17 Ocak 2008 Perşembe

Türkiye’de ilk vipassana inzivası- 2003

Farkındalık gruplarıyla heyecanla çalışıyorduk ancak yaşamımı bu gruplarla idame ettirmek pek mümkün değildi. 2003 Eylül’ünde yaşamımda ilk ve herhalde tek kez bir özel şirkette işe girdim. Ondan önce hep sivil toplum kuruluşlarında ve serbest çalışmışlığım var. Özel sektör değişik bir deneyim. Alışık olmayan için zor. Ancak hayat ağlarını öyle rastgele örmüyor, benden istenen ilk işi duysanız, kulağınız düşer, benim düşmüştü: bir vipassana kursu düzenlenmesine yardımcı olmak. Bir yandan şirketin konusuna ilişkin işleri öğreniyorum, bir yandan da vipassananın Goenka okuluna ilişkin bir kurs organize ediyorum. Türkiye’deki ilk vipassana kursu. Goenka tekniğini bilmiyorum, ancak vipassana vipassanadır diye düşünüyorum. Heyecanla, hevesle formatları kesin çizgilerle önceden belirlenmiş olan kursu hazırlıyorum. Web sitesini yaptık, tercümeleri yaptık, yer ayarlandı, duyurular falan. Almanya’dan müstakbel dostlar geliyor kursta çalışmak için. Evin her odasında birileri yatıyor. Hatta bir ara yerlerde uyku tulumlarında insanlar. Çok eğleniyoruz ama, hele Perihan Hanım ile gülmekten kırılıyoruz. Bu evi kurarken ki, “bu evin yalnızca bir odası benim, gerisi herkesin” niyeti tam olarak tutmuş durumda. Aman diyorum başka niyetler de yapayım, bununki gibi tutarsa, yaşadık :)

Kasım 2003’te yine aranızdan bazılarınızla Şile’deki bu ilk kursa gittik. Ben de inzivaya katılımcı olarak gittim. Büyük bir kararlılıkla bu tekniği uyguluyorum, ancak zihnim “seçimsiz farkındalık” odaklı Mahasi tekniğiyle karşılaştırmalar yapıp duruyor. Yine zihinde bir mücadele, uzun uzun konuşmalar, izle dur! Gösteri sıkıntısı hiç çekmiyorum görüyorsunuz. Sıkılmaya imkan yok, malzeme çok. O inzivada hiç yazmamışım, hiç not yok. Türkiye’deki ilk kurs ya, tam bir örnek gibi davranma kararlılığındayım herhalde. Bu karşılaştırma düşüncelerinden başka pek hatırladığım da bir şey yok. Hımm, bir şey hatırladım.

Farkındalığın insanı gereksiz, daha doğrusu gerçeğe uygun olmayan koşullandırmalardan nasıl arındırdığını ve insanı nasıl özgürleştirdiğini kendi üzerimde gördüğüm için, tüm sevdiklerimle paylaşmak istiyorum bu doğal bilgiyi. Zaten ailem, arkadaşlarım, çevremde ilgili herkese çeşitli vesilelerle ve çeşitli yerlerde, koşullarda “an’da olmak”, “zihni an’a getirmek”, “zihni ve bedeni izlemek” ile ilgili hem konuşuyorum, hem uygulama yaptırıyorum. Bu kursu da tanıdığım herkeslerle paylaşmak istiyorum. Eski eşim Haluk da onlardan biri. Kursa gelmesini çok istiyorum. Farkındalığın ne olduğunu biliyor, hatta bu konulara pek de ilgisi olmamasına rağmen, ara ara uyguladığını anlatıyor, özellikle endişelendiğinde, heyecanlandığında ya da uykuya dalarken. Epey bir ısrardan sonra, kursa gelmeyi kabul ediyor, nasıl seviniyorum. Ama tam kursun başlayacağı gün, gelemiyor. Herkesin yoluna, seçimlerine saygım büyük. Müdahale etmemeye özen gösteriyorum elimden geldiğince, ne kadar başarıyorum bilemem ama en azından bilinçli olarak başkasının yaşamına müdahale etmemeye niyetliyim. Ancak bu olay ile “zorda olduğunu düşündüğüm birisinin iyiliğini çok istediğim” hallerde kararlara saygı mesafesini korumanın, kabullenmenin, teslim olmanın, “onun da yolu bu demenin” benim için zor olduğunu görüyorum. Kursun en başında bir süre bu alanda işleyen mekanizmaları, koşullanmaları, tutunmuşluklarımı izliyorum. Birçok içgörü, ders dolu bir deneyim… Kendime hapishane oluşturduğum yetmiyor, acaba başkalarına da hapishaneleri için tuğlalar mı taşıyorum diye sorgulayıp duruyorum kendimi, hem de iyi bir şey yapma niyetiyle.

Kurs bitiyor. Herkes –en azından bana söylediklerine göre- memnun. Mahasi tekniğinin bana daha uygun olduğunu düşündüğüm için, bu grupla devam edemiyorum. Çok garip, yaşam ağlarını çoktan örmüş, işten de kurs bitiminde çıkarılıyorum. Şaka gibi. Sanki yaşam beni kurs düzenleyeyim diye işe aldı, proje bitince, işten çıkardı. Fakat yaşamın başka planları da varmış yolda. İçimden geliyor, üç günlüğüne Konya’ya gidiyorum. Şeb-i Aruz zamanı. Dönüşte trende yanımda bir Avusturalyalı kız. Uzun uzun sohbet ediyoruz, kızı da alıp, eve geliyorum. Kath on gün kadar kalıyor, giderken bana bir not yazıyor, burası bir üniversite gibi diye. Oysa çoğu zamanı sessiz geçiriyoruz. Herhalde aynada kendi yansımasını görüyordu. Yaşam Kath aracılığıyla bana sonradan çok yardımcı olan bir hediye veriyor.

Kath'in gittiği sabah bir tanıdığım arayıp, kader ve özgür irade ile ilgili bir konuşmaya davet ediyor. Gidiyorum. O akşam Haluk’u bir trafik kazasında kaybettiğimizin haberi geliyor. 17 senelik en iyi dosta hoşça kal diyememiş olmak. Yoğun acıyı izlemek çok zormuş. Çok ağır. Her şey gelip geçiyor, hiçbir duygu birkaç saniyeden fazla zihinde kalmıyor, biliyorum, yıllarca inzivalarda bunu deneyimledim, gözlemledim ama bu acı farklı, uzun kalıyor. Yine deneyimlerimden biliyorum ki, acıyı dolu dolu yaşamaya izin vermem gerek. Ama acı çok ağır. Bu yoğun ağırlığın altında oturuyorum epey bir süre.

Son 10 dakikadır öyle duruyorum, bu yazıyı nasıl devam ettireceğime karar veremiyorum bir türlü. Kendi deneyimlerimi okuyanlara ilham vermek üzere, girdiğim çıkmazlara ilişkin deneyim paylaşmak üzere yazıyorum ki belki okuyanların yaşam yolunda kolaylaştırıcı bir etkisi olur. Şimdi öyle bir yere geldim ki, yazsam yazarım ama kime ne faydası olur, bilemiyorum. Kalbin ta iç köşeleri. Haydi burada keseyim.

Daha doğrusu şöyle devam edeyim. Yaşam okulundaki müfredat değişti: Yaşamın anlamı üzerine bir tünelin içine girdim. Epey karanlık, epey yalnız bir tüneldi, o kadarını söyleyeyim. Farkındalığın ışığı olmasa, nereye varırdım bilmiyorum. Hani daha önceki bir yazıda “biliyorum sandığım bilgiler bir bir elimden kayıp gidiyor” diye yazmıştım ya, bu süreç iyice bir yoldu beni… Bu ‘yoldu’ kelimesi çok komiğime gitti şimdi yazınca, ama çok da uydu yaşadığıma… Gerçekle bağı olmayan nice inanç, düşünce, koşullanma, otomatik tepki dökülüverdi üzerimden… Aslında yolundu, çünkü öyle tutunmuşum ki, bırakmak zor oldu, gerçek üzerimden yoldu gerçek dışı ne varsa, canım acıdı. İnzivalar gerçek nimetmiş, kolay yoldan öğrenmeymiş, o zaman daha iyi fark ettim. O dönemi şöyle tanımladım: “Bilginin gerçekle sınavı”… Gerçek olmayan hemen sırıtıverdi, alttan boyalar çıktı…

Tutunmak yerine, dolu dolu yaşamak, keşkesiz, hayıflanmasız, farkında olarak, yürekten bağlantı kurarak...
Okuyanlarınız hatırlar, Likya yürüyüşünde tanıştığım Itzik ile yaşam ölüm üzerine konuşurken, ona "huzurlu ölmek için, huzurlu yaşamak gerek" demiştim. Aynısı yakınlarımız için de geçerli belki, onları huzurla bırakabilmek için, onlarla huzurla yaşamak gerek. Hepimiz hayatta o kadar acı çekiyoruz ki, dayanamayıp içimizdeki zehri en yakınlarımıza boşaltıyoruz. Kendi mutluluğumuzu, iç barışımızı sağlamamız o yüzden belki de herkese en büyük hediye. Buna yaptığımız yatırımın getirisi herkes için çok büyük. Üstelik bu yatırım iş listelerimize koyacağımız bir madde gibi değil: "iç barışı sağla", "an'da ol", "gerçeği gör". İş listesi her zaman gelecek için hazırlanıyor. Oysa farkındalık tam "şu an"da. Şimdi. Tam bu an'da gerçeği görmeye alışmak, kendimize sormak "burada gerçek ne?". İnzivalar yoğun odaklanma ile hızlandırılmış temizlik ve içgörü kampı gibi sanki... Ancak işi inzivalara bırakmak da vipassana'nın doğasına aykırı. (Ooo, yazı uzayıp gidiyor. Sonra bazılarınız uzun yazıyorsun diyor, haydi toparlayayım)

Ama bu yaşamın anlamını sorguladığım süreçte çok da yanlış anladığım bilgelikler oldu… Mesela “hiçbir şey yapmamayı” (çabasızlığı) gerçekten hiçbir şey yapmamak olarak anlamışım. Bir dönem gerçekten hiçbir şey yapmadım… Hedefsiz olmayı, niyetsiz bile olmak olarak anlamışım… Geleceği düşünmemeyi abartıp, bir sonraki haftayı bile yaklaşana kadar planlamamak olarak anlamışım… Geçmişi düşünmemeyi, geçmişten ders almaya elvermeyecek şekilde genişletmişim… Yani o dönemde pek de işime yaramayan çıkmaz sokaklara girmişim, ama şimdi o çıkmaz sokaklardaki kaybolmuşluğum sanırım pek çok insanın işine yarıyor… Oralarda dolananları hemen tanıyorum, uygunsa, istenirse kendi deneyimlerimi paylaşıyorum, ne çok enerji ve zaman kaybettiğimi, acı çektiğimi… Bir gün tüm bu çıkmaz sokaklara ilişkin daha geniş yazmak isterim…

İçimde hala “zorda olan birileri varsa, o birilerinin iyiliğini, mutluluğunu isteme” hali yoğun… “Gerçeği görme” ve “gerçeği görmeye ilham olma” isteği yoğun… Ömrümden saatleri, günleri kullanıp, bu yazıları yazmamın herhalde en büyük nedeni bu… Ancak artık her şeyin aktığı gibi aktığının daha çok bilincindeyim sanırım…

1 yorum:

  1. Sevgili Hale;

    blog sitendeki Vippasana okulu eminim benim gibi pek cok kimseye yararli oluyor. Anda olmak,huzurlu olmak, hele hele "oldugun gibi gorunmek ve gorundugun gibi olmak" konusunda bizlere ne guzel yollar gosteriyorsun. dedigin gibi her sey aktigi gibi akiyor aslinda. bizler akanla akmayi ya da karsi cikmayi seciyoruz. Kor noktalarimiz ise akanin ne yonde aktigi konusundaki yanilsamalarimiz. Ben kendi muhasebemde bazi durumlarda yaptigimin yanlis oldugunu, nefsimin (egomun) dayatmalarini ari-duru-dogru olana o anda tercih ettigimi goruyorum, ama gel gor ki ipleri geri elime alamadan (yani zihni seyretme konumuna gecemeden) isik hizi ile nefsin dayatmalari dogrultusunda taslari firlatip atmis buluyorum kendimi. Bunlar elbette "gecmisten alinmis dersler" kategorisinde dosyalaniyor bilincimde, bir sonraki durumda kendimi biraz daha olgun buluyorum. Ama cikmaz sokaklara daha az girerek yol almak varken neden bu kadar zora kosuyorum kendimi diye, kendi kendime sorup duruyorum. O yuzden senin paylastigin cikmaz sokaklar, benim "Harry Potter"in, neredeysen orayi gosteren ama baska bir yeri gostermeyen haritasina benzer yol haritamda sabit cizgiler olusturuyor. Hic cekinmeden uzun uzun yazmani dilerim.

    Sevgiyle kal;

    YanıtlaSil