15 Mayıs 2008 Perşembe

Likya: Finike- Demre 2

Likya yollarında ikinci günümüz... Belos'ta kamp yaptıktan sonra sabah erkenden yola çıkıyoruz. Yine tırmanma tabii. Geçtiğimiz yolları anlatamayacağım, zira yine taşlara odaklanmış haldeyim. Bir ara bir çoban aile ile karşılaşıyoruz. Fotoğraflarını çekiyor bizimkiler. Gönderelim diyoruz, çobanın oğlu bize bir internet adresi veriyor :) Yurdumun insanına dağda, tepede internet ulaşmış ne diyeyim. Burada bir sarnıç var, boş şişeleri dolduruyoruz- su topraklı gibi ama susuzluk daha zor olabilir.

Çoban bize kestirme bir yol tarif ediyor. Bu yoldan çıkarken, burnum yere değiyor, öyle dik geliyor bana. Bir ara bedenimin tepkilerinden endişeleniyorum. Nefes almakta güçlük çekiyorum. Allahtan grup lideri fark ediyor da, çantamın yükünü paylaşıyorlar. Çadırı ve suları taşıyanlara nasıl minnet duyuyorum. Sürekli çıkış. Haydi gayret, haydi gayret! Grup liderine dik yokuşlarda 30 saniye nefes molası ricasında bulunuyorum, sağolsun kırmıyor, nispeten rahat şartlarda tırmanmaya devam ediyoruz.

Bir ara kalın gövdeli, yaşlı ağaçların olduğu bir yaylaya geliyoruz. Burada dallarının ucu gökyüzüne kıvrılmış, mavimsi çam türündeki ağaçlar içimi coşkuyla dolduruyor. Adlarını bilmiyorum, grup lideri türünü söylüyor ama şimdi hatırlamıyorum. Sedir ağaçlarının da yaşlı, kırışmış yüzlere benzeyen gövdeleri nedense içime bir güven hissi veriyor. Burada pek çok sarnıç var. Hatta sarnıçların yanına suyun rahat toplanabilmesi için naylondan örtüler yapmışlar. Epeyce de baraka var. Ancak daha taşınmamışlar, bir aileden başka kimse yok.

Öğle yemeği için yine küçük bir düzlükte duruyoruz. Bu molada da bir su birikintisinde banyo yapan kırlangıçları görebiliyorum. Doğayla bağlantıda hissedebildiğim anlardan biri…


Çantalar öğle yemeği molasında :) - Fotoğraf: İbrahim Kıyak


Yolda kafamı kaldırabildiğimde görebildiklerim; ince, zarif taç yapraklarıyla çok asil duran sarı çiçekler, kırmızı dağ laleleri, çeşit çeşit mor çiçekler, ebegümeçleri, devedikenleri, geniş yapraklı kekikler, kalın gövdeli ağaçlar… An'lık sevinçler yaşıyorum...


Molalar da ayrı sevinç elbette :)) Fotoğraf: Asu Özdemir


Yanlış hatırlamıyorsam, İncegeriş Tepesi’nden sonra tuhaf bir ormana giriyoruz. Ağaçlara bir hastalık gelmiş anlaşılan, üzerleri grimsi bir kara yosunuyla kaplanmış, ormanda hayatiyet yok sanki. Kimilerinin gövdeleri bembeyaz, hayalet gibiler. Hava da kapalı. Yüksekte olduğumuz için bulutların içinden yürüyoruz ara ara. Sisler ormanındayız sanki. Kimi yerde ağaçlar görünmüyor, gri-kahverengi sisler arasında sanki masal devleri var ileride. Ara ara iç ürpertici, ara ara keşif heyecanı veren bir yer. Akşama Zeytin’e varmak hedeflendiği için, yine durup bakamıyoruz ama Tarkovski’nin filmlerinden fırlamış bir ormanda sessiz sessiz ilerliyoruz. Sanki zaman durmuş, hayat durmuş gibi.



Sisler Ormanı- Fotoğraf: İbrahim Kıyak


Bir süre sonra iniş başlıyor, yolun başından beri hevesle beklediğimiz iniş. İniş çıkıştan daha zor olur mu? Olur. Saatlerce zikzaklar çizerek, taşlı bir patikadan iniyoruz. Saat ilerliyor. Yağmur yağdı yağacak. Bu yokuşta çadır kuracak bir düzlük de yok, yürümek durumundayız. Dizimde ara ara ağrı hissediyorum. Bir sonraki dönemeçte inişin biteceği ümidiyle yürüdükçe yürüyoruz. Grupta iki kişide yükseklik ölçer var da, daha ne kadar ineceğimizi bilebiliyoruz. Tabii bu bilgi yararlı mı, değil mi, bir süre sonra karar veremiyorum. Bir de bu yolu tersten yürüyenler bu yokuşu nasıl çıkıyorlar diye şaşıyorum.

Yola çıkıştan 12 saat kadar sonra bir yıkıntı binaya geliyoruz. Burayı Alakilise diye düşünüyoruz. Zaten çoğumuzun bir adım daha atacak hali yok, yere yapıştık.

İkinci kamp yerinden manzara- Fotoğraf: Asu Özdemir

Hava soğuk. Çadırları kuruyoruz. Alelusul bir şeyler yeniyor. Alelusul diyorum ama her ocakta ayrı yemek pişiyor. Bir ara bir kamp yemekleri kitabı yazmalı diye düşünüyorum, menu gayet yaratıcı.

Bu arada dizim iyi değil, kıvıramıyorum, müthiş acı veriyor. İlaç sürüp, arkadaşlardan birinin dizliğini takıyorum ama durum hiç iç açıcı değil. Bakalım sabaha ne olacak diye endişelenmeyi sabaha bırakıyorum.

Yakında bir sarnıç var. Suyu süzüp, kaynatarak kullanıyoruz. Nasıl oluyor bilmiyorum içimizden biri pırıl pırıl sular çekiyor sarnıçtan, geri kalan hepimiz çerçöple dolu sular çekiyoruz. Bir püf noktası var herhalde.

Oldukça yakında tuhaf bir ses çıkaran bir hayvan var, dana mı, manda mı, inek mi, bilemiyorum. Ancak bir tek o bağırıyor ve tüm vadide sesi yankılanıyor. Gece ara ara uykumdan uyanıyorum bu sesle, bir keresinde uykumun arasında ayı mı geldi yoksa diye düşünüyorum, öyle acayip bir ses :) İki gece uykusuzluktan ve onca yorgunluktan sonra baygın düşüyorum, ayı da gelse umrum değil pek. Tam bir bırakış hali yani :)))

Devam: 'Bıraktığımız' yerden yarın devam tabii :)))

2 yorum:

  1. hoşgeldin Hale :)
    Günlerdir yolunu bekliyorum desem yalan olmaz. Özlemiştim seni, bakışını.
    Hani bu boşluk da iyi oldu aslında, eski yazılarını bir kez daha okuyup, yeni, çok farklı şeyler farkettim ilk okuduklarıma göre. her defasında yeni, sanki ilk kez okunuyomuş gibi. ne güzel. eline dilene yüreğine sağlık.
    tuğba

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim...
    Aslında ben de nasıl özlüyorum yazı yazmayı. Yaşamın başka alanlarına odaklandım son aylarda. Yazıların farkındalığı artırdığını okumak içime çok iyi geldi. Biraz daha odağımı buraya kaydırmaya niyet ediyorum. Yorumlar beni besliyor, senin de yüreğine sağlık, neşe, huzur... :)

    YanıtlaSil