30 Nisan 2009 Perşembe

Sevgi Yaşama Akıyor...


Hiç beklemediğim bir anda ve şekilde Beypazar’ındaki “Yaşayan Müze” birkaç hediye verdi geçenlerde…

Yaşamımda yurtiçinde de, dışında da pek çok müze gezdim. Bu denli etkileşimli, yaşamına dahil olduğum bir müzede bulunmadım. Üç katlı bir konağı kültürün çeşitli güzelliklerini birlikte yaşayabileceğimiz bir pota haline getirmiş Sema Demir. Bir odada ebru yapabiliyorsunuz, bir odada ıhlamur baskı, bir odada masalcı bir nine, bir odada Karagöz Hacivat oynatıp, hayali olabiliyorsunuz, bir odada kurşun döktürebiliyorsunuz, bir başka odada kostümler. Yüreğiyle masal anlatan masalcı nine ile sohbetimiz sırasında “Sema Hanım’ın hayalini gerçekleştiriyoruz hepimiz burada” dedi ve bu hayalin içinde kendi bölümünün yaşamını nasıl canlandırdığını anlattı… Çok güzel bir hayal, canlı, etkileşimli, zenginleştirici, şifalandırıcı, ufuk açıcı, ruhuyla yaşayan bir hayal…

Asıl anlatmak istediğim başka bir şey gerçi… Bu konağın bir avlusu var. Avlunun da bir kapısı. Kapının dışında sağda duvarda bir dolap kapağı… Eski zamanlarda dolap kapısını tıklayıp, kapağı açıyorlarmış… İçeride raflı dönen bir mekanizma var. Rafın üzerine boş sahanı koyup, döndürüyorlarmış… İçeriden sahanı doldurup, yine döndürüyorlarmış… Böylece ihtiyaç sahibi ile sahanı dolduran birbirlerini hiç görmüyorlarmış… O kadar insani geldi ki bu uygulama gözlerim doldu…

Yaşayan Müzenin bulunduğu konak, Beypazarı, Nisan 2009

Keşke temel ihtiyaçlarımıza ilişkin hiç zorda kalmayacağımız bir düzen olsa… Dünyanın bugünkü düzeni kendini adil, özenli bir düzene dönüştürse… Hayal gibi şu an… Var olan halde dayanışma çok yaşamsal önemde… Ancak geçmişte yapılan uygulamaya bakın… Bir dolap kapağını tıklıyorsunuz, kabınızı koyuyorsunuz, dolu olarak geri geliyor… Kimse kimseyi görmüyor… İnsanlık hali bir sıkışıklık olabilir kimi zaman, zorda kalınabilir dönemsel olarak… Dayanışmanın ne kadar nazik bir hali…

Bunların yanında, özellikle günümüzdeki sadaka kültürüne yakın değil gönlüm… Bu konuda biraz Gandhi gibi düşünüyorum… Gandhi, karşılığında bir emek vermeyen kimseye para vermemek gerektiğini söylüyor… Önemli olan kişiyi eli ekmek tutacak, kendi yaşamını geçindirecek hale getirmek, diyor. Sadaka vererek, kişinin kendi kapasitesini görmesine ve gerçekleştirmesine engel olmamak gerektiğini anlatıyor. Tam tersi bu yönde destek olmanın, ufuk açmanın önemini vurguluyor. Kişinin içindeki cevheri gün yüzüne çıkarmasına yardımcı olmak büyük bir destek olur hakikaten… Yeterince düşünebilirsek, herkesin emek gösterebileceği bir şey var… Bu dünyaya gelen herkesin bir hediyesi var... Bazı engelleri bile olsa... Bunun ortaya çıkmasına destek olabilmek ne güzel... Ve emekle elde edilmiş bir şeyin tadı da çok farklı, öz güvenimize katkısı da çok farklı… Bu, karşılık beklemek değil. Öylesi bakkal hesabı bir ilişki olurdu. Bu yaklaşım, karşımızdakinin içindeki özü yaşama katkıda bulunmaya davet etmek, fırsat yaratmak… Ve de karşımızdaki kişinin içinde bulunduğu duruma toplum sisteminde hangi neden etkide bulunmuşsa, bunu görüp, başkalarının zor durumda kalmaması için, bu sistemin tekrar düzenlenmesine katkıda bulunmak da çok önemli.

Dayanışma farklı elbette… Hediyeler… Sürprizler… Sessizce yapılmış destekler… Bunu yazınca, aklıma birkaç ay önce Ayşe’nin (Elmalı) gönderdiği bir ileti geldi… Bir oyun hayal etmiş biri… Adı, “Faili Meçhul Kıyak”… Çok hoş… Çok da muzip… Düşündükçe, içim kıkırdıyor. Haberlere bile çıktı hayal eden… Detayları burada yazmamayım. Merak edenler için linki:
http://www.fikiratolyesi.com/2009/02/27/faili-mechul-kiyak/


Coşkuyla, bilgelikle sevginin yaşama geçmiş hali olduğumuz nice an’lar dileğiyle…

29 Nisan 2009 Çarşamba

Mevlana ve Aşk

Geçenlerde zorunlu istirahat sebebiyle durduğumda, pek çok güzellikle karşılaştım. Yaz yaz, bitmiyor :)

Televizyonda bir belgesele rastladım. Mevlana ile ilgili. İnsanın iç yolculuğuyla ilgili. İlgimi çekti. Ortalarında yakalamışım. Mevlana’nın sözleriyle metni öyle güzel örmüşler ki, hem ufuk açıyor, hem yol gösteriyor, hem de şevk veriyor. Keşke tekrar izleyebilsem diye geçirdim içimden. Filmin sonunda belgesele ilişkin birkaç bilgiyi yakaladım, internetten aradım. TRT yapımı imiş. Adı Mevlana ve Sema. Yapım, yönetim ve metin yazarı Semra Sander. Bir bakayım ki, TRT bu belgeseli VCD olarak satıyor. Hem şaşırdım, hem bu hediyeye şükranla yüreğimi açtım…

TRT’deki ilgili birimin belgeseli göndermesi neredeyse bir ay aldı. Ancak sonunda elime ulaştı.

İşte belgeselden bir cümle:

“Aşk, gerçeği vasıtasız bilme halidir.”

Tasavvufa gönül vermiş yabancı bir tanıdığım var. Peter her mektubunun sonunu “aşk olsun” diye bitiriyor. Biz de öyle yapalım bugün…

Aşk olsun…

28 Nisan 2009 Salı

Farkındalığın Mucizesi

Ara ara buradaki yazılarda ismi geçen Thich Nhat Hanh, Vietnamlı. 1960 yılında Güney Vietnam’da Gençlik Sosyal Hizmet Okulu’nu kurmuş. Bu okuldan mezun olanlar, Vietnam Savaşı sırasında bombalanmış köyleri yeniden inşa etmeye, çocukları eğitmeye, sağlık ocakları ve tarım kooperatifleri kurmaya yardımcı olmuşlar. Çok zor koşullarda çalışıyorlarmış elbette. Sevgi ve anlayış ruhuyla çalışmaya devam etmek müthiş cesaret gerektiriyormuş. Thich Nhat Hahn Paris’te sürgündeyken, bu okulun yöneticilerinden birine uzun bir mektup yazmış. En zor koşulların tam orta yerindeyken bile dingin farkındalığı sürdürmenin, beslemenin yollarını anlatmış bu mektupta. Öfkenin ve cesaretsizliğin yenilgisine uğramadan nasıl çalışılabileceğinin ipuçlarını vermiş. Sonra bir kitap haline gelmiş bu uzun mektup: Farkındalığın Mucizesi- The Miracle of Mindfulness. (Türkçesi: Kuraldışı Yayınlarından basılmış.)

Orada burada bu kitaptan çeşitli alıntılarla karşılaşmıştım. Hatta kendinize bir farkındalık günü ayırın öğüdüne uyup, uzunca bir zaman haftada bir günü sessizlik günü yapmıştım. Kitabı ilk okuduğumda da yine yüreğimden kavradı beni. Sarstı, raya koydu, ilham ve şevk verdi.

Kimi zaman zor dönemlerden geçiyoruz, kendimiz bizzat zorluklar yaşamasak bile, ailemiz, dostlarımız, yaşadığımız ülke, dünya zorluklar yaşıyor ve hep birlikte sarsılıyoruz. Birbirimize destek olalım derken de bazen tükeniyoruz. İşte Thich Nhat Hanh tükenmememiz için, bu süreçte de kendi içsel yolculuğumuzu sürdürmemiz için, birkaç basit ama çok temel öneride bulunmuş. Kitabın bir bölümünü kendisinin sıklıkla uyguladığı egzersiz ve yaklaşımlara ayırmış. Geçenlerde bu bölümden bir egzersizi paylaştım burada. Bugün kitabın genelindeki önerilerden birkaçını özetlemek ve birlikte kendimize hatırlatmak istiyorum:

* Ne yapıyorsanız, ne düşünüyorsanız, ne hissediyorsanız, fark edin. Yani bulaşık yıkamak için bulaşık yıkayın. (Bakınız: Ekim 2007 tarihli Bulaşık Yıkarken, Olmak yazısı- alıntısı. Hararetle tavsiye ederim.)

* İyi dileklerde bulunun. Doc The’nin uygulamasını takip edebilirsiniz. Doc The sabah kalktığında: “Henüz uyandım, umarım her insan büyük farkındalığa erişir ve tam bir durulukla görür.” der. Ellerini yıkarken, “Ellerimi yıkarken, umarım her insan gerçeği karşılayacak temiz ellere sahip olur” der. Bunun gibi gün içinde her ne yapıyorsak, buna ilişkin iyi dileklerde bulunabiliriz. Böylece hem ne yaptığımızı, o anda olanı fark ederiz, hem de iyi dileklerle yüreğimizi genişletiriz.

* Farkındalık, kendimizi ustalaştırmamızı ve düzeltmemizi sağlayan bir mucizedir. Farkındalık, dağılmış zihnimizi ani bir aydınlanmayla geri çağırarak yaşamın her anını yaşamamız için onu yeniden bütünlüğe kavuşturan bir mucizedir. Her hareket farkındalık içinde yapılmalıdır. Her hareket bir ayin, bir törendir.

* Zihni sakinleştirmek için nefesinize odaklanabilirsiniz. (Çeşitli egzersizler vermiş)

* Ne kadar meşgul olursanız olun, mutlaka kendinize farkındalıkla dolu bir gün ayırın. (Ayrıntılı bir gün tarif etmiş)

* Meditasyon yapın. Neden meditasyon yapmalısınız? İlk önce her birimizin tam dinlenmeyi gerçekleştirmemiz gerektiği için. Gece uykusu bile tam bir dinlenme sağlamaz. Bir çakıl taşının çabasızca nehrin tabanına ulaşması gibi dinlenin. (Bunu çok güzel, detaylı tarif etmiş. Daha okurken, çakıl taşının usulca suda inişini bedenimde hissettim.) Meditasyonun tek amacı dinlenme değildir elbette. Eğer kendi zihninizi tanımak isterseniz, bunun tek bir yolu vardır: Onun hakkındaki her şeyi gözlemlemek.

* Nereye giderseniz, gidin, nerede oturursanız oturun, kutsal çağrıyı anımsayın: “Bütün varlıklara şefkatin gözleriyle bak.”

* Çevrenizdekiler ellerinden ne geliyorsa sonuna kadar yapmıyorlarsa, telaşlanmayın. Sadece kendinizi nasıl faydalı hale getireceğiniz konusunda telaşlanın. Kendi elinizden geleni yapmanız, çevrenizdekileri, onların ellerinden geleni yapmaları için uyarmanın en emin yoludur. Bir aileden eğer bir kişi farkındalık içinde yaşarsa, bütün aile bundan etkilenir.
(Farkındalığın Mucizesi, Thich Nhat Hanh, Kuraldışı, 2007)

Hepsiyle ilgili sayfalar dolusu yazılabilir. Ancak en iyisi yaşama geçirmek ve gözlemlemek, yani yaşama yazmak :)

27 Nisan 2009 Pazartesi

Süreklilik

Pixelfun1, http://www.flickr.com/photos/11989001@N03/2525074292/


Dün bir vesile ile Esenler'den geçiyorduk. Zihnimde birkaç gündür bir mesele dolanıyor. Sıkışık yollarda zar zor ilerlerken, kafamı bir kaldırdım. Bir dersane reklamı.


"Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir."


Hiç beklemediğimiz yerlerde, zamanlarda, şekillerde cevaplarımızın hep gelmesi dileği ve sevgiyle...


22 Nisan 2009 Çarşamba

Yola Işık Tutan Söz: Fazla Uslu Olmak

Matt Andrews Photo, http://www.flickr.com/photos/mattandrewsimage/2146990217/



"Gereğinden fazla uslu olmayın.
Okunu hedeften öteye atan okçu,
okunu hedefe ulaştıramayan okçudan daha başarılı sayılmaz."
Montaigne



21 Nisan 2009 Salı

"Gülümseme"

İmago2007, http://www.flickr.com/photos/imago2007/2676027506/


Geçen yıl aldığım, Arkeoloji Müzesi'nin bahçesindeki büyük ağaçların altında okumaya başladığım ve içimi coşkuyla dolduran bir kitaptan bir egzersizi paylaşmak istiyorum bugün.

Kitap:
Farkındalığın Mucizesi
-Düşüncelerimizle Bedenimizi Birleştirmenin Yolu
Thich Nhat Hanh
Kuraldışı, 2007

Egzersiz şu- çok basit: (s.65)

"Kendinizi oturur veya ayakta bulduğunuz her yerde hafifçe gülümseyin. Bir çocuğa, bir yaprağa, duvardaki bir tabloya, nispeten durağan olan herhangi bir şeye bakın ve gülümseyin. Üç kez yavaşça nefes alıp verin. Hafifçe gülümsemenizi sürdürün ve dikkatinizi verdiğiniz noktayı kendi gerçek doğanız olarak düşünün."

Sevginin yaşama geçmiş hali olma yolunda çok yardımcı olabilecek bir egzersiz... Her an'da gülümsenecek mutlaka bir şeyler var içte ya da dışta ya da iç ve dış ayrımının ötesinde... Bunları fark edip, görebilmemiz dileğiyle...

17 Nisan 2009 Cuma

Kendi Şarkımız...

İnternette dolaşan bir hikaye vardır. Son günlerde yaşadıklarım bu hikayeyi anımsattı. Paylaşayım istedim…

Kaynağını bilmiyorum maalesef, emeği geçmiş olanlara teşekkürler…

Hikaye şöyle:

“Bir Afrika kabilesinde hamile kalan kadınlar arkadaşlarını toplayıp doğaya gider ve doğacak çocuğun şarkısını duyana dek meditasyon yapıp dua ederlermiş.

Bu kabileye göre, her ruhun kendine özgü ses vibrasyonları vardır. Kadınlar bu seslere kulak verir, duyduklarını hep birlikte yüksek sesle melodi olarak seslendirirlermiş.

Sonra da kabileye dönüp şarkıyı herkese öğretirlermiş. Çocuk doğduğunda, tüm kabile toplanarak ona şarkısını söylermiş.

Çocuğun sonraki önemli dönemlerinde aynı şarkı okunurmuş. Ölüm döşeğinde de aynı şarkı söylenirmiş. Bir insan kabul edilmez bir suç işlediğinde, kabile toplanır ve ona şarkısını söylermiş. Çünkü bu kabileye göre, bu tür davranışlar ceza ile düzeltilemez, sevgiyle ve kimliğin hatırlanmasıyla çözülebilirmiş. Kişi kendi şarkısını duyduğun zaman, bir başkasına zarar verecek davranışlarda bulunma isteğine ihtiyacı kalmazmış. Kendini kaybolmuş hissettiğinde, farklı yollara saptığında, hep kabile toplanır, ona şarkısını söyler, hatırlatırmış.”

İnternette bu hikayeye yorum olarak:
“Gerçek dost, senin şarkını duyan ve ihtiyacın olduğunda sana tekrarlayandır.” demişler.

Hakikaten de öyle değil mi?

Son günlerde birkaç arkadaşım arayarak ya da internetten bana şarkımı hatırlattılar. Bunu da “Elim bir anda telefona gitti.", "Başka bir şey yazmak için oturdum bilgisayarın başına, ama bak bunlar çıktı parmaklarımdan.” diye şaşırarak yaptılar. Yaşama, bu mükemmel düzene, işleyişe hayranım… İçimizden birini aramak, bir iki satır yazmak geliyorsa, bu sesi dinlemek ne kadar önemli... Üşenmeden, ertelemeden, kuşkuların içinde kaybolmadan...

Nice dostumuzun şarkısını hatırlattığımız, nice dostumuzun da bize şarkımızı hatırlattığı yollarında hayran kala kala yürüdüğümüz bir yaşam yolculuğu dileğiyle…

16 Nisan 2009 Perşembe

Yaşama Geçirmek...

Tam bir yıl önce 16 Nisan 2008'de aşağıdaki yazıyı yazmışım. Rastlantıyla tekrar okudum biraz önce... Şu sıralarda tekrar hatırlamanın çok desteği olacağını düşündüm yaşamlarımıza...

****

16 Nisan 2008
Derin İçgörü Geliştirmek İçin Formül

Buradaki yazılarda sık sık adı geçer Burmalı vipassana hocası Sayadaw Jotika’nın. Onun The Map of the Journey kitabını okurken, bir paragraf çok dikkatimi çekmişti. Not almışım. Dünkü an’da olanı görme, an’ın gereğini yerine getirme yazısının devamı gibi geldi bana. Sizinle paylaşayım.

Sayadaw Jotika, bilgeliğin, içgörünün doğası gereği, bir şeyin iyi/uygun/bilgece olduğunu bilip de yapmadığımız takdirde, bu içgörüyü kaybettiğimizi söylüyor. Özellikle sakin sakin durduğumuzda ya da meditasyonda birdenbire aklımıza harika bir şey gelir ya da belki çok olağanüstü değildir ama birisinin yaşamına katkısı olacak bir şeydir, sonra yaşamın hay huyuna kapılır, bunu gerçekleştirmeyiz. Hatta bazen yapmayı unuttuğumuz bir şey gelir aklımıza, hemen yapmazsak yine unutulur gider. Jotika diyor ki, böyle bir şey olduğunda hiç olmazsa hemen yazın ve ilk fırsatta da gerçekleştirin. Yanlış bir şey yaptığınızı ya da söylediğinizi de fark ederseniz, hemen düzeltin. Ya da öylesi uygun olacaksa, telafi edecek bir şey yapın.

Eğer derin içgörüler geliştirmek istiyorsanız, doğru olduğunu anladığınız şeyi hayata geçirin.
“Yalnızca bunu bile yapsanız”, diyor Jotika, “Sizi temin ederim ki çok derin spiritüel nitelikler geliştirebilirsiniz.”

“Böylece doğamız bize daha da yoğun bir şekilde neyin uygun olduğunu gösterecektir… Daha farkında olmaya gayret edin, farkındalık uygun olanı bilmenize yardım edecektir.”

Doğru bildiğimizi yapmıyorsak, daha fazla bilgi edinmek niye? Oradan oraya çareler peşinde koşmak niye?

Jotika devam ediyor: “Şimdi bildiğiniz ne ise, onu yapın ve bir sonra yapacağınız şeyi daha kolaylıkla yapacaksınız. Elimizdekini kullandıkça, daha büyük fırsatlar gelir. Şu an ne yapmanızın uygun olduğunu biliyorsunuz, bunu yapın. Yarın için gerekli olanlar, o zaman gelir.”

“Yalnızca birkaç şey öğrenmek ve hemen bunları uygulamaya koymak- anahtar bu” diyor Sayadaw Jatika.

Çok basit, çok sade, çok doğal ve yapılabilirliği ile insanın içini rahatlatıyor…

Yaşamı çok şefkatli bir eğitmen gibi hissederim bazen- bize yolu gösteren... Bu yolu izlediğimizde, hem pek çok şey öğreniyoruz, hem arınıyoruz, hem de kalbimiz açılıyor, sevgi ve şefkatimiz artıyor sanki... Jotika da, bunu çok basit bir şekilde nasıl uygulayabileceğimizi anlatmış... Haydi o zaman...

Kolay gelsin…

15 Nisan 2009 Çarşamba

Yola Işık Tutan Sözler: İçteki Ses

Lumase, http://www.flickr.com/photos/lumase/464468215/


Eski yazılardan birine (Gandhi'den Yaşamım Mesajımdır) yazdığı yorumun içine aşağıdaki alıntıyı eklemişti Tugay. Yaşam yolculuğumuzun tam bu an'ında belki hatırlamakta, yönümüzü tayin etmekte yardımcı olur. Teşekkürler Tugay.

"İçlerindeki sesi ve ışığı duyup-görenler, doğanın ve zamanın sırrını çözenlerdir. Bu kişiler için, artık ayrı ve farklı bir nesne kalmamıştır."

(Sufi Inayat Khan, Müzik--İnsan ve Evren Arasındaki Köprü, Arıtan Yay. sayfa 133)

14 Nisan 2009 Salı

Doğayla Ortak Yaratım: Çimlendirme

Türkiye, Dünya kaynıyor... Burada çiçek, böcek yazıyorum... Neden diye sordum kendime... Cevabı bir telefon konuşmasında geldi... Herşeyin başının, ortasının, sonunun, yönteminin, yolunun şefkat, sevgi, derin bağlantı, olanı olduğu gibi görme, ezber bozma, idrak, bilgelik, empati olduğunu hatırladım... Tüm olanlar kendimizle, çevremizle, birbirimizle bağlantının kopmuş olmasından diye düşündüm... Her ne yapıyorsak, şefkat ve bilgelikten geliyorsa, bütüne en büyük katkı diye belirdi içimde... Saksıda iki maydanoz dalı yetiştirmek değil mesele... Mesele yaşamla derin bağlantıyı yaşayabileceğimiz ortamlar yaratmak... Kopan bağları şifalandırmak... Henüz kopmamış olanları sağlamlaştırmak- çocuklar için mesela... Yaşamın hareketlerini bitkiler üzerinde izlerken, yaşamı kavrayabilmek, anlayışı artırmak, şefkati büyütmek... Her ne yapıyorsak, ruhuyla yapmak... Aksi halde boş bir kabuktan başka ne kalır elimizde... Bunu da mendil kadar yerimiz varsa, orada yapmak... Neredeysek, oradan başlamak... Ama başlamak... Belki özlediğimiz sevgi, şefkat, incelik dolu dünyaya gidiş yolu budur...

Şimdi dünden devamla...

***

“Zamanım yok, enerjim yok, yerim yok, yaşam koşullarım uygun değil, saksıda bir şeyler yetiştiremem. Ancak ben de doğayla ekip halinde yaratımı yaşamak istiyorum.” diyenler için, bir olanak daha var: çimlendirme…

Yıllardır sıklıkla yaptığım bir uygulama… Hani şu ilkokuldayken, pamuk içinde fasulye çimlendirdiğimiz deney gibi ama çok daha kolay…

Çimlendirme,
hem yeni doğuşun coşkusunu yaşamak için,

hem doğadan öğrenme fırsatı sunduğu için,
hem taptaze yiyecek elde etmek için,
hem çimlenmiş tohumun kuru tohumun içerdiğinden 7-8 kat daha fazla mineral, vitamin, enzim içerdiği söylendiği için,
hem de besin değerini kaybetmeden yeme fırsatı verdiği için
çok harika bir yol…
Çimlendirmenin bedene faydalarını anlatan pek çok kaynak var, burada tekrarlamayayım.

Hangi tohumlar çimlendirilebilir, araştırmakta fayda var, zira dikkat tüm tohumların çimlendirilmesi uygun değil. Benim bunca yıl başarıyla çimlendirdiğim tohumlar: yeşil mercimek, buğday, maş fasulyesi, nohut, alfa alfa (su teresi) (Deniz sağolsun, İngiltere’den hediye getirmişti). İşlenmiş hiçbir tohum çimlenemez doğal olarak. Mesela kırmızı mercimek, aşurelik buğday çimlenmiyor- deneyimle sabittir :) Tohumların ekolojik olması iyi olur. Gönül rahatlığıyla yiyebiliriz.

Buğday çimi çok tatlı oluyor. Mutfağa gidip gelip yemek çok zevkli. Salatalarda harika oluyor. Tüm çimlendirilmiş tohumlar salatalarda, çorbalarda, türlülerde, sebze kavurmalarda, bulgur pilavlarında kullanılabiliyor. Mercimek ile nohutu en çok bulgur pilavında seviyorum. Bulgur pilavını her zamanki gibi pişiriyorum, suyunu çekince, altını kapattığımda, çimlenmiş tohumları katıyorum. Böylece aşırı sıcaklıkla besin değeri çok düşmüyor. Maş fasulyesi salatada güzel oluyor. Mis mis…

Hiç gözde büyütülecek bir şey değil. Nasıl kolay, nasıl kolay…

Katkım Olsun projesi için, uzun bir zaman önce arkadaşım Yasemin Küçük çimlendirmenin nasıl yapıldığını yazmıştı, katkısına gönülden teşekkür. Birlikte okuyalım:

Tohum çimlendirme için gerekli malzemeler:
Büyükçe bir cam kavanoz veya salata kasesi
Lastik
Tül ya da tülbent
Bir de çimlendirilmek istediğiniz tohum.
(Kendi deneyimim: Genellikle bir borcamın kapağında ya da yayvan bir kasede çimlendirme yapıyorum. Üstünü de örtmüyorum. Toz olur diyorlar ama kullanmadan yıkamak daha pratik geliyor.)

Çimlendirilmiş buğdayın yapımı:

Buğday geceden yıkanır, cam veya porselen bir kaseye konur. Üzerine yüzeyini bir parça örtecek ılık su eklenir ve 24 saat bekletilir. (mevsim yaz ise normal ısıda su konur) (Kendi deneyimim: bakliyatı nasıl geceden ıslatıyorsak, öyle yapıyorum. Akşam ıslatıyorum, sabah süzüyorum. Yani 12 saat yetiyor.)

Sonra süzülür ve ertesi sabaha kadar susuz bırakılır. Sabahleyin buğdaylar suyla çalkalanır.


Akşam gene suyla çalkalanır. Buğdayın sürekli sudan geçirilmesi nemli kalması içindir.

Buğday yazın 2, kışın 4 günde yeşerir. Çimleninceye kadar buğdayın nemli kalması sağlanmalıdır. Buğdaylar 12 cm çimlendiğinde kullanılmaya hazırdır.

Kaynak: Bitkisel Protein ile Beslenme- Müheyya İzer, 1990, Redhouse Yayınları

Fotoğraflı özet: (Mercimek çimlendirme)

Mesela bir avuç kadar mercimeği akşamdan ıslatıyoruz. Ne kadar su koyulduğunun önemi yok, hepsi suda olsun yeter.


Ertesi sabah suyu süzüyoruz, mercimekleri nemli bırakıyoruz. Akşam yine suyla çalkalayıp, suyu süzüyoruz. Küçük tohumlar için süzerken, süzgeç kullanılabilir. Bunu birkaç sabah akşam tekrarlıyoruz. Değişiklikleri izliyoruz, gözlüyoruz, yaşama ilişkin neler öğrendiğimize bakıyoruz... İçimizde sevgiyi büyütüyoruz...


Bunlar gibi olunca, bütünün en yüksek iyiliğine olacak işlerde bize enerji vermesi için bu harika tazelik enerjisini bedenimizle birleştiriyoruz.


Mesela :)

Ek Bilgiler:

Tüm diğer tohumlar da aynı şekilde çimleniyor. Kimi kaynaklar bir dolaba koyun diyor, ışıksız olsun diyor. Ben mutfaktaki dolaylı ışık alan masanın üzerinde yapıyorum. Sıcaklık çimlenmeyi kolaylaştırıyor. Hem de gözümün önünde olduğundan, tohumların nasıl canlandığını izleyebiliyorum.

Genel ilkeye göre, tohum kendi boyunca çimlendiğinde yenebiliyor. Çok yapıldığında buzdolabında saklanabiliyor. Ancak pek sıcak ya da soğuğa maruz bırakmamakta fayda var enzimler açısından, besin değeri düşüyor. Size gerekli miktarı tayin edebilmeniz için, öncelikle bir avuç nohut/ mercimek/buğday ile başlamak mümkün. Alfa alfa gibi tohumlar ise çok küçük olduklarından ve epey büyüyebildiklerinden bir çorba kaşığı bile büyükçe bir miktar yapıyor.

Tohumun içindeki yaşam gün ışığına çıkarken, yaşamla coşkuyu paylaştığımız nice an’lar dileğiyle…


13 Nisan 2009 Pazartesi

Doğayla Ortak Yaratım...

Bahar geldi. Ağaçların kimisine su yürüdü, çiçek açtılar, şimdi yaprakları çıkıyor. Kırlar iyice yeşillendi, aralarda beyaz papatyalar (ne zaman papatya desem annem, “papatya değil, şeker tabağı deriz biz onlara” diyor, bilmiyorum farkını), mor ballıbabalar, sarı hindibalar, küçük mine çiçekleri açtılar. Kendim görmedim ama geçen hafta zorunlu istirahattayken Lale aradı, leyleklerin geldiğini bildirdi. Kırlarda karınca görmedim henüz, ama mutfağımda iki tane gördüm :) Doğa hareketleniyor…

Doğayla bağlantıya dikkatimizi, enerjimizi yöneltmek kendi canlılığımız için çok önemli… Şehir yaşamı, toplumun kurgulanışı, zihnimizin neyin önemli olduğunu tam kavrayamayışı gibi sebeplerle kendimize, doğamıza, doğaya yabancılaşıyoruz… Yabancılaştıkça da, yoruluyoruz, kaybolmuş hissediyoruz, içimiz sıkılıyor…

Ağaçlarla, çiçeklerle, denizle, derelerle, kedilerle, köpeklerle, kelebeklerle, kuşlarla, rüzgarla, yıldızlarla zaman geçirmek yaşamsal önemde… Yaşama baktığımda öyle anlıyorum...

Bir de doğayla ortak yaratım hali var ki, belki de en güzel ekip çalışmalarından biri… Bahçesi olanlara ne mutlu… Oturduğum evin küçücük bir balkonu var, sabah güneşi alıyor yalnızca… Doğayla birlikte bu sene maydanoz, nane, kekik, roka, sarımsak, semizotu, küçük acı biber yetiştiriyoruz… Domates fidesi için de tohum ektim ama bir fideyi yetiştirecek yerim var, gerisi sağlık içinde büyürse, bahçesi olanlara vereceğim. Soğan da ekeceğim, daha alamadım. (arpacık soğanlar çok güzel yeşil soğan oluyor) Lavantayı da bekliyorum.

Bildiğim kadarıyla tohumları ekmek için bugünler en uygun zaman, hatta geçiyor bile…

Gerekenler basit:

* Saksılar (maydanoz, roka, semizotu için uzun saksılar daha iyi. Diğerleri için çok küçük olmamak kaydıyla her boy saksı olabilir.)

* Torf (sazlık bitkilerin havasız koşullarda çürümesiyle oluşmuş toprak. Torf gübre değil, bir toprak çeşidi. Süzek yapılı, yani suyu rahat geçirir, gevşektir. Tohumların çimlenme aşamasında özellikle kullanılabilir, çünkü filizler başını rahatça kaldırabilir. Torf, zirai malzeme satan dükkanlarda, çiçekçilerde, hatta marketlerde rahatlıkla bulunabiliyor.)

* Tohum (Ekolojik tohum bulunabiliyorsa, harika. Buğday Derneği Tohumlara Sadakat diye bir kampanya başlattı ama tohum veriyorlar mı bilmiyorum. Mart ayında Atlas Dergisi Buğday Derneği ile ortak semizotu tohumu verdi. Benim semizotları o tohumlardan. Satılmayan dergilerin tohumları ne oldu acaba? Paketli tohumlar daha verimli. Önceki senelerde açık aldığım tohumlardan verim alamadım, zaten küçücük saksıda üretim yapıyoruz, verimsizlik üzüyor insanı. 1997’den bu yana balkon koşullarında ayşekadın fasulye, roka, tere, sarımsak, soğan, çilek, semizotu, kıvırcık, domates, fesleğen, kornişon, acı biber, kekik, adaçayı yetiştirdim. Şu andaki balkonumun ışık ve yer kısıtı sebebiyle, bu seneki ürün yelpazesi dar. Roka, maydanoz, nane, soğan, fesleğenin yetiştirmesi çok kolay yeni başlayanlar için.)

* Gübre: Bulabiliyorsanız, yanmış, elenmiş doğal gübre kullanabilirsiniz. Torfa biraz bu gübreden karıştırabilirsiniz. Ya da piyasada organik sıvı gübre var. Suyla karıştırıp kullanıyorsunuz, çok basit.

* Ayrıca Peyzaj Mimarı hocam Pınar Hanım’ın hatırlattığı gibi “yetiştirdiklerimizi bizden önce yemesinler diye doğanın parçası olan küçük dostlara karşı da önlem almalıyız.” Evde yapabileceğimiz basit organik ilaçlar var. Mantar oluşumuna karşı toprağa az miktar kükürt karıştırmak mümkünmüş. Kükürt organik tarımda da kullanılan bir madde. Ya da ‘tohumları aspirin eritilmiş suya koyup bir miktar bekletebilirsiniz, sonra ekersiniz. Aspirinin içindeki salisilik asitin fungusit etkisi var, bir miktar da bitki aktivatörü olarak çalışıyor. Yani, ekeceğiniz tohumları bu karışımda bir miktar bekleterek daha kolay çimlenmelerini de sağlayabilirsiniz.’ Ya da odun külü (bir fırından sağlanabilir) toprağa karıştırılabilir. Böyle bilgiler var, kendim denemedim. Ancak ilk fırsatta deneyeceğim.

Yapılacak şey:
Doğal gübre varsa elinizde, torfla karıştırıp, saksıya koyuyorsunuz.
Tohumu serpiyorsunuz.
Üzerini incecik (1 cm gibi) toprakla örtüyorsunuz. Derine ekerseniz, güneşi görmek için yolculuğu uzun olur :)
Can suyu (ne güzel bir tabir değil mi?) verirsiniz.
Aydınlık ama bütün gün doğrudan ışık almayan bir yere yerleştirirsiniz.
Arada toprağı parmağınızla yoklayıp, su gerekiyorsa, su verirsiniz.
Sonra teslimiyetle beklersiniz :) (Beklemekte zorluk yaşarsanız, Mart’ın ortalarında yazdığım Bir Tohum Ektiğimizde Hikayesini okuyabilirsiniz.)

Tembel tenekeler için :), ‘pencere önü bostanları’ diye her şeyi içinde saksılar satılıyor. Satın alıp, suluyorsunuz. (Benim bir tane var, Lalegül Hanım hediye etmişti, buğday yetiştirmiştim geçen sene. Harika bir hediye fikri.)

Doğayla tamamen uyum içinde yaşayacağım diyenler için, ayın haline göre tohum dikim zamanları için,
www.gunbilgesi.blogspot.com

Minicik bir filizin başını/belini topraktan uzattığını, hatta tohumun kabuğunu başında taşıdığını gördüğünde, müthiş bir coşku kaplıyor insanın içini:


Hele o ilk iki yaprak.. Dans mı ediyor? Bale mi yapıyor?

Alkışta mı? Kutlamada mı?


Her sabah bakıyorum, ne oluyor diye. İşte, sonunda ilk maydanoz...

Bu kadar sık olması uygun değil ama neredeyse tüm roka tohumları filizlenmiş, ne yeşillik…



Doğayla ekip halinde üretimin eşsiz keyfini yaşayabilmemiz dileğiyle…

* Bilgilerin bir kısmı Bahçıvanlık Kursundan… Hatta yazıyı kurs hocama gönderip, görüş de istedim. Sağolsun, önemli bir konuya dikkat çekmiş, bilgi gönderdi, ekledim. Hocam Peyzaj Mimarı Pınar Özdikicioğlu’na emeklerinden, desteğinden dolayı gönülden teşekkürler… Ve kurs arkadaşım Turan Gökmenoğlu’na da organik ilaçlamaya ilişkin bilgi desteğinden dolayı teşekkürler.

Yarın: Zamanım, yerim, yaşam tarzım/koşullarım saksıda üretime uygun değil, ne yapsam? Var, bir şey daha var… :)

12 Nisan 2009 Pazar

Zen Noir

Filmdeki sembollerden biri, tesadüfen fotoğrafını çekmişim önceden, 18.3.2009, Büyükada


Zorunlu istirahatın ürünlerinden biri daha:

Epey zaman önce almış ama izlemeye fırsat bulamamıştım Zen Noir filmini. Sembollerle kurgulanmış, sade bir anlatımla derin bilgeliklere kapı açan spiritüel bir film. İlk seyredişte sanırım tam olarak kavramak zor, en başında “bu ne böyle” dedim ama yüreğimden kavradı. İkinci kez seyretmeye kesinlikle değer, hatta seyredilse iyi olur, daha derinden anlamak için. Yaşam, ölüm, zihin, farkındalık, an’da olma üzerine yüreği kavrayan bir film. Ancak sembolik anlatımları sevenlere tavsiye edilir.

Bu filmden bir cümleyi paylaşmak istiyorum bugün:

“Pascal (tarihteki) bir keresinde demişti ki, ‘Tüm ıstırabımız bir odada yalnız başına sessizce oturamamamızdan kaynaklanıyor.’
(Pascal once said that all our misery comes from our inability to sit quietly in a room alone.)

Zen Noir kapak bilgileri için:
http://www.spirituelfilmler.com/eylul2008/04zennoir.jpg

Benim aldığım filmde Türkçe altyazı vardı, merak edenlere...

11 Nisan 2009 Cumartesi

İçteki Polis-Savcı-Yargıç 4

4.4.2009

Önceki günlerden devamla...


2) Genel farkındalık, özellikle beden farkındalığı çok önemli.”
Günlük yaşam içinde bedenim ne halde, gerginlik var mı, 5 duyumla neler algılıyorum, gözlerim ekrandakileri okurken nasıl hareket ediyor, göz kaslarımı hissedebiliyor muyum, şu an ne hissediyorum gibi farkındalık kendimizle bağlantıda olmak için yardımcı sorular olabilir.

“3) Yargıç konuşmaya başladığında, dikkatinizi başka yere yöneltmek yerine durun ve kıpırdamayın. Yargıcın sesinden daha derini dinleyin. Yargıç zihinde konuşur. Daha derini dinleyin. Bakın bakalım daha yumuşak, şefkatli, sevgi dolu bir ses duyabilecek misiniz. O sesi duyana kadar derinleşin. Şefkatin, sevginin sesini duyduğunuzda, işte bu yaşamın özgürleşmesidir. Kimliğin diktatör, yargıç, “yeterince iyi değilim”, “başarısızım” oluşumundan kurtuluştur. Özgürleşmedir.”

“4) Ve de yaşamınızda gülmeye, mizaha yer açın. Gün içinde oyun oynamaya, keyfe mutlaka yer açın. Yaşamın özgürlüğünü hissedin.”

Şimdi bu satırları okuyunca, belki içinizden “harika, hakikaten bunları yaşama geçireyim, güzel fikirler.” diyorsunuzdur. “Yarın ya da gelecek hafta planlayıp, yaşama geçireyim ya da her gün bunları yapayım, yarın başlayayım” diyorsunuzdur.

Christopher “Eğer böyle söylüyorsanız, çok dikkatli olun” diyor. “Bir niyet içinde bulunulan an’dan ne kadar uzağa yönelik ise, onun gerçekleşmesi ihtimali o kadar azdır” diyor. “Çünkü şimdiyle o zaman arasında yüzlerce ömür vardır. Budist anlayışına göre, ego sürekli doğup, ölmektedir. Ömür de bunu ifade etmektedir. Siz ‘bir hafta sonra bedenimi fark etmek için dikkatimi yönlendireceğim’ diyorsanız, bu niyete sizi yönlendiren içgörünün öyle bir kuvveti olmalı ki, aradaki doğup, ölen, yeniden doğan yüzlerce ‘ben/benim/ego’ formasyonunu aşabilsin. Zor iş. Çok zor iş. Uygulamanın hemen olması çok önemli.”

Ya, işte böyle… İçteki polis-savcı-yargıç iyice palazlanmışsa, terör estiriyor, kimi zaman bizi lime lime yapıyorsa, şu an sesi çıkmıyor olsa da, tam şu an Christopher’ın tavsiyelerinden birini (hangisi içimizi şenlendiriyorsa) uygulamak önemli.

Sevginin gücünü hissettiğimiz, kendimizi şefkatle, bilgeliğin sesini dinleyerek eleştirdiğimiz, sevgiyle yaprak yaprak açıldığımız, hafiflediğimiz, yaşamda süzülerek aktığımız nice an’lar, bir ömür dileğiyle…


10 Nisan 2009 Cuma

İçteki Polis-Savcı-Yargıç 3

Güneşe açılmanın zamanı geldi, 24.3.2009

Dünden devamla...


Ne yapacağız peki?

Christopher çok halden anlayan bir ses tonuyla diyor ki, “Bu eleştiren sesi duyduğumuzda, aklımıza çalışmalarda öğrendiğimiz ‘Bu diktatörü dinlemeyi bırak. Enerji verme.’ bilgisi gelir. Kulağımızı tıkamayı deneriz, başka yöne bakmayı deneriz. Ama ne mümkün, bu ses konuşmaya devam eder, gittikçe bağırır ve girdaba kapılırız.”

Gerçekten de böyledir. Özellikle durup, zihnine bakmaya başlayanlar çok kısa bir süre içinde bu polis-savcı-yargıç ile karşılaşırlar. Biz zihnimize baktığımız için ortaya çıkmaz bu ses, o hep oradadır, biz bakınca fark ederiz. Artık oraya nasıl girmiştir, rivayet muhtelif. Annemizin, babamızın, öğretmenimizin, toplumun eleştiren, yargılayan sesini içselleştirdiğimizi söyleyenler var. Dini kuralların etkisi var diyen var. Mükemmeliyetçilik sebebiyle ortaya çıkmıştır diyen var. Çok sorumluluk duyanlarda verimli toprak buluyor ve coşuyor diyen var. Açıkçası “nereden geldiyse geldi kardeşim, şimdi burada ya,” diyesim var. Ve öyle yok sayarak da yok olmaz.

Christopher’ın konuşmasına dönersek, “Kendimizle bağlantımız koptuğunda, başkalarına, olaylara fazlasıyla yönelip kendimizi unuttuğumuzda, dışarıya fazla odaklanıp, kendimizin ne halde olduğuna bakmadığımızda, enerjimiz düşer. Yoruluruz. Bıkarız. Yılarız. Sıkılırız. Akışta hissetmeyiz. Yaşamımız da pek rahat akar halde değildir. Kendimizle bağlantımız koptuğunda da, yargıç ortaya çıkar.”

“O halde” diyor Christopher,
1) Günlük yaşamımız içinde derin dinlenmeye, gevşemeye zaman ayırmamız çok önemli."
Bunu yaşamamıza bugün içinde geçirmeyi deneyebiliriz. Gün içinde gergin kasım var mı diye aklımıza geldikçe bakabiliriz. Gün sonunda da belki sessizce otururuz, belki bir çay alır, koltukta sessizce oturur, neler oluyor diye bakarız bedenimizde ya da zihnimizde. Ya da yoganın sonunda yapılan bir derin dinlenme vardır. Sırtüstü yatıp, derin bir gevşeme yapılır. Araştırıp, bunu yapabiliriz. Bu her gün evin tozunu almaya benzer, her gün alınırsa, toz birikmez, temizpak kalır ev. Öncelikle derin dinlenme, gevşeme için yaşamımızda yer açalım.


Yarın: Christopher'ın diğer önerileri...

9 Nisan 2009 Perşembe

İçteki Polis-Savcı-Yargıç 2

Kendini süslemiş ağaç, 15.3.2009
(Yıllar önce bir pazardan küpe çiçeği alıyordum, üzerinde pek çiçek yoktu. Satan amca demişti ki, "Sen bakma bunun bu halde olduğuna, bir ay içinde kendini süsler." :))

Dünden devamla...


Çok uzun yıllarını bilgelik yolunda hocalık yaparak geçirmiş Christopher Titmuss, bir deyişi hatırlatıyor konuşmasında: “Tüm dünyada hiç kimse yoktur ki, insanın kendi kendine yarattığı kadar sorun yaratsın o kişiye.”

Christopher, zihnimizde konuşan sesin sanki şeytanın sesi gibi olduğunu söylüyor. Ancak bu sesteki şeytanlığın içerikten ziyade, bu sese “inanmamız” olduğunu vurguluyor. Bu kendimizi yargılayan sesin o kadar uzun bir tarihi var ki, öyle bir alışkanlık ki, öyle uzun bir geçmişe gidebiliyor ki, çok inandırıcı olabiliyor. Haklı olduğunu, doğruyu söylediğini düşündürebiliyor bize.

Yaşamda bir olay oluyor, bir duygu kaplıyor içimizi ya da bir hikayenin içinde oluyoruz. İçteki eleştiren ses ortaya çıkıyor ve bir görüş bildiriyor. Biz zannediyoruz ki, bu olaya ilişkin bir görüş söylüyor. Oysa içteki eleştiren ses, olayla ilgili gözleme dayanan bir görüş bildirmiyor. Doğrudan bizi yargılıyor. “Öyle yapmadın, başaramadın, beceremedin, çeneni tutamadın, yine negatif düşündün, sözünü tutmadın.” Bunlar olaya ilişkin görüşler değil. Sorun; yaşanan olay, duygu değil. İçeride bizi yargılayan ses asıl problem. Bu öyle bir ses ki, diktatör gibi, bizi yargılıyor, hata arıyor ve muhteşem bir kolaylıkla klasörler dolusu hata buluyor, suçluyor, kontrolü ele geçirmek istiyor. Ve bu sorun, yani bu yargılayan enerji, yaşamdaki hikaye ile karışıyor, gerçekten uzaklaşılıyor diyor Christopher.

Kendimin ve başkalarının yaşamına baktığım zaman, kendini yargılamanın maliyetinin çok ağır olduğunu görüyorum. Eğer bu diktatör kontrolü ele geçirdiyse, insana adım attırmıyor, keyif aldırmıyor, kendini ve başkalarını takdir ettirmiyor, yaşamla bağlantıyı koparıyor.

Christopher, “Eleştiri ile suçlamayı ayırmayı öğrenmek gerek” diyor. “Elbette kendimizi eleştirmemiz uygun olan durumlar var. Daha fazla dikkatimizi yönlendirmemiz uygun olan, daha kapsamlı ve derinden keşfetmemiz uygun olan durumlar var. İçimizdeki bilge ses bizi bilgelik ve şefkate doğru yönlendirir, seçimlerimize ilişkin bizi tekrar gözden geçirmeye teşvik eder. Ancak bu ses suçlama enerjisinden çok farklıdır.”


Yarın: Ne yapacağız peki?

8 Nisan 2009 Çarşamba

İçteki Polis-Savcı-Yargıç 1

Dar kılıfından özgürleşmiş, güzelliğini sergilemek üzere...
Yabani sarımsak (yanılmıyorsam), Gönlü zengin bir tanıdığın bahçesinden, Büyükada, 18.3.2009

Geçen haftaki zorunlu istirahatın sonlarına doğru, Christopher Titmuss’un konuşmalarından bazılarının doğrudan dinlenebildiği bir web sitesinin varlığından haberdar oldum. Siteye girdim, emeği geçenlerin bilgeliğe, sevgiye doğru yolu açık olsun, müthiş güzel bir çalışma yapmışlar. İngilizce bilenlere ve bilgelik yolculuğunda farklı yollar da keşfetmek isteyenlere hararetle tavsiye ediyorum. Bazı konuşmalarda sanırım Budizm’e özgü terimlere ağırlık verilmiş. Ancak tavsiyem “Şu an bana rehberlik edebilecek, ufkumu açacak, yolumu aydınlatacak olana yönlenmeye niyet ediyorum” gibi bir niyetle göz gezdirilirse, çok yararlanılacak bir site. http://www.christophertitmuss.org/

Free download bölümünde (katkıda bulunmak için bir düzenleme de var, teşekkür edebilme, emeği geçenlere de katkıda bulunma fırsatı var yani) bir konuşma başlığı dikkatimi çekti: “İçteki Eleştirmen- Inner Critic”.

Bugün bu konuşmadan bende kalanları ve bana çağrıştırdıklarını paylaşmak istiyorum…

Zihnini dinleyenler bilir, zihinde sanki bir plak vardır, özellikle enerji düşünce ortaya çıkar ve sürekli konuşur: “Böyle yapmayacaktın. Bunu söylemeyecektin. Şöyle yapman gerekirdi. Şunu başaramadın. Nasıl da hata yaptın. Zaten yaşamını da heba ettin. Bu konuda hiç iyi değilsin. Beceremedin. Bu kez de olmadı. Bir baltaya sap olamadın. Yeterince şunu yapamıyorsun. Bak yine aynısını yaptın. Bilmemnekime bak, utan, onun kadar olamadın, neler yapmış. Başarısızsın. Başarısızsın. Başarısızsın.”

Bu plakta çalanları dinledikçe, geçmişin klasörleri açılır, ne kadar becerilemedik iş varsa, hepsi ortaya çıkar. Sanki bir mahkeme salonunda savcı sürekli delil sunar yargıçlara. “Şu tarihte bunu da yapmıştı. Şuna da böyle davranmıştı. Falan falan.” Kimi zaman bu yargılama o kadar acımasız olur ki, insanın içini ezer, un ufak eder. Yargılama çok uzarsa, tutuklu yargılanan sanık tek başına konduğu hücresinde depresyon emareleri göstermeye başlar. Bilimsel açıklamasını kapsamlı bilmiyorum ama depresyonun kendine yönelik kızgınlık olduğu söylenir.

Bu parça parça edilmeden kaçmak için, televizyon düğmesine basılır, kitap açılır, arkadaş aranır, dışarı çıkılır, bilgisayar oyunu oynanır, yemek yenir, birine çatılır, temizlik yapılır. Savcısı ve yargıcı çok güçlenmiş olanlar maalesef pek kaçamaz. Bu kez de saçma sapan programları izliyor diye, gereksiz yemek yedi diye, bilgisayar oyunuyla zamanı boşa geçiriyor diye yargılanır. Girdap dönmeye başlamıştır bir kere, içine düşülür, kara kuyularda oturulur.

Sonra ne olursa olur o kara kuyudan/ zindandan çıkılır, yaşama devam edilir. Ancak içteki polis-savcı-yargıç uyumaz, tetikte, bir sonraki enerji düşüklüğü halini beklerler. Aynı oyun tekrar tekrar oynanır.


Yarın: Christopher ne diyor peki?

6 Nisan 2009 Pazartesi

Yola Işık Tutan Söz: Dene!

Validebağ Korusu, 24.3.2009

Yaşam geçen hafta zorunlu istirahat verdi... Sanki "duraklat" düğmesine basmış gibi oldum... Hay huylu yaşam da, planlayan zihnim de durdu... Yazacaklarım birikti ancak yaşam da kaldığı yerden hızla başladı. Bugün uzun bir yazı yazacak durum yok, babamın defterlerinden birinden bir söz yazayım...

"İnsan tecrübe edene kadar neler yapabileceğini bilmez."
Publius Syrus