14 Mayıs 2008 Çarşamba

Yine Likya: Finike-Demre 1

Biliyorsunuz 2007 Nisan’ının tümünü Fethiye’den Phaselis’e kadar Likya yürüyüş yolunda geçirmiştim. Yaşamımın parıldayan anılarından biri oldu bu doğada yaptığım yürüyüş. İlk dört günü bir arkadaşımla, gerisini ise tek başına yürümüştüm.

Bu sene yine yoldan bir çağrı geldi. Bu kez Doğa Aktiviteleri Grubu (DAG) bir yürüyüş yapacaktı. Önce yürünecek parkuru yanlış anladığım için, heveslendim. Ancak bir türlü karar veremedim. Son ana kadar tereddütlü kaldım. Finike’den Demre’ye yürüneceğini anlayınca, bilinçaltında işleyen tereddüdümü anladım. Bu yolu oluşturmuş Kate Clow’a göre Fethiye’den Antalya’ya kadar tüm parkurun en zorlu etabıymış bu bölüm. “Bu bölümü 3 günde yürürsünüz, bu 3 günün sonunda da bir gün dinlenin mutlaka, yorgunluğunuz ancak çıkar” diyor Kate. 1811 metreye çıkılıyor. Üstelik konaklama imkanı olmadığı için çadırlarımızı taşıyacağız. Kalın uyku tulumu, yağmur malzemesi, yiyecek, su. Çantanın ağırlığının, daha düşünürken, altında eziliyorum. Üstelik geçen seneki gibi öncesinde yürüyüş de yapmadım, hazırlıklı değilim.

Bir yanım “seni aşar, gitme” diyor, bir yanım “ama bu yolu çok seviyorsun, bak bu parkuru bu tecrübeli gruptan başkalarıyla yürüyemezsin” diyor. Arada kaldım. Grubun sorumlusuna çekincelerimi yazdım. Tabii geçen sene bir ay yolu yürüdüm ya, o da bunu referans alarak herhalde, “idare edersin, gel” dedi. Yaşamdan da ilginç destekler geldi öncesinde. Arkadaşlarımın bu yürüyüşten habersiz getirdikleri bazı hediyeler –Ayşe ile Naci’nin Çin erişteleri, Deniz’in İngiltere’den getirdiği peynir, Çağla’nın çabuk kuruyan, küçük havlusu, Yasin’in ucuza bulduğu yağmurluk, Sevgi’nin pekmezi- denk düştü. Bir yandan da Lale Kanada’dan teşvik eden mesajlar yazıyor, İpek iç rahatlatan cümleler kuruyor.

Çantayı hazırladım. Grubun yürüyeceği rota, Finike- Kaş. Geçen sene Demre-Kaş arasını yürümüştüm. Benim için yeni olan kısım ilk kısım. Hazırlanırken, içimden Üçağız’da durmak geçti bir ara, hatta okumayı çok istediğim bir kitabı kargoyla oraya göndereyim diye de düşündüm ama uygun düşmez diye yapmadım. Ancak yaşamın bir bildiği varmış tabii, sonra anladık. Keşke iç sesimi dinleseymişim.

Uzun bir otobüs yolculuğuyla sabah 11 gibi Finike’ye vardık. Yola çıkışımız 13’ü buldu. Grupta 7 kişiyiz. Sıcak, güneş tepede. Önümüzdeki iki gün boyunca su bulamama ihtimalini de düşünerek, epey bir su alıyoruz yanımıza. Bana göre çantam çok ağır. Yolun başlangıcını da bulamadık mı! Likya yolu işaretlerinden sorumlu Ersin’i arıyorum, tarif ediyor. Tarifine bir yere kadar uyuyoruz, sonra çevredekilerin tavsiyeleriyle bir traktör yolundan tırmandıkça tırmanıyoruz. Ekibin kondisyonu iyi. Rahat yürüyorlar. Bense kilomu, hamlığımı her adımda hissediyorum. Ayağım yerden zor kalkıyor. Deniz seviyesinden 900 metreye tırmanıyoruz, aslında o gün için hedef daha da yüksek ama kaplumbağa hızıyla ancak bu kadara ulaşıyoruz.


Önde oluşum yanıltmasın, en yavaş yürüyenleri öne koyuyorlar :)) Fotoğraf: İbrahim Kıyak


Yolda birkaç sarnıç görüyoruz, su var. Pek temiz değil, ancak elimizi yüzümüzü yıkıyoruz. Yolun ilk kısmında gölge yok. O yüzden bu yolu yürüyecekler (bizim gibi Finike’den başlayacaklarsa) erkenden yola çıksalar iyi olur. Yolun başlangıcını da çantasız aramalarını öneririm- gereksiz yorgunlukları önlemek için.

Her adım ileri götürse de bizi, haritaya bakıyoruz ara ara, daha gideceğimiz yol o kadar uzun ki, grup hayal kırıklığına uğruyor içten içe. Hızlı yürüyebilenler tempolarını epey yavaşlatmış haldeler, onlar için ne kadar zor olmalı diye düşünüyorum. Herkes gayret içinde. Arada “haydi, biraz daha gayret, daha hızlı olmaya çalışalım” sesini duyuyoruz. Bu ses içimde bir bölünme yaratıyor, bir yanım daha hızlı yürüyebilmeyi, grubun hızına uyabilmeyi istiyor, bir yanım da fiziksel kapasitenin farkında. Bölünme çaresizlik, sıkışmışlık hissi getiriyor. Vipassana’da yürüyüş meditasyonu vardır. Çevreyle ilgi kesilir, yalnız ayağın hareketlerine odaklanılır. Bir ara bakıyorum, bende durum aynen bu. Ne nereden geçtiğimizi görebiliyorum, ne çevremde ne olduğunu. En fazla görebildiğim yerdeki taşlar. Tüm dikkatim ve enerjim ayağımı yerden kaldırıp, diğerinin önüne dengeli bir şekilde atabilmeye yönelmiş durumda. Bir süre sonra üzerime bir sessizlik ve dinginlik geliyor. Bir düzlükte mola veriyoruz. Dinginlik sürüyor. Kalktığımızda tempomda belirgin bir hızlanma var.


Fotoğraf: İbrahim Kıyak

Akşam Belos’ta kamp yapıyoruz. Ocaklar yakılıyor, makarnalar, erişteler, ton balıkları, menü zengin, grup tecrübeli. Benim ocağım olmadığı için, nohutla yapılan bir çapati (bazlama gibi bir ekmek- grup da beğendi, ilgilenen olursa, tarifini yazayım) ile evdeki pazı ziyan olmasın diye yaptığım pazı kavurmasını yiyorum ilk gece. İki kişi çadır kuruyoruz, diğerleri uyku tulumlarında dışarıda yatmayı tercih ediyorlar. Benim çadır bir buçuk kişilik, içine zor sığıyoruz. Uykum kaçıyor (büyük ihtimal yorgunluktan, kaslarım atıyor ara ara), sağa sola da dönemediğim için, sonunda ben de dışarı çıkıyorum. Gecenin büyük bir bölümünde uyuyamıyorum ama yaşamımda bu kadar uzun bir süre gökyüzünü seyretmişliğim yok, büyük hediye oluyor. Gökyüzünün durup durup değiştiğini hiç görmemişim daha önce. Küçük yıldızlar beliriyor, sonra beyaz bulutumsu Samanyolu beliriyor, sonra daha başka yıldızlar görünür oluyor. Muhteşem bir şenlik. Dışarıda yatmaktan korkuyor muyum? İlk başta evet. Rüzgar esince, yapraklar düşüyor, çıtır pıtır sesler oluyor. Ancak tahminimden çok daha kısa bir zamanda gecenin güzelliği baskın geliyor. En son doğada uyku tulumuyla yatmışlığım- 1997 Ankara Hasandede. Bu kadar arayı uzatmamalı, beton tavana bunca mahkum etmemeli kendimizi, muhteşem yıldız manzarasıyla yüreği yıkamalı, bütünlüğü hissetmeli…


Devamı: Var tabii, Likya yürüyüşü yazısı olur da, kısa yazılır mı :))

2 yorum:

  1. yazılmaz elbet!
    bekliyoruz devamını...

    uyuz artçı

    YanıtlaSil
  2. Ha ha ha :))) Yürüyoruz, yazıyoruz, tamam, mola yok :))

    YanıtlaSil