yapıyor. Minderim, cibinliğim, her şey orada. Aklı selim biri ne yapar: a demek durum bu, başka bir çözüm bulayım der, değil mi? Ben de sonunda öyle yaptım ama önce bir kızdım, zihnimden kadınla konuştum uzun uzun, bu sorun konuşmadan nasıl çözülür, düşündüm. Ve tüm bu mekanizmayı yakından izledim. Çok ilginç, çok. Nasıl “benim” diye yapışıyoruz, sonra o “benim” gidince, nasıl kızıyoruz, o “benim”i korumak için nasıl kaygılanıyoruz. Al bu mekanizmayı tüm yaşama uygula, her yerde aynı: tutunma, tutunduğun gidince acı, tutunduğun gider diye acı. Zihnin hapishanesinde bir ömür. Ah bunlar nasıl anlatılır, yazdıklarım bir anlam ifade ediyor mu acaba!

Bir gün merkeze ufak tefek esmer bir kadın geldi. O da inzivaya katıldı. Kadını gördüğüm an hiç sevmedim. İçimde nasıl bir hoşnutsuzluk. Aksi gibi yemekte de bizim 4lü masaya vermesinler mi onu. Kadına nasıl kızıyorum, ne yapsa bir kulp takıyorum. Tabakta yemek artıklarını nasıl bıraktığından, nasıl hızlı hareket ettiğine, yürürken etrafa bakmasına, her şeyine bir lafım var. Tabii ben de kendime odaklanacağıma, onu izliyorum ama hiç derdim değil, kadına kızıyorum. Kadıncağızın da bana bir şey yaptığı yok, ne konuştuk, ne göz göze geldik, ne herhangi bir iletişimimiz oldu, hiçbir şey. Bu iç tepkime bir anlam veremiyorum. Ama kadını sevmiyorum. Ne oluyor diye içimi gözlemleye gözlemleye, beni çok şaşırtan bir şey buldum: bu kadını sevmememin nedeni birisine çok benzetiyor olmammış. Şok oldum bu duruma. O kişiye olan kırgınlığımı, bu tanımadığım kişiye yansıtıyormuşum. Bunu fark edince, kadına karşı duygularım söndü. Bu otomatik koşullanmalar, gözlerimin önündeki bu geçmişin renkli lensleri yaşamımda kimbilir neleri olduğundan farklı görmeme neden oluyor diye uzun uzun düşündüm. Yıllar sonra vipassana hocası Thich Nhat Hahn’ın bir kitabında güzel bir öneriyle karşılaştım. “Algılarımızın çoğu gerçeği yansıtmaz” diyor Thich Nhat Hahn, “O yüzden bir yargıda, yorumda, çıkarımda bulunurken, kendinize ‘Emin miyim? Burada olanı görüyor muyum?’ diye sorun.”

Devamı var: dile kolay 4 ay Burma, yaz yaz bitmiyor tabii...

2 yorum:

  1. Hale merhaba,

    Yapışma, bırakamama ve elden gidecek diye üzülmenin ne kadar enerji kaybına neden olduğunu yazını okurken bir kez daha farkettim.

    Birine tanımadan sinir olma durumu benim de çok başıma gelir ama nedenini hiç düşünmemiştim. Ellerine sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Günlük yaşamda içimizde bir çatışma hissettiğimizde "burada neye yapışıyorum acaba?" diye sorabiliriz. Bu soruyu yapıştığımızı bırakmak için değil de, ne olup bittiğini görmek için sorabiliriz. Böylece bir özgürlüğümüz, seçim fırsatımız olur: tutunmaya devam etmeyi de seçebiliriz, bırakmayı da. Farkında olmadan tutunmakla, seçimle tutunmak arasında önemli bir ayrım var görebildiğim...

    Sonradan tanımadığım birine sinir olmanın farklı etkenlerini de gördüm, mesele meraklı bir zihin geliştirmek belki. Ne oluyor burada? Burada gerçek ne? Zihnimden nasıl düşünceler geçiyor? diyen meraklı bir zihin :)))

    çok sevgiyle Meltemcim, beni yazmaya teşvik ettiğin için de çok teşekkürler...

    YanıtlaSil