21 Aralık 2007 Cuma

Hindistan- Bodhgaya Yollarında

Yıl 1997. Sosyal hizmet alanında çalışanların değişim programıyla Hindistan’dayım. Program beni Bombay’e yerleştirdi. Buradaki sosyal hizmet kurumlarını geziyorum. Bununla ilgili çok uzun bir rapor yazmıştım dönüşte, olur da ilgi duyan olursa, göndereyim.

Program 3 ay sürüyor. Yılbaşı öncesinde bize 2 hafta tatil verdiler. Çeşitli ülkelerden gelen katılımcıların çoğu Hindistan’a ilk kez geliyor, herkes turistik yerlere gitme planları yapıyor. Bir çoğu Rajastan’a gidecek, Tac Mahal’i, Agra’yı görecek. Benimse niyetim Bodhgaya’ya gitmek. Burası Buda’nın aydınlandığı yer. O dönem Buda’nın söylediklerine ilgi duyuyorum ancak bu yaşamda hiç Budist olmadım. Budist değilim ama Buda’dan yararlanmak istiyorum. Aynı Mevlevi olmadığım ama Mevlana’dan yararlanmak istediğim gibi. Yine de o dönemlerde ilgi alanlarım çevremi endişelendiriyor. Babam ben evlenmeden önce Haluk’la baş başa görüşmek istemişti. Bir anlam veremedik. Çeşitli konulardan konuşmuşlar, sonra babam gizli bir şey söylemek üzere olduğunu ima eden bir tavırla Haluk’a: “Oğlum sana bizim kızla ilgili bir şey söylemem lazım. Tam da bilmiyorum ama bizimki Budist olabilir.” demiş. Haluk ile sonrasında uzun uzun kahkahalarla güldük. Yüreğimin yolu nereden geçtiyse, orada yürüdüm ben, sanırım hepsi bu…

Programda Hintli bir adam var, herkesin tatilde gideceği yerler için yardım ediyor. Tren bileti, otel ayarlıyor. Adamı hiç gözüm tutmadı. Ne vardı adamda bilmiyorum. Bana da geldi, gideceğim yerle ilgili yardım teklif etti. İstemedim, ısrar etti. Bodhgaya’ya gideceğimi söyledim. Şaşırdı. Çok uzak olduğunu, orada ne yapacağımı sordu. Belki bir meditasyon kursuna katılabileceğimi söyledim. Kendisinin mensubu olduğu bir gruptan söz etti. Bana da bir broşürünü getirdi. Kağıtta vipassana meditasyonu yazıyor. Daha önce hiç duymamıştım. 10 gün boyunca hiç konuşmuyorlarmış, sürekli meditasyon yapıyorlarmış. Çok sağolsun, ben almayayım, o kadar uzun süre konuşmadan durulur mu! Bu adamdan gelen ne kadar hayırlı olabilir ki zaten! Nazikçe ilgilenmediğimi söyledim. Neyse Varanasi’ye kadar tren bileti almamda yardımcı oldu.

Şimdi günlükten devam edeyim:

22/12/97
Trendeyim, müthiş bir yolculuk geçiriyorum. Bir kere yerim çok rahat. Yer dediğim koltuk değil, bir ranza yatak, üstteyim. Bütün günüm yatakta geçiyor gibi. Uyuyorum, uyanıp kitap okuyorum. Daha da güzeli, 30 kişilik bir grup var. Çoluk boncuk seyahat ediyorlar. Sabah bana kahvaltı verdiler. “Siz de bizden biri oldunuz” dediler. Çok neşeliler, şarkılar, kahkahalar, tam şamata. Öğlen bir ara uyumuşum, uyandırdılar, “yemek vakti” dediler. Bana nasıl güzel bakıyorlar anlatamam. Herkes tek tek gelip, daha yemek isteyip istemediğimi soruyor. Dün yola çıkmadan, trende yemek işini nasıl halledeceğimi düşünüp telaşlanıyordum. Hale bak! Üstelik de çok eğlenceli. Bir o kadar da güvenli. Çantalarımı rahatça bırakıp, tuvalete gidebiliyorum. Yolculuk 31 saat sürdü, yaşamımdaki en uzun tren seyahati.

23/12/97
Sabah 5te Varanasi’ye vardık. Hava karanlık. Lonely Planet’ta gördüğüm bir otele eşyalarımı bırakıp, Ganj kıyısına yürüdüm. Ateş etrafında toplanmış adamlar vardı sokaklarda, kimileri kaldırıma büzülüp yatmış. Biraz korkuyorum yalnız başına yürümekten ama “hem korkarım, hem giderim” hali içindeyim. Güneşin doğuşunda Ganj kıyısında ayinler yaparlarmış kitapta okudum, bunu görmeye gidiyorum. Gerçekten kimi suya girmiş, kimi şarkılar (zikir yapıyorlar herhalde ama ben o zaman şarkı sanıyorum) söylüyor. Kimi kayıkla geziyor. Bazıları da kurutulmuş yapraklardan yapılmış kapların içine mum koymuşlar, bunu Ganj’ın üzerine bırakıyorlar. Ben de dilek dileyip, bir mum yolladım. Hava sisli, mumlar çok güzel görünüyor Ganj’ın üzerinde. Masal diyarı gibi.

Öğlen bir lokantaya girdim. Hiç müşteri yok. Yine de bir masaya oturdum, yemekleri ısmarladım. Rehber kitaba bakıyorum. Bir adam belirdi masanın başında. İskandinav ülkelerinden birinden, tipi öyle. “Oturabilir miyim?” dedi. “Elbette” dedim. Laflıyoruz. Nereye gittiğimi sordu, “Bodhgaya” dedim. O da oradan gelmiyor muymuş! Bulabilirsem, bir meditasyon kursuna gitmek istediğimi söyledim. Bana vipassana meditasyonundan söz etmeye başladı. Bu ismi daha önce duymuştum galiba. Şu hiç hoşuma gitmeyen adam da bu meditasyondan söz etmemiş miydi! İlgiyle dinler gibi görünüyorum ama içimde sözler sanki bir kulağımdan giriyor, bir kulağımdan çıkıyor. Yine de teşekkür ediyorum.

24/12/97
Varanasi’den Gaya’ya trendeyim. Bu kez tıkış tıkış bir kompartımandayım. İnsanlar, eşyalar, kokular, sesler, oturduğum yerde yoruluyorum. Yanımda iki rahip oturuyor, portakal rengi kıyafetler giymişler. Bir süre sonra benimle konuşmaya başlıyorlar. İngilizcelerini anlamak için kulaklarım dört büklüm oluyor. Bodhgaya’ya gittiğimi, bir meditasyon kursu aradığımı söylüyorum. Gülüyorlar, hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyorlar ama ara ara bazı kelimeleri anlasam da söylediklerinden anlamlı bir bütün çıkaramıyorum. Ben de gülümseyip, başımı sallıyorum.

Trenden indik rahiplerle beraber. Bodhgaya’ya gitmek için bir rickshaw (3 tekerlekli taksi) tutmak gerekiyormuş. Rahipler de oraya gidiyor, beni de alıyorlar. Söylediklerinden beni bir meditasyon merkezine bırakacaklarını anlıyorum ama tam da emin değilim.

Tangır tungur uzunca bir yolculuktan sonra, büyük demir bir kapının önünde duruyoruz. Rahipler gülüyor da gülüyor. Neredeyse beni bahçeye itip, gidiyorlar gibi. Taksi için para da almıyorlar. Yalnızca gülüyorlar.

Gittiler. Ben ve çantam bahçede öyle duruyoruz. Etraf sessiz, kimseler yok. Sarı binaya giriyorum. Neyse bir hoca beliriyor. Meğer burası vipassana meditasyonu yapılan bir yermiş. International Meditation Center. Burada yalnızca bu meditasyon yapılırmış, inziva yeriymiş. Bu rastlantı mı şimdi? Yaşam beni resmen buraya taşıdı. Nedir bu vipassana dedikleri acaba, her yerde karşıma çıktı. Ben unutsam da, ilgilenmesem de, yaşam beni görünmez ve görünür ellerle buraya ulaştırdı. (Üstelik de Hindistan’da çok yaygın bir meditasyon şekli değilmiş vipassana, sonradan öğrendim)

Bu yazıyı yazarken, ara ara günlüğü bırakıp, olayların günlükteki boşluklarını doldurmak durumunda kalıyorum. Şimdi yine günlüğe döneyim:

Şu anda vipassana öğrenmek üzere bir meditasyon merkezindeyim. Bu akşam okuduğum, yazdığım, konuştuğum son akşam. Yalnızca 8 günüm olduğunu söyledim buradakilere. 8 gün boyunca değişik bir farkındalık eğitimine giriyorum. Elle tutulur bir sonuç almak için 6 hafta gerekliymiş. 1 hafta bile gözümde büyüdü. Çok zor bir çalışma. Basit görünüyor ama feci zor. Benim hayal ettiğimden tamamen farklı. Aslında hiç de emin değilim yapabileceğimden. Ya ağır gelirse, ya çok zorlanırsam. Bir terslik olur mu acaba. Ben de kendimi ne acayip şeylerin içinde buluyorum. Ancak kardeşim herkes de vipassana, vipassana dedi. 7 gün konuşmadan nasıl dururum, akıl karı değil. Acaba vaz mı geçsem? Hocayla konuşsam da, bir günlük deneme mi yapsam? Benim bünyem böyle şeylere alışık değil. Bir kere sıkıntıdan ölürüm herhalde. Of of.

2/1/97
Neler yaşıyorum Yarab! Her gün başka bir deneyim. Yazamıyorum ve hepsi unutulup gidecek. Belki de doğrusu bu. Tortular işe yarayan kısım zaten.

Birkaç kişiyiz burada meditasyona birlikte başlayan. Aslında 3. Bizden bir gün önce başlayanlar var. Epey eski iki kişi var. Asıl hoca Kalküta’da olduğu için, bize ilk başlatmayı onun öğrencisi yaptı. Ertesi gün asıl hoca geldi. Rastrapal Mahatera. (2007 yorumu: Bu hoca benim vipassana yolunda asıl hocam diye kabul ettiğim hoca oldu.)

Hoca diyor ki, “Ne yaparsan yap, hareketinin/zihninin farkında olacaksın. Yürürken, yemek yerken, otururken, yatarken hep farkında olacaksın. Düşüncelerinin, hislerinin farkında olacaksın. İşitme, tatma, koklama, dokunma, görme duyunu fark edeceksin.”

Bundan daha doğal, daha basit ne olabilir. Hiç uçuk kaçık bir şey değil. Zaten ne yaşıyorsak, onu fark etmemiz doğal değil mi! Ne yaşadığımızı fark etmiyorsak, yaşıyor muyuz ki. Bu meditasyonda hiçbir müdahale yok, zorlama yok, ekleme yok, çıkarma yok. Öylesine gözlemek, fark etmek var. Ne kadar doğal…

“Aklına ne gelirse gelsin, ona odaklan. İyi, kötü diye niteleme yok. Niye yapamıyorum diye hayıflanma, kendine kızma yok. Kendini suçlama, yargılama yok. Sadece ne oluyorsa, onu fark et ve ismini söyle, yani etiketle. Bu görme, bu duyma, kızgınlık, sıkılma, ağrı diye etiketle, hepsi bu.”

“İyi meditasyon, kötü meditasyon yok. Kafan çok dağıldıysa ve bunun farkındaysan, bu çok iyi bir meditasyon. O zaman dağınıklığı fark et, ‘zihnim çok geziniyor’ de.”

Mest oldum. Bu tekniği öğrendiğim ilk anda kalbime şık diye oturdu. Nasıl mutluyum. Tam aradığım bu. Zihnimi gözlemlemek, zihnimi temizlemek. Vakıfta gençlerin hayatlarıyla ilgili kararlar almak zorunda kalıyorum kimi zaman, eğer zihnim temiz olursa, onlara da daha iyi yardım edebilirim. Zihnimde kızgınlık, endişe olmazsa, her şeyi açıklıkla görürüm. Çok sevinçliyim, çok.

Hoca diyor ki, “Hastalığına odaklanırsan, geçmez. Ne hissediyorsan, ona odaklanacaksın. Acı, ağrı, kaşıntı, titreşim, sıcaklık, üşüme, batma, sertlik, uyuşma, karıncalanma, basınç vs.” Hoca ne hastalığın olursa olsun geçeceğini iddia ediyor. Bunu meditasyonun yan etkisi olarak niteliyor.

Burada program epey sıkı. Sabah 4:30da kalkıyoruz. Önce 30 dakika yürüme meditasyonu, sonra 1 saat oturma meditasyonu. 6da kahvaltı. Sonra bütün gün bir saat oturma, bir saat yürüme dönüşümlü meditasyon yaparak, akşam 22ye kadar çalışıyoruz. 11de de öğle yemeği. Bir daha yemek yok. Yani akşam yemeği yemiyoruz. Bunu ilk duyduğumda, kulaklarıma inanamadım. Bu merkeze beni atıverdiler resmen, Bodhgaya’ya ayak basamadım bile. Keşke yanıma yiyecek bir şeyler alsaydım. Ya dayanamazsam.

Banyolu bir odada tek başına kalıyorum. Hava akşamları epey soğuk. Ama gündüz rahat. Yürüyüş meditasyonu çok ilginç. Çok çok yavaş yürümemiz gerekiyor. Şaşkınlık içindeyim, zira yavaşladıkça yürüyemiyorum. Bir türlü dengede duramıyorum. Ayaklarım titriyor, farkında falan olamıyorum zira tüm dikkatim düşmeden yürümekte. Hatta bir sefer duvara tutunup da yürümeyi denedim. Adımın değişik bölümlerini fark etmemiz gerekiyor. Önce epey sıkıcı geldi ama sonra acayip ilgimi çekti. Dışarıdan uzaylılar gibi görünüyoruz herhalde. O kadar yavaş yürüyoruz ki. Yalnız çok ilginç. Ne kadar çok kasımızı kullanıyormuşuz yürürken. Hoca yalnızca ayağımıza odaklanmamızı söyledi ama ben tüm bedenimi izliyorum. Çok ama çok şaşırdım. Yürümek aslında çok zor bir şey olmalı. Denge konusu müthiş.

Asıl hoca geldiğinde, bizleri tanımak istedi, salonda toplandık. Herkes kendini tanıyor, böylece biz de birbirimizi tanımış oluyoruz. İsrail’den iki kişi, Fransa’dan iki kişi, birkaç Hintli, Bangladeşli ve başka ülkelerden de birkaç kişi. Birbirimizle konuşmamız, birbirimize bakmamız yasak. Yüzlerimizi neredeyse görmüyoruz, kimsenin göz rengini bilmiyorum. Nedenini sordum hocaya, konuşmanın zihinde çok düşünce ürettiğini söyledi. Burada meselenin içe bakmak olduğunu anlattı. Birbirimize baktığımızda da konuşma isteği duyacağımız için ve yine zihnimiz yargılar, düşünceler üreteceği için, en iyisi hiç bakmamak olduğunu söyledi. Bunların yasak değil, bedeni ve zihni izlemek için, içe bakmak için, kendini keşfetmek için, kendini bilmek için yardımcılar olduğunu anlattı. Gülerek, yaşamım boyunca zaten çok konuşmuş olduğumu, birazcık sessiz olmanın zararı olmayacağını söyledi, uzun uzun güldü. Sevimli bir adam. Yöntemi çok sevsem de, acayip geliyor tabii. Ama hocanın açıklamaları içime uygun geliyor.

Hoca yaşlı bir adam. Sanırım biraz unutkanlık da başlamış. Bilgisi yerinde ama kulakları tam duymuyor. Bir şey anlatırken, bazen ne anlattığını unutuyor, bazı olayları tekrar tekrar dinliyoruz, 1972de olmuş bir olay var mesela, onu bazen üst üste 3 kere dinliyoruz. Her akşamüstü grup toplanıyor, hoca o gün ne hissettiğimizi soruyor, anlatıyoruz. Bize paylaştıklarımıza ilişkin bir şeyler anlatıyor. Birçoğundan çok yararlandım. Kimi zaman aynı şeyleri anlattığı için, gülmem geliyor. İlk gün hepimiz krize girdik. Biri patladı ve hepimiz gülmekten öldük. Aslında o kadar da komik bir şey yoktu ama o kadar çok güldük ki. Gerçekten olayları çok güzel anlatıyor, kendi de gülüyor. Ama biraz da tekrarlar bizi öldürüyor. (2007 yorumu: Bu gülmeler öyle tipik ki, pek çok inzivada, sessiz çalışmalarda şahit oldum, sıkışmış enerjinin açığa çıkma yollarından biri. Koyver gitsin :))

Meditasyonlarım karışık geçti. Kimi zaman zamanın nasıl geçtiğini anlamadım, kimi zaman sıkıntıdan patladım. Özellikle sabahları uyumamak için kendimi zor tutuyorum ve eziyet gibi geliyor. Ama çok değişik farkındalıklar yaşıyorum. Bedene ve zihne bakmak çok ilginç. İçimde neler varmış öyle. Film gibi.

Ancak arada nasıl harika fikirler geldi aklıma. Bir şey yazmayın diyorlar ama ben dayanamayıp bu fikirleri yazdım. Evimdeki eşyaların yerlerini nasıl değiştireceğimi, gençlerle nasıl çalışmalar yapabileceğimizi uzun uzun yazdım. (2007 notu: Bu inzivalarda hep başımıza gelen bir şey bu, zihin çalışmayı seviyor. Dışarıyla ilişki en aza inince, yaratıcılık artıyor. Ancak aynı zamanda zihin bu gözlem halinden kaçmak, kendini eğlendirmek istiyor. Pek bu oyunun içine düşmemekte fayda var. Çıkan fikirler gerçekten çok iyiyse, sonradan insan hatırlıyor zaten. Ama baktınız ki, iyice yapıştılar zihninize, kısacık not alıp, çıkarın zihninizden. Benim gibi uzun uzun yazmayın yani :))

Yürüme meditasyonunu binanın terasında yapıyoruz. Geceleri çok güzel oluyor. Yıldızları seyrediyorum. Gündüzleri de güneşte ısınmak harika, arada güneşle konuşuyorum da. Çamaşır yıkıyorum her gün, terasta ipe asıyorum, sonra bunları eviriyorum, çeviriyorum. (2007 notu: Böyle inzivalar yapanlara, bunlar da tanıdık geliyordur. Otla böcekle konuşmalar, durduk yerde iş çıkarmalar, kalınan yerin nasıl daha kullanışlı yapılabileceği için fikirler üretmeler. Zihin meşgale çıkarmayı seviyor. Oysa bu tür inzivalar için zaman ve enerji kaybı, inziva için ayrılan zamanı pek uygun değerlendirememe hali. Sonraki inzivalarımda bunlara pek kapılmamaya gayret ediyorum. Ama o zamanlar henüz bilmiyorum.)

Hoca da o kadar şefkatli ki. Bizim iyiliğimizi istediğini derinden hissediyorum. Çok da komik bir adam. Çok teşvik ediyor bizi. Ne dersek diyelim, “Very good, very good” diyor. Öyle ki, “Çok düşünce vardı, mahvoldum, iki de bir kendimi yine kaybolmuş buldum” diyorsun, “very good, very good”. Gerçekten “very good” mu bilmiyorum ama kendimi iyi hissediyorum. (2007 yorumu: tabii ki very good. Zihinde ne olduğu önemli değil, önemli olan, farkındalık. O an’da bedende ne oluyor, zihinde ne oluyor, onu fark edebilmek, gözlemleyebilmek)

Tabii aklıma bir sürü soru geliyor. Hocaya sordum bir gün. Güldü, “Tüm cevaplar içinden gelecek, bana sorma” dedi. Tabii birçok hocası olmuş, birçok kitap okumuş, sonra cevapların içinden geldiğini düşünmüş diye tahmin ediyorum. Bir de ona soru sormamam için böyle bir açıklama yaptı sanırım. Yoksa cevap içten nereden gelecek? Bak soruyorum, hiç cevap falan duymuyorum. (2007 yorumu: ha ha ha :) Cevapları fark etmiyorsam, hoca ne yapsın!)

Gruptan biri düzenli ilaç alıyormuş. Bir gün hoca ne için ilaç içtiğini sordu. Epilepsi için imiş. Birkaç gün sonra hoca “Size çok önemli bir şey söyleyeceğim” dedi heyecan içinde. Bu tür hastalıkların vipassana meditasyonu ile iyileştiğini anlatıyor. Bir de rahip getirmiş iyileşmiş olan. Yürüyemeyen bir adamın da nasıl iyileştiğini anlatan bir mektup okudu. Merkezdeki minibüsü de bu adamın verdiğini anlattı. Adam yürüyemediği için bu minibüsle getirmişler. Sonra yürüyünce, hediye etmiş. Hoca nasıl heyecanlı. (2007 yorumu: Benim bu konuda bir deneyimim, bilgim, haberim yok ama olabileceğine ilişkin hissim var.)

Bir arkadaşımın epilepsisi var. Ben de heyecanlandım, acaba işe yarar mı? Gizli gizli o çocuğa gidip adresimi verdim, işe yararsa bana bildirmesini rica ettim. (2007: İşe yaradı mı, epilepsisi geçti mi, bilmiyorum. Ama bu kişiyle sonra birkaç kez yazıştık ve bana vipassana yolunda harika rehberlik yaptı, tam doğru zamanda doğru hedefleri gösterdi. Bugün yolda görsem tanımam herhalde ama bu yolda kardeşim gibi hissettiğim bu kişiye de gönülden teşekkür.)

Hoca raporları tek tek aldı bugün. Uzun uzun konuştuk. İşimi sordu, toplumun suç saydığı eylemlerde bulunmuş çocuk ve gençlerle çalıştığımı duyunca sevindi, onlara bu tekniği öğretebileceğimi söyledi. Pek gözümde canlandıramadım ama olsa iyi olurdu tabii diye de düşündüm. Tekniği öğretebilecek kadar öğrendiğimi, çok hızlı geliştiğimi, beni bırakmak istemediğini söyledi. Tam hızlanmışken, hiç olmazsa birkaç gün daha kalmamın çok iyi olacağını anlattı. Durumumu, programa katılmam gerektiğini açıkladım. İyiliğimi o kadar içten istiyordu ki, baba gibi, kimi zaman gözleri doluyordu. Tekrar –bu kez uzun kalmak üzere- geleceğimi söyledim. Ağustos’ta tatilim olduğunu, belki o zaman gelebileceğimi söyledim. Pek sevindi.

Yola çıkmadan hiç olmazsa Bodhgaya’yı birazcık olsun görmek istiyorum. Gündüz gezeceğim, akşam da kurallara aykırı olduğu halde odamda kalabileceğim. Yalnız hoca akşam meditasyonuna katılmamı istedi. Köye inmek beni çok yordu. Ancak müthiş dingindim tüm o gürültünün, karmaşanın içinde. Kendimi çok iyi hissettim. Günlük yaşamda zor karar alan biri olmama rağmen, çok kolay karar verebildiğimi fark ettim. Buda’nın aydınlandığına inandıkları ağacın bulunduğu yere gittim. Pek kimse yoktu. Bu vipassana meditasyonu Buda’nın önerdiği bir yolmuş. Hem de en ana yollardan biriymiş. Herhalde oraya giden herkesin yaptığı gibi ağacın altında biraz oturup, meditasyon yapayım dedim. Ha merkezde meditasyon salonundayım, ha burada, hiçbir fark yok. Zihindeki süreçler yine aynı, bol bol düşünme, bekleme, arada kaşınma, sıcaklık, bildik gerçekler. Bir huşu, bir farklılık, bir aydınlanma kırıntısı bekliyorum ama yaprak kıpırdamıyor. (2007 yorumu: Bunları yazarken, içimden kat kat gülme geliyor, ne sevimli halleri var şu zihinlerimizin, sizinkiler de böyle mi :) )

Öğlen gibi merkeze döndüm, çünkü çok yoruldum. Akşam çok güzel bir meditasyon geçirdim. Kafam çok doluydu ama çok berraktı. Pek çok şeyin farkına vardım. Hoca akşam raporunu grup halinde aldı. Dışarıdaki yaşamla karşılaşmamı anlattırdı bana. Sonra yine komik bir şeyler anlattı, gözümüzden yaş gelene kadar güldük.

Sabahki meditasyona da katıldım. Sonra eşyalarımı alıp, hocaya teşekkür etmeye gittim. Hoca ille kahvaltı diye tutturdu. “Önemli değil” diyorum. Bir baba gibi, hatta anne duyarlılığında. “Kahvaltı etmeden seni bir yere yollamam” diye tutturdu. Yine kurallara aykırı olmasına rağmen, diğerlerinin yanına oturttu beni. Kendi servis yaptı. İçim eridi içtenliğine. Ben de bize öğretildiği gibi ağır ağır, hareketleri, tatları, sesleri fark ederek yedim. Hoca gülüyor da gülüyor, “Otelde de böyle yersen, sana deli gözüyle bakarlar, dikkat et” diyor. Yine gülerek, beni uğurladı.

3/1/98
Bugünden itibaren her gün meditasyon yapmaya karar verdim. Becerebilirsem, her sabah ve her akşam en az 5 dakika meditasyon yapacağım. Biraz önce ilk denemeyi yaptım. Tek mesele hatırlayabilmek. Ancak güzel tarafı ille mum gibi oturmak gerekmiyor, trende de yapabiliyorum. Her koşulda, her yerde, her halde yapılabiliyor. Yapılan da bir şey yok ya, işte gözlemleniyor diyeyim. Bu iş böyle 8 günle olmaz, daha uzun gelmeli. Daha tam kavrayamadan bitiverdi. Ağustos’a ayarlanabilir miyim acaba?

Gelecek macera: Yetmedi
, İkinci kez Hindistan…

5 yorum:

  1. hep yaz olur mu hale'cim...inziva deneyimlerini okumak o kadar ilginç ki benim için. paylaştığın için çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Şadancım,
    Bu sabah evden çıkacaktım ki, bu satırlarını okudum. Bir şevk geldi üzerime. Oturdum, daha önce yazmış olduğum ama son düzenlemeyi bekleyen bir sonraki yazıyı düzenleyip, bloga koydum. Yani bugünkü yazı senin cümlelerinin enerjisiyle doğdu :) Çok sevgiyle

    YanıtlaSil
  3. çok sevindim buna.
    yeni yazıları da dönüp dönüp okudum, çok iyi geldi, iyi geliyor hep.
    paylaşmak istediğim o kadar çok şey varki, şimdilik biriktiriyorum.
    sevgiler.

    YanıtlaSil
  4. Şadancım, biriktirdiklerini okumak için hevesle bekliyorum... Haydi ilham ver bize...

    YanıtlaSil
  5. yazdıklarınızı.. 2012 de okuyorum.. çok iyi geliyor.. dün gece başladım..beş saat okudum..bugün de bir buçuk saat oldu... içimi şefkatle, merakla, sevgiyle, takdirle,şükürle doldurdunuz. teşekkür ederim.. keşke neredesiniz ne yapıyorsunuz bilebilsem.. iyi dileklerimi gönderiyorum.

    YanıtlaSil