25 Aralık 2007 Salı

Yetmedi, İkinci Kez Hindistan

1999 Ocak ayı

Geçen yıl Ağustos’ta Hindistan’a inziva için gidemedim tabii. İş, eş, ev, aile, para. Ama ilk gidişimden bir yıl sonra 1 Ocak 1999’da Hindistan’a doğru uçaktayım. Bu kez 1 ay inziva yapacağım. Sırf bu inziva için gidiyorum Hindistan’a.

Bu kez kolay hazırlanamadım bu yolculuğa. İşten 5 haftalık izin almak, işleri toparlamak kolay olmadı. Hatta öncesinde tamamlayamadığım bir raporu yollarda yazmak durumunda kaldım. Son ana kadar iş yaptım yani. Bu yüzden gergin ve çok ama çok yorgunum.

Ancak bu kez şartları bildiğim için daha rahatım. Bir aylık tuvalet kağıdım, kapalı şişe suyum, balım var yanımda. Çalışmaya girmeden de kendime battaniye gibi bir şal aldım. Geceleri ve sabah soğuk oluyor, meditasyonda üşümüştüm geçen sene.

Hoca beni görünce, çok şaşırdı. Tanıdı mı tam emin değilim. Ancak yalnızca bu inziva için Hindistan’a geldiğime uzun zaman inanamadı. “Şimdi sen hiçbir yeri gezmeyecek misin?” diye sorup durdu. “Gezmeyeceğim, inziva bitince, Delhi’ye dönüp, eve gideceğim”. Hoca da bir sevinç, bir sevinç, yanındakilere “Yalnızca inziva için gelmiş” diye anlatıp duruyor. Ne alem adam!

Bu inzivada birçok not almışım. Çok soru sormuşum. Hepsini yazmayı istemiyorum, olur da böyle inziva yapmak isteyen olur, deneyiminizin doğallığını elinizden almayayım. Ancak ilham verecek, kimilerine de teşvik olacak olanları paylaşayım istiyorum. Bir de hocaların bazı önemli gördüğüm talimatlarını.

Müthiş bir yoğunluktan sonra birdenbire durunca, -hızlı giden aracın aniden durduğunda olduğu gibi- içinde ne var ne yoksa iyice bir sarsılıyor. Benim de zihnim, bedenim karman çorman oldu. İlk günler iyice bunaldım. Sürekli vakıftaki işleri düşünüyorum. Kimi zaman pişmanlıklar, kimi zaman unuttuğum işler, kimi zaman harika fikirler. Zihnim pazar yeri gibi. Zihni böyle gördükçe de bunalıyorum, sıkılıyorum. Bedenimde kaslarım atıyor, gece kimi zaman zor uyuyorum. Acayip rüyalar görüyorum. Sabah yorgun kalkıyorum. Bir hafta ancak biraz sakinleşmekle geçti. İnzivaya da hazırlanmak lazımmış, böyle aniden durmak da zor geldi. Bir yandan da zihnimin halini görüyorum, felaket, bu zihinle yaşamımı nasıl geçiriyorum, şaşıyorum. Hiç ilk inzivamdaki gibi bir hava yok. Rastrapal Hoca bir seyahate çıkacakmış. Zaten bizimle konuşmaları genç bir hoca yapıyor. Bilgili bir adam ama hiç gülmüyor. Nerede ilk inzivadaki bol kahkahalı konuşmalar.

Meditasyonları hiç aksatmıyorum. Yürüyüş meditasyonunda bir gün merdiven inip çıkmayı çalıştım. (Neredeyse duracak kadar yavaş hareket ediyor ve her hareketi fark etmeye dikkati yöneltiyoruz) Saatlerce yoğun bir merakla, ilgiyle bedenin hareketlerini izledim. Bedenin bu hareketleri nasıl yaptığına çok şaşırdım. Merdiven inmenin aslında ne kadar zor olduğunu fark ettim. İzledikçe, içim sevinç, enerji doldu.

Artık günlük yaşamdaki hareketleri de yavaş yapmaya dikkat ediyorum. Çok zorlanıyorum yavaşlamakta. Odama girene kadar ayda yürüyor gibi ağır çekimdeyim, odama girince, zincirinden boşanmış halde hoplayıp zıplıyorum. Yine de çamaşır yıkarken, hareketlerimi, zihnimi, duygularımı izliyorum. Banyo yaparken, tuvaletteyken, uyumadan önce, farkında olmaya gayret ediyorum.

Grubun içinde bana komik gelen bir adam var. Bir gün baktım terasta yerde bir şeylere bakıyor. Uzun uzun da inceliyor. Neye bakıyor diye baktım, hiçbir şey yok yerde. Tamam dedim, adam kafayı yedi.

Yine bir gün hocaya rapor verirken, bu adamcağız gayet ciddi bir şekilde ama bana çok komik gelen bir soru sordu içtiğimiz çay ile ilgili. Ne sorduğu yazmayacağım ama şimdi bile yazarken, içim katılıyor gülmekten. O sırada gülmemek için kendimi tuttum. Akşamüstleri grup halinde masalara oturup çay içiyoruz. Çay dediğim sıcak, renkli bir sıvı, nedir bilmiyorum. Ama sürekli oturma, yürüme monotonluğunda bir renk katıyor, kaçırmıyoruz hiç birimiz. Tavanlar yüksek, en küçük ses yankı yapıyor. Herkes ağır çekim, birbirine bakmadan, sessizce çaylarını içiyor. Bir ara karşımda oturan bir kızla göz göze geldik ve o anda (gelişini gördüm ama durdurmak ne mümkün) bir kahkaha kopardık. Durmama imkan yok. Nasıl gülüyorum. Sesim duvarlarda yankılanıyor. Kız da gülüyor ama o kendini kontrol edebildi. Ben hiçbir şey yapamıyorum. Adam anlayacak diye bir yandan üzülüyorum, bir yandan aklıma sorusu geliyor, ölüyorum gülmekten. Çareler arıyorum kendimi susturmak için. Zıvanadan çıkmışım. Sesim çınlıyor salonda. Birden aklıma dikkatimi bedenime getirmek geldi. Hemen fincanı tuttuğuma, dokunma hissine, sıcaklık hissine, sertlik hissine odaklandım. Aklıma soru geldikçe, çok hızlı bir şekilde beden farkındalığına geri geldim. Bıçakla kesilmiş gibi kesildi gülmem. Çok ama çok şaşırdım. Sonra yıllarca bu anıyı hatırladım. O zıvanadan çıkmış gülme hissini bile böyle kontrol edebildiysem, kızgınlık, üzüntü ile de işe yarayabilirdi o zaman. Müthiş heyecanlandım.

Bir gün genç hoca iki minderi üst üste koyup oturmama mana buldu. Niye bağdaş kurup oturmadığımı sordu. Oturamadığımı söyledim. Mindere bağımlı olmamamı, mindersiz, bağdaş oturmamı önerdi. Çok hoşuma gitti. Tabii ya, mindere bağımlı olmayayım, minderden özgürleşeyim diye bir gayret mindersiz oturmaya başladım. Uzun süreler oturuyoruz, bir oturmada acıdan, ağrıdan gözümden yaş geldiğini hatırlıyorum. Ağrıya baktım, her tür etiketlemeyi yaptım, ağrı ağrı, kaşınma (gözyaşı yanaktan süzülürken). Rastrapal Hoca ile konuşuyorduk daha sonra, bu oturumu anlattım. “Niye mindersiz oturmaya çalışıyorsun?” diye sordu. Nedenlerimi anlattım. Onun bir tatlı sert kızma halleri vardı. Sevimli sevimli celallendi: “Önemli olan farkındalığını artırman, mindersiz oturmak da ne demek oluyor! Kendine boş yere niye eziyet ediyorsun? Bırak mindersiz oturmayı falan, bütün enerjini farkında olmaya ver.” Bu babacan hali beni kendime getirdi. Rastrapal Hocaya saygımı ve güvenimi de pekiştirdi. Kalıplara, kurallara sıkışmamış, hapsolmamış bir hocaydı. Bana göre neyin önemli olduğunu derinden kavramış biriydi.

Oturmalar 1 saatti. Bazen uzun geliyordu. Gongu çalan uyudu mu diye sabırsızlanıyordum. Bazen de hop diye geçiyordu 1 saat. Bir süre sonra daha da uzun oturmaya başladım. Rastrapal Hoca ile konuştuğumda süreden ziyade oturma kalitesinin önemli olduğunu söyledi. “Birilerine ‘bak ne kadar uzun oturuyorum’ diye kanıtlamak için oturuyorsan, kendini sıkıntıya sokma boş yere” dedi. Ne alem adamdı, zihin okuyordu zihin. Uzun oturdukça gururlanıyordum tabii. “Önemli olan oturduğun sürede farkında olman. (2007 notu: Yıllar sonra buna yardımcı olan bir uygulama kattım oturmalarıma, niyet. Oturmadan önce bu süre boyunca farkında olmaya niyet etmek oturma iklimini epey değiştirebiliyor.)

Gözlerim kapalı olduğu halde gözümün önünden birçok görüntü geçiyordu, bazen renkler geçiyordu. Rastrapal Hoca hiçbir yorumda bulunmadan, kısaca “İyi, devam et, etiketle, fark et, hoşuna gidiyorsa, hoşuna gittiğini bil, tutunmak istiyorsan, bu isteğini bil, devam” diyordu. Merak ediyordum bunların ne olduğunu ama hocaya güveniyordum, takılmadım hiç.

Bir de bu inzivanın unutulmaz noktalarından biri bir sırt ağrısıydı. Şimdi hatırlayınca, nasıl geçtiğine şaşırıyorum. Hiç ama hiç geçmeyecekmiş, ömür boyu benimle kalacakmış sanıyordum o zaman. Nasıl bir ağrı. Her oturduğumda çıkıyor. Neler uydurdum o ağrı için, geçmiş yaşamlar varsa, belki kurşunlanmıştım kalbimden diye hikayeler yazdım. Olur ya böyle bir hikaye varsa, fark edersem, geçer diye düşündüm. Nerede! Oturuyorum, birkaç dakika içinde beliriyor. Oturuşumu değiştirdim, uzun uzun baktım, etiketledim, geçsin diye bin türlü dereden su getirdim. Bana mısın demedi. Rastrapal Hoca bu ağrıma gülüyor da gülüyor, “Ağrı senin en iyi arkadaşındır, dikkatini toplamana yardım eder. Bakmaya devam et. Kurtulmaya çalışma. Gitsin isteği gelirse zihnine, bunu da fark et” diyor. O böyle dedikçe, ona olan güvenim sarsılıyor, “Ne duyarsız adam, sırtımda bir problem var herhalde. Böyle oturdukça da daha beter yapıyorum belki bu sorunu. İster misin sakatlanayım” diye düşünceler istila ediyor zihnimi. Rastrapal Hoca bu şaşkın halime gülüyor da gülüyor. Şimdi bu ağrının ne zaman geçtiğini unuttum, ama bir daha hiç gelmedi. Neydi bilmiyorum, ama bana odaklanmakta yardım ettiği, bedendeki hisleri, zihinsel tepkileri uzun uzun, detaylı detaylı fark ettirdiği kesin. Başka bir şeye bakmak ne mümkündü zaten…

On gün kadar sonra herkes bir bir gitmeye başladı. Şu sorusu yüzünden kahkaha krizine girdiğim adam da bir gün yanıma gelip, vedalaştı. Güzel bir konuşma geçti aramızda. Beni hem çok teşvik etti, hem yararlı önerilerde bulundu, hem de bana hurma gibi bazı yiyecekler bıraktı. Bir günde 7 hurma yenirse, bedenin ihtiyacı olan tüm minerallerin karşılandığını söyledi. O dönem epey hurma yedim bu nedenle. Ona terasta yerde neye baktığını da sordum. Meğer buranın inşaatında kullandıkları kumun içinde altın parçaları varmış. Bu onları görmüş. Baktım ben de gördüm. Ya işte böyle, adam akli dengesini bozdu diye düşündüm ama benim göremediğim incelikleri, güzellikleri görüyormuş. Ders olsun.

Bir gün geldi, tek başına kaldım mı merkezde! Meğerse tam o günlerde Bodhgaya’da bir festival varmış. Birçok yerden insanlar bu festivale gelmiş. Bizim hoca da merkeze artık meditasyon için kimseyi almayacakmış ve bu festivale gelen kişilerin kalması için merkezi açacakmış, çünkü kalacak yer sorunu yaşanıyormuş. Türkiye’den sırf bu meditasyon için geldiğim için, bana da çıkmamı söyleyemiyor. Gitmemi de istemiyor zaten.

Önce meditasyon salonunu birilerine verdiği için, bana oturma meditasyonlarımı bundan böyle odamda yapmamı söyledi. Sonra yemekhane kalabalıklaştığı için, “Artık yemeklerini de odanda ye”, dedi. Sabah ve öğlen biri yemeklerimi getirir oldu. Bir de termos içinde sıcak su. Hoca bana çok özenle bakıyor, kendi içtiği tok tutan bir içecek getirdi bir gün, halimi hatırımı soruyor ama iyice odaya kapandım.

Yürüyüş meditasyonunu terasta yapıyordum ama çoluk çocuk oraya da çıkmış. Bir gün bir baktım arkamdan taklidimi yapıyorlar. Ayda yürüyen anne ördek ve yavrular gibiyiz :) Hoca artık yürümeyi de odamda yapmamı söyledi. O dönem İstanbul’da yeni açılmış ilk çocuk tutukevinde çalışıyorum. Çocuklar için uygulama büyüklerinkinden pek farklı değil, bildiğimiz hapishane. Hatta ben koğuşlara giriyorum gençlerle görüşmeye, infaz koruma memurları arkamdan kapıyı kilitliyor falan, hep birlikte koğuşta kilitli oturuyoruz. Şimdi Hindistan’larda hapis hayatı yaşıyorum. Ne ilginç. Biri özgürlüklerin kısıtlanması, biri özgürlük yolu…

Ama o sıralar özgürleşme falan düşündüğüm pek yok, içimde şikayetler ediyorum, bu ne hal diye. Bir önceki inziva ile karşılaştırıyorum. Bir yandan da tamamen kendi disiplinimle çalışmalara devam ediyorum. Kendi iç disiplinime de hayran kalıyorum. Küçücük odanın içinde düzenli olarak oturma, yürüme çalışmalarını yapıyorum. Zihnimde gördüklerim beni şaşırtıyor. Aklıma bir sürü soru geliyor, genç hocayla konuşuyorum. Benim hoca bunlar yetmemiş gibi bir gün bana ‘noble silence’, yani tamamen sessizlik yapmamı söyledi. Yani zaten günde ancak 15 dakika hocayla bir konuşmam vardı, onu da kaldırmamı söyledi. “Tamamen uygulamaya dön” dedi. İtiraz ettim. “Olmaz” dedim. Yapmadım. Elbette şimdiki aklım olsaydı, onu dinlerdim. Çok iyi bir öğretmendi, neye ihtiyacım olduğunu açıklıkla görmüştü. Ama çok bildiğim (!) için, onu dinlemedim.

Bir gün yine babacan bir tavırla geldi, “Bak bu iş çok basit. Karmaşıklaştırmaya gerek yok. Ben nice hocalarla yetiştim, çok ünlü hocalardan eğitim aldım ama en iyi hocam bir köyde yaşayan okuma yazma bilmeyen yaşlı bir kadındı” dedi. “O zaman Budizm konusunda üniversitede doktora yapıyordum. Çok iyi bir öğrenciydim. Ama uygulamada bir yerde tıkanıp kaldığımın farkındaydım. Bu kadını ziyarete gittim. Bana dedi ki, ‘Bante, yalnızca şunu hatırla: Ne hissediyorsan, ona odaklan’. Tüm tavsiyesi buydu ve yetti. Benim de sana tavsiyem bu.” Başka hocalarıyla ilgili de bazı yaşanmışlıklar anlattı. İçtenliği, kendi deneyimlerini paylaşması içime çok iyi geldi. O zaman tam kavrayamadım belki anlattıklarını ama kulağıma gerçek anlamda küpe oldular. Sonrasında pek çok başka hocam oldu. Ama çoğunlukla küpelerimde saklı bilgelikleri dinlemeye gayret ettim, rehberim oldular. Minnettarım.

Genelde böyle inzivalarda akşamları konuşmalar olur, tabii ben tek başına kaldığım için, kimse konuşma falan yapmıyor. Hoca gülüyor, gülüyor, “Gerek yok, bu konuşmalar motivasyon için, senin motivasyonun var, devam et” diyor. Hocaya söylemiyorum ama bu sözlerine hep kuşkuyla bakıyorum. Sonra bir gün hafifçe hocaya kuşkularımı çıtlatıyorum. Bana diyor ki, “Bu yolda kendin yürüyeceksin. Elbette söylenenlere inanma, benim söylediklerime de inanma. Ama dene. İşine yararsa, yani seni daha özgürleştirirse, devam et. Mutlaka kendin deneyimle. Bu yol kör inanç yolu değil. Tam tersi kendinin deneyimlemediği bilgi bilgelik değil, bunu unutma.”

Bu arada merkezde bir inşaat faaliyeti başladı. Bir duvarı balyozla deliyorlar. Mecazi anlamda söylemiyorum. Zaten merkez boş, yani pek eşya falan yok. Balyoz sesi kafamın içinde yankılanıyor. Çıldıracağım. Ne yapacağımı şaşırdım. Farkındalık, etiketleme hiç fayda etmiyor. Duymaya bakıyorum, duygusal tepkilerime bakıyorum, hepsini tek tek etiketliyorum. Hiç yararı yok. Aklımı oynatacağım. Hocadan pamuk istedim. Kahkahalar içinde, pamukla ne yapacağımı sordu. Kulaklarımı tıkayacağımı söyledim. Nasıl gülüyor. İçimden “Gülecek ne var, zaten odama hapsoldum, bir de işkence görüyorum” diyorum. Gönderdi biraz pamuk. Tıktım kulaklarıma, üzerine de yemeni bağladım. Yok, duymamaya imkan yok. Bir gün sinirden yastığımı dövdüğümü hatırlıyorum.

Bu sürecin içinden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Ancak şimdi zihnime baktığımda balyozun duvarda çıkardığı sesin değişik notalarını duyduğumu, yani tek ses gibi görünenin içindeki sesleri ayırt ettiğimi hatırlıyorum. Sonra “gürültü” kavramının aslında ses + duygusal tepki (kızgınlık, rahatsız olma) birleşiminin adı olduğunu fark etmiştim. Duygusal tepki olmadığında ortada yalnızca ses kalıyor. Zihinsel acı yok oluyor.

Bu inzivada beni en çok şaşırtan kızgınlık duygusuyla yüzleşmem oldu. Bundan önce günlük yaşamda kızdığımı fark etmediğimi gördüm. İçimde bir huzursuzluk hissediyormuşum ama ne olduğunu anlamıyormuşum. Oysa kızıyormuşum. Ve kızdığımda bedenimde olanları izledim uzun uzun. Hem şaşırdım, hem üzüldüm. Bedenime neler yapıyorum böyle diye düşündüm. Kızgınlığı epey gözlemleme fırsatım oldu. Kızgınlığı gözlemlemem bundan sonra bir daha kızmamama yol açmadı. Ama en azından kızdığımı fark ettim, ne oluyor diye içime bakma fırsatı buldum. Kızgınlık üzerinde daha pek çok kere gözlem fırsatım oldu, oluyor :)

Bir gün odamda yatağımda oturma çalışması yapıyorum. Ansızın içime bir endişe düştü. Nereden geldi, ne tetikledi, o zaman da anlamadım. Ansızın annemle babama bir şey olduğuna ilişkin yoğun bir endişe. Bir panik duygusu. Önce bir posta ağladım. Sonra zihnimi izledim uzun uzun. Ancak bir nokta geldi ki, yatağımdan ok gibi fırladım, genç hocayı buldum. Durumu anlattım ve annemleri telefonla aramak istediğimi söyledim. Sert yüz hatlı biriydi, hafifçe gülümsedi, “Elbette, nasıl istiyorsan” dedi ve bana merkezin dışında nereden telefon edebileceğimi tarif etti. “Ancak konsantrasyonunu dağıtma, oraya yürürken de, telefonla konuşurken de, farkındalığını yüksek tutmaya çalış” dedi. Dediği gibi yaptım. Yavaş yürümedim ama elimden geldiğince farkında olmaya çalıştım. Annem açtı telefonu, şaşırdı. Hal hatır sordum, her şey normal anlaşılan. Telefondan sonra merkeze doğru yürürken, biraz rahatladım, biraz bu neydi diye anlamaya çalıştım, bir yandan da gizliden gizliye hafifçe pişman oldum aradığıma- hiçbir şey yokmuş işte. Tabii zihnim “Ya olsaydı” diyordu bir yandan. Sonra zihni daha yakından tanıdıkça, alıştım bu hallerine. Ama bu telefon konuşması günün geri kalanına mal oldu. O gün yatana kadar ‘düşünme’ halini etiketledim. Kısacık bir konuşma bu kadar çok düşünce üretebilir mi, inanılır gibi değil. Günlük hayatta ne yapıyorum ben?

Bir ara yediklerimden tat alamamaya başladım, sanki saman yiyorum. Zihnimi izlemekten sıkıldım, bıktım. Hocaya gitmek istediğimi söyledim. Şaşırdı. “O kadar zaman harcadın, yolculuğa para verdin, buralara geldin, şimdi nereye gidiyorsun?” dedi. Ben ne bileyim. Kaldım tabii. Bir ay. Bu koşullarda. Zorlandım ama bırakmadım. (2007 notu: içindeyken anlamadım ama sonradan bu gözlemlerin hem kendimin, hem başkalarının yaşamına tarifsiz katkılarda bulunduğunu tahmin ediyorum.)

Günlüğüme bu inzivadan sonra neredeyim diye bir liste yapmışım- aynen yazıyorum:
Zihnim berraklaştı.
Duygularımı ve zihnimi izledim, hareket tarzlarını öğrendim.
Her şeyin gelip geçtiğini gördüm.
Yaşamımın çoğunun geleceğe ilişkin planlarla dolu olduğunu gördüm.
Vücutça ve zihince yaşamımdaki en önemli dinlenmeyi yaşadım.
Çeşitli konularda hedefi iyi göremediğim ve belirleyemediğim için verimimin düşük olduğunu gördüm.
Duygularımın ne kadar bastırılmış olduklarını ve ne kadar güçlü olduklarını gördüm.
Yaşamın aslında çok basit de yaşanabileceğini gördüm.
Çok yorucu bir iş yaparken bile, insanın nasıl coşkulu olabileceğini gördüm.
Acıyı yaşadım.
Hiçbir şeye bağlanmamanın önemini anladım ama önümde daha çok yol var.
Vücudumu biraz daha yakından tanıdım.
Konsantrasyonum gelişti.
Dengem gelişti.
İstersem, ne kadar iç disiplinli olabileceğimi gördüm.
Aslında her şeye ne kadar minnettar olduğumu gördüm ama etkisi uzun sürmedi.
Vücudumun isterse ne kadar az yiyecekle idare edebildiğini ve gözü dönmeden de durabildiğini yaşadım.
Benim demenin aslında ne kadar da manasız olduğunu gördüm ama daha pek çok fırın ekmek yemem lazım.
Kararlılığın dağları delebileceğini gördüm.
Dilenmenin ya da bir şey istemenin egoyu yenmek için iyi bir yol olduğunu gördüm ve kendi burnu büyüklüğümü yaşadım.
Çok eski olayları bile hatırlayabildiğimi gördüm.
Zihnin nasıl işlediğine ilişkin bilgim oldu.

İnziva süresinin bitmesine yakın, genç hoca kendisinin Burma’da 3 ay inziva yaptığını anlattı. Meditasyon salonunun kapısında da diğer ülkelerdeki inziva merkezlerinin adresleri asılıydı. Benim de kafama takıldı. Acaba daha uzun bir inziva mı yapsam? Mesela 3 ay. Belki Burma’da. İşten nasıl izin alınır? Ev nasıl bırakılır? Haluk’a ne söylenir? Tabii o zaman 1999 yılının Türkiye’de ve yaşamımda ne depremlere gebe olduğundan haberim yok.

İstanbul’a dönüş yolunda uçaktayım. Bir adam sigara içiyor. Nasıl rahatsız oldum. Adamı uyardım, hiç umru değil. Hostes uyardı, dinlemiyor. O kadar kızdım ki, sinirden başım uyuştu. O anda “Eee, ne oldu o kadar inziva?” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Yine o zaman inzivadan sonra duyuların ne kadar açık olduğunun, derinin ince olduğunun farkında değilim. Ve de bir aylık inziva yapınca, yunmuş yıkanmış olduğumu sanıyorum :)

İşe döndüğümde, benim gelişimimde büyük katkısı olan vakıf başkanı Güney Haştemoğlu yanıma geldi. “Hindistan’da ne öğrendiyseniz, bize öğretmek zorundasınız, çünkü ışıl ışıl parlıyorsunuz. Bunu paylaşmanız lazım. Bir kuyudan su çekilmezse, su akmaz, kuyu kurur. dedi. Bu teşvikine minnettarım. Bana kalsa, belki hiç paylaşmaya başlamazdım. Bir hafta sonra vakıf üyeleri ve gönüllülerinden isteyenlere farkındalık çalışmaları başlamıştı. Her hafta yarım saat çalışma yapıyorduk. İşimin bir parçası olmuştu. O dönem çok yararlandığını söyleyenler oldu. Gençlere öğretmeye cesaret edemedim. Yalnızca iki gence tekniği anlattım. Teknik dediğim de ne hissediyorsan, onu fark et demekten ibaret. Bir çocuğu hatırlıyorum. 15-16 yaşlarındaydı. İçinin çok huzursuz olduğunu, çok sıkıldığını anlatmıştı. Nefesini nasıl izleyeceğini, sonra gelen her şeyi nasıl etiketleyeceğini anlattım, bir odada bıraktım. 15 dakika sonra gittim ki, hala gözleri kapalı. Ayak seslerimi duyunca, gözlerini açtı. “Nasılsın?” diye sordum. “Abla bu nasıl güzel bir şey. Kendimi pambık gibi hissediyorum.”…

Gelecek macera: Marmaris

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder