31 Ocak 2009 Cumartesi

Gandhi'den "Yaşamım Mesajımdır"

Fotoğraf: Bahman Farzad, http://www.flickr.com/photos/21644167@N04/3031353198/

Daha önce paylaşmıştım Gandhi'ye ilişkin anlatılan bu hikayeyi... Yine aklıma geldi, yine yazayım, kaç kere yazsam, kaç kere okusak, kaç kere dinlesek, az sanki... Kendi kulaklarımı da iyice açtım dinliyorum :)

Bir kadın Gandhi'nin yanına gelmiş küçük oğluyla.
"Mahatma-ji, ne olur oğluma şeker yemeyi bırakmasını söyle. Oğlum için hiç iyi değil şeker yemek."
Gandhi kadına oğluyla beraber bir hafta sonra gelmesini söylemiş.
Bir hafta sonra geldiklerinde Gandhi oğlana, "Şeker yemeyi bırak" demiş.
Kadın şaşırmış ve Gandhi'ye neden bunu bir hafta önce söylemediğini sormuş.

Gandhi cevap vermiş, "Çünkü o zaman ben henüz şekeri bırakmamıştım."
(Bu hikayeyi okumuş olduğum yer: Compassion in Action, Ram Dass, Mirabai Bush)

Çevremize gösterdiğimiz yollardan kendimiz yürüyor muyuz? Yaşamlarımız mesajlarımız mı bizim de? Tam da inandığımız değerlere uygun mu yaşıyoruz?

Ve de bir başka açıdan da bakarsak, ağzımızdan çıkan tavsiyeler yoksa bizim için mi? Çevremize verdiğimiz tavsiyeleri dinlemekte fayda olabilir, belki ruhumuz bize yol gösteriyordur.


Hale? Hale? Bu karşılıklı aynalar da nereden çıktı, yankı yapıyor yaşam :)))




29 Ocak 2009 Perşembe

Bekçinin Sorusu

Fotoğraf: Nightcrawl, http://www.flickr.com/photos/nightcrawl/2275265234/


Yaşadığımız an'da etrafımıza baktığımızda kendi iç alemimize ilişkin pek çok yansıma bulmak mümkün... Hoşumuza gitse de, gitmese de... "Hayır, böyle bir tatsızlık, böyle bir düşüncesizlik, böyle bir hainlik benim içimde yok" diyebiliriz ve ancak kendimizi kandırırız ta ki yaşam bizi bu temaya bakmaya iyice mecbur bırakana kadar... Belki bizdeki parça karşımızda gördüğümüz kadar devasa değildir, ancak iyice bir kolaçan etmekte fayda var içimizi... Arkadaşlarımdan biri kendine küçük bir not defteri aldı, çevresinde gördüğü, içini huzursuz eden herşeyi not alıyor ve fırsat bulduğunda bunları iç dünyasında arındırmak için çalışıyor...

Christina Feldman bilindik bir hikaye ile bu durumu anlatıyor kitaplarından birinde:

"Kendi kişisel hikayemizin kökleri evrensel hikayenin içindedir, fakat ayrı ayrı hepimiz bunu deneyimlemenin farklı yollarını hikayemize katarız. Her an'a geçmiş anılarımızı, umutlarımızı, korkularımızı ve tercihlerimizi getiririz, ve dünya da zihnimiz ne haldeyse bunu aynen bize yansıtır.

Bir seyyah yeni bir şehrin kapısına gelmiş ve kapıdaki bekçiye, "Burada nasıl insanlar yaşıyor?" diye sormuş. Bekçi soruyu başka bir soruyla yanıtlamış, "Senin geldiğin yerde nasıl insanlar yaşardı?" Seyyah, "Çoğu geçimsiz, huysuz, açgözlü ve bencillerdi." demiş. Bekçi yanıtlamış, "Buradaki insanları da aynı bulacağını tahmin ederim." Bir süre sonra, başka bir seyyah bekçiyle karşılaşmış ve aynı soruyu sormuş. Bekçi yine soruyla yanıtlamış, "Son ziyaret ettiğin şehirde yaşayanları nasıl buldun?" Seyyah heyecanla, "Çok sıcak ve misafirperverlerdi, gerçekten çok iyi bir gruptu." Bekçi cevap vermiş, "Buradaki insanları da aynı bulacağını tahmin ederim."

Buda derki, "Gözlerimizde karışıklık tozları taşıyoruz." (We carry in our eyes the dust of entanglement. Bu karışıklık geçmişe ilişkin öfke, korku, kalıplardan gelmektedir ki bunlar şimdiki an'daki görüşümüzü bulandırmakta, çarpıtmaktadır."

( Christina Feldman, Buddhist Practice for Everyday Life, s. 7-8)

Belki bizim de içimizdeki bekçi bize sorar:

Senin bulunduğun yerde nasıl insanlar yaşıyor?


28 Ocak 2009 Çarşamba

Kutlama Özlemi...

Fotoğraf: Kinho Pizzato, http://www.flickr.com/photos/kinho/949479168/

Zeytin ağaçları ve yeni öğrendiğime göre Amasya elması ağacı bir yıl çok ürün veriyor, "var yılı", bir yıl dinleniyor, az ürün veriyor, "yok yılı". Dün düşündüm bu blog yazıları işinde bir var dönemi yaşıyoruz, bir yok dönemi :)) Ancak sonra baktım, durum daha ziyade tarlaya bir dönem bir ürün, sonraki dönem bir başka ürün ekiyor, biçiyorum şeklinde... :) Tarlanın verimi böylece farklı ürünlerle sürdürülebilir oluyor... Bir bitki diğeri için gerekli olan maddeleri toprağa bağlıyor... Ancak ara ara görünüşte blogda bir dinlenme süresi geçiriyoruz- herhalde karşılıklı :))


Bunlar kafamdan geçerken, pazartesi günü bir mesaj okudum. Bloga bunu yazayım diye düşündüm. Sonra ne alakası var diye geçirdim içimden, yazmadım. Ama o gün bugün ne zaman blog yazısı yazayım diye düşünsem, aklıma bu mesaj geliyor. Artık yazayım bari...

Mesaj üyesi olduğum çevre eğitimi e-grubundan gelmiş. Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar göndermiş... Şöyle diyor:

"Sevgili Yenilenebilir Enerji Dostları,
Bugun (26.1.2009) Bonn'da yapılan kurulus toplantısında 75 ülkenin hukumet yetkilileri Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansının (IRENA) tüzüğünü imzaladı.

IRENA fosil ve nukleer enerji çagından yenilenebilir enerji çagına geciste bir donum noktası.

Yenilenebilir Enerjinin tek cozum oldugunun farkına varıp bu konuda tum dunyada yurttasların bilinclenmesi icin caba sarfeden tum gunesten(barıştan) ve ekolojik yasamdan (demokrasiden) yana taraf olanları bu basarılarından dolayı kutlarım."

Bugünlerde sizi bilmem ama dünya ölçeğinde sevineceğim, kutlayacağım haberler daha çok olsa diye geçiriyorum içimden. Bu haber -önünü, ardını bilmememe rağmen- içime bir sevinç dalgasıyla geldi... Bu dönüm noktasına nasıl gelindi bilmiyorum, birlik bilinciyle gelindiğinden kuşkuluyum, daha ziyade ekonomik hesaplamalar yapılmıştır herhalde. Ancak yine de tüm bu toz dumanın içinde bilinç yükseliyor sanki... Her birimizin minicik de olsa bir payı vardır belki... Bu payımızı da kutlamayı hatırlamamız çok önemli... Geridönüşüm kutularına attığımız her bir cam, teneke, kağıt; almadığımız her torba; arabaya binmeyip yürüdüğümüz her dakika; ihtiyacımızdan fazlasını almadığımız her ürün; evdeki ihtiyaç fazlasını verdiğimiz her eşya, bir katkı... Bu hallerde ya soruna ekleme yapıyoruz, ya çözüme... Her seçimimiz ne kadar önemli... Seçimlerimizin önemini görebilmeyi diliyorum hepimize...

Ve böyle haberler duydukça, yüreğimi daha da arındırayım, ortak bilince daha da katkıda bulunayım şevki geliyor içime...

Nice bilinç yükselmelerini kutlamayı diliyorum...

26 Ocak 2009 Pazartesi

Dilek - Güç - Emek

Bugün başka konulara odaklandım, yazı çıkmadı. Biraz önce Seda aradı, "Nerede bugünkü yazı?" dedi. "Söyle, ne istersen pişireyim." dedim. Söylemedi. Ancak çeşitli konulardan konuşurken, yine Mavi Tüy'den bir cümle aklıma geldi- geçen kitabı karıştırırken, görmüştüm. Umarım idrak, ilham ve şevk verir hepimize.


"Sana hiçbir dilek verilmemiştir ki,
onu gerçekleştirecek olan güç de birlikte verilmemiş olsun.
Ancak bunu elde etmek için çalışman gerekebilir."

Richard Bach, Mavi Tüy, Arkadaş Yayınları


Bugün yeni ay. Bir inanışa göre, dileklerin dilendiği, niyetlerin yapıldığı bir gün. Belki içimizi bir kolaçan ederiz ne dilekler var içimizde, gerçekten ne istiyoruz? Ve de bu niyetlere doğru hangi sadeleşmeleri, değişimleri yapmaya razıyız? Ne kadar ve ne tür emek verebiliriz?

Bütünün en yüksek iyiliğine olan niyetlerimizin gerçekleşmesi dileğiyle...




23 Ocak 2009 Cuma

Yaşamıma Çizdiklerim

Christine Eaves, http://www.flickr.com/photos/10202475@N02/1809864758/


Günlerdir zihnimde bir cümle:

"Yaşamındaki her insan ve bütün olaylar sen oraya çizdiğin için oradadırlar."

Richard Bach'ın Mavi Tüy kitabından. Lise sondaydım ilk okuduğumda. Sınıf arkadaşım Nilüfer Kozikoğlu tanıtmıştı kitabı bize, sağolsun. Zihnimi yoğuran, sarsan, 'emin misin?' diye sorgulatan kitaplardan biriydi. Gençlik döneminde ne talih bu kitapla karşılaşmak. Beni nasıl etkilemişse, yıllar sonra bile zihnimde ansızın kitaptan bir cümle yankılanıyor.

Kaç gündür zihnimde bu cümleyle dolaşınca, kitabı kütüphaneden çıkardım yine. Sayfaları sararmış. İlk sayfasına "yıllar sonra tekrar almak durumunda kalıyorum bu kitabı- 1990" diye not düşmüşüm. Anlaşılan biri almış, iade etmemiş. Dilerim kim idiyse bu kişi, onun da yaşamını zenginleştirmiştir bu kitap.

Sayfaları rastgele çevirdikçe, müthiş bir bilgelikle karşılaşıyorum yeniden ve bambaşka algılıyorum. Ve içten içe biliyorum ki, daha da başka algılayabileceğim zamanlar olacak...

"Esas günah, Olan'ı sınırlamaktır." (s.98)

"Bir bulut neden belli bir yönde ve belli bir hızda uçtuğunu bilmez,
Bir itki duyumsar... şimdi gidilecek yer burasıdır- diye.
Ama gökyüzü bütün bulutların arkasındaki nedenleri ve desenleri bilir. Ve kendini yeterince havalandırıp ufukların ötesini görebildiğinde, sen de bileceksin." (s.91-92)

"Öğrenmek zaten bildiğini ortaya çıkarmaktır.
Yapmak, bildiğini göstermektir.
Öğretmek, diğerlerine senin kadar iyi bildiklerini anımsatmaktır.
Siz hepiniz öğrenenler, yapanlar, öğretenlersiniz." (s. 57)

Bu kitabı tekrar okuyayım, içimi coşku kapladı yine...

Tüy gibi hafif bir haftasonu diliyorum... :)

22 Ocak 2009 Perşembe

"Hırsızın Hiç Mi Kabahati Yok"

Nasıl bir fotoğraf koyayım diye bakınırken, bu eşek kulaklarını gördüm. Çok hoşuma gitti.


Hepimizin bildiği bir Nasreddin Hoca hikayesidir:
Hocanın eşeği çalınmış. Hoca ağlayıp sızlarken, komşular, “Kapıya niye daha iyi kilit takmadın?”, “Niye kulağını açmadın, hiç mi sesini duymadın?”, “Hoca, kusura bakma ama eşeğinin çalınmasına en büyük sebep sensin. Ahırını hiç tamir etmemişsin.” deyip durmuşlar. Hoca da kızmış tabii, “İyi güzel de, hırsızın hiç mi kabahati yok.”

Dün bir arkadaşımla konuşurken aklıma bu hikaye geldi. Sevimsiz bir durum oluyor ve ne diyoruz: “Bak bakalım kendinde var mı? Ya da geçmişte sana yapılmış da affetmediğin haller var mı? İçine bak. Kendinde ara.”

Eee, kardeşim karşımızdakinin hiç kabahati yok mu? İtiraf edelim, hemen aklımıza bu geliyor değil mi :) Otomatik bir program gibi. Biz sütten çıkmış ak kaşık, karşımızdaki suçlu. Tamam kendi payımı kabul ediyorum desek de, ancak dilimizde. Gerçekten inanmıyoruz. Şiddetsiz İletişim eğitiminde Eva Rambala, ‘Her çatışmada mutlaka %50- %50 sorumluluk vardır’, demişti.

Karşımızdakinin kabahati yok mu yani, bana bağırdı, ihmal etti, canımı yaktı, arkamdan konuştu? Kabahati yok mu yani? Var, olmaz mı? Elbette talihsiz stratejiler seçmiş karşımızdaki de ve bunun sonuçlarını yaşayacak. Ne ekiyorsa, onu biçecek. Ancak bizim onun iç alemini, davranışlarını kontrol edebilme, değiştirebilme gibi bir gücümüz var mı? Kabul edelim ki, pek yok. Özellikle ana babalar, evlatlar, karı kocalar için bunun cevabı neredeyse kocaman bir “hayır”. Yıllar önce babama bir konuyu anlatmaya ve algısını değiştirmeye çalışıyordum, hatta çırpınıyordum denebilir. Ve gözümün önünde bir resim belirdi. Kalınca bir ağacın gövdesini kavramışım, sallamaya çalışıyorum. Salladığım, sarsılan tek şey kendimim. Buna benzer bir hissi yaşadığınız oluyor mu, çocuğunuzla, annenizle, eşinizle? Değişmiyor, değişmiyor diye mantra gibi, zikr gibi sürekli zihnimizde tekrarladığımız olmadı mı?

Dünkü yazıdaki kelimelerle, etki yapabildiğimiz en sadık şey: kendimiziz. O halde karşımızdakinin kusurlarından/talihsiz stratejilerinden gözümüzü ayırıp (zira bazen büyülenmiş gibi yalnız bunları görüp, odaklanıyoruz), kendi içimizde çalışma yapmak daha pratik sonuçlara ulaştırabiliyor.

Bazen karşımdaki öyle bir şey yapıyor ki, içimde kızgınlık enerjisi yükselirken, “Ooo, bunun ciddi bir derdi var.” diyorum. Çok sarsıldığım birkaç sefer, “Ruh hastası bu kişi, ruh hastası” dediğim de olmuştur. Ancak bu teşhisimde oyalanmanın bana pek yararı olmadığını görüyorum. Hatırlayabildimse, hemen enerjimi ve dikkatimi kendime döndürmeyi seçiyorum. Aynı program bende var mı? Bunu söylediğimde “hırsızın hiç kabahati yok” demiyorum, var ama önce kendi ellerimi bir temizleyeyim, sonra bakayım bu kişinin de ellerini temizlemesi için sevgiden gelen bir yol ilhamına vesile olabilir miyim.

Aslında benim sorunum, senin sorunun yok sanki. “Bizim” sorunumuz ya da “sorun” var. Birlik bilincine doğru adımlardan biri bunu hatırlamak… Bununla ilgili çok hoşuma giden bir kitap okudum. Uygun fırsatta paylaşmaya niyet ediyorum.

Yaşamımızda olan bitenin sorumluluğunu üstlendiğimiz, en uygun yöntemle buna bakabildiğimiz ve idrakle yüreğimizin aynasını parlattığımız nice anlar dileğiyle…

21 Ocak 2009 Çarşamba

İlgi Alanı - Etki Alanı

Geçenlerde çeşitli vesilelerle yaşamdan gelen “Nerede tıkandığımı bilmiyorum.”, “Çözümü göremiyorum.”, “Yaşamım tıkanıp kaldı” hallerinde acaba hakikaten de görüşün açık olmadığı yerlere mi bakıyoruz diye merak ettim. Belki ışığı tuttuğumuz yerde görülecek bir şey yok, dolayısıyla da görmüyoruz. Ya da şu an görüş kapasitemizin çok ötesini görmeye çalışıyoruz. Bu fikir pek ilginç gelmişken, daha önce okumaya başladığım ama bitirmediğim bir kitabı tekrar okumaya başladım: Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı (Stephen Covey, Varlık Yayınları/Özel Dizi, 2003) Çoğunuz okumuştur herhalde, çevremde pek okumayan yoktu ilk elime aldığımda, pek bayıldıkları bir kitaptı. Geriden geliyorum :)

Kitapta bildiklerimizin farklı ifadeleriyle birlikte (ki gerçeğe yaklaştıran bilgileri defalarca duymak bana her zaman iyi geliyor), yaşamımda denemek istediğim birkaç da pratik bilgi buldum.

Işığı nereye tuttuğumuz dikkatimi çekince ve merakla bu konuya odaklanınca, bu kitapta okuduğum bir bölüm ufkumu açtı. Kitapta yazılanları biraz genişletip, esnetince, bu konuyla örtüşür hale geldi.

Stephen Covey, zaman ve enerjimizin odak noktasına bakmamızı öneriyor. Hepimizin bir ilgi alanı, bir de etki alanı olduğunu söylüyor. İlgi alanımıza ilgimizi çeken, önem verdiğimiz konular giriyor. Etki alanımıza da bir şeyler yapabildiğimiz, etki yaratabildiklerimiz giriyor. Eğer zamanımızı ve enerjimizi tamamen ilgi alanımıza odaklarsak, etki yapamadığımız için bir süre sonra yenilmişlik duygusuyla dolabiliyoruz. Bu olumsuz enerjiyle, kişilerin bir şeyler yapabilecekleri alanları ihmal etmeleri birleşince, etki alanı da küçülebiliyor.
Oysa etki alanımıza enerji ve zaman verirsek, bir şeyler yapabileceğimiz işlerin üzerinde çalışırsak, küçük adımlarla da olsa, zamanla etki alanımızı genişletebiliriz,
diyor Covey bu bölümde özetle.

Temel anlayış böyle. Bu anlatım tarzı bana çok anlamlı geldi. Bir konuda tıkandığımızda, acaba o an yapabileceğimiz/etki alanımız içinde olan bir adım atmak bizi o tıkanıklıktan çıkarabilir mi? Bazen çok ötelere bakıyoruz, o anki bilincimizin, deneyimimizin, becerimizin çok ötesini görmeye çalışıyoruz. Ve göremiyoruz, sonra da üzülüyoruz, hayalkırıklığına uğruyoruz. Bazen de baktığımız yere onlarca defa tekrar tekrar bakıyoruz. Böyle durumlarda zihnimizde kırmızı bayrak sallayan bir adam olsa keşke ve “Yok kardeşim burada bir şey, başka yöne baksana” diye kendimize getirse bizi…

Bunları yazarken, kendimizi sınırlamaktan ya da sınırlı kabul etmekten söz etmiyorum. Tam tersine. Ancak o an’ın gerçeği ile dans edebilmek için, etki alanımızı fark etmenin de çok önemli olduğunu görüyorum gittikçe. Etki alanımız biz üzerinde çalıştıkça, gittikçe büyüyor Covey’in de söylediği gibi. Aslında çok temel bir anlayışı hatırlatıyor bize, ancak sık sık unutuyor muyuz ne :))

'Gerçeği farklı söyleyenlerden biri' olan Covey de, kendimizle çalışmanın altını kalın ispirtoluyla çizmiş. Diyor ki, “Evlilik konusunda bir sorunum varsa, durmadan karımın hatalarından söz etmek bana aslında ne kazandırır? Sorumlu olmadığımı söyleyerek, kendimi güçsüz bir kurban durumuna düşürürüm; olumsuz bir konumda sıkışıp kalırım. Ayrıca karımı etkileme yeteneğim de azalır: dırdırcılığım, suçlamalarım, eleştirici tavırlarım, onun kendi zayıflığının doğrulandığını hissetmesine yol açar yalnızca. Eleştirici tavrım, düzeltmek istediğim davranışlardan çok daha kötüdür. Durumu olumlu biçimde etkileme yeteneğim azalır ve tükenir.
Durumumu düzeltmeyi gerçekten istiyorsam, denetimim altında olan o tek şeyin –yani kendimin- üzerinde çalışabilirim. Karımı hizaya getirmekten vazgeçip kendi zayıflıklarımla ilgilenirim.” (S.90)

Bu hali son zamanlarda İsrail- Filistin meselesinde çok yoğun yaşadım. Dünyasal düzeyde büyük çapta etki alanımın ötesinde bir meseleydi benim için. Ancak yine de etki alanım vardı: oturdum kendi üzerimde çalıştım, hiç olmazsa kendi şiddet yükümün ortak bilinç alanımızda sevgiye dönüşmesi niyetindeydim. Belki ileride bu tür meselelerde etki alanım daha genişler, daha başka şeyler de yaparım. O an görebildiğim o kadardı. Pek de güzel bir sözü var Covey’in; yazıyı onunla bitireyim: “Bir embriyon kadar küçük olan özgürlüklerini her gün kullanan kişiler, bu özgürlüklerini yavaş yavaş büyütürler.”

20 Ocak 2009 Salı

Yürekle Uyumlu İfade-2

Dünden devamla...

“Nerede tıkandığımı bilmiyorum” ifadesi, bizim uzun uzun üzerinde çalıştığımız kurban enerjisinin ifade şekillerinden biri anladığım kadarıyla. “Yollar tıkalı, ben bilemeyecek kadar beceriksizim, bilgisizim, ümit yok, burada kapana kısıldım, yardım istiyorum ama yardım eden de yok” gibi yan düşünceleri var sanki bu ifade tarzının. Destek isteniyor belki içten içe ama bu cümleyi duyan bir kişinin içinden bunu söyleyene destek olma, aynalık etme gibi bir dürtü pek gelmiyor genellikle. Sanki aynalık etse bile karşıdaki aynaya bakmayacakmış gibi bir his geliyor hatta. Sanki bir kutuya kapanmış gibi. Açıklık, genişlik, keşif, merak, paylaşma, dayanışma, aynalık enerjilerine kendimizi kapatıyoruz sanki bu düşünce, ifade tarzıyla… Oysa "nerede tıkandığımı bilmek istiyorum" bambaşka bir enerji...

Çok ilginç geliyor dili kullanma şeklinin aslında zihnimizin bir yansıması olması. Biliyorum birçok teknik bununla çalışıyor. Birçok teknikte –ara ara kendi kullandıklarım da dahil olmak üzere- hep bir yanlışlık var da, onu düzeltiyormuşuz gibi bir tutum var sanki. Yanlışlık/hata enerjisi; suçluluk, kızgınlık hissini, cezalandırma isteğini, sonraları da ümitsizlik ve kapanma halini getiriyor sanki. Bu enerji çok birikirse, depresyona giriyoruz. Oysa şiddetsiz iletişim çok güzel ifade eder: “Hata yoktur” der. “Talihsiz stratejiler vardır. Talihsizdir, çünkü gerçek ihtiyaçlarımızı karşılamıyordur.” Böyle talihsiz stratejiler seçtiğimi fark ettiğimde, önce bir üzüntü geliyor içime. Şiddetsiz iletişim buna yas durumu diyor. Aynen öyle, yaşanamamışlığın ya da talihsiz seçimin yassı. Bu yas tutan halimi görünce yüreğimin nereye dönük olduğunu hatırlıyorum ve bunu görmek içime müthiş bir şefkat duygusu dolduruyor. Sanki yüreğim varlığımı kucaklıyor gibi.

Zihnimizde ve kullandığımız dilde, sayısız talihsiz seçimler olabilir. Ne yapalım, olmuş bir kere. Geçmişte ekilmiş tohumlar filizleniyor, bunun için yapılacak bir şey yok. Olsun. Ama şu an neyin filizlendiğini görüyoruz ya, dikkatimizi ona yönlendiriyoruz ya, talihsizliğini de açıklıkla görüyoruz ya, yas tutuyoruz ve içimiz şefkatle kaplanıyor ya… O kadar… Basit… Sade… Karmaşık teknikler gerektirmiyor… Üstelik bedava… Üstelik her yerde mümkün…

Konuya ifade tarzımızla girdim, toparlarsam, dilimizi dinleyelim, ifadelerimizin açık, geniş mi, yoksa sabit ve kapalı mı olduğunu fark edelim. Yargılamadan, kendimizi dövmeden fark etmek. Bunu fark ettikten sonra, seçimimizi yapalım. İstersek, tamamen kapalı bir ifade de seçebiliriz, özgürlük burada. Olsun, belki de o seçimle öğreneceğimiz, göreceğimiz bir şeyler vardır. Önemli olan, fark etmek ve otomatiklikten çıkıp seçim yapabilmek…



19 Ocak 2009 Pazartesi

Yüreğimizle Uyumlu İfade

(Geçen hafta mucize gibi bir şey oldu. Birkaç gün üst üste kendi üstümde yoğun çalışmalar yaptım. Bir gün evden çıkmadan önce, mutfağın camlı balkona açılan kapısını açayım da, çiçekler üşümesin diye kapıyı açmaya gittim. Saksıda yetiştirdiğim rokanın üzerinde bir renk dikkatimi çekti. Yaklaşayım ki, yukarıdaki uğur böceği. Tahmin edersiniz ki, gözlerim iki misli oldu :) Bu sevimli uğurböceğinin nereden girdiğini bir türlü bulamadım. Üstelik de bu mevsimde. Mantıklı açıklamasını bir kenara bırakıp, yaşamdan harika bir teyit ve armağan diye yorumladım. Bu resmi buraya koyarak, tüm kendi üzerinde çalışma yapanlara da yaşamın teyidi olmasını diliyorum...)


Bazen kendimi ve başkalarını dinliyorum: “Nerede tıkandığımı bilmiyorum.”, “Sorunun ne olduğunu anlamıyorum.”, “Çözümü görmüyorum”, “Kaç kere denediysem de yapamıyorum.”, “Bu alışkanlığı aşamıyorum.”, “Yine aynı duvara tosluyorum.”, “Bu yorgunlukla yapmama imkan yok.”, “Param yok, yapamam”, örnekler uzayıp gidiyor; değil mi?

Belki bunu daha önce paylaşmışımdır ancak yine paylaşasım var. Haziran’da (2008) Vivet ve Sija’nın öncülüğünde Nada Ignjatovic-Slavic bir şiddetsiz iletişim semineri yapmıştı. Yoğun ve hepimize pek çok ufuklar açan bir çalışma olmuştu. Ara ara o çalışmadan sistemime katılan bilgileri ve yaşama uygulayıp gördüklerimi yazarak paylaşmak niyetindeyim. Son günlerde yukarıdaki gibi cümleleri sıklıkla duydukça, okudukça, hepimize Nada’nın dikkatimizi çektiği bir konuyu hatırlatmak istedim, elbette kendi anladığım şekliyle.

"Nerede tıkandığımı bilmiyorum" dediğimizde, bu cümlenin içinde pek bir umut, kapı, pencere, yol yok, değil mi? Sabit, kapalı bir cümle gibi. Nada böyle bir cümle söylediğimizde aslında yürekten istediğimiz şeyin “Nerede tıkandığımı bilmek istiyorum” olduğunu hatırlattı bize. Yüreğimiz gerçekten de bunu istiyor, buna ihtiyacı var: açıklık, anlayış, farkındalık, berraklık, geniş görüş…

İfade ettiğimiz ile aslında yüreğimizin özlemi olan ya da yüzünü dönmek istediği yer olan arasında ciddi fark var. Nerede tıkandığımı bilmiyorum’u tespih çeker gibi tekrarlamanın pek bir faydası da olmuyor, insanı ümitsizliğe, kara kuyulara çekmekten başka.

Oysa yüreğimizin gerçek isteğini (ihtiyacımızı), “Nerede tıkandığımı bilmek, anlamak, görmek istiyorum/ bilmeye niyet ediyorum” şeklinde ifade etsek (hem kendimize, hem konuşurken/yazarken), enerjisi bambaşka oluyor. Hem daha dürüst, kalbimizle hizada/ uyumlu bir ifade şekli oluyor, hem de yüzümüzü nereye döndüğümüzü ifade ediyoruz ve yaşamdan cevaplar patır patır düşmeye başlıyor. Sanki böyle ifade ettiğimizde bir manyetik alan oluşuyor ve bu manyetik alan içine cevapları çekiyor ya da cevaplar kendiliğinden o alana giriyor.

Devamı yarın...

16 Ocak 2009 Cuma

Yola Işık Tutan Sözler: Sevginin Gücü

DeusxFlorida, http://www.flickr.com/photos/8363028@N08/2924683777/


Bugünlerde bilgisayarın başına ancak birkaç dakika oturabiliyorum. Dolayısıyla önem verdiğim halde, blog yazısı yazamıyorum. İçerde bir yazı mayalanıyor, olgunlaşıyor ama :)))

Dünkü söz için söylenecek birkaç çift lafım vardı, artık daha sonra...

Bugünü de boş bırakmayalım. Dosyayı açtım, Mevlana'nın sözü ile karşılaştım. Bu günler için yola ışık tutacağını hissediyorum:

"Sevgi ile bulanık sular arı, duru hale gelir."

Mevlana


14 Ocak 2009 Çarşamba

Yola Işık Tutan Sözler: Önemli Şeyler


"En önemli şeyler asla en önemsizlerin insafına bırakılmamalıdır."
Goethe



13 Ocak 2009 Salı

Yola Işık Tutan Sözler: M.L. King

Pankaj Trivedi, 26 June 2007, www.flickr.com


Martin Luther King'den söz ediyordu Yasemin bir süre önce. Güzel bir sözüne rastladım King'in, sanırım hepimizin durumunu anlatıyor, hepimize rehberlik ediyor:


"Bugün yapmam gereken o kadar çok şey var ki,
bir saat daha dizlerimin üzerinde kalmam gerekiyor."

Martin Luther King



7 Ocak 2009 Çarşamba

Bir Ayna ki Sen Karşı Durursun

Bir ayna ki sen karşı durursun
Başka değil hep kendin görürsün
Böyle olunca bilelim öz ne
Fikirlerde bu ikilik söz ne

Mevlana

Mevlana’nın bu sözünü daha önce paylaşmıştım, ancak bu hafta iç rehberliğe, içe bakışa ilişkin yazınca, yine önüme çıktı…

Aynaya nasıl bakacağız?
Ne olursa olsun, ister İsrail’in fosforlu misket bombası olduğu rivayet edilen bombaları olsun, ister Hamas’ın ateşkesi bozması olsun, ister Zimbabve’deki kolera olsun, ister Türkiye’nin bir köyündeki fakirlik olsun, dönüp içimize bakalım:

Şu ana kadar kasten ya da istemeyerek kimlere zarar verdim?
Bir sözümle misket bombası gibi birden çok kişinin canını yaktım mı?
Hatta misket bombalarının kimi parçaları uzun müddet düştükleri yerde uyurmuş, biri üzerine basınca patlarmış.
Böyle acı veren, zarar veren sözler ettim mi, karşımdakinin bilinçaltında uyuyan ve biri dokununca patlayan?
Bir şekilde bir denge kurulmuşken, dengeyi bozacak bir şeyler yaptım mı?
Zihnimi temiz tutamadığım için, dışarıdan gelen bir sözle zihnim hastalandı mı?

Bu soruları öyle gözlerimizi gezdirip okumamız için yazmıyorum. Oturup, ciddi ciddi listeler yapmamız ve listedeki olaylara ilişkin duyguların kendilerini ifade etmesine izin vermemiz ve daha geniş açıdan bakabiliyorsak, bakıp idrakimizi artırmamıza ilham verir belki diye yazıyorum…

Her ne oluyorsa,
ben bunun benzerini yaptım mı?
Bunun benzeri bana yapıldı mı ve ben hala bunu yapana karşı öfke vs duyuyor muyum?
diye bakmak zamanı…

Baktıktan sonra üzerinde çalışmak zamanı… (bu blogda pek çok öneri var bu çalışmaya ilişkin)

Bütünün içinden hiç olmazsa kendi enerjimizi nötrlemek zamanı…
Dışta yapılabilecekler varsa, elbette bunları da yapma zamanı... Ne dersiniz?

6 Ocak 2009 Salı

Yola Işık Tutan Sözler: İçimizdeki Ses

cobalt123, 31.5.2006, www.flickr.com


"İçinizdeki sesi ne kadar sadakatle dinlerseniz, dışarıda olup bitenleri o kadar iyi duyarsınız."

Dag Hammarskjold- Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri

"The more faithfully you listen to the voice within you, the better you will hear what is happening outside."

Dag Hammarskjold- The former United Nations secretary-general

Marshall Rosenberg’in Şiddetsiz İletişim kitabından (Sistem Yayıncılık)




Eğer daha adil, şefkatli, anlayışlı, bilge, eşit refahın yaşandığı bir dünya için, şu an yapabileceğimiz bir şey varsa, yapmak zamanı...

Ancak öncesinde içimizdeki sesi dinlemek zamanı... Nasıl'ı herkesin kendine kalmış...

Belki sessizce her gün belli bir süre oturarak,
belki soğuk demeden doğada sessizce yürüyerek,
belki yazarak,
belki soru sorup cevapları yazarak,
belki dans ederek,
belki içimizden gelen seslerin çıkmasına izin vererek,
belki inançlara özgü ritüelleri yaparak...

Başkalarının sesinden arınarak, kendi iç sesini dinlemek...
Dış sesten, iç sese yönelmek...
Ve bir eylem varsa, oradan eyleme geçmek...


5 Ocak 2009 Pazartesi

Yola Işık Tutan Sözler: Jung

Judy Watt, 5.4.2005, www.flickr.com


Görüşünüz ancak kalbinize baktığınızda netleşir;
dışarı bakan hayal/rüya görür, içeri bakan uyanır.

Carl Jung


Your vision will become clear only when you look into your heart;
who looks outside dreams, who looks inside AWAKENS.

Carl Jung



Dünyanın bu karışık halinde içe bakmaya devam.
Kendi içimizdeki şiddet ile yüzleşmeye devam.
İçimizdeki şiddetten öğrenmeye, şefkate dönüşene kadar yanında oturmaya devam.
Madem gidip silahların önünde duramıyoruz,
içimizdeki şiddetin önünde duralım...

2 Ocak 2009 Cuma

Bir Film: Hikaye Anlatan- Hikaye Dinleyen

Hindistan'dan bir kartpostal...


1997’de sosyal hizmet alanında çalışanlar için değişim programıyla (CIF) gittiğim Hindistan’da oryantasyon programında bize çok hoş bir film seyrettirmişlerdi. Geçen arkadaşım Deniz ile konuşurken, aklıma geldi.

Filmin adı: “Kahakar- Ahankar” (Hikaye anlatan- hikaye dinleyen).

Film iki kişiyle başlıyor: hikaye anlatan ve hikaye dinleyen. Bir ağacın altında oturmuş iki Hintli. Biri sürekli anlatıyor, diğeri dinliyor. Saatlerce, günlerce, haftalarca, güneş doğuyor, batıyor, mevsimler değişiyor. Ve biz de hikayeleri dinlemeye başlıyoruz. Hikayelerde kabilenin günlük yaşamı anlatılıyor.

Mesela bir hikayede, kabilenin en önemli özelliklerinden biri hicvedilmiş. Bu kabilede her türlü işi kadınlar yapıyormuş. Adamın biri karısının tarlaya yemeği geç getirdiğinden yakınırmış hep. Bir gün kadının canına tak etmiş. “Rolleri değişelim o zaman”, demiş. Adam evde kalmış, kendisi de tarlaya çalışmaya gitmiş. Adam sabah erkenden kalkmış, canla başla çalışmış; ancak işleri bitirdiğinde vakit çok geçmiş. Aceleyle sarığını sarmış, öğle yemeği tenceresini başının üzerine yerleştirmiş. Tarlaya doğru yürümeye başlamış. Yolda herkes adama gülüyormuş. Yaşlı bir kadına rastlamış. Kadın “Ne taşıyorsun?” demiş. “Öğle yemeği”. “Onun altında?”. “Sarığım”. “Onun altında?”. “Başımı”. “Onun altında?” Adam bakmış ki, aceleyle şalvarını alıp, başına sarık yapmış. Yollarda çırılçıplak yürüyormuş. Tarlaya vardığında karısı ona batmakta olan güneşi göstermiş.

Bunun gibi toplumdaki farklı rollere ilişkin empatinin altı çizildikten sonra, alkol içmeye, hikaye anlatmaya, resim yapmaya, kısacası kabilenin günlük yaşamına ilişkin kıssadan hisse içeren hikayeler seyrediyoruz filmde.

Sonunda tekrar Kahankar ve Ahankar’ı görüyoruz film karesinde. Hala ağacın altındalar. Hikayelere o kadar dalmışlar ki, günlerce, haftalarca, aylarca yemek yememişler. Sonunda da ölmüşler. Oradan geçenler bu iki adamı gömmüş. Akıbetlerini merak eden karıları da onları aramaya çıkmış. Sonunda mezarda yatanların kendi kocaları olduklarını anlamışlar. Kocalarının kemiklerini alıp, kendi köylerine götürmek istemişler. Ancak kemikler karışmış. Bunun üzerine kemikleri bir torbaya koyup, suya sokmuşlar.

Hikaye anlatan içini boşalttığı için, kemikleri boşalırmış, kemikler suda yüzermiş.

Hikaye dinleyenin ise içi dolarmış, kemikleri ağırlaşırmış.

Böylece Kahankar ile Ahankar’ı ayırabilmişler…

Çeşitli yorumları olabilir bu hikayenin sanırım, aklıma geldi birkaç tane… 2009’un ikinci gününde içlerinden en sevdiğim yorumla yazıyı sonlandırayım:

Nice yaşamı zenginleştiren, yüreğimizi genişleten, bilgeliğimizi artıran, ilham veren hikayelerde buluşmak dileğiyle…