15 Temmuz 2008 Salı

Açık Ofis...

Bu blogun ortaya çıkmasında “açık ofis” dediğimiz bir uygulamanın çok desteği olmuştu.

Devam etmesinde de çok önemli bir yeri varmış, anladım. Bir süredir açık ofis için zaman ve enerji ayırmadığım için, yazı da yazamıyorum.

Geçen Temmuz ayında birkaç arkadaş konuşuyorduk. Bir arkadaş yeni işten ayrılmış, zamanını ve enerjisini senaryo yazmaya vermek istiyor ama bir türlü verimli çalışamıyormuş. O dönemde ben de yazı yazmak istiyordum, ancak yaşamın kendi gündemi hep önceliği alıyordu. Acaba bir araya gelsek de mi çalışsak, nerede çalışsak derken, açık ofis fikri doğdu ve şimdiye kadar pek çok arkadaşımla açık ofiste birlikte çalıştık.

Serbest çalışma seçimi yapmış olanlar ya da dıştan bir zorlama olmadan çalışmak durumunda olanların en büyük zorluğu motivasyon, disiplin, odaklanma herhalde. Özellikle evde çalışmayı çoğumuz zor buluyoruz. Evde insanın aklına bir sürü yapılacak iş geliyor. Odaklanmak zor olabiliyor.

Artık teknoloji, diz üstü bilgisayarıyla, cep telefonuyla ofisimizi yanımızda taşımamıza imkan veriyor. Biz de çalışma koşullarımızı “insani” kılmaya karar verdik. Dört duvar arasından, iç mekandan dışarıya, doğaya çıkalım, dedik. Çoğu zaman ağaçlar altında, kimi zaman deniz kenarında buluşur, birlikte çalışır olduk. Koşuyolu’ndaki Öğretmenevi’nin bahçesinde başladık önce. Yemyeşil, yaşlı ağaçların altındaki masalara açtık bilgisayarlarımızı, not defterlerimizi, kitaplarımızı. Kimimiz senaryo yazıyordu, kimimiz kitap, kimi eğitim hazırlıyordu, kimi blog yazısı yazıyor… Birbirimizle konuşup, dağılmamak için, ayrı masalarda oturup, çay molalarında ve öğle yemeklerinde bir araya geliyor, sohbet ediyorduk. 9:00-17:00 mesaisi ile çalışıyorduk. Mesai arkadaşları artıyor, azalıyor, kimi zaman tek kişi çalışmak durumunda kalıyorduk. Haftada iki günü açık ofise ayırma kararı almam çok verimli bir dönemi başlatmıştı. Hem blog yazılarını yazabiliyor, hem diğer çalışmalarım için, okuma ve yazmalarımı yürütebiliyordum.

Düşünsenize, ofiste kuş cıvıltıları var, arada kediler geçiyor, bilgisayarda gözleriniz yorulunca, düşünmek için, kafanızı kaldırıyorsunuz, ceviz ağacıyla göz göze geliyorsunuz ya da kıpırtısız bir denizle. Karşınızdaki tablo sürekli değişiyor, bir kuş geliyor, ışık değişiyor, rüzgar çıkıyor, güneş süzülüyor.

Zamanla bu çalışma günlerinin –ki pek de ara vermeden, odaklanarak çalışıyorduk- benim dinlenme günlerim olduğunu fark ettim. Şimdiyse başka bir yönünü daha keşfettim. Son aylarda açık ofise gün ayırmadım, ancak birkaç saatlik çalışmalar yaptım fırsat bulduğumda. Bugün aylar sonra ilk tüm günlük açık ofis günüm. Arkadaşım Sevgi kitabı üzerinde çalışıyor yan masada. Yine ağaçlar altındayız. Şimdi netlikle görüyorum ki, açık ofis günleri benim aynı zamanda beslendiğim, enerji dolduğum günler. Dün kendimi çok halsiz ve neşesiz hissederken, bugün sevinç içinde içim. Yaşamın “sıcak sıcak, soğuk soğuk” oyununu yazmıştım daha önce, işte bugün burada “sıcak, sıcak” diye neşeli çığlığını duyuyorum yaşamın.

En çok sevdiğim yerlerden biri Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesindeki çay bahçesi. Hem yaşlı meşenin altında oturmayı çok seviyorum, en sıcak günde bile püfür püfür, hem de kafamı kaldırıyorum deniz. Bütün gün aynı masada oturmaktan sıkılmışsak, hop deniz kenarındaki masalara geçiyoruz. Kaç kere arkadaşlarımla sohbet için buluşmadan birkaç saat önce gidip, çalışmalarımı yaptım orada. Hatta Ayşecimle birkaç saat sohbet edip, sonra “haydi biraz açık ofis” deyip, birkaç saat de iş yapmışızdır. Saray bahçesinde ofis...

Geçen kış Beşiktaş’ta Ihlamur Kasrının karşısındaki öğretmen evi (yarı-)açık ofisimizdi çoğunlukla. Orada internete de bağlanabildiğimiz için, rahatımız yerindeydi. Yemek seçenekleri çok kısıtlı ama fiyatlar da çok makul.

Burgazada’da da kaç çalışma yaptık. Seda sınavlarına orada hazırlandı da, ne iyi sonuçlar aldı. Üstelik mola verdiğimizde iki adım yürüdük de, kıyıya kadar gelmiş yunusların dansını izlemiştik. Ofis bahçesinde yunus gösterisi :)

Büyükada, Moda çay bahçeleri, Beylerbeyi sarayının bahçesi (ki şimdilerde nilüferler iyice coşmuş durumda), Çengelköy Çınaraltı, Kadıköy’de Piraye bize harika ofis oldular, oluyorlar.

Hatta geçenlerde Likya fotoğraflarından bildiğiniz Rita ilk kez İstanbul’a geldi. Hem onunla İstanbul’u gezmek istiyordum, hem de işleri aksatmamak. Bir keresinde Pierre Loti’ye gitme programı yaptık. Üsküdar’dan Eyüp’e vapura bindik. Çok güzel bir yolculuk bu, daha önce yaptım birkaç kez biliyorum. Yol bir saat sürüyor. Dışarıda oturduk. Rita fotoğraf çekiyor sürekli. Açtım bilgisayarı, hem o günün işlerini yaptım, hem kafamı kaldırıp, etrafı seyrettim.
O günkü yüzer ofisteki manzaralarımdan biri :))) Fotoğraf: Rita Schumann

Sanki yaşamı bloklar halinde yaşamamız gerekiyormuş gibi bir hal görüyorum. İş yaşamı, dinlenme, eğlenme, aileye zaman, kendine zaman, rutin işler gibi. Oysa mümkünse aralarında keskin çizgiler olmayınca, ne kadar güzel bir akış oluyor.

“Çay bahçesinde yalnızca çay, kahve, neyse içilir, etrafa bakılır”, “kitap evde okunur”, “e-postalar işte/evde cevaplanır”, “iş/yazı dört duvar arasında yapılır/yazılır” ezberini bozmak çok insani geliyor bana.

Bir anıyla bitireyim. Bu bahar gün içinde iki çalışma arasındaki birkaç saati değerlendirmek için, arada Validebağ Korusuna gidiyordum. Harika bir koru orası, elma ağaçları, erik ağaçları nasıl çiçekle donanmıştı. Genellikle elma ağacının altına oturuyor, termosta getirdiğim çayımı içerken, bir yandan da internet mesajlarını cevaplıyordum. Outlook kullandığım için internet bağlantısı gerekmiyordu. Ara ara kafamı kaldırıp, elma çiçeklerini hayran hayran seyrediyordum. Ofisin böylesine can kurban. Yine bir gün tıkır tıkır çalışırken, yaşlıca iki bey geldi yanıma. “Burada internet bağlantısı var mı?” diye sordu biri. Kafamı kaldırdım, “Burada yok ama ilerideki büyük meşe ağacının altında var” dedim. Hakikaten de orada bir kablosuz bağlantıyı çekiyor. Adamcağız şaka mı yapıyorum, ciddi mi söylüyorum emin olamadan, gitti.

Çam ağacının altındaki açık ofisten selam ve sevgiler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder