27 Aralık 2007 Perşembe

İngiltere- Gaia House

2000 Ağustos

1999 Depremi hepimizi olduğu gibi beni de derinden etkiledi. Uzun süredir çalıştığım işimden ayrılıp, deprem bölgesinde çalışmaya başladım. UNICEF’ten gelen bir proje teklifiyle de yakın arkadaşım Banu ile beraber 7 ay deprem bölgesinde hem yaşadık, hem çalıştık. Bu projenin sonrasında eve döndüğümüzde uyum sağlamakta zorlandığımızı fark ettik. Tesadüf eseri ismini duyduğumuz Şirince Köyü’nde 2000 yılının yazında önce bir hafta, sonra neredeyse bir ay geçirdik. İlknur, Ali, Güllü Teyze, Hasan amca, minibüsçüler bizi aileden saydılar. Bol bol dağlarda, Pamucak kumsalında yürüdük, iç alemimize ilişkin konuştuk, bir anlamda rehabilite olduk, bir anlamda farklı bir inziva yaşadık.

Bu arada evsahibim evi satmaya karar vermiş, çıkmamı istedi. O zamana kadar eşimden, işimden ayrılmıştım, şimdi de ev gidiyor. Eşyaları toparladım, annemlerin evinde bir odaya koydum.

Yeni bir işe girmeye niyetim yok henüz. Aklımda Burma’ya gidip, 3 ay inziva yapmak var. Böyle bir fırsat bir daha elime geçer mi yaşamda bilmem, iş yok, eş yok, ev yok, değerlendireyim bari diye düşünüyorum. Burma’ya gitmek için en uygun mevsim sonbaharmış. Yazışıyorum oradaki merkez ile. Mektupların gelip gidişi aylar alıyor ama niyetliyim gitmeye.

O sırada Hindistan’da ilk vipassana inzivasında karşılaştığım, hiç konuşmadığım ama kardeş gibi hissettiğim arkadaşla yazıştık. Bana İngiltere’deki Gaia House’tan (
www.gaiahouse.co.uk) söz etti. Vipassana meditasyonuna ağırlık veren bir inziva merkeziymiş. Burma’ya gitmeden önce, bu merkeze gitmeye karar verdim ben de. Gaia House 1984 yılında Christopher Titmuss ile Christina Feldman tarafından kurulmuş. Yazıştık ve oraya gitmek için harika bir yoldan haberdar oldum. Projeden kazandığım bir para var ama Burma’ya gitmek istiyorum ve de dönüşte yaşamımı kurana kadar beni hiç olmazsa birkaç ay idare edebilsin istiyorum. O nedenle İngiltere için ayırabileceğim çok bir bütçe yok. Gaia House’ta “work retreat/çalışma inzivası” dedikleri bir program varmış. Merkez gönüllü katkılarla yürütüldüğü için, mutfak, çamaşırhane, bahçe ve ofiste yöneticilere bağlı gönüllüler çalışıyormuş. Yani günde 5 saat bu alanlarda çalışılıyor ama sessizlik içinde, geri kalan zamanda da tüm programlara katılınabiliyor. Ücret de verilmiyor. Pek hoşuma gitti. Zaten günlük işlere ilişkin farkındalığımı da artırmak istiyordum, müthiş denk düştü.

Gaia House İngiltere’de Devon bölgesinde. Londra’dan otobüse bindim, Newton Abbot kasabasında indim. Birkaç kişiye sordum, anlaşılan merkez kasabanın dışında ve oraya toplu taşıma aracı yok. Mecbur taksiye bindim. Taksi bir köyün içinden geçti, ağaçlıklı bir bahçeden içeri girdi ve kocaman malikâne gibi bir binanın önünde durdu. Bahçede kimse yok. Parayı ödedim. Elimde çantam kısa bir süre öyle binaya baktım. Çiçekler, sarmaşıklar, uzun pencereler. Kapıda zil falan yok. Etrafta kimse de yok. Açıp içeri girdim. İçeri girmemle, şimdi bile tüm canlılığıyla hatırımda, “Bu ne gürültü” dedim. Nasıl bir uğultu, zzz sesi, kulaklarım patlayacak neredeyse. Bir süre kulaklarımdaki bu yoğun sesleri şaşkınlıkla dinledim. Aslında günlük yaşamda anladığımız anlamda hiçbir ses yoktu. Ne konuşma, ne ayak sesi, ne alet sesi, hiçbir şey. Fakat tarifi zor yoğun sesler vardı. Çok ilginçtir, bir daha da o sesleri orada o yoğunlukta hiç duymadım.

Bu ses yoğunluğuna ilişkin şaşkınlığım geçince, yaşamın pratiğine dönüverdim: ortada kimse yok, akşam vakti, nerede kalacağim, kimi nerede bulacağım? O sırada bir duyuru tahtası gözüme ilişti. Üzerinde de ismimin yazdığı bir tomar kağıt. Bir de kroki. Öncelikle hoş geldin mesajları, sonra odamın nerede olduğunu ve diğer gerekli yerleri gösteren bir kroki. Ertesi günü nerede, kiminle buluşacağımın notu. Her şeyi düşünmüşler. Hoşuma gitti bu düzen. Ne zaman geleceğimi bilmedikleri için, herkesi rahat ettiren bir çözüm bulunmuş. Çok güzel.

Odamı buldum, hiç kimse yok hala etrafta. Hindistan ile karşılaştırılamayacak bir konfor elbette. Eskiden burası rahibelerin kaldığı bir Hıristiyan manastırı imiş, maddi nedenlerle satmışlar. Şimdi de yılın her günü sessizlik içinde olan, insanların gelip kafalarını, ruhlarını dinledikleri, arındıkları, güzelliklerle buluştukları bir merkez olmuş. Genişçe bir bahçe içinde. Bahçede çok çok yaşlı ağaçlar var. Bina birkaç bölümden oluşuyor.

Ertesi gün kendisine bağlı çalışacağım yönetici ile tanışmaya gittim. Bir ay kalacağım için beni mutfağa almışlar. Şimdi bunları yazarken, mutfakta çalışacağım için nasıl bir iç tepki verdiğimi hatırlamıyorum. Tahminim sevindiğim ama aynı zamanda da endişelendiğim yönünde. Zira o zamanlar pek ev işleriyle ilgim yok, becerebilir miyim endişesi içine girmişimdir muhtemel.

Her gün ne yapacağım belli, o yüzden ilk gün yönetici talimatları aktardı. Zaten her şey yazılı, müthiş bir sistem var. (Birkaç yıl sonra Türkiye’de vipassana inzivası düzenlediğimizde bu sistemin bir parçasını uygulama fırsatı da bulduk.) Gerekirse, yönetici ile konuşulabiliyor. Diğer zamanlar işler sessizlik içinde yapılıyor. Birçok kişiyle aynı yerde çalışıyorduk, birbirimizle konuşmuyorduk ama anlaşıyorduk sözsüz, sessiz.

Programa göre günde 5 saat çalışılıyor. Genellikle merkezde belli konularda grup programları oluyor. İnsanlar 3 günlüğüne, 1 haftalığına bu programlara katılıyorlar. Çok değerli hocalar konuşma yapıyor, inzivaları yürütüyorlar. Grup programlarının dışında kendi kendine sessiz kalmak isteyenler de gelebiliyor. Bunlar da yine hocalarla her gün görüşüyorlar. Nasıl gittiklerine ilişkin rehberlik alıyorlar, hocalar da herkes ne durumda takip edebiliyor. Bizim gibi çalışarak inziva yapanlar da tüm bu kişilerin orada kalmasını mümkün kılıyor. Hem kendine, hem başkalarına hizmet gibi. Orada kalan herkes günde 1 saat mutlaka mutfakta, bahçede, temizlikte çalışıyor, yani karşılıklı dayanışma uygulamada da her gün yaşanıyor.

Mutfak işi tahmin ettiğim gibi yemek yapmak ile doğrudan alakalı değilmiş. Açık büfe olan kahvaltıyı hazırlamak, mutfakta biten malzemeleri takip etmek, kavanozları doldurmak, yöneticilerin mutfağını takip etmek, arada bulaşık yıkamak, artan yemekleri dondurmak gibi işler. Rutin. Sistemli. Her gün aynı işlerin yaptığım halde, o işleri yaparken açılan içgörülerin çokluğu, derinliği, niteliğini anlatmaya kelime yok. Yaşamdaki derin içgörülerin çok olağan, sıradan an’larda geldiğini orada daha çok fark ettim.

Günlüğümden: “Burada yaşadığımla daha önceki görevlerimde yaşadığım aynı. Aynı tepkileri veriyorum. Üstelik durup dururken, kimse bir şey demezken. Kendi kendimi sımsıkı iplerle doluyorum, boğuyorum, sonra bu ipleri kim sardı diye feryat ediyorum. Çok ilginç. Bunu görmek beni neredeyse şok etti. Burası bir laboratuar gibi. Kendi iç alemimden bir kesit alınmış da, ona bakıyor gibiyim.

Gerçekten de kimsenin benimle konuştuğu yok, kaşını, gözünü kaldırdığı yok, oflayıp, pufladığı yok. Ama gelin de benim zihnimin içindeki hikayeleri dinleyin. Nazik yazamayacağım, tam anlamıyla uydurduğum hikayeler. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan, varsayımlar ve uydurmalarla yarattığım cehennem. Cennetin içinde cehennem. Şimdi geriye baktığımda ne kadar çok zaman ve enerjinin bu şekilde heba olduğunu görüyorum. Elbette şimdi de zihnim bu hikayelerden azade değil, ancak zihnimin iklimi çok başka. Bilseydim, yapar mıydım, kendime eziyet eder miydim? O günkü bilmeyen halim için şefkat geliyor içimden bugün. İleride de bugünler için aynısını hissedeceğim herhalde…

Yemeklerden sonra bulaşıkları günde bir saat çalışanlar yıkıyor. Ancak bazen yetiştiremiyorlar ya da yeterince insan olmuyor, o zaman ben yıkıyorum. Benim de belli bir saatte işi bırakmam gerekiyor. O saatte tüm bulaşıkları yıkamış olmuyorum bazı zaman, bir stres, bir panik. Küçücük bir duruma verdiğim tepkilerini dikkatle izliyorum, zira bunlar benim yaşamda daha büyük diyebileceğim olaylara nasıl tepki verdiğimi de gösteriyor. Günlüğüme yazmışım: “Zaman sınırlaması koyulmasa, işi elimden geldiğince iyi yaparım. Ama hızlı iş yapamıyorum. Aslında temizlik tipi işlere elim alışık olmadığı için bir işi bazen birkaç kez tekrarlamam gerekiyor. Bastırarak, hızlı hareketlerle iş yapamıyorum. Usul usul yaptığım için de iş iyi ve çabuk olmuyor. Bundan rahatsızlık duyuyorum, çünkü annem aklıma geliyor.” diye devam ediyor. Şimdi gülümseyerek bakıyorum, zira farkındalığım artıkça, hızım çok farklılaştı. Otomatik tepkileri gördükçe, zihnim arındı, birçok kıskaç beni bıraktı ya da ben onları. Bulaşıkları bitiremeyince, tipik bir tepki olarak bulaşıkları yıkamaya devam ettim, bazen bir saat daha. Birkaç kez böyle oldu. Sonra beni yönetici gördü. Ne yaptığımı sordu. Hiçbir surette 5 saatten daha fazla çalışmamam gerektiğini, arta kalan işleri mutlaka bırakmam gerektiğini söyledi. Tabii tahmin edersiniz, ısrar ettim, ben yapmazsam ne olacak düşünce kalıbının çeşitli versiyonlarını saydım. Kendimi nasıl haklı zannediyorum anlatamam. Yönetici benden birkaç yaş büyük ama bu yollardan geçtiği belli biri. Bana gayet sakin ama keskin bir tavırla süre bittiğinde işi bırakmayı öğrenmem gerektiğini söyledi. O keskin tavrına, ama mama diyemediğim fazla. Ve bana dedi ki, “Kahvaltı bulaşığı süresinde tamamlanmazsa, öğlen bulaşığını yıkayanlar bunları da yıkar. O zaman da tamamlanmazsa, akşamüstü bulaşığını yıkayanlar bitirir. Bu sistemde bir yerlerde bu tamamlanır. Sisteme güvenmeyi öğrenmek durumundasın.” Büyük bir yaşam dersi.

Bu duruma daha da yakından baktığımda pek çok başka nokta da gördüm. Bu kadar basit bir şey, yapabildiğim bir şey neden bitmiyor? Sizin de başınıza gelir mi, birçok basit, rahatlıkla yapılabilecek iş vardır, hepsine evet derim, ancak bir güne sığmazlar, sabırsızlanır, sızlanırım. Burada göz ardı ettiğim etkenleri fark ettim. Biraz daha bakınca, kendime göre başarı ölçütlerini sorguladım, başkalarının gözündeki imajımın önemini gördüm, gerilince, zihnimin hangi eski dosyaları açtığını fark ettim. Dünyanın yükü benim omuzlarımda mı, yoksa yaşam zaten ben olsam da olmasam da kendiliğinden yürüyor mu, yük haline getiren zihnim mi? Kısacası basit bir bulaşık yıkama işi bana iç alemimi görmek için müthiş fırsatlar oluşturdu.

Bu yazılardaki asıl niyetim bu inzivalardaki içgörülerimi paylaşmak değil, daha önce de birkaç kez yazmaya çalıştım. Zira siz bunları okuduğunuzda, benim deneyimlediğim içgörü sizin içgörünüz olamıyor, insan kendisi görmeden, deneyimlemeden bilgi bilgelik haline gelemiyor. O nedenle benim niyetim yalnızca ilham olabilecek kadarını yazmak.

Bulaşık işinde de, o merkezde yaptığım diğer işlerde de gördüklerimin çoğunu yazmayacağım. Ancak günlüğüme yazdığım bir paragrafı da paylaşmak istiyorum: “Ne arıyorum? Bu soru beni biraz sarstı. Aslında amacım var, hedef ve stratejilerim var. Üstelik yazılı, proje gibi. Ama şu an bunlar hiçbir şey ifade etmiyor gibi. Ne istiyorum? Hiç bir şey, sadece sessizlik ve huzur. İçimin tamamen sükunet içinde, dingin, uyanık ama huzurlu olması, çevreye, olan bitene sevgi ve huzur dolu gözlerle bakabilmem, tüm istediğim bu. Mücadele etmek, karmaşa, çatışma içinde olmak, parmağımı bile oynatmak istemiyorum. Her şey bana anlamsız geliyor. Zihnime de inanamıyorum. Öyle abuk sabuk şeylerle uğraşıyor, kafasına takıyor ki inanılmaz. Hocanın banyo havlusu küçükmüş de (herhalde yeni bir program başlıyordu ve hocanın odası hazırlanmıştı, yanlışlıkla küçük bir havlu konulmuştu) onu değiştirmek lazımmış. Eee, ne var yani? Allah aşkına adama hiç havlu koymasan ne yazar. Her yer dolap dolu, kalkar alır. Gider ister. Zihnim ne uyduruk şeylerle geriliyor. Meditasyon sırasında o kadar sıklıkla yüz kaslarım gevşiyor ki. Bu onların gergin olduğunu gösteriyor. Neden bu kadar gerginim?”

Böyle inzivalara katılmış olanlar bilir mutlaka, insan pireyi deve yapar. Aslında bu iyidir de, zira küçük olaylardan büyük dersler almak için muhteşem fırsatlardır inzivalar. Üstelik alınan derslerden kimselerin de pek haberi olmaz. Kendi kendimize kurar, bunalır, sonra ders alırız. Bu öğrenme tarzını seviyorum ben. Zira olaylar büyüyünce ders almak daha zor olabiliyor. Tema yine aynı tema, ancak boyut farklı oluyor. O zaman iş küçükken ders alabilirsem, göreceğimi görebilirsem, pek çok sevimsiz sonuçtan da hem kendimi, hem başkalarını korumuş olabilirim. Hep söylenen bir şeydir: yaşam önce fısıltıyla uyarır, duymazsak, sesini biraz daha yükseltir. Yine duymazsak, bağırır. Yine duymaz ya da aldırmazsak, kafamıza balyozla vurur. Bu işleyişi gözlemlediğimden beri kulaklarımı fil kulağı gibi kocaman ve açık tutmaya çalışıyorum. En küçük kırıntıya bile dikkat etmeye gayret ediyorum.

Bu yazıyı günlüğümü okuya okuya yazıyorum. Artık ne yazacağımı bilemiyorum. Nice ağlamalar. Nice farkındalıklar. Hocaların konuşmalarındaki kahkahalar, gözyaşları. Kızgınlıklar. Kızgınlıkların bağlı olduğu hikayeler. Hikayelerin boşluğu karşısındaki şaşkınlıklar. Kendine kızmalar. Neye bakılsa boşlukla karşılaşmanın oluşturduğu korku. Bilinmeyene teslimiyetin zorluğu. Kendim için çizdiğim imajı bırakmanın korkusu. Ara ara özgürlük hissi. Belki bu yazıyı toparlama zamanı.

Bir ay Gaia House’ta günlük işler ve oturma, yürüme meditasyonları ile geçti. Oradan şükran gözyaşları ile ayrıldım. Tekrar gelmeye niyet ederek. Tam gideceğim gün oradaki yöneticilerden biri olan Raymond bana bir not uzattı, diyordu ki: “Bütün enerjini ve zamanını uygulamaya ver. Bu konuda okumaya, bilgi edinmeye çalışma. Bunu sonra yaparsın.” Ve de minicik kağıtlara Burma yolculuğunda yardımcı olacak birkaç bilgi yazmış karınca duası gibi. Onu dinledim ve uygulama için kısa bir süre sonra Burma’da iki buçuk ay diye niyetlendiğim bir inzivaya doğru yola çıktım.

Gelecek macera: Burma Nerede Acaba?

4 yorum:

  1. Sevgili Hale;

    Baskalari adina dusunce uretip/varsayip, o dusuncelere verdigimiz tepkileri bulasik yikama ornegin cok guzel aciklamis. Hepimizin icinde bu tur edimsel kosullanmalar var. Bu kosullanmalardan kurtulabilmek bizlere karsimiza cikan durumlara saf bir niyetle yaklasabilme firsati taniyor. Senin de dedigin gibi niyetimiz saflastikca bizler ozgurlesiyoruz.

    Niyetin saflasmasi ile kisinin safligi birbirine karistirilmamali. Saf kisi aslinda varsayimda bulunuyor bilincli veya bilincsiz. Saf niyet ise olani oldugu gibi gorebilmek icin tum algilari acik olabilmek demek diye dusunuyorum.

    Sevgiyle kal;

    YanıtlaSil
  2. ne kadar uzun yazmışsın ama okudum:)))

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Deniz, katkın için çok teşekkürler.
    Sevgili Aymen, nasıl yorumlasam, "çok uzun yazıyorsun, kısa yaz" mı, "uzun yazmışsın ama ilginç geldi, okudum" mu :)))

    YanıtlaSil