16 Mayıs 2008 Cuma

Likya: Finike- Demre 3

Doğada uzun uyunmuyor, yine sabah erkenden kalkıyorum. Hava diri, aydınlık. Usul usul herkes de kalkıyor. Sarnıcın başında hem laflıyoruz kızlarla, hem siliniyor, diş fırçalıyoruz. Günlerdir ilk kapsamlı temizliğimiz :) Suyun kıymetini bir kez daha anlıyoruz.
Keyfim yerinde ama dizimin hali hiç iyi değil, kıvırdığımda müthiş acıyor. Dizimi kıvırmadan yürümeye çalışıyorum, tabii iki bacağı kullanmak gibi olmuyor. Grubu yavaşlatıyorum epey. Buna çok üzülüyorum. Ancak tüm dil dökmelerime rağmen, yolun bundan sonrasını kendim gitmeme izin vermiyorlar. Her birimiz farklı açılardan anlayış, sabır ve empati geliştiriyoruz. Tüm zorlu koşullara, farklı kişiliklere rağmen gruptaki uyum şaşırtıcı düzeyde.

Kısa bir süre sonra gerçek Alakilise’ye geliyoruz. Burası Melek Cebrail’in kilisesi imiş, daha ziyade inziva ve eğitim amaçlı bir manastır olarak kullanılmış. Çevresinde de birkaç yıkıntı bina var.


Alakilise- Fotoğraf: Ünsal Şahin

Bugün yol yemyeşil. Ağaçlar, türlü yeşil otlar, çiçekler. Arada buğday ekilmiş tarlalar. Tüm dikkatim yine patikada ama arada kafamı kaldırıp, etrafa da kaçamak bakışlar atıyorum.
Fotoğraf: İbrahim Kıyak

Zeytin’de yerleşim göremedik, patika dışında kaldı herhalde. Patikanın bir yerinde belki avcıların kalması için yapılmış bir platformun altından geçtik. Ahşap, kenarları naylonlarla da kapatılmış, müthiş manzaralı bir konaklama yeri var. Birileri yaşamın keyfini çıkarmayı iyi biliyor diye düşündüm. Rahatlıkla uyku tulumlarını çıkarıp kalınacak bir yer. Yürüme telaşından tam yerini tespit edemedim, ancak Zeytin yakınlarındaydı sanıyorum.

Zeytin’den Belören’e kadar yol güzeldi. Yürümesi de rahat. Her ne kadar benim ve gruptan birinin daha dizi sakatlanmışsa da, biz bile rahat yürüdük, normal şartlarda keyifle yürünebilecek bir yol.

Belören’in hemen girişinde bir sarnıç vardı. Arkasındaki evde oturan köylü kadın bize su çekti, şişelerimizi doldurduk. Biz de ona fazla pet şişelerimizi verdik, köy yerinde çok işe yarıyormuş. Yumurta aldık ondan öğle yemeği için. Daha yemeği yiyemeden araba yolundan yürümeye başladık ve bir süre sonra fark ettik ki, patikaya ulaşmak için dik bir yamacı inmek gerekiyor. Eğer grubun o zamana kadar gösterdiği anlayışa saygım ve hürmetim olmasa, hiçbir kuvvetin beni indiremeyeceği bir yamaç. Neyse ki grupta tecrübeliler var, en kolay yöntemi gösterdiler, totomuzun üzerinde kaya kaya indik. Bir de elimizde yumurtalar. Annemin bir lafı vardır: Fare giremediği deliğin önünde bir de kuyruğuna kabak bağlarmış. O hesap.

İndikten hemen sonra harika bir menemen yedik. Bol domates püreli, soğanlı, kimde ne ekmek varsa, paylaştığımız bir menemen. Tadı hala hatırımda.

Yolun bundan sonrası da hep iniş, ancak gölge yok. Epey sıcak. Demre’ye tepeden bakış güzel.


Fotoğraf: İbrahim Kıyak


Tam anlamıyla tıngır mıngır yürüyerek, sonunda birkaç seranın arkasından yola indik. Yaşam "Bunlar pek yoruldu, perişan oldu, dur ben bunlara bir iyilik yapayım" demiş sanki, tam indiğimiz yerde bir römorklu araç varmış. Doluştuk içine, saat dört buçuk gibi Demre’ye geldik. Birkaçımız hemen denize koştuk. Üzerimizdeki günlerin tozunu toprağını, güneş kremini ancak deniz paklar, dedik. Soğuk falan demeden, attık kendimizi sulara.

Parkurun bundan sonrasını yürümüş olduğum, dizime güvenemediğim ve de en önemlisi grubu yavaşlatmak istemediğim için, yolun geri kalanını yürümedim. Üçağız’a diğer sakatlanan arkadaşla arabayla gittik. Grupla orada bir gün geçirdik. Kale’de Sahil Pansiyon’da kaldık (www.sahilpansiyon.net). Hem makul fiyatlıydı, hem de manzarası güzeldi. Gruptakilerin komik ve renkli hikayelerine saatlerce güldük, her fırsatta denize girdik, tekne turu yaptık, denizin üzerinde 20-30 metre uçan bir balık –muhtemelen Akdeniz uçan balığı- gördük.

Demre’den ince bir kitap almıştım- Faruk Duman’ın “Piri, Kayıp Denizler Üzerine Bir Anımsama”:
Kitabı daha önce okumuş arkadaşlardan birinin de dediği gibi, daha dikkat verilerek okunası bir kitapmış, yine de iki arada bir derede bitirdim. Kitapta özellikle bir cümle çok hoşuma gitti:
“Bir zeytin sözcüğü, zeytin anlamına yalnızca bir kere gelir!”
Bizim de tüm uğraşımız; olan’ı, hikayelerden arınmış haliyle olduğu gibi görmek değil mi!

Kale’den Üçağız’a ekmek teknesiyle geldik. Ekmek dağıtımını beklerken, Ekin Pansiyonun sahibiyle karşılaştık- hani geçen sene benim Türk olduğuma inanmakta zorluk çeken kişi. Yine yolda tanıştığım İsrailli çiftten İtzik uğramış bu sene. Kulaklarımı çınlatmışlar. Bunu duymak içimi kıkırdattı. Likya yolu ahbaplarım var, şu yaşam ne ilginç. Üçağız’dan ekmek arabasıyla Kaş’a geldik. Orada da yine Likya yolu ahbaplarından Rita ve Kemal Bey ile buluştuk. Bize kapsamlı bir Kaş turu yaptılar. Çoğu kişinin bilmediği bir sarnıcı gezdik, dans eden kadınların mezarına girdik, sahnesiz tiyatroya gittik. Dereden tepeden konuştuk, gelecek için niyetler yaptık. Sanki görünmez iplerle bir Likya yolu ağı örülmüş gibi… Diyorum yaşam çok ilginç…

Evet… Bu kısa yürüyüşten pek çok şey öğrendim. Geçen seneki yürüyüşün notlarını okuyanlar hatırlar, yürüyüşe bir niyetle başlamıştım geçen sene. Ve bu niyette epey yol kat ederek yolu tamamlamıştım. Bu sene (insanoğlunun gözü aç tabii :)) birkaç niyetim vardı. Ana niyetim yine bana kalsın ama bakın niyetlerimden biri neydi: Yola çıkmadan önceki ayı kendi koşullarıma göre yoğun geçirmiştim ve çok yorulmuştum. Harcadığım enerjiyi daha yerine koyamadan yeni bir şeye girişiyordum. Bunu çalışmak istedim bu yürüyüşte: ‘yorgunluğu detaylı tanımaya’ diye niyet etmişim.

Al işte. İnsan neye niyet ettiğine de dikkat etmeli değil mi! Geçen seneki yürüyüşte fiziksel olarak bu kadar yorulduğum zamanlar olmuştu ancak kendi başıma olduğum için ihtiyaçlarımı gözetebilmiş, yorgunluğun keyfin önüne geçmesine izin vermemiştim. Bu sene grubun da ihtiyaçlarını gözetme isteği değişik bir deneyim oldu. Yüreğim her iki ihtiyacı da kapsayacak kadar genişleyebildi ancak fiziğin sınırlarını genişletecek bir çözüm bulamadım.

Ancak baktım, yorgunluk uzun süre ağır yük taşımakla çok ilgili. Yaşamda da kimi zaman zihnen çok yük taşıyabiliyoruz. Her seviyede sadeleşmenin önemini bir kez daha gördüm. Gerçek ihtiyaçlarımız hakikaten çok az. Niye yük ediyoruz kendimize de, eziyet çekiyoruz. Eve dönüşte yine bir posta evi dolandım, fazlalıkları ayırdım. Kağıtları ayıkladım. Zihnimde de bir hafifleme var, nasıl anlatılır bilmiyorum ama bir bırakmışlık hissi var içimde. Yaşam çantamı iyice hafif tutmak istiyorum bundan böyle.

Bir de kısa süreli dinlenmelerin önemini fark ettim bir kez daha. Kendi başıma yürüdüğümde hiçbir zaman uzun molalar verememiştim. Karanlığa kalmama telaşım olduğu için ve de bazen işareti kaybettiğimde uzun zaman işaret aradığımdan, uzun molalara zaman ayırmıyordum. Ancak sık sık 30 saniyelik, 1 dakikalık hem dinlendiğim, hem de çevrenin güzelliklerini hissedebildiğim molalar veriyordum. Bu molaların benim kondisyonumda birinin bile uzun parkurları yürüyebilmesini mümkün kıldığını bu yolculukta anladım. Ve yaşamda da böyle molaların ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Bazen yaşamın hayhuyuna kapılıveriyoruz, çevremizde olan biteni, güzellikleri göremez oluyoruz, çevremizle, kendimizle bağlantımız kopuyor. Gün içinde her saat bir 30 saniye “ne yapıyorum, ne haldeyim, çevremde neler oluyor, hangi güzelliklerin içindeyim” diye bilinçli bakmak yaşam kalitemizi ne kadar artırıyor… Bu yürüyüşten hatırladığım yegane anlar o birkaç saniyelik duruşlarda gördüklerim…

Bir de yorgunluğun ön hazırlık yapmamış olmakla ilgili olduğunu düşündüm. Bu yürüyüş için beden yeterince hazırlıklı değildi, ancak yaşamda da bazen zihnimiz yeterince hazırlıklı olmuyor. Bedenimde fazladan kilolar vardı, zihnimizde de fazladan gereksiz yükler oluyor, anılar, kızdıklarımız, affedemediklerimiz, bırakamadıklarımız. Bedenimde kaslar hazırlıklı değildi, zihnimizde de farkındalığımızın hızı gelişmemiş olabiliyor. Yaşam her türlü yokuşu, zorlu inişi getirebiliyor karşımıza, iç alemimiz hazırlıklı değilse, zorlanıyoruz. Nasıl hazırlanılır? Tanıyarak, gözlemleyerek kendimizi, zihin hallerini! Sadeleşerek, gereksiz (geçmişe ait) yükleri yokuşlara gelmeden zamanında bırakarak!

Yorgunluk birlikte yürüdüğün insanlarla, hız uyumuyla da ilgili. Yürüyüşten önceki dönemde de dıştaki yaşamın hızı benim kendi hızım ile uyumlu değildi. Bir süre sonra yaptıklarımın içi boşalmaya başladı. Hani hikayedeki gibi “ruhum arkada kaldı”. Bu yürüyüşte de benzer bir durum oldu, sanki yolun üzerinden kayıverdim gibi oldu, yola dokunamadım, yolu hissedemedim kimi zaman. Sizin ailede de olur mu, bizim ailede herkesin haklı olduğu durumlar vardır, kilitlenir kalırız. Bu grupta da öyle hissettim, hızlı yürüyebilen biri için yavaşlamanın ne kadar zor olduğunu o kadar iyi hissediyorum ki. Demek ki hızların uyumlu olduğu durumlar yaratmak en uygunu. Yola çıkmadan iyi düşünmeli, tartmalı. Kendi hızından memnunsan, hızlı bir grupla yürümeyeceksin; yok onlarla yürümek istiyorsan, öncesinde çalışacaksın. Bu kadar basit.

Yorgunluk kişinin kendini tanıması ile de çok ilgili. Mesela kas yapım gereği mi bilmiyorum, yokuş yukarı çıkmak benim için oldum olası zordur, nefesimi ayarlamakta zorlanırım. Bazıları için de yokuş aşağı inmek zordur. Ortaokulda falandım herhalde maratoncu Mehmet Yurdadön ile yapılmış bir röportaj hatırlıyorum. Yokuş aşağı inerken, hızını artırır, yokuş yukarı çıkarken de hızını azaltırmış. Çok mantıklı gelmişti o zaman, hala da hatırımda kalmış. Yaşamda da güllük gülistanlık günlerde iç aleme ilişkin çalışmaları artırmalı, zor koşullarda da enerjimizi idareli kullanmalıyız belki.

Dizimin sakatlanmasının ana sebeplerinden biri tek batonla yürüyor olmam olabilir. Diğer sakatlanan arkadaşın ise, hiç batonu yoktu. Baton bacaklara binen yükü azalttığı, denge sağladığı için çok yardımcı. Sakatlanan dizim batonun olmadığı tarafta. Demek ki yaşamda da tecrübelilerin tavsiyelerini dinlemek gerek, uygun donanımla yola çıkmak gerek. Geçen sene dizime bir şey olmamıştı ama koşullar değişebilir, her an açık olmak gerek. Her deneyim yeni bir öğrenme, yeni bir zenginlik…

Diğer niyetlerime ilişkin daha pek çok ders var, onlar şimdilik bana kalsın…

Öyle böyle; yaşamımda hiç yapmadığım nice şey deneyimledim bu kısa yolculukta: bir grupla doğada kamp yaparak yürüdüm, yürüyerek 1811 metreye çıktım, çadır taşıyarak kamp yaptım, doğada gökyüzünü bir gece boyu izledim, uçan balık gördüm, sarnıçtan su içtim, daracık çadırda üç kişiyle kalıp, uyudum. Yaşamımın ezberini bozdum yine.

Anlayış, destek, sabır ve uyumlarından dolayı tüm gruba; grubu başından sonuna taşıyanlara, grubu önden çekme ve arkadan itme dengesini tutturmaya çalışanlara, konaklama yerlerini seçmekten tekne ayarlamaya kadar organizasyon yapanlara, teşvik edici sözlerle iç ferahlatanlara, bilgi ve deneyimlerini paylaşanlara, dağ başında çantalarından sürpriz yiyecekler çıkararak hepimizi şaşırtanlara, çenemiz ağrıyıncaya kadar bizi güldürenlere gönülden teşekkür… Yolunuz hep açık olsun, nice güzelliklerde yürüyesiniz...

Bana gelince; görülen o ki, şu Likya yolunun yürüyemediğim bölümlerini böyle böyle tamamlayacağım. Bakalım yeni maceralar hangi ezberleri bozacak :)))

Not: Kate Kaçkarlar'da benzer bir patika düzeni oluşturmuş, kitap çıkarmış. İlgililere duyurulur :))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder