15 Ocak 2008 Salı

İkinci kez Gaia House...

Aralık 2001- Ocak 2002

“Sahne tozu yutmak” diye bir deyim vardır, sahne tozu yutan sahnelerden inemezmiş. Ben de inziva tozu yuttum herhalde. Kardeşimin evindeki inzivadan bir ay sonra yine İngiltere yollarındayım.

Önce Londra yakınlarındaki bir merkeze gidiyorum. Burası bir inziva merkezi değil, insanlar konuşuyor. Ancak meditasyon yapmak mümkün. Mutfakta, bahçede çalışıyorum, kalan zamanlarda da oturma çalışması yapıyorum. Orada kalanlardan biri bana bir kitap ödünç veriyor: Nonviolent Communication- Şiddetsiz İletişim. Yanlış hatırlamıyorsam bir hafta kalıyorum orada ve bu kitabı bitiriyorum. Hayran kalıyorum. Ah diyorum, bunları daha önce bilseydim. Kitap öyle güzel bir şiirle başlıyor ki, daha başından kalbimi fethediyor.

“Sana bir şeyler verebildiğim zaman aldığım keyfi
Sen de anladığında,
Sana verdiğimden fazlasını alıyorum.
Ve sen de biliyorsun ki bu verme
Seni bana medyun etmek için değil,
Sana olan sevgimi yaşamak için.
Erdemle almak,
Belki de vermenin en büyüğüdür.
İkisini ayıramam.
Bana bir şeyler verdiğin zaman,
Sana içten kabulümü sunuyorum.
Ve benden bir şeyler aldığında,
Bana dünyalar bağışlanıyor.

Ruth Bebermeyer’in Given To şarkısı 1978”- Şiddetsiz İletişim- Sistem Yayınları

Yürekten almak ve vermek. İnsan doğası bu. Ama ne oluyor da yürekten alıp veremez oluyoruz diyor yazar. Ne oluyor da görev diye, zorunluluk diye, ayıp olmasın diye, suçluluk duygusundan, korkudan bir şeyler yapıyoruz diye soruyor. İnsanın içinde canlı olanla, kıpır kıpır olanla, neşe içinde olanla nasıl bağlantı kurulur, onu anlatıyor. Uzun uzun deftere notlar almışım. Burada da kader ağlarını örüyor ama yine haberim yok. İki sene kadar sonra ilginç bağlantılarla bu alanda epey gezineceğim.

Oradan Gaia House’a gidiyorum. 5 hafta work retreat- çalışma inzivası yapacağım. Geçen inzivanın tadı damağımda. Yine mutfakta çalışmayı diliyorum. Ama bu kez düzenleme muhteşem. Tam bir hallaç pamuğu gibiyim. Hem içte, hem dışta savrulup duruyorum. Bir kere beni bir yere yerleştirmediler, sürekli çalıştığım yer ve konu değişti. Üstelik hayatta hiç yapmadığım şeyler yaptım. Panoda her gün yeni bir not buldum, çalışma yerim değişmiş, çalışma saatim değişmiş, çalışma günüm değişmiş. Sürekli bir değişiklik. Üstelik sürekli yeni şeyler öğrenmek zorunda kalıyorum. Dikiş makinesi kullanmayı öğrendim ve perde dikmek zorunda kaldım mesela. Bahçede yaprakların toplanacağı kompost düzeneği inşa ettim mesela. Seradaki sebzelere musallat olmuş kabuksuz sümüklü böcekleri tek tek topladım mesela. Merdivene çıkıp, yüksekçe bir duvarın tuğlaları arasına dolgu malzemesi koydum. Yağmur borularını temizledim. Ütü yaptım. Bulaşık yıkadım. Yatak yaptım. Yer süpürdüm. Testere ile kalas kestim. Araba yıkadım. Sebze ayıkladım, doğradım. Tuvalet temizledim. Zımpara yaptım. Dolap boyadım. İşaret levhaları yazdım, boyadım. Geridönüşüme gidecek malzemeleri ayırdım.

Kısacası birçok alanda birbirine benzemeyen bir dolu iş. Çoğu epey sabır gerektiriyor. Bir an önce bitsin de rahat edeyim dedikçe işlere, bir sonraki iş daha da yaman oluyor. Yapacağım iş de genellikle önceden pek belli olmuyor. Acil durumların aranan kişisi oldum. Bunu böyle ayarladılar sanmayın, merkezin o dönemdeki ihtiyacı böyle. Anlaşılan benim de ihtiyacım buymuş. Sürekli kayan bir zemin, sürekli adaptasyon isteyen, sürekli yeni bir zihin isteyen, sürekli uyanıklık bekleyen bir biri ardına günler. Düzeni, bilinirliği seven zihnim darmadağın. Buradaki ilk inzivam olsa, daha kolay olurdu eminim. Ama öncekinden beklentiyle gelmişim. Ah şu beklentiler, beklentiler…

Bir ara ateşim çıktı, kemiklerim sızladı, bedenim kırıklaştı. Değişikliklerin hızına bir fren koyma çabası gibi geldi bana bu. Tam o sıra yeni bir grup çalışması başladı. Konu: Korku ve endişeler. Zihnimi izliyorum zaten bu değişim sürecinde, içi zehir zembelek, hepsi de gerçek dışı. Neredeyse hangi düşünceyi kazısam, altından korku çıkıyor. Hocaların konuşmaları da odağımı iyice bu alana çevirdi. Farkındalığım arttıkça, günlük yaşamda duyamadığım incecik, küçük sesli düşünceleri de görür oluyorum. Şaşırdıkça şaşırıyorum. Koşullanmaları gördükçe, hapishanenin duvarlarını görüyor gibiyim. Demişim ki: “Gün içinde o kadar çok kere endişe geliyor ki- günlük yaşamımı nasıl sürdürdüğümü merak ediyorum. Henüz geçerli bir sebebe dayananını da görmedim. Hepsi hayali hikayelere bağlı.”

Bir gün bahçedeyim, hava soğuk ama güneşin parladığı nadir günlerden biri. Sebzelerin arasındaki otları yoluyorum. Kimi yerleri de belliyorum. Yakınlarımda bir kuş sesi. Nasıl şarkı söylüyor! Kim bu güzel ses diye arandım, bir kızılgerdan (robin) kuşu. Aynı ismi gibi göğsü tarçınımsı kızıl serçe büyüklüğünde bir kuş. Hemen yanı başımdaki ağacın en alt dallarında gezinip duruyor ve benimle konuşuyor. Böyle diyorum, çünkü yüzü bana dönük ve orada bulunduğum bir saate yakın süre boyunca, oradan ayrılmadı ve bana baka baka şarkılar söyleyip durdu. Nasıl bir duygu seli oldu içimde, bir posta ağladım tabii… İçim kabardı kabardı…

Üstüne bir konuşma dinledim: şefkat-sevgi ve bilgelik üzerine… Hoca (John Peacock) demiş ki ya da ben öyle anlamışım ki: sevgisiz anlama/idrak soğuk bir şey; anlama/idrak olmayan sevgi ise duygusallık, işe yaramaz bir şey. Denge olmalı.

Yine bir hoca demiş ki:
- Sıkılmanın panzehiri tekrarlama. Çok sıkıldığınız bir şeyde az daha dayanırsanız, zihninizin enerjiyle ve ilgiyle dolduğunu görürsünüz. (Hımm, bunu unutmuşum bakın, denemeli)
- Huzursuz, kıpır kıpır hissettiğinizde, rahat bir duruş seçin ve sonra kıpırdamayı reddedin ve öyle durun.
- Yorgun/uykulu hissettiğinizde de, bunu nerede hissettiğinizi arayın.
Güzel öneriler, işe yaradıklarını da biliyorum çoğu kereler.

Yine günlüğümden hoşuma giden bir tarif. Bir oturumda neler olduğunu yazmışım:
“Başımda çeşitli ağrılar oldu. Yine rahatsız edici, utandığım bazı olayları hatırladım. Üzüldüğüm bir olayı geçiştirmeye çalıştığımı fark ettim ve üzüntüye alan açtım, sonuna kadar üzüldüm. Sanki sahneyi üzüntüye bıraktım, ben izledim. Bedenimde izledim ve birden “oh be” sesi yükseldi içimden, müthiş bir rahatlama hissettim. Sanki sonunda duygunun yaşamasına izin verdim, o da yaşadı ve öldü. Ömrünü tamamlayıp, gitti. İçimde hiçbir kırıntısı kalmadı.
Şimdi çeşitli çalışmalarda tarif etmeye çalıştığım oluş bu işte. Bu konuda sonradan bir yazı yazmayı isterim, not alayım: “eriyişi izlemek”

Günler beni hallaç pamuğu gibi savururken, 4. haftanın sonunda pat bir not daha panoda. Bir telefon gelmiş, İngiliz annem dediğim Mrs Twiss rahatsızlanmış, yanında da kimse yokmuş. Bir değişiklik daha. Apar topar toplandım, ilk bulduğum trene bindim. Mrs Twiss yorgan döşek yatıyor, o yaşta zatürre olmuş, durumu biraz tehlikeli. Onunla kaldım bir süre. Bu arada Buğday’dan Victor Findhorn’a gidecekmiş, hazır ben de oradayken, birlikte gidelim dedi. Ancak tarih bildiremiyor, her şey havada. Bu arada uçak biletimi aldığım acente iflas etmiş, dönüş biletimin akıbeti meçhul. Ani değişikliklerin sebep olduğu harcamalar bütçemi iyice kısmış durumda. Bir de 11 Eylül’ün üzerimdeki baskısı. İnsanlar Müslüman bir ülkeden geldiğim için, bin türlü laf ediyor. Kendimi sürekli korku ve tehdit dolu konuşmaların içinde buluyorum.

Yaşam beni sıkı bir imtihana almış durumda ya da müfredatta bu dönemin dersi: “Ani değişikliklere verilen tepkileri fark etme ve karşılık verebilmeyi geliştirme”. Artık nasıl görmeyi seçersem, ya sınav, ya öğrenme fırsatı… Ya büyüyerek çıkacağım, ya büzülerek…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder