9 Ocak 2008 Çarşamba

Burma- kare kare birkaç iç resim daha (4)

Kasım 2000 Burma inzivasına devam…

Sessizlik içinde iç aleme baktıkça, bin bir resim çıkıyor karşıma…

Günlüğümden:
“Başından beri, “Hah, şimdi buldum, tüm huzursuzluğun kaynağı bu” dediğim bir çok konu oldu. Aslında ta üniversite yıllarından beri. Ancak bunlar hep bir şekilde hükümlerini yitirdi. Doğrulardı. Yanlışlık o durumu değiştirince, her şeyin düzeleceği inancıydı. Çünkü istikrar, sabitlik istiyordum. Tüm yaşamımı bir şeyleri düzene koymakla geçirdim. Ama her şey her an değişiyor. Yaşam da böyle, bir şeyi düzene koyunca, böyle gideceğini beklemek, beyhude. Özdemir Asaf’ın bir dizesini hatırlıyorum: “Her şeyi süpürebilirsin ama sonbaharı süpüremezsin.” Çünkü sonbaharın doğasına aykırı bu. Düşüncelerimi gördükçe şaşırıyorum, her şeyin gelip geçici olduğunu iki yıl önce açıklıkla görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla yaşamıma sokmuştum, böylece gereksiz bazı sıkıntı ve acılardan kurtulmuştum. Peki niye hala duygulara, olaylara, etiketlere, insanlara, düşüncelere yapışıyorum?”

Sahi niye?

Bir de inzivayı dolu dolu yaşama hali var. Zaman uzun olunca, ben ilk ayın sonuna doğru bir ara iyice sermişim, ne de olsa dünya kadar zaman var önümde diye: “Son günlerde yavaşlamıyorum, günde birkaç kez oturuyorum, neredeyse hiç yürüme yapmıyorum. Yazıyorum. Aslında buranın kurallarına uygun neredeyse hiçbir şey yapmıyorum. Sadece burada zaman geçiriyorum. Takvime bakıp bakıp, çentikler atıyorum. Kaç gün kaldığını hesaplıyorum. Çıkınca yapacaklarımı planlıyorum, hayal ediyorum. Tuvalet kağıdının yetişip yetişmeyeceğine ilişkin endişeleniyorum, hesaplar yapıyorum. Daha rahat nasıl yaşarım, ona bakıyorum. İşte bu! Yoksa burada çalışma falan yapmıyorum. Aynı idare sınavına benziyor durumum, kitabın kapağını açmıyorum, iki fotokopi okuyorum, 32 saat okuma yapıyorum, sonra Allah Allah neden bu sınavı veremedim diye şaşırıyorum (üniversitede idare hukukundan çakmamı anlatıyorum). Sen emek gösterme, rahatından ödün verme, dersini çalışma, disiplinli olma, sonra Allah Allah! Farzet türlü pişirmesini biliyorsun ama gidip bahçeden sebzeleri toplamıyorsun, sonra Allah Allah ben türlü pişirmesini biliyorum da neden bu yemek olmadı diyorsun. Ne yapılması gerektiğini bilmek yeterli değil, yapmak lazım. Burada da çalışma yapmaya direniyorum, çünkü işime gelmiyor, tembel olmak daha keyifli. Burma’ya gelmek işin heyecanlı kısmı, o işin en kolay kısmı. Asıl içini doldurmak mesele.” Tembelliğin yaşamımın idaresini eline aldığı nice an’a, döneme ilişkin sayfa sayfa yazılar. Bir yandan bir açılım, bir yandan da düşünce tuzağı.

Sonunda bir gün yürüme çalışması yapmak için zorla kendimi salonun ortasına götürdüm. Katır inadı tutmuş, o ayak yerden kalkmıyor. Bir çekişme içimde, sormayın. Biri diyor ki, o ayak oradan kalkacak, diğeri diyor ki kalkmayacak. Kalkmıyor da. Hatta yürümemek bir yana, ‘odaya gidilecek çamaşır yıkanacak’ diyor, yani çalışma bırakılacak. Diğeri de diyor ki, ‘ne işimiz var şimdi çamaşırla, burada çalışalım’. Öyle salonun ortasında duruyorum. Dışarıdan çok sakin, huzurlu bir görünüşüm vardır eminim, ancak içim gerçek bir savaş alanı. Birden yoruldum bu çekişmeden, içimde kamera geri çekildi, savaşanlara baktı. Bir tarafın tembellik enerjisi olduğunu gördü. Hiçbir şey yapmadı, yalnızca ona dikkatle baktı. Enerji zayıfladı, zayıfladı, yok oldu. Ayak kalktı, yürüdü. Sonra yanlış hatırlamıyorsam, iki buçuk saat kadar aralıksız yürüme çalışması yapmışım. Sürenin farkında değildim, çok odaklı bir çalışma oldu, kalitesini şimdi bile hatırlıyorum. Bu deneyim benim için başvuru kaynağı gibi oldu sonraları.

Bir de “ben” tutkusu. Bazı mekanizmaları gördükçe, bir sevinç, bir kıyamet içimde. Hemen hocaya söylenecekler arasına yazılıyor ve görüşmelerde heyecanla anlatırken, bakıyorum da bir “bak ben neler gördüm” havası. Şimdi bunları yazarken, günlükleri okuyorum. Bu konuyla ilgili sayfalar, sayfalar var. Ben’e nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğumu gördüğüm, bunu görüp kızdığım, kızgınlığı da görüp, bunu nasıl başaramıyorum diye daha da kızdığım bir hal. “Kesinlikle kuyruğumu kovalıyorum. Üşütücem” diye yazmışım sonunda :) Bir ara bir yılgınlık ama kimlik öyle kolay sıyrılmıyor insanın üzerinden, pes etmemişim bir türlü… Bir ara iyice yılgınlığa düşmüşüm, eve dönmeyi planlamışım: “Biraz dinleneyim, sonra gidip yaşamıma geri döneyim bari. Oynadığım oyunlara geri döneyim. Mış gibi yapayım. Ara ara acı çeker, yaramın üstüne bir yara bandı yapıştırır, üstüne de örtü örterim. Sen sağ, ben selamet.”

Her karıncayı ezmemek için adımımın yerini değiştirdikten, masada birine yemeği uzattıktan, birine yol verdikten, sivrisineği öldürmek yerine, üfledikten sonra içime baktığımda, inceden inceye bir hoşluk görmüşüm, bir gurur, kimliğe eklenen bir tuğla. Bir yandan tuğlalar düşerken, bir yandan da yenilerin örüldüğünü görmüşüm. Tam bir belgesel…

Bu belgeselin bir bölümüne çok güldüğümü hatırlıyorum, komedi bölümlerden biriydi. Gülmekten gözümden yaş bile gelmişti. Şu herkesin işi gücü bırakıp, beni izlediğini zannettiğim bölüm. Bir gün zihnimdeki düşünceleri izlerken, bir baktım ki, insanların benim nasıl yürüdüğüme, kaç saat oturduğuma, nasıl nefes aldığıma, nasıl yemek yediğime dikkat ettiklerini düşünüyormuşum. Dışarıdan nasıl görünüyorum, diye düşünüyormuşum. Kısa oturdum diye eleştirecekler diye düşünüyormuşum. Ya da “amma uzun oturdu, kıza bak” diyorlar diye düşünüyormuşum. Hareketlerimi bu mezuraya göre ölçmeye çalışıyormuşum. Bunu görünce, beni bir gülme tuttu. Yani milletin işi gücü yok, kendi çalışmalarını bırakıp, bana mı dikkat edecekler? Varsay ki ettiler, burada beni tanıyan kimse yok, bir daha hiç birini de görmeyeceğim, ne düşündüklerinden bana ne? Üstelik düşünceler çok çabuk geçiyor, unutuluyor, benim hallerimi mi akıllarında tutacaklar? Niye tutsunlar, bu anlamda benim ne önemim var? Kendimi amma önemli sanıyorum. İçimden geleni yaşamak yerine, bir imaj yaratıp, içinde tıkılı kalmaya amma meraklıyım. İnanılır gibi değil, komikliğe bak… O zaman çok uzun uzun güldüğümü hatırlıyorum.

Bu “Ne derler? Ne düşünürler?” düşüncesi budama makası gibi değil mi! İç alemimizden kaynayan enerjileri budayıp duruyor…

Bir ara otur, yürü canım sıkılıyor. Biraz renklendirmek için çeşitli deneyler yapıyorum. Gözlerimi yemeni ile bağlıyorum ve odanın içinde yürüyorum, çoraplarımı giyiyorum, gömlek düğmeliyorum, diş fırçalıyorum, çeşitli işler yapıyorum. Bambaşka bir farkındalık. Yemek yerken ince ince ağzımın içinde olanları izliyorum, her gün yeni bir şey keşfediyorum, buna çok şaşırıyorum. Alt tarafı yemek yemek, daha fazla ne görülebilir diyorum ama ertesi gün yeni bir şey daha keşfediyorum. Zihni de gözlemliyorum ve nice koşullanmalar görüyorum. Şu küçücük faaliyette yaşama dair nice içgörü pat diye gözlerimin önüne seriliyor.

Nasıl görüyorum, nasıl koku alıyorum, inceleyip duruyorum. Sabırsızlık, tembellik, gurur, kızgınlık, neşe hallerini gözlemliyorum. Bir bilim adamından pek farkım yok.

Mesela bakma isteğini gözlemlemişim:
“Neden görmek/bakmak istiyorum? Çoğu zaman meraktan- çünkü eğlenceli. Gözümün ucuyla birisinin bir yere gittiğini görüyorum. Dönüp bakıyorum. Zihnim adam hakkında bir hikâye yazıyor. Günlük yaşamda çok enerji kayboluyor bu yüzden. Bana hiç gerekli olmayan bilgiler topluyorum, üstelik bilgilere hikâyeler takıyorum. Zihnim önemi ve gerçekliği olmayan bilgilerle çöplüğe dönüyor. Üstelik bu işlem zaman ve enerji alıyor. Tamamen çöpe atılmış zaman ve enerji. Maalesef bu çok otomatik oluyor. Çoğu halde fark etmek çok güç. Çok hızlı ilerliyor. Ama başlangıç genellikle “bakma” ile gerçekleşiyor. Bakma isteğini fark edebilirsem, zinciri kesebilir, bu çöpleri zihnime sokmayabilirim. Bir de kendime sorabilirim, “bu gerekli mi?”
Kimi zaman ise başkasını eleştirmek için bakıyorum. Bunu gördüğümde utandım doğrusu. Bir kadından hoşlanmıyorum. Kadın sürekli tabağını savaş alanına çevirip, öyle bırakıyor. Yemek sonunda kadının tabağına bakmak isterken “yakaladım” kendimi. Neden? Çünkü kadını sevmeme olumsuz duygum bir delille daha meşrulaşacaktı. Ve ben rahat edecektim. Olumsuzluk hissetmekten dolayı rahatsızlığım bu delille biraz daha azalacaktı. Doğrusu biraz şok oldum. Zihnimde ne mekanizmalar var. Sen Allah’ın tanımadığım, bir daha da görmeyeceğim bir kadını için yaşananlara bak. Ya tanıdıklarım, ya birlikte zaman geçirdiklerim! Zihnimden neler geçiyor, haberim yok. Şurada yürürken omuzlarımı yukarı kaldırdığımı bile yeni fark eden ben, ilişkilerimde bu sessiz düşüncelerden kaynaklanan kimbilir ne mesajlar veriyorum. Doğrusu utanç verici, ürkütücü ve acı. Zaman çöplükte çöpler içinde geçiyor. Zaman ve enerji kaybının hesabı yok.”

Korkuya bakmışım:
Bir durumda tehlike ya var, ya yok. Yoksa zaten korkacak bir şey yok, varsa korkmak daha tehlikeli. Çünkü korku insanı donduruyor, felç ediyor, etkisiz hale getiriyor. Kendimi korumak için korkmaya ihtiyacım olduğuna inandığımı gördüm. İşe yaramayan bir inanç olduğunu anlıyorum şimdi. Korkumu izleyince ne hale geldiğimi yakından gördüm. Korku değil ama uyanık ve farkında olmaya ihtiyacım var. Korkunun ürettiği düşünceler içinde kaybolmak tehlikeli, gerçek ile bağı koparıyor, insanı bir anlamda savunmasız bırakıyor. Farkındalık bu tür durumlarda çözüm. Çünkü düşünceler, korku gibi engeller kalktığında durumu netlikle görüyorsun. Zaten karar vermeye gerek kalmıyor, çözüm “börek” gibi ortada duruyor. Bir süredir korktuğumda kendime soruyorum: Burada gerçek bir tehlike var mı, yok mu? Çoğu zaman yok. Ancak bazen yapraklar hışırdıyor, yılan olabilir diye düşünüyorum. O zaman soruyorum: Şimdi kendimi korumak için yapabileceğim bir şey var mı? Varsa, yapıyorum. Yoksa, ilginç bir teslimiyet geliyor üzerime. Her iki halde de kendimi daha güvende hissediyorum.”

Farkındalığa bakmışım:
Dikkat elek gibi. Dikkatim arttıkça, eleğin delikleri küçülüyor, daha ince zihin durumlarını yakalar oluyorum.” Konsantrasyon arttıkça, farkındalık keskinleşiyor, olan daha açıklıkla görülüyor. Tam olarak olanı görüyorum diyemeyeceğim, çünkü her gün daha farklı görüyorum, gittikçe keskinleşiyor görüşüm.

Eleştiren zihne bakmışım:
“Yaşamda olanları problem olarak görme eski bir koşullanma, oysa problem yok, neyse o, o koşullarda ne olması gerekiyorsa, o oluyor. Verdiğimiz tepkiler hoşumuza gitmiyor, aldığımız kararları tutamıyoruz, uygulayamıyoruz, üzülüyoruz, kızıyoruz, oysa beceremeyen, uygulayamayan, kızan birisi yok. Bunların hepsi koşullanma, arkalarındaki isteklerin gücü kadar hükümleri var.”

Sessizlik, tek başına olma hali ve dikkatlilik günlük yaşamda göremediğimiz pek çok zihin halini görmemize yardımcı oluyor. Bazı tanıdıklarımızı da daha net görmemizi sağlıyor. Görüşümüz gittikçe netleşiyor yani. Bunlar anlatılsa da anlaşılamaz, zira yaşamak, deneyimlemek gerek, farkındayım. Tüm niyetim bu yaşananların zihinlerde merak, ilgi, ilham oluşturması, belki özgürlük yolunda bir faydası olur.

Öyle böyle günler inişli çıkışlı ilerliyor. Bazı gün dingin bir zihinle olan biteni izliyorum, bazı gün fırtınalarla boğuşuyorum, bazı gün de tembellik yaşamı ele geçiriyor. Günlüklerimde nice mücadele okuyorum, kimisine gülüyorum ama kimisine de üzülüyorum şimdi. Mücadele ile geçirdiğim zaman ve sarf ettiğim enerjiye üzülüyorum. İçim şefkat dolu o halime, o günlerdeki halimi şefkatle kucaklıyorum.

İnzivalar çok değerli deneyimler oldu benim için. Her ne kadar yıllar içinde çizgileri çizilmiş imajımı inzivalarda da sergilemeye ve korumaya çalışsam da, bir bir tuğlalar dökülüyor. Çünkü inzivada hiç kimsesiniz. Hiç kimse olmak zorunda değilsiniz. İnsanın kendine bundan büyük hediyesi olur mu? Ağladığımda, kimse gelip beni teselli etmeye çalışmıyor, kimseye niye ağlıyorum diye hesap vermek, açıklama yapmak, haklılığımı göstermek durumunda değilim ya da genelde olduğu gibi sonunda karşımdakini teselli etmek zorunda kalmıyorum. Canım sıkkın olduğunda, kimseye gülümsemek zorunda değilim. Kimseyle havadan sudan konuşmak zorunda değilim. Sosyalleşmek zorunda değilim. İç âlemim ne haldeyse, onunla yaşıyorum, yüzüme maske takmak zorunda değilim. "Olduğun gibi görün" hali yani, ne büyük özgürlük. Yaşadığım iç gerçeği -konuşarak ya da uzun uzun tahliller ile saptırmadan- olduğu gibi görme ihtimalim büyük. Karşılaştıklarım beni çoğunlukla şaşırtıyor, çoğu hoşuma gitmiyor. Ama olan bu. Burmalı hoca Sayadaw Jotika “Neredeyseniz, oradan başlayın. Olmak istediğiniz yerden değil. Zira bu mümkün değildir, sonunda olduğunuz yere geri düşersiniz.” diyor. Olduğum yeri görmek büyük nimet o yüzden. Maskesiz, hiç kimse olmaya çalışmadan, neyse o…

Ve de sürekli dikkatimi bedene ve zihne getirdikçe -ki az buz değil, sabah uyandıktan akşam uyuyana kadar ardı ardına her gün tatilsiz haftalar haftalar boyu- görüşüm netleşiyor, sanki yaşamı biraz daha anlar oluyorum.

Ve neyin altını kaldırırsam kaldırayım, önce bir acı, sonra derin bir şefkat ve sevgi ve özgürlük

Bu satırlarla Burma macerasını bitirmek istiyorum. Malzeme daha çok ama şimdilik bu kadarı ve bunlar çıkmak istedi gün yüzüne. Yazdıklarım daha ziyade ilk bir buçuk ayda tuttuğum notlardan. Başta niyetim iki buçuk ay inziva yapmaktı, öyle de yaptım. Kendime verdiğim sözü tuttum. Sonra 1 hafta ara verdim. Mutfakta çalıştım. Daw Kin Tan beni Yangon’a götürdü, gezdirdi. Götürmeden önce de gömlek ve pantalonumu oğlan çocuğu giysisi olarak değerlendirmiş olacak ki, bana bir elbisesini getirdi, güllü dallı :))

Yine bu bir haftada U Dhammarakkitha’nın civar çocuklarına verdiği İngilizce dersine katıldım. Hatta bunu yazınca, aklıma bir anı geldi. 14-15 yaşlarında gençler hevesle İngilizce öğrenmeye çalışıyorlar. Bana da sorular sordular İngilizce pratik yapmak için. Tabii bildik sorular, nereden geldim, nereye gidiyorum, ne iş yapıyorum. Tabii ikibuçuk aylık an’a odaklanmadan sonra bana biraz zor geldi sorular, geçmiş, gelecek. Neyse geçmişte sosyal hizmet alanında çocuklarla yaptığım çalışmaları anlattım. Bir çocuk kalktı, “size teşekkür ederiz” dedi. Bir anlam veremedim. “Bizim için bu çocuklarla çalıştığınız, onlara destek verdiğiniz için çok teşekkürler.” Doğrusu bu teşekkürün anlamını ancak sonradan daha iyi anlayabildim ve bu bilince hayran kaldım. Bir’lik bilinci, bütün bilinci içlerine işlemiş, nasıl bir gönül yüceliği

Bir hafta müthiş bir enerjiyle dolandım, tabii inzivada enerji epey yükselmiş, ışıl ışıldım sanki. Sonra bir ay daha inzivaya oturdum. Vizemin bitmesine bir gün kala inzivadan çıktım. Burma’yı gezmeye fırsat bulamadan, ülkeden ayrıldım.

Burma macerasında emeği geçmiş dostlarım Raymond, U Dhammarakkitha, Daw Ariya ve Mimi’ye, kardeşim gibi sevdiğim Thet Thet’ye, Ma Wine’a, hocanın görüşmelerinde karşılaştığım, pek çok anlamda bana aynalık etmiş Bai ve Judy’ye, bana birkaç günlük arada Yangon’u gezdiren mutfak sorumlusu Daw Kin Tan’a, 4 ay tam bir sessizlik ve uyum içinde ev paylaştığım Chang Jing’e kalpten teşekkürler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder