10 Kasım 2008 Pazartesi

Bir Göz İçe, Bir Göz Dışa...

Geçenlerde sevdiğim bir tanıdığımla telefonla konuşuyorduk. Birbirimizi çok tanımıyoruz ama derin, güzel bir bağ var aramızda. Hal hatır sorduk tabii. “İyiyim” deyip, geçiştirmek yerine, daha gerçeğe uygun bir cevap vermek istedim. “Kendi yaşamımda her şey yolunda çok şükür. Yuvarlanıp gidiyoruz. Ancak son günlerde ülkede ve dünyada olanları dikkatle izliyorum. Keyfim kaçıyor.” dedim. Tanıdığım tüm iyiniyetiyle belki yardımcı olur diye “Biz televizyon izlemiyoruz. Haberler toksik madde gibi zehirliyor insanı” dedi. Cepten konuştuğumuz için, daha detaylı konuşamadık, diğer konulara geçtik. Belki başka bir şey kast etmiştir, çok yakından tanımadığım için bilemem. Önemli de değil. Bana bu haliyle düşündürdüklerini paylaşmak ve yazarak farkındalığımı artırmak niyetindeyim.

Bir olumlu düşünme furyası gidiyor yıllardır. Güzel düşünenin eylemi de güzel olur. Buna diyecek yok. Ancak bu furyada kimi zaman olumsuz enerjiden kaçmak öneriliyor. “Haberleri seyretmeyin, gazete okumayın, kendinizi zehirlemeyin.” Nasıl kendi iç dünyamızda korku, öfke, yargılama, kıskançlık enerjilerini gördüğümüzde, diyar diyar kaçmalara kalkıyorsak, aynı tutumu dış dünyada da sergileyebiliyoruz. Kulaklarımızı kapatırsak, yok olacağını ümit ediyoruz belki de. Her yerde aynıyız yani, iç dünyada da, dış dünyada da. Oysa her bir kaçma eylemi, tozları halının altına süpürmekten başka bir şey değil. İçimizdeki güzellikleri fark etme, genişletme fırsatını kaçırmaktan başka bir şey değil. Günümüzde çeşitli yerlerde akışa bırakmanın altı yoğun olarak çizilirken, bazen akışı kendimizin de yarattığını unutup, pasifliğe yatıveriyoruz.

Belki yaşamımızın bu döneminde kendi küçük dünyamızda, evimizde, ailemizle, arkadaşlarımızla ilişkilerimizde, bereket içindeki yaşamımızda hoşnuduz. Hatta kimi zaman bir kuş cıvıltısında, yağmur sesinde, gün batımında, mandalina kokusunda içimizi tarifsiz mutluluklar kaplıyor. Yaşamımızdakiler için şükrediyoruz belki her sabah.

Böyle bir yaşamda vicdanımda bir huzursuzluk hissediyorum. “Ee, ne var, rahat mı batıyor” demek mümkün. Evet, bir şey batıyor. Başkalarının acısı yüreğime batıyor. Ateş düştüğü yeri yakar derler, tamamen katılıyorum. Deneyimlerden gördüğüm o ki, yaşamadan insan yaşananı tam hissedemiyor. Ancak başkalarının acısına tanık olduğumda ateş benim de yüreğime düşüyor. Başkası kendim ayrımını yapamaz hale geliyorum. Aynı şekilde insani değerlerin –düşüncelilik, özen, dayanışma, dürüstlük, cesaret gibi- yoğun olduğu sahneler gördüğümde de yüreğim kabarıyor, tarifsiz bir mutluluk hissediyorum. Başkası- kendim ayrımının bilincinde olmuyorum. Bu hali tanıyorsunuz, eminim hepimiz bunu sık sık yaşıyoruz.

Hepimiz bir ağın parçasıysak, kendimizi ne kadar ayrı tutmaya, korumaya çalışırsak, çalışalım, ağdaki titreşimi hissetmememize olanak yok. Ancak bundan nasıl etkileneceğimizi seçebiliriz elbette. Biliyoruz ki, bütünlük, birlik bilinci bu durumun farkında olmak demek. Peki bunu bile bile, çevremizde olanlardan haberdar olmamak için gösterdiğimiz gayret ne kadar anlamlı? Bize faydası mı var, yoksa bazı idrakleri geciktiriyor mu? Bu gayret sonucunda, bütün içindeki yerimizin bilincini kaybediyor olabilir miyiz? İçinde yaşadığımız coğrafyada şu anda yaşıyor olmamızın gördüğümüzden daha geniş bir anlamı olabilir mi? “Makro kozmos ne ise, mikro kozmos da öyledir” derler. Her daim içimize dönüp, öğreneceklerimiz olmakla beraber, daha geniş çevremizde olan bitenden öğreneceklerimiz de olabilir mi? Ülkenin, dünyanın bu haline –dramanın hızlı akıntısına kapılmadan-dikkatlice bakarak acaba farkındalığımızı, idrakimizi artırabilir miyiz? Aynı iç dünyamızda yaptığımız gibi, olan bitenin yanında sakince oturup, şefkat ve bilgelikten kaynaklanan eyleme geçebilir miyiz?

Elbette medyanın haberleri sunuş tarzı duygusal olarak insanı çok yoruyor. Yoğun olarak takip ettiğimizde paçamızı kaptırabiliyoruz, zihnimiz girdaba kapılabiliyor. Geçenlerde farklı bir sessiz dönem yapayım dedim. Telefonları kapadım. Hem Osmanlı’nın son dönemini anlatan bir kitap okuduğum, hem dünyada, ülkede olanları daha yoğun izlediğim, hem de Türkiye’nin yakın geçmişini izlediğim birkaç gün geçirdim. Doz o kadar fazlaydı ki, bir ara ağırlıktan altında kalıp eziliyorum sandım. Geçirilen acıların –kimin, ne için çekiyor olduğundan bağımsız olarak- üzüntüsü kapladı içimi.

Olmuş bitmişi okurken, olan biteni izlerken; insanlık olarak cennet yanımızda dururken, kendi elimizle nasıl cehennemi yarattığımızı bir kez daha gördüm. İçteki ifade edilememiş, görülmemiş incinmişliklerin, korkuların, hayalkırıklıklarının toplumsal olarak ne kadar büyük acılar doğurduğunu izledim. Bir yandan da en acı sonuçlara vesile olanların da aslında çok talihsiz yöntemlerle mutlu olmaya çalıştıklarını düşündüm. İç alemde yaşadıkları kaybolmuşlukları (elbette kendi yorumuma göre) hissettim, nice kaybolmuşluk yaşamış, yaşayan biri olarak… Acı çeken ve acı vereni bu kadar kavrayabildiğim bir başka zaman hatırlayamıyorum. Bu iki yanı kavrayabilme hali fırtınanın merkezinde durma kararlılığım yüzünden oldu diye tahmin ediyorum.


Yarın: "Bu süreçte bir farkındalığım daha oldu. 14 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz eden yazar ve adli tıp raporuna ilişkin olayı daha önce fark etmediğim farklı bir açıdan gördüm bir gün."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder