22 Ekim 2009 Perşembe

Yollardan Kareler- 1

Hoşbulduk- hakikaten... :)) Büyük aralarla yazabildiğim halde, blogun hala takip ediliyor olması, yorumlar yazan dostların olması ne güzel... Yüreğinize sağlık...


Bu seferki de gezi yazısı olacak… Diyorum ki, bu kez de kaldığım yerleri yazayım… Ankara’ya gidişlerimde birkaç kez öğretmenevinde kalmıştım, aşinayım yani… Bu yolculukta da kolay bulunabilir, güvenilir ve ekonomik olması sebepleriyle çoğunlukla öğretmenevlerinde kaldım... Öğretmen ya da kamu personeli olmayanlar da kalabiliyorlar öğretmenevinde.

Konya’da ise Şems Otel’de kaldım, hemen Şems’in türbesinin karşısında… Daha önceden bildiğim bir oteldi. İnternet bağlantısı olduğunu biliyordum, çalışacağım diye orayı tercih ettim… Ama ne hikmetse bilgisayarım bozuldu ya da o alanda bir terslik vardı, hiçbir şey çalışamadım… Bu çok acayip bir hikaye, herhalde mantıklı bir açıklaması vardır ama görüşmelerin bir kısmını bilgisayara anında not tutarak yapıyordum. Bilgisayar bozulunca, karaları bağladım. Düşünün yolun da başı. Aileyi aradım, hepsini iyi dilekler göndermeleri için tembihledim. Çok şekerdiler sağolsunlar. Ertesi gün görüşmeye gittim, bilgisayarı da götürdüm. İlk denemede yine olmadı. Ancak ikinci denemede bilgisayar açıldı. Gözlerime inanamadım. Ama görüşmeyi yazabildim. Sonra otele döndüm, yine bozuk. Belki otelde bozuluyordur diye bir pastaneye gittim, yine bozuk. Ertesi gün yine görüşmede çalıştı. İnanılır gibi değil. Otele geldim, bozuk. Konya’dan sonra yine çalışmaya başladı…

Konya’dan tam ayrılırken gördüm, Alaaddin Tepesi’ne çok yakınmış öğretmenevi, bir dahaki sefere orayı denemek isterim…

Konya’dan sonra bir Ankara var… Dostlar sağolsunlar, çok iyi baktılar Ankara’da… Tanışmaktan çok mutluluk duyduğum insanlarla görüştüm… Yorucu ama pek verimli geçti Ankara… Sonra Adana…

Adana’da hemen tren garının karşısında Uygulama Oteli (0322 457 50 43) var, orada kaldım… Resepsiyondaki görevli hangi adresi sorduysam, çok güzel yönlendirdi beni. Otelin şartları basit. Ancak sonra kaldığım yerler yanında, burası lüks kaldı. Çok da merkezi bir yerde.

Adana’ya yıllar önce birkaç saatliğine transit yolcu olarak gitmiştim, yine trenle Kayseri’ye gidiyorduk o sefer… Nereden geliyorduk hatırlayamıyorum... O tren yolculuğundan hatırlıyordum yolu biraz. Özellikle Pozantı civarının manzarasına hayran kalmıştım... Mutlaka bu yolculuğu tekrar yapmak isterim, demiştim o sefer. Bu kez Ankara-Adana seferinde, o civarlardan sabaha karşı geçtik... Çok heves etmeme rağmen, bu kez çok uykum olduğu için, aralanmış gözkapakları arasından yarım yamalak tadını çıkarabildim manzaranın… Toroslar insanın içini coşturuyor... Yine diliyorum, o yolu gitmeyi çok isterim…

Adana doğrusu beni epey şaşırttı… Olmayan mağaza, marka yok… Yüksek binalar, yepyeni binalar, geniş bulvarlar… Ancak hemen arkasında eski Adana, küçük binalarıyla, dar ve tozlu sokaklarıyla… Yine de bana göre çok da yeşillikti Adana, parklarını çok beğendim… Özellikle parklardaki bitkiler, ağaçlar çok dikkatimi çekti… Gerçi gezecek fırsat da olmadı doğru dürüst… Görüşme yaptığımız bir uzman büyük bir nezaket göstererek, beni akşam yemeğine davet etti… Ailesiyle üniversitenin tesislerine götürdüler, harika bir ortamdı, karanlık olmasına rağmen manzara pek güzeldi… Tüm yolculukta yediğim iki sebze yemeğinden birini yedim orada, çok da lezzetliydi… Bir et yemeyen olarak, benim için değerini varın siz düşünün… Sonra da bir araba turu yaptık Adana’nın gecelerinde, ışıl ışıl her taraf… Birçok çay bahçesi gördüm, insanlar akşam dolaşmalarını seviyorlarmış, öyle anladım.


Adana’da gezip, gördüğüm bir de Seyhan nehri var. O da kıyısındaki bir çay bahçesinde oturup çalıştım birkaç saat, açık ofis durumu yani… Seyhan nehrini de tren şefi söylemişti, mutlaka görün, demişti… Dediği kadar varmış, baraj sebebiyle sakin, dingin bir nehir… İçimi de dinginleştirdi… Bana göre Adana’nın gördüğüm en güzel yeriydi… O çay bahçesinde bir de pek lezzetli dürüm/gözleme gibi bir şey yedim. Sıkma mı diyorlardı, yazmamışım ismini...


Seyhan Nehrinin üzerinde çeşitli köprüler varmış, birkaçını gördüm. Hatta üzerlerinden geçerken hafifçe esnermiş, insanın çok hoşuna gidermiş. Zamansızlıktan benim köprünün üzerinden geçecek fırsatım olmadı ama seyretmesi bile çok güzeldi...

Bu da Taşköprü- Roma döneminde yapılmış, M.S. 384'de. Tanıtıcı levhada yazdığına göre, dünyada şehir içi trafiğinde kullanılan en eski köprüymüş...

Adana’da görüşme yapacağım yurda giderken, sokakların birinde daha önce görmediğim bir şeyle karşılaştım. Tahta bir el arabası, hani şu eskicilerin kullandığı tipte olanlardan. Üzerinde elle çalışan bir kıyma makinesi. Meğer burada kırmızı biberleri önce bu makineden geçirirler, güneşte bekletirlermiş. Sonra tekrar makineden geçirirlermiş, salça olurmuş. Şimdi bu ikinci aşamayı yapıyorlardı. Hiç el değmediği için ne kadar temiz olduğunu anlattı çalıştıran. Fotoğrafını çekeyim istedim, utandım. Hala insan fotoğrafları çekmekte çekingenim. Sokak sokak gezip, salça yapıyormuş... Salça da salça ama rengi görecektiniz...

Adana’dan bende kalan ne var diye düşünüyorum… Şimdiye kadar hiç şalgam suyu içmemiştim hatırladığım kadarıyla. Çok beğendim. Hatta yalnız bir kere içtiğime de hayıflandım. Bilmiyorum bizim buralarda hazır satılanlar da o kadar lezzetli mi…

Bir de görüşmelere giderken, bir hediye götürmek istedim. İstanbul’dan bir şeyler alıp, Konya, Ankara, Adana’ya taşıdım ama malum sırt çantası şartları, sonrası için her ilden bir sonraki ile özellikli bir şey alayım diye düşündüm. Adana için cezeryeyi önerdiler (tabii kebap ve şalgamdan sonra :) Fakat bir de yer tarif ettiler, Büyük Saat’in altındaki imalathanelerde daha tazeymiş. Üşenmedim, gittim. İyi ki… Hem oraya giderken, hem o civarda pek çok güzel yer görmüş oldum. Cezerye de hakikaten çok lezzetliydi.

Büyük Saat civarından gözüme takılan bir yer:


Adana’yı düşününce, bir de koku geliyor burnuma. Akşam saatlerinde bazı yerlerde nasıl güzel bir koku oluyordu. Sordum, soruşturdum, çoğu insanın dikkatini çekmediğinden tam bir cevap alamadım. Bir rivayete göre bir ağaçtan geliyormuş, ağacın ismini de hatırlayamadılar. Burnumla takip etmeye kalkıştıysam da, yerini tespit edemedim. Birkaç sokakta rastladım bu kokuya. Portakal ağacı çiçeği kokusuna benzer bir koku. Yoğun arabalara, egzosta inat, doğa parfümünü hissettiriyordu.

Yazılar kendini yazıyor, güya kısa bir yazı yazacaktım bugün. Üstelik de konakladığım yerleri yazacaktım, hemen toparlarım diye düşünmüştüm. Yazı aldı başını gitti… Gerçi yazmayı da çok özlüyorum, bakmayın ara ara yazdığıma…


Devamı: Yazıyor işte kendini, birlikte okuyacağız... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder