25 Şubat 2009 Çarşamba

Doğaya Sevgimizi Gösteriyor Muyuz? -1

Babamın bahçesinden hünnap, 21.9.2008

Bugün yazı yazayım diye oturdum abartmışım, 5 sayfa tutmuş. Yine arkası yarınlı bir yazı geliyor :)

***

Epey bir zamandır yazmak istediğim bir yazı var. İlle rakamlar da vereyim, uzman görüşlerinden de yararlanayım fikrine saplandığım için, bunları yapmaya da fırsat bulamadığım için, yazamadım tabii. Ancak ne zaman ne yazayım diye düşünsem, aklımda bu konu. Bugün “yetti gayri senin bu dayanaklı olsun arzun” deyip, kolları sıvıyorum.

İçimizde bir kişi de yoktur ki, “Ben doğayı sevmiyorum kardeşim. Güneşinden, toprağından, yaprağından, kuşundan nefret ediyorum. Harap olsun. Ölsün. Yok olsun.” diyor olsun. Bu cümleyi bile okuyunca, içi geriliyor insanın. Yok, biz aynı tüm insanlığı sevdiğimiz gibi, doğayı da çok seviyoruz. Ne zaman fırsat bulsak, doğaya kaçıyoruz. Doğanın kucağında dinleniyoruz, yenileniyoruz, enerji doluyoruz. Böcekten korkanlarımız bile, denizi seyretmeyi seviyor, güneşi seviyor, sümbülleri, papatyaları seviyor. Biz doğanın güzelliklerini görüyor ve çok hoşlanıyoruz. Evimizde saksılarda çiçeklerimiz var kimimizin, kimimiz kedi besliyor, kimimiz köpek. Kimimiz sokaktaki hayvanlara su veriyor, yem/mama veriyor. Mahalle pazarlarına gittiğimizde gözümüz gönlümüz açılıyor. Dalından meyve yedik mi kendimizden geçiyoruz. Bir denizde yüzsem diye hayaller kuruyoruz. Dağlara çıkıyoruz, günübirlik yürüyüşler yapıyoruz, mavi turlara çıkıyoruz. Biz doğayı seviyoruz.

Yalnız galiba biz aynı tüm insanlığı sevdiğimiz gibi, doğayı seviyoruz. Tüm insanlığı severiz ama komşumuzu tanımayız ya, alışverişimiz yoktur ya. Sanki doğayla ilişkimiz de öyle. Komşuyla da bir alıp veremediğimiz yoktur (ki kimimizin vardır), ama bir ilgisizlik hali vardır. Yaptıklarımızın onları nasıl etkilediğini düşünmeyiz bile, sanki yokturlar. Doğayla da ilişkimiz böyle mi acaba? Davranışlarımızın sonuçlarının yeterince farkında mıyız? Farkında olmayabiliriz, biz daha nelerin farkında değiliz- ama fark etmeye yönelik bir niyetimiz var mı? Asıl önemli olan bu sanırım. “Ben bu seçimi yapıyorum ama acaba bundan zarar görecek bir canlı var mı?” diye sorduğumuzda ve –bilincimizin yettiğince- zarar olmadığını düşündüğümüz seçimi yaptığımızda, akşam yastığa kafamızı nasıl rahat koyarız, nasıl bu alanda yüksüz yaşarız, değil mi?

“Bu seçimi yapıyorum ama acaba bundan zarar görecek bir canlı var mı?”

Bu soruyu sıklıkla sormamızın kendi manevi yolculuğumuzdaki tekamül ettirici etkisi ortada. Ancak iş bu kadarla kalmıyor. Eski yüzyıllarda işin boyutu bu kadarda kalabiliyordu. Bizim için ise, başka bir boyut daha var.

Geçen sene çevre hareketinin gurusu, dünyanın en etkili düşünce adamı diye tanıtılan Lester Brown’un bir konuşmasına gitmiştim. Daha önceden de herkes gibi küresel ısınmayı, kutuplarda üstünde durmak için buz bulamayan ayıları, suların yükselmesine hazırlık olsun diye ülkelerini taşımak için toprak almaya başlayan Maldiv hükümetini, Kyoto çekişmelerini, kuruyan gölleri, sulak alanları, azalan arıları ben de takip ediyordum. Ancak Brown’un anlattıkları birden içimde bir kırılma noktası oldu. Brown insanlığın meselesinin medeniyetin gelişmesi değil, artık medeniyetin “hayatta kalması” olduğunu söylüyordu. Birçok grafik gösterdi. Gidişatı, projeksiyonları anlattı. Orta Asya’da tümden erime tehlikesindeki buzullardan söz etti, bunların erimesi halinde tarımın imkansız hale gelmesi sebebiyle oluşma ihtimali olan açlıktan söz etti. Su kıtlığı, ısı artışı, tarımda düşüş, toprak erozyonu tehlikelerinden söz etti, içim şişti. Birkaç tavsiyede de bulundu, harekete geçmeye teşvik etti. "Bu konuyla hepimizin ilgilenmesi önemli. Bir konu seçin, üzerinde çalışın" dedi.

Geçenlerde Ankara’daydım biliyorsunuz. Sürdürülebilir yaşam için proje destekleme çalıştayına katıldım. Bu çalıştayın eğitmeni John Croft çalışmanın bir bölümünde dünyanın durumu, gidişatı ve gelecek projeksiyonlarına ilişkin bir sunum yaptı. Yine istatistikler, rakamlar, grafikler. Aklımda kalan tek rakam; bundan yanılmıyorsam bir yüzyıl önce ortalama yaşam süresi 25 yılmış, şu anda 67 yıl –güzel bir gelişme-, bundan birkaç yıl sonraya kadar da artmaya devam edecek, 73 yıla ulaşacakmış. Sonra inişe geçecek ve birkaç on yıl sonra (tarih vardı ama hatırlamıyorum) 21 yıla inecekmiş. İçim yine şişti.

John Croft, bizim neslimizin çok kritik bir dönemde dünyaya geldiğini hatırlattı. Rakamlara bakınca doğru söylüyor. Bizim alacağımız kararlar sanki dönüm noktası kararları gibi. Bizim nesil bilinç sıçramasını yaratacak olan nesil- umarım.

Bu çalıştaydan çıktım, bir arkadaşımda kalıyorum. O da o gece bir toplantıya gidiyormuş, bana da gel dedi: İklim Dostu Kentler. (Yazdım mı bunu daha önce yoksa- neyse devam edeyim) Belediye seçimlerinden önce, kendi uygun gördükleri adayın ekibiyle, danışmanlarıyla çalışan, belediye başkanının projelerinde doğa duyarlılığını görmek isteyenlerin yaygınlığını artırmak için çabalayan bir grup. Başkanlarını da çok yıllar öncesinden yine doğaya ilişkin bir gruptan tanıyor muyum, harika. Bu toplantıda biraz fazla konuşup, “Peki bu bilgilendirme sonrasında biz tek tek şimdi ne yapmaya söz veriyoruz?” diye takılmış plak gibi insanların içini şişirdiysem de, en azından benim için çok kafa açıcı bir toplantı oldu. Önder –sağolsun- ricamı kırmayıp, rakamları da gönderdi ama bugün geldiği gibi yazıyorum, bakamayacağım. Aklımda kaldığı kadarıyla Türkiye’nin karbon salınımı dünya çapında en yüksek sırada değil. Ancak kendi içinde bakıldığında geçen yıllara göre %90 artmış. Bu oranı duyunca, içime bir üzüntü çöktü. Şimdi bile gözlerim doluyor.

Bu topraklarda yaşayan bizler doğayı seviyoruz. Kimimizin köyde yakınları var, toprakla uğraşıyorlar. Bizim dini, kültürel, geleneksel motiflerimiz doğayla dost, iç içe. Bu Ekim’de bahçıvanlık kursuna başladım babamla birlikte –her ne kadar öğrendiklerim kısıtlı olsa da, apartmanda birkaç saksıyla oturuyor olsam da-, daha çok bu alandaki bilgilerin içindeyim hiç olmazsa. Toprak TV (161. kanal- dsmart) diye bir kanaldan haberdar oldum bu vesileyle. Bende d-smart yok, annemlere gittiğimde seyrediyorum bazen. Bahçesi olan, üretim yapan için müthiş bilgiler var, tam bir eğitim programı. Yapılanları seyrettikçe, görüyorum bu topraklarda yaşayanlar doğayı seviyor. Hele geçenlerde bir organik bal yetiştiricisi vardı, göz yaşlarıyla seyrettim gayretini. Seviyoruz, biz doğayı seviyoruz.

Bu süreçte ümitsizlik hissetmedim. Yaşamı gözlemlediğimde gördüğüm o ki, idrak yaşandığında akış bambaşka bir yere ansızın dönebiliyor. Mucize sayabileceğimiz durumlar oluşabiliyor. Anlayışıma göre, iş bilinç sıçramasına, idrake bakar. Bu da yine inancıma göre, 100 maymunluk :) (önceki yazılardan birinde anlatmıştım) bilinci bir araya toplamaya bakar.


Yarın: Eee, sonra?

2 yorum:

  1. YAZILARINIZI BÜYÜK BİR İLGİYLE OKUYORUM.ACABA YARIN NE OKUYACAĞIM DİYORUM.TEŞEKKÜRLER.
    BİZ İNSANLIĞI SEVDİĞİMİZ GİBİ DOĞAYI SEVİYORUZ DİYORSUNUZ.BENCE DE.DAVRANIŞLARIMIZIN ÇOK GEÇ FARKINA VARMIYORMUYUZ.ÖZÜR DİLİYORUZ,PİŞMAN OLUYORUZ.
    EVET DOĞA YADA ÖZÜR BORÇLU DEĞİLMİYİZ?
    BEN ELİMDEN GELDİĞİNCE SÜRDÜREBİLİR BİR YAŞAM BIRAKMAYA ÇALIŞIYORUM.BİZDEN SONRAKİLERE

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Sumesev
    Yazıların ilginizi çekmesine sevindim demek ortak konulara ilgimiz var.
    Doğaya yaptıklarımızı fark etmeye, görmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ve davranışlarımızın sonucunu açıklıkla gördüğümüzde üzüleceğimizi tahmin ediyorum. Bu üzüntü bizim özür dilememiz olabilir. O derin üzüntü içimizdeki açgözlülüğü, düşüncesizliği eritebilir. Ve ardından güneş gibi sevgimiz çıkabilir ortaya.
    Sürdürülebilir yaşama ilişkin uygulamalar yazacağım yakında söz verdiğim gibi, kendi uygulamalarınızı da o yazı/ların altına yorum olarak yazarsanız, harika olur. Birbirimizden öğreniriz. Sevgiler

    YanıtlaSil