21 Ocak 2008 Pazartesi

Kazdağlarında 3 gün tepelerde yürüyüş...

Ağustos 2004

Çalıştığım TCYOV Vakfından tanıdığım, İsviçre’de yaşayan Yakup’un bir kere gördüğüm eşi Suna’dan bir telefon geldi: “Kazdağlarında bir merkez açmak istiyoruz, bir gelip, bize konsepte ilişkin fikir verir misin?” Aylardan Ağustos, farkındalık grubu yok, dönüşüm oyunu da pek yok. Bir tek Bora ile çocuklar için ekoloji atölyesi yapmışız bir yaz okulunda, ama onun da üçüncüsü olacak mı belli değil. Çantamı topladım, çadırımı, uyku tulumumu da aldım, niyetim 3-4 gün Suna’larla çalışıp, sonra sahilde bir kamp yerinde çadır kurup, sessiz birkaç gün geçirmek. Neydi o atasözü: “Kul kurar, kader güler” miydi :)

Şu meşhur kader var ya, yine har har ağ örüyor, benim haberim yok ama siz hazırlıklı olun. Otobüsle Kazdağları’nın eteklerindeki Küçükkuyu’ya geldim. Oradan da Yeşilyurt Köyüne. Taksi beni takur tukur bir yollardan inerek, bir binanın arkasında bıraktı. Suna beni karşıladı. Derme çatma bir pansiyona gidiyorum diye düşündüğüm yer, köye arkasını vermiş, çam ağaçlarına bakan, sarı taştan çok güzel bir bina. Kahvaltı zamanı. Bir de güzel kahvaltı, yok yok, yöresel peynirler falan. Hafif şaşkınım.

Yoga eğitmeni ve şiatsu uygulamacısı olan Suna ile birbirimize kanımız ısındı. Hayata bakışımızda, deneyimlerimizde, duruşumuzda benzerlikler yakaladık konuştukça. Gelenlerin sessizlikte kendilerini dinleyecekleri, tanıyacakları, farkındalıklarını artıracakları bir merkez hayal ediyordu Suna, yanlış hatırlamıyorsam. İçim yerinden hopladı bu hayali duyunca. Tam vipassana inzivası olacak yer diye düşündüm. Nereden nereye. Ama tabii o zaman hoca falan yok, güzel bir hayal.

Suna’nın işletme tecrübesi o zaman yok. Daha pek çok temel konu havada. 3-4 gün diye geldiğim yerde, tam bir ay kaldım. Elimi sürmediğim iş kalmadı. Hatta çevrede bir yürüyüş rotası bulup, bir gün üşenmedim, mavi boya ile tüm rotayı işaretledim. Rotanın tarifini yazdım, belki gelenler yürüyüş yapmak ister diye. 3 yıl sonra ben de başkalarının çizdiği işaretleri izleyerek, Likya yolunu yürüyecekmişim. Yaşam böyle bir şey, tamamen dayanışarak ilerliyoruz. Bütüne her koyduğumuz belki de kat kat bize geri dönüyor.

Erguvanlı Ev’deki yoğun günlerin sonunda 3 gün sessizlik yapıp, öyle eve döneyim istedim. Her gün yürüyüşe gittim. Kendi başıma tepelerde yürüdüm. Yolda mecbur kalmadıkça kimselerle konuşmadım. Çok ilginç deneyimler yaşadım. Birini paylaşayım: Erguvanlı Ev’den kaplıcaya yürüdüm. Kaplıcanın arkasından bir ana yola çıktım. Adatepe’ye yürüyebilir miyim acaba diye düşünüyorum bir yandan. Yolda kimseler yok. Nerede olduğumu da kestiremiyorum. Bir anda arkamda bir köylü kadın belirdi. Adatepe’ye nasıl gidebileceğimi sordum. Tam bulunduğumuz yerin karşısındaki bir toprak yolu gösterdi. “Oradan yürü, sağdaki patikaya gir, o patika seni dosdoğru Adatepe okulunun yanına çıkarır.” Tarif çok basit göründü, nasıl sevindim. Tam da zamanında kadına rastlamışım diye bir havalara girdim. Toprak yola girdiğim anda sağda patikalar gördüm. Hangisi? Herhalde bu kadar yakında değildir diye düşünüp, toprak yolda yürümeye başladım. Elbet daha belirgin bir patika karşıma çıkar diye düşündüm. Oo, sürüsüne bereket, onlarca patika çıktı. Neye göre karar vereyim? Adatepe’ye gitmekten vazgeçtim, bari bu yol nereye gidiyorsa, oraya gideyim diye düşünüp, saatlerce yürüdüm. Güneş, sıcak, suyum az. Yanımda yiyecek yok, yolda birkaç incir ağacı beni besledi, o kadar. Yolun kenarında çam ağaçları olan bir yere geldim. Azıcık gölgede dinleneyim istedim. Oturdum. Geri mi dönsem, yürüsem mi diye düşünürken, arkamda bir sesler, hışırtılar oldu. Ürktüm, kalkıp yürümeye devam ettim. 15-20 dakika sonra gözlerime inanamadım ama yol bitiverdi. Patika falan da yok.

Önce bir posta kendime söylendim: bilmediğim yerlerde işim ne, niye daha fazla suyum yok, yolda çeşme çıkar diye güvenilir mi, şimdi onca yolu geri mi yürüyeceğim… Geri yürümeyip ne yapacağım, tabii kös kös geri döndüm. O çam ağaçlıklı yere geldim. Tek gölgelik yer bir süre için, yine oturdum. Sezgilerimi dinleyeyim dedim ama içim öyle söyleniyor ki, hiçbir şey sezecek durum yok gibi. Öyle içime, dışıma bakayım, etiketleyim halim de yok, salmışım farkındalığı falan. Ancak zihnim uyanık. Kalktım, arkamdaki çam ağacına iki elimi koydum. Birkaç ay önce dönüşüm oyunu kolaylaştırıcılığı eğitimi için gittiğim Findhorn’da ağaçların, bitkilerin bilinciyle iletişim kurulduğunu duymuştum. Hatta bir katılımcıyla biz de denemiştik. Bir şeyler duymuştum ama tabii nasıl emin olayım, bilgi nereden geliyor, ağaçtan mı, zihnimden mi, arkadaşımın zihninden mi, üstünde durmadım. Ama bu çok da yabancı değil bana, bu blogda bir okuyucunun yazdığı gibi, bulaşık yıkarken suyla, yastığımla, evdeki çiçeklerle çoğumuzun yaptığı gibi muhabbetim yerinde.

Çam ağacına ellerimi koydum, öyle duruyorum. Dedim ki, “Adatepe’ye diye yola çıktım, nerelere geldim. Su da yok. Geri dönüşüm saatlerle yol. Ben şimdi ne yapayım?” Bir cevap bekliyor muyum, tam emin değilim. Olsa iyi olur tabii de. Birden içime bir his geldi, ağacın arkasına doğru yürüdüm, patika gibi bir şey var ama tepelik olduğu için yağmur suları da oluşturmuş olabilir. İçimden bir ses o patikada yürü diyor. Zihnime kalsa, yürümez ama baktım ayaklarım yürüyor. Hem tırmanıyorum, hem söyleniyorum. Ormanlık bir tepe, yerde yaban domuzlarının izleri, düşsem, kalsam, beni kim bulur oralarda. Nasıl kızıyorum kendime, hiç unutmuyorum, kendime “pirinç kafa” diye bağırıyorum avaz avaz. Nereye gittiğim belli değil. Yöne baktığımda deniz tarafına gidiyorum, yani yeterince yürürsem, denize varırım- hani yeterince doğuya gidersen olduğun yere varırsın gibi. Ancak bu yeterince ne kadar acaba. Neyse bir süre sonra söylenmeyi bıraktım, faydası yok, ayaklar yürüyor tepeye. Epey yürüdüm, belki bir saat, belki biraz daha fazla. Patika, su yolu görüntüsünden gerçek bir patikaya dönüştü. Sonra bir duvar gördüm. Duvarın içinde bir bina. Bir köye çıktım. Sonradan öğrendim ki Adatepe. Köylü kadının tarif ettiği patika orası imiş. Müthiş şaşırdım. Yoldan görünmeyen bu patikaya nasıl ulaştım?

Bu deneyim beni çok düşündürdü, birçok ders saklıymış içinde, zamanla gördüm. Hep diyorum ya, inzivalarla bildiğimi sandıklarım dökülüp gidiyor. Bir yandan da yaşamda bilmediğim ne çok şey olduğunu görüyorum. Gerçek dediğimiz ne hakikaten? Ve bu yolda bizim bildiğimizden farklı yollarla da destek geliyor mu yoksa? O kadar düşünce arasında tüm duyularımızla algıladıklarımızı duyamaz olabiliyor muyuz? Ya da duysak da, algımızı anlayamayıp, desteği görmeyip, bu algımızı izlediğimiz için kendimizi pirinç kafalı olmakla suçluyor muyuz? Yaşamımız yalnızca işe git, eve gel, yemek pişir, dizi seyret, arkadaşlarla lak vak et, aileyi ara, çocuklarla ilgilen, çöpü at, alışverişe git’den ibaret olabilir mi? Bu yaşam aslında çok ilginç keşiflerle dolu olabilir mi? Hani bir dizi var ya, hepimiz müptelası olduk: Lost. Hani her bölümünde beklenmedik bir şey çıkıyor, her bölümü diğerlerinin parçalarıyla örülmüş gibi. Sakın bizim yaşamlar da öyle olmasın. Bu yazıları sırasıyla okuyorsanız, bazılarının aralarındaki ipliği, birbirini izleyişi görüyor musunuz? Ya her gün keşfedilecek bir şey varsa? Ya Dingin Savaşçı filmindeki gibi “her an bir şey oluyorsa”… Ya mesele “mücadele” değil de, daha ziyade bir “keşif”se…

Yaşamlarımıza bu keşif, macera, merak enerjisini katabilir miyiz, davet edebilir miyiz acaba? Bunun en güzel yollarından biri her gün daha önce hiç yapmadığımız bir şey denemek ve bunu mümkün olduğunca farkındalıkla yapmak. Hatta hep yaptığımız, artık olağanlaşan işleri farklı yapsak ve sorsak: "burada keşfedilecek ne var?" Belki biraz büzülmüş olan yaşamlarımız genişler, algılarımız açılır, gözümüz gönlümüz güzelliklerle, içimiz coşkuyla dolar, belki…

Meraklı bir sevgiyle…

Not: Lafımı unutmadım, kader ağlarını ne için örmüş, gelecek maceralarda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder